Makale

Orucun Sıhhi Faydaları

Orucun Sıhhî Faydaları

Dr. Haşan Fehmi GÖKALP

Oruç tutmak, evvelki peygamberlerin, ümmetlerine fark olduğu gibi biz müslümanlara da Ramazân-ı Şerifte oruç tutmak farzdır. Cenâb-ı Hak hiç bir kimseye tâkat getiremiyeceği zorluklarla emir ve teklifte bulunmadığından Ramazân-ı Şerîfte hasta veya yolcu olanlar sonradan günü gününe kaza etmek şartiyle ma’zur sayılmışlar; ihtiyarlık veya diğer sûretle vücut kuvvetleri fazla yıpranmış ve bu yüzden oruca gücü, tâkati yetmiyen kimseler de, her gün için bir fakire, iki öğünden ibaret günlük yiyeceğini fidye olarak vermekle mükellef tutulmuşlardır.

Hayız hâlinde, gebe veya emzikli olan kadınlar da sonradan kaza etmek üzere Ramazân-ı Şerifte oruçtan muaf ve ma’zurdurlar,

Farziyeti bildiren âyet-i kerimede açıklandığı üzere oruçtan maksat biz müminlerin bedenen korunması ve rûhan terbiyesidir. Ma’zur olanların oruçtan muvakkaten veya tamamen muaf tutulmaları ise Allâhu taâlânın bizlere güçlüğü değil kolaylığı murâd etmesi hikmetine dayanır.

Oruç, Perhiz ve Diyet :

Fecr-i sâdık’tan i’tibâren gün batıncaya kadar yiyecek, içecek şeylerden ve cinsî ihtiyaçtan tatmin etmekten nefsimizi alıkoymamıza oruç diyoruz; fakat bunun ibâdet kasdiyle Allâhu taâlânın emri olarak niyet ve şuur ile tutulması şarttır.

İslâmiyetin gayri dinlerde olduğu gibi bizim orucumuz, etlere ve yağlı yiyeceklere karşı belli günlerde mutlak bir perhiz değildir; kezâ ba’zı hastalıklarda vücudun zarar göreceği gıdâlar öğünden çıkarılarak tertip edilen tıbbî tedâvi diyetleri kabilinden de değildir.

Gündüzleri Hâlik’ın ve hilkatın emirlerine itâatle nefsini koruyan müslümanlar iftar zamanından fecr-i sâdık’a kadar i’tidâl üzere yiyip içmekte ve diğer ihtiyaçlarını sağlamakta tamâmen serbesttirler. Bu i’tibârla, İslâmın orucu, insanları tabiata karşı mutlak bir kayıt altına almaksızın, gündüzün yemek, içmek ve sair cinsî ihtiyaçlarını akşama ve geceye tehir ediyor. Bundan da maksat,

iman ve iz’an sâhibi müslümanların sakınmaları ve korunmalarıdır.

Gündüzün, normal hayâtın gerekli faâliyetlerini sıhhi bir zindelikten doğan rûhî şevk içinde yapabilmeleri ve ibâdetlerin en yüksek zevklerini tadabilmeleri için insanları gündüzün yiyip içmelerine hiç olmazsa senenin belli bir zamanında ara vermeleri mutlaka lâzımdır. Bu sayede müslümanlar bedenen, ruhan selâmet ve sıhhate nâil olurlar.

Hayâtımızın devâmı için vücûdumuzun bünyesine dâhil bütün enerji maddelerini başlıca üç grup gıdalardan alıyoruz :

1 — Vücûdumuzda uzuvların ve dokulardaki hücrelerin faâliyeti neticesi her gün vuku bulan esas yapı ve ta’mir maddesi : proteinli ya’nî albüminli gıdalar,

2 — Bedenimizin tabiî harâretini ve mekanik hareketlerini te’min eden mühim bîr enerji kaynağı : unlu ve şekerli gıdalar (karbon hidratlar),

3 — En yüksek kalori hâıl eden yağlar.

Bunlardan başka hayâtî faaliyetin başlıca mühim unsuru olan su ile, oksijen, klorsodyum, potasyum, fosfor, kükürt, kalsiyum, demir, iyot, magnezyum... gibi ma’denî maddelerde bilhassa et, hububat, sebze ve meyvaların terkibinde gıdâ olarak bünyemize girmesi elzem maddelerdir.

Aynı zamanda gıdalarımızda (et, süt, yumurta, sebze ve meyvalarda fazladır) hayat ve sıhhatimiz için pek lüzumlu olan maddeler de vitaminlerdir.

Vitaminler bilgisi asrımızın bilhassa bu son yıllarda koruyucu ve tedavi edici hekimliğe büyük başarılar kazandıran en kıymetli ve geniş bir ilim şubesidir.

A.B.C.D.E.......... .. ilâ alfabe harfleriyle sıralanan gurup, gurup vitaminlerin şimdilik keşfedilenleri 25-30 kadar ise de bunların hıfzıssıhha ve tedâvî bakımından ehemmiyetleri ve tatbikatı son derece geniştir.

İnsanlığın her hususta hidâyet ve saadetini sağlıyacak en yüksek ilâhı vahy ve ilhamlarla hilkatin ve tabiatın nice nice esrârına ve hikmetlerine nüfuz eden sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.) in, bir hadis-i şeriflerinde : “Yemeği soğutunuz (soğuk yiyinez). Zira sıcak yemek muhakkak bereketsizdir.” buyurmuş olduğunu görüyoruz. Bu hadis-i şerifin tıp ve hıfzıssıhha bakımından ehemmiyeti pek büyüktür.

Sıcak yemeklerin hazım yollarına vereceği ma’lûm zararlardan maada asıl vitamin bahsiyle ilgisi vardır. Çünkü vitaminlerin pek çoğu hararete dayanmaz, bozulur, hassasını ve tesirini kaybeder. Halbuki yiyeceklerimizin besleyici hassalarını muhafaza etmesi, sıhhatimiz için elverişli olması, tazelikleri sayesindedir; aksi takdirde muzırdır.

Günlük gıda ihtiyacımız :

Çocukluktan i’tibâren büyüme çağında gıdâ ihtiyâcı fazladır. İhtiyarlık denen ileri yaştaki inhitat devrinde gıdâ ihtiyâcı beden faaliyetiyle birlikte azalır. Orta yaşta, yetkin (kâhil) kimselerin de gıdâ ihtiyâcı çalışma şekline, sarf edilen enerji mikdârına, mevsime ve iklime göre biraz fark eder. Vasati olarak, yetkin bir kimsenin gıdâ ve kalori ihtiyâcı şöyledir ;

Albüminli yiyeceklerin 1 gramı 4,1 kalori hâsıl eder.

Unlu, şekerli yiyeceklerin 1 gramı 4,1 kalori hâsıl eder.

Yağların 1 gramı 9,3 kalori hâsıl eder.

Tam istirahat halinde olanların beden ağırlığının beher kilosuna 30 - 35 kalori,

Muhtelif işlerde normal ve mu’tedil çalışmalarda beher kilosuna 40-45 kalori,

Ağır ve fazla kuvvet sarfını gerektiren işlerde ise beher kilosuna 45 - 60 kalori lâzımdır.

Muhtaç olduğumuz normal günlük kalori mikdârını bu üç çeşit yiyeceklere göre şu mabetlerde tertip edilmesi uygundur:

Meselâ 70 kilo gelen bir kimsenin beher kilosuna 40 kalori temini için 2800 kalori lâzımdır, bunun :

%15 i albüminli yiyeceklerden, ya’nî 420 kalori

%25 i yağlardan 700 kalori

%60 kadarı da unlu ve şekerli

yiyeceklerden 1680 kalori

2800

olması münâsiptir.

Vücûdumuzun yapısına ve esas ta’mîrîne yarayan protein (albümin) li yiyeceklere zannolunacağı kadar büyük bir İhtiyaç yoktur; herkese kilo başına vasati 1 gram albümin kâfidir. Meselâ 70 kilo gelen bir kimsenin 70 gram albümin alması

kâfi gelir. Et, yumurta, peynir..... gibi albüminli

yiyeceklerde albümin ve azot nisbeti takriben 1/5 dir. O halde bu yiyeceklerden 350 gr. kadar yenmesi günlük albümin ihtiyâcını tamamen karşılıyacaktır. Fakat ekmek, hububat ve ba’zı sebzelerde âzımsanmıyacak kadar albümin de bulunduğundan et, yumurta, balık, peynir... gibi kuvvetli yiyeceklerden (350 gr. mikdârında) yüksek albümin almamıza ihtiyaç yoktur. Esasen yetkin bir kimsenin günlük azot bilançosu vasati olarak

14 -15 gr. kadardır, ya’ni idrarla çıkardığı normal mikdârda azot (albüminli madde) zayiatı bundan ibarettir. O halde her gün için gıdâsında bu mikdâr albümin bulunması kâfi gelecektir. Çoğu idrarla ve pek azı kalın barsak yoliyle vuku bulan günlük azot ziyâını normal ve müvâzenede tutmak için az mikdârda albüminli gıda ile idâre etmemiz her veçhile sıhhate uygundur.

İkinci gurup gıdâmız unlu ve şekerli maddeler olduğunu söylemiştik. Bunlar hazım cihazında glikoza kadar ayrıldıktan sonra barsaklardan emilerek kana karışır. Hazmolunan diğer maddelerle birlikte karaciğere gider; zerrelerinden su kaybederek glikojen denen kesif bir halde karaciğerde toplanır. Kanın litresindeki vasati 1 gram üzerinden glikoz mikdârını (glisemi) diğer mühim a’zânın normal vazife iştirakiyle karaciğer idâre ve tanzim eder.

Albüminli maddeler vücutta terâküm ederek protein deposu yapmadıkları halde, karbon hidrat denen unlu - şekerli maddeler tekasüfle karaciğerde ve adalelerde toplanır.

Üçüncü gurup gıdâlanmızı teşkil eden yağlar ise beher gramı 9,3 kalori hâsıl eden yüksek ihtirâk maddeleridir.

Vücûdun normal faaliyet derecesine göre muhtaç olacağı kalori hesabiyle gerekli gıdâ maddeleri bu nisbetlerde olması lâzımsa da herkes daha ziyâde sevdiği ve istediği yiyeceklere gelişigüzel bir yol ve rağbetle yaşamakta olduğundan faâliyet şeklimizle gıda alışımız hiç te uygun değildir.

Zaruri görülen ba’zı hastalık hallerinde hususî diyet usûlleri tedavi maksadiyle tatbik edilmekte ise de biraz düzelince hastalar yine bildiklerinden ayrılmazlar. Gıdâlarımızdan mikdâr i’tibârile farklı diyet listeleri tanzim edilen hastalıklar (zayıflama, beslenme, şeker hastalığı, gut, taşlı böbrek hastalıkları, kansızlık, kalb ve deveran hastalıkları) olduğu gibi gıdalarda keyfiyet bakımından da (mide kuruması ve kanaması, ince bağırsak hastalıkları, kalın bağırsak hastalıkları, karaciğer ve safra yolları hastalıkları, pankreas hastalıkları ve ateşli hastalıklarda) ayrı ayrı diyetler tatbik olunur. Fakat bütün bu haller esâsen oruç mükellefiyetinden müeccel veya muaf hastalara mahsustur. Binâenaleyh yukarıda kısaca arzettiğimiz gibi oruç, gıdalarımızın mikdârca ve keyfiyetçe tahdidi şeklinde bir diyet dahi telâkki edilemez.

İnsanların umumiyetle ma’ruz kaldıkları beden isrâfı, yiyip içmeğe ve cinsî arzulara karşı olduğundan sıhhatleri ve tâkatleri yerinde olanlara senede bir ay, yemek zamanlarını değiştirmekten ibaret oruç tutmaları farz kılınmıştır. Senenin en kısa veya uzun günlerine tedricen rastlıyan Ramazân-ı Şerif orucu biz müslümanlara ayni ni’met ve aynı hayat olduğundan bunu en büyük bir şükranla edâ etmeliyiz. iftar zamanında vakit gelince orucu bozmağa acele etmek, sahur vakitlerinde ise tehirli ve temkinli hareket etmek gibi gıdâî sıhhî tedbirler de Peygamber Efendimiz’in güzel emr ü âdetlerindendir.

iftar zamanında tatlı ve meyve nev’inden bîr şey yiyerek orucu bozduktan sonra akşam namazı kılınır ve ifrâta kaçmaksızın yemek yenir.

Yatsıdan sonra Ramazân-ı Şerife mahsus terâvih namazı da, mevzun ve mu’tedil beden harekât-ı mahsusâsı sayesinde hazım vazifesini kolaylar; âdeta yemekleri eritir.

Geceleri terâvih namazlarından sonra sahur vaktına kadar uyuyup, istirahat etmek lâzımdır.

Sahur yemeğinden sonra da hemen uyumamalıdır. Sabah namazını kıldıktan sonra vakit varsa istirahat etmek münâsiptir.

Gündüz uykusu bâhusus öğleden sonra akşama yakın hiç uygun değildir.

Gündüzleri, normal hayatımızın canlı ve verimli çalışma zamânı olduğundan, nefsimize, irâdemize ve şuurumuza hâkim olmamız gereken ve hayâtımızı en çok israf ettiğimiz bir zamândır. Bu itibarla oruç bizi her veçhile korumak için gündüze münhasır bir ibâdet ve riyâzettir.

Oruç tutmak insanı her türlü bedenî, ruhî zararlardan ve ifratlardan koruyan bir kalkandır. Bütün bir sene gelişi güzel, itiyadınca yiyip içen ve bu yüzden mi’desi, bağırsakları, karaciğeri, pankreası damarları ve kalbi mutlaka yorulan veya bozulan kimselerin oruçla kendilerini sıhhatli bir hâle koymaları gayet tabiî bir vazifedir. Bu ibâdet hakkın ve hakikatin tâ kendisidir. Az yemekle, seyrek yemekle bir zarar gelmez. Sık ve fazla fazla yemek ise insanı bedenen ve şeklen pek sakil bir hâle sokarak ma’lûl bırakabileceği gibi zekâ ve fikri kabiliyet itibariyle de geri bırakır.

Ne kadar fazla yenirse yensin ancak insanın kilosu artar. Buna mukabil pankreas denen uzvumuz vazîfe i’tibariyle gittikçe zayıflar. Albüminli, şekerli ve yağlı yiyeceklerin hazmi bozulur. Gıdâ ve kuvvet için yenen maddelerle vücut âdetâ zehirlenir. Ekseriyetle 45-50 yaşlarında rastlanan şeker hastalığı (diyabet) bol yiyip içenlerde, boğazına düşkün, ifrattan ve israftan kendini alamıyanlarda daha sık görülür. % 27 nisbetinde irsi — âilevî bir bünye zaafından ve daha başka sebeplerden meydana gelen şeker hastalığı harp ve kıtlık senelerinde alelumum azalır. Bu da gösteriyor ki şeker hastalığında oburluğun tesiri oldukça mühimdir. Bol yiyip az hareket etmekten insan ekseriya şişmanlar, şişmanlık da diyabet için bir zemin teşkil eder. Şeker hastalarının 1/3 şişmanlardır.

Bir şahsın yaşına ve beslenme durumuna göre açlığa tahammül derecesi değişir; bir müellif nefsinde tatbik ettiği sıkı bir perhiz tecrübesinde 30 güne dayanmıştır.İyi besili ba’zı hayvanlar 2-3 ay açlığa tahammül edebilmiştir. Küçük ba’zı kuşların 9-10 gün dayandıkları görülmüştür. Küçüklerin ve gençlerin tahammülü nisbeten azdır. Kâhil kimseler ise açlığa ve susuzluğa en iyi tahammül ederler. Bittecrübe anlaşılmıştır ki açlığa dayanmak, bünyesi ve sıhhati müsait kimseler için hiç bir zorluk teşkil etmez. Üç gün birbiri ardınca oruç tutabilen bir kimsenin tahammülü mükemmel olduğu anlaşılır.

intizamsız ve çok mikdarda ve fazla çeşitli yemek yemekle vücut yükünü artıranlar bedenlerinin muhtelif kısımlarında toplanan yağların hammalıdır. Kandaki yağ miktarı ve lipoitler artar; kalb adalesi yağlanır; damarlar sertleşir; kan tazyiki yükselir; kalbin çalışması güçleşir; gittikçe takati azalır; nefes darlıkları ve çarpıntı hâlinde kalb zaafı meydana çıkar.

İnanition = Mahmasa denen açlık hâlinde vücut evvelâ fazla yağlarını sarf ve istihlâk eder; tedricen erir. Daha sonra unlu ve şekerli yiyeceklerden depo ettiği glikojenler sarf olmağa başlar. Albüminli madde sarfiyâtı ise gayet az vukua gelir. Sıhhati ve bünyesi normal bir kimsenin bile vücudunda yağ ve karbon hidrat ihtiyâtı vardır. Çünkü vücûdumuz aldığı gıda maddelerini behemehal ihtiyâcı ve faaliyeti nisbetinde gayet Ölçülü ve ekonomik bir şekilde sarf eder. Binâenaleyh hiç bir zaman ihtiyatsız değildir. Ancak biz yemekte içmekte âdeta vücûdumuzu tahrip maksadiyle israfa düşerek vücûdumuzun bu normal ve ihtiyatlı hayâtını kendimiz bozmuş oluruz ki, nefse zulüm bu kadar olur.

Bedenîn su ihtiyacına gelince :

Alınan gıdaların nev’i, mikdar ve keyfiyetine göre - mevsimin de tesiri vardır - bir kâhilin yevmi su ihtiyacı vasati 2,5 lİtre kadardır.

Suyun eksik veya fazla midarda içilmesi vücudun albüminli maddesinin harap ve zayi’ olmasını intaç eder.

Vücûdumuza giren bu mikdar suyun hemen yarısını yiyeceklerimizle, sebze ve meyvalarla almış oluruz. Bunun 300 gramı teneffüs havâsiyle akciğerlerden çıktığı ma’lûmdur. Az bir kısmı da cildimizden, 1,5 - 2 litre kadarı da idrar yoliyle çıkar.

Kahillerde vücut ağırlığının % 67 kadarı sudur. O halde 70 kilo gelen bir kimsenin vücûdunda 46,9 kilo su vardır. Bu mikdar suyun, vücudun muhtelif azasındaki dağılma ve yerleşmesine gelince : Bunun 4,5 - 5 kilosu kanda, 25 kilosu adalâtta, geri kalanı da sür uzuvlardadır.

Yaşlı kimselerde bedenin suyu azalır.%60 a kadar iner.

Gençlerin vücûdunda ve yeni doğanlarda %75 i bulur. Henüz 3 aylık olan bir cenin vücudü ise %94 nisbetinde sudan ibarettir.

Mi’de ve bağırsaklardaki hazım bezlerinden, pankreastan hazım kanalına ifraz olunan sular ve karaciğerin safra yollarından on iki parmak bağırsağına dökülen safra, mecmûu i’tibâriyle, her gün 7-8 litreyi bulmaktadır. Bunun 2-3 litresi mi’deden, 500-800 cc ü pankreastan, 3 fitresi bağırsaklardan, 1-1,5 litre kadarı tükrük bezlerinden, 500-1000 gr. kadarı da safra olarak hazım yollarına dökülür.

Hazım vazifeleri nihâyet bulup imtisas başlayınca, emilme derecesine gelen muhtelif gıda maddeleriyle beraber, o mebzul hazım usâreleri de tekrar vücut tarafından çekilir; hiç bir suretle zâyi’ edilmez.

Muhtelif gıda maddeleri hazım yollarında imtisâsa elverişli son mertebelerine kadar parçalanarak hazım olunurken dâimâ zerrelerinden su terk ederler ki, bu suretle dâhilde husûle gelen suyun mikdarı da yarım litreye yakındır.

Vücûdun beher kilosu için 35-40 gr. suya ihtiyaç vardır. Bu hesapça, 70 kilo gelen bir kimsenin su İhtiyacını 2800 gr. yuvarlak hesap 3 litre kabul ederiz.

Suyun günlük ihtiyaç mikdarı ile günlük zayiat mikdarı arasında tam bir müvâzene vardır.

Vücûdun muhtelif kısımlarında ve uzuvlarındaki hayati vazifeler hep bu suyun müvâzeneli bir sûrette alınıp verilmesine ve vücutta tabiî şekilde deveranına bağlıdır.

Normal kanın terkibinde %90 nisbetinde su vardır.

Eğer mi’de boşsa içilen su hemen bağırsaklara geçer ve emilerek kana karışır; kanın biraz sulanmasını mûcib olur. Fakat suyun kandaki muayyen nisbetini idâre eden merkezler ve sebepler sayesinde kan yine muayyen su nisbetine getirilir.

Albüminli, şekerli, yağlı gıdaların vücut a’zâsında doku hücrelerinin ihtiyacına göre müvâzeneli bir surette alış verişini idâre eden teşkilât vardır. Suyun vücutta idâre ve isti’mâli ise, damarların dokuların ihtiva ettiği albümin ve ba’zı emlâh nisbetine tâbi olduğu gibi ayrıca karaciğerin, iç salgı bezleri denen bir takım hormon guddelerinin ve dimağda mevcut husûsî merkezlerin ahenkli bir vazife birliği ve selâmeti sayesinde mümkün olmaktadır.

Bu cümleden olarak karaciğerin vücutta su mübadelesi üzerindeki mühim rolü, hormon bezlerinden yumurtalıkların, hançere önünde yer alan tiroit ve paratiroit bezlerinin te’siri vücuttan su tardına yaradığı gibi böbrek üstü bezleriyle pankreas hormonu ve dimağdaki hipofiz bezinin arka kısmına ait bir hormon da vücutta suyun kalmasına yarar.

Ma’deni iyonlardan sodyum iyonu vücutta suyun zaptına, kalsiyum ise suyun tardına yarar.

Su müvâzenesinde gıdalara gelince : Karbon hidratlar, ya’nî unlu, şekerli yiyecekler suyun bedende tutulmasına, albüminli gıdalar ise suyun çıkarılmasına yarar.

Şişmanlarda yağ dokusunda fazla miktarda su toplanır. İdrârı arttıran tedbirler şişmanların zayıflamasına hizmet eder. Bunun içinde bedene giren suyun ve tuzun mikdarlarını azaltmak lâzım gelir.

Çok fazla su içilirse vücutta suyun tanzim mekanizması bozulur. Kanda ve dokularda su mikdârı birdenbire artar. Su zehirlenmesi hâli meydana çıkar. Böyle kimselerde huzursuzluk, halsizlik, çok mikdarda idrar, ishaller, kaylar, fazla ter ve fazla salya, titremeler, kuvvetli ve sarsıcı adale seyirtileri, nihayet derin bir baygınlık içinde ölüm zuhûr eder. Henüz vahim akıbet zuhûr etmeden böyle bir hastanın damarına vaktinde, yüksek kesafette glikoz vesair mahlûller şırınga edilirse ârâzın önüne geçilir.İdrar yoliyle bedende fazla mikdarda su tardı mümkün olur.

Bilâkis vücut bir takım ishaller, devamlı yüksek ateş, mükerrer ve bol kaylar ve rutûbetli sıcak havada vuku bulan pek fazla terlemeler gibi sebeplerden, ziyâde mikdarda su zâyi’ ederse, boğazda şiddetli bir kurulukla kendini gösteren mülhiş bir susuzluk belirir. Bu çeşit susuzlukta da şiddetli açlık gibi ıztıraplı bir hal vardır. Damardan ve aşağıdan tenkiye şeklinde su verilirse vücûdun bu ihtiyâç hâli önlemiş olur. Susuzluk idmanı yapanlar banyo alır ve tenkiye yaptırırlar.

Ödemler :

Kanla dokular arasındaki su mübadelesinde bozukluk neticesi cilt altındaki bağ dokuda serbest mâyi toplamasına ödem denir. Böyle toplanmış şişmiş yere parmakla basılırsa çukurlaşır, bir müddet sonra yavaş yavaş düzelir.

Göğüste ve karında toplanan sular da bir nevi ödemdir.

Kalb, böbrek, karaciğer hastalıklarında olduğu gibi iç ifraz bezleri hastalıklarında ve beslenme bozukluklarında da ödemler görülür.

Albüminli, karbon hidratlı gıda alımındaki noksan ve ifratlar da ödeme sebep olur.

Klorsodyum, klorpotasyum, kalsiyum gibi ma’deni tuzların da su mübadelesinde mühim nisbette rolleri vardır. Tekmil bedende (bilhassa adalelerde ve ciltte) 120-150 gr. kadar tuz bulunur. Kanda ise litresinde 6 gr. dır.

Günlük tuz mübadelesi ve ihtiyâcı 5 gr. etrafındadır. Vücut depolarında tuz ihtiyâcı tamamsa bedene ithal edilen fazla tuz kana geçtikten sonra böbreklerden süzülüp idrarla çıkarılır.

Bildiğimiz tuzun da vücuttaki rolü çok mühimdir. Kanın belli bir kesâfette tutulması, kanın ve ensicenin asit-alkali muvâzenesi ve su metabolizması, böbrek vazifelerinin tanzimi ve mi’denin ifraz vazifelerine de tuzun lüzumu aşikârdır.

Kanda belli bir tuz kesâfeti olmadıkça böbrekler idrar ifraz etmez.

Ateşli hastalıklarda, bilhassa zatürreede vücut ve dokularında tuz toplanır, kanda ise azalır. Vücutta tuzun artması veya noksânı yüzünden muhtelif hastalıklar meydana çıkar.

Potasiyum ve kalsiyum tuzlarının normal mikdarlarında aşikâr farklar bulunmasının su mübadelesine tesiri olduğu gibi ayrıca başka hastalıklara da delâleti vardır.

Görülüyor ki vücûdumuzun su ihtiyâcı ve bunun normal bir surette alıp verimi meselesi çok mühim ve son derece nâzik bir mesele ve bunda tekmil beden a’zâsı ilgilidir, denilse mübalâğa olmaz.

Bedende suyun deveranı hemen de bir âlemdir. Kan damarları dokularda, hücreler arasında kılcal bir haldedir. Kapiller denen bu kılcal damarlar, bulunduğu uzvun vazîfe hâline uygun surette inkişaf etmiştir. Ancak mikroskopla görülebilecek derecede küçük ve ince olan bu damârların umumî uzunluğu 100 bin metre ve kaplıyacakları satıh da 6 bin metrekare hesap edilmiştir.İşte kandan doku hücrelerine ve buralardan tekrar kana suyun geçmesinde bu kılcal damarlar âmildir.

Bağ dokusu içindeki boşluklarda su serbest halde değildir; oralarda kolloit denen kesif maddeler vardır ki bunlar su cezb ederek şişkin bir halde bulunurlar; ya’nî bir nevi hurdebînî su depoları demektir.

Bu kolloit maddelerin sönmesi yahut şişmesi suyun hücrelere veya kapiller damarlara geçmesini sağlar, bunlar birer tampon ve supap rolündedirler. işte bu i’tibarla tekmil vücûdumuz, bütün a’zâsı ve sayısız hücreleriyle âdeta suya dalmış, su içinde yüzüyor haldedir.

Hayâtımızın ve sıhhatimizin yolunda devamı basitçe yalnız bir su meselesiyle ilgili zannedilirse bile ne muammâlar karşısında olduğumuzu görürüz.

Açlığa 40 gün kadar dayananlar bile görülmüştür. Lâkin bir haftadan ziyâde susuz hayat kabil değildir. Vücut suyunun 1/5 inin zİyâı takdirinde hayat devam etmez. Tok kama susuzluğa dayanmak pek güçse de aç kalarak susuzluğa tahammül etmek pekâlâ mümkündür.

Vücûdumuz esâsen mâlik olduğu bol suyu sâyesinde oruç gibi muvakkat bir açlığa ve susuzluğa mükemmelen dayanacak hayatî kudretlere sâhiptir.

Vücûdün uğradığı her türlü hastalık ânzaları ekseriyâ bolca ve fâsılasız yemekten ileri gelmektedir.

Dâimi şekilde ve istirahatsiz çalıştırılan makineler zaman zaman sökülüp temizlenmeğe ve fazla

hareketle ısındığı zaman dinlendirilerek soğutulmağa, şâyet aşınmışsa silinip ta’mir ve ıslah edilmeğe nasıl muhtaç ise, vücût makinesinin bütün bir ömür boyunca durup dinlenmeden çalışması, pek insafsızca yükletilen gıdâlarla hiç şüphesiz yorulan mühim a’zâlarının istirahatle kendi kendilerini silip temizlemelerine meydan vermemek hiç revâ mıdır?

İnsanın hayâtı, faâliyeti ve şuuru, kalbin çalışması ve dimağın vazife görmesiyle kabildir. Bu uzuvların az ve fâsılalı bir sûrette gıdâlanmağa tahammülleri diğer a’zâdan çok fazladır. ifrat şekilde gıdâlanmaktan rahatsız olan uzuvlarımız da hemen kalb ile dimağdır. Vücûdumuzda bulunan tekmil a’zânın müşterek bir ahenkle çalışarak sıhhat ve hayâtımızı devam ettirmelerini tanzim ve idâre eden kalb ile dimağdır. Yiyip içmek vesâir şekillerde yapılacak sûiistimallerden en çok zarar gören yine bu uzuvlardır.

A’zânın selâmetle vazife görmesi ihtiva ettikleri milyonlarca hücrelerin selâmetiyle kaimdir. Hayat ve sıhhat için ayarlanmış a’zâ ve hücrelerin muntazaman kan dolaşımında haklarını alarak çalışması şarttır.

Bedenimizdeki tekmil a’zâmız her an faaliyette iseler de hepsi birden aynı zamanda ve sür’atle vazifede değillerdir. Vazifeleri bir fabrikanın muhtelif iş daireleri ve tezgâhları gibi birbirine sıra ile tâbidir.

Dâima ve sık sık gıda almak, vücûttaki kanın kısmı a’zamını ekseriyetle hazım cihazına çekeceğinden, diğer a’zânın kandan hissesi ve istifâdesi az çok nisbî bir noksanlığa m’aruz kalır. Bundan başka hazım cihazının dâima fazla yüklü oluşu o cihazda ergeç bir vazife yetersizliği meydana getirir. Bilhassa karaciğer yorulur, hayat ve sıhhatimiz üzerinde hakikaten emsalsiz rolleri olan bu kıymetli uzvumuz bizi koruyamaz olur. Fazla yiyip içmekten ve çeşit çeşit içkilerden en fazla zarar gören de karaciğerdir.

Her bünyenin, her vücûdun irsî, âilevi ve biraz da kisbî olarak husûsi istidatları vardır. Bu ezeli ve tabiî kanunlara tâbi olarak intizamla çalışabilirler.

Bütün âlemin yaratıcı ve müdebbir bir kudreti külliyesi ve nâzımı olan Cenab-ı Hak tekmil irâde ve hüküm kuvvetinin yegâne sâhibi olduğu halde, canlı cansız tekmil mevcutlara cüz’î bir irâde ve tanzim isti’dâdı vermiştir.

Hiç bir zaman âlemin hiç bir cüz’ünde cebir ve tazyika tahammül isti’dâdı yoktur.

Allah’ın en mükemmel ve en şerefli mahlûku olan insanlara tabiatı müsahhar bir sûrette lütuf ve teslim eden Cenâb-ı Hak bu emâneti ancak şuur, îman ve irfân ile hüsn-i idâre edebileceğimiz için bizlere dâimâ îmân, sıhhat ve şuurumuzu arttıracak tedbirlerle hidâyet buyurmuştur. Zevki, nefsimize uymakta zannederek kendimin nedâmetlere sürüklememiz en büyük zulümdür.

Allâh’ın emirlerine, hilkatin ve tabiatın ezelî kanunlarına uymak bütün ibâdetlerimizi ve vazifelerimizi gönüllerimizden taşan bir hürmetle seve seve yaparak Allâh’ın ni’metlerine şükranımızı fi’len edâ edersek ücretini kat kat göreceğimiz ve bedenen, ruhan dâimâ selâmet ve saâdete erişeceğimiz muhakkaktır.

İşte aziz müslümanlar, dînimizin emrettiği oruç bizi bedenimiz ve rûhumuz için zararlı birçok tehlikelerden koruyan mübârek bir terbiye sistemidir. İnsanlığın rahmet ve hidâyet alemdârı sevgili Peygamberimiz Efendimiz Ramazân-ı Şeriften başka aylarda da zaman zaman oruç tutarlardı.

Oruç insanı kendine en çok sâhib ve hâkim kılan şuurlu bir sabır sistemidir.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.) in Hadîs-i şeriflerinde şu kıymetli emir ve tavsiyeleri görüyoruz :

“Oruç tutunuz, sıhhatli ve sağlam olursunuz.”

“Mide (çok yemek) hastalık deposudur, perhize riâyet ise tedavinin esasıdır.”

“Az ye, hasta olma!”

“Beden sağlığı oruçtadır.”

“Vücût sağlığı ile yaşayana ne mutlu”

(“Kalbin sıkıntısı fazla tokluktandır” Hz. Ali).

“Yemeği soğutunuz” (soğuk yiyiniz) zîrâ sıcak yemek muhakkak bereketsizdir."

“Sofralarınızı sebze ile süsleyiniz (sebze yemeği bulundurunuz) zîrâ sebze fenâlığı muhakkak giderir”

"insanlar sütün faydalarını bilmiş olsalar, ağırlığınca altın pahasına da olsa sütü mutlaka satın alırlardı.”

“Birçok insanların aldandıkları iki nfmet vardır: Sağlık ve gönül ferahlığı.”

“Sahur yemeği yiyiniz, çünkü sahur yemeğinde bereket vardır.”

“Oruç tutan bir kimse hurma ile iftar etsin, hurma bulamazsa tertemiz su ile iftar etsin”

“İftarda acele ediniz.”

“Sahûru geciktiriniz.”

“Allâh indinde en sevgili olanınız az yiyen ve kilosu az olandır.”

“Oruç karın yağlarını eritir, etlerin suyunu azaltır (etleri zayıflatır.)”

“Oruç sabrın yarısıdır, her şeyin zekâtı (temizlenmesi) vardır, bedenin zekâtı da oruçtur.”

“Oruç bir kalkandır, oruçlu kimse fenâ söz söylemesin; cahilane hareketlerde bulunmasın; eğer bir kimse kendisine çatacak olursa ona, iki kere; ben oruçluyum, desin……”

“Kışın oruç tutmak kolay bir kazançtır.”

“Cenâb-ı Hak, yalan söylemeyi, yalan şahitliği yapmayı ve yalanla amel etmeyi bırakmayan kimsenin yiyip içmeyi bırakmasına (orucuna) hiç bir kıymet vermez.”

“Sabır ve sükût bir hikmettir; fakat bunu yapabilen azdır.”

“Yediklerinizi namaz kılarak eritiniz.”

“Peygamberimiz, taze hurma bulundukça mutlaka taze hurma ile, tâze hurma bulunmadığı zaman kuru hurma ile iftar ederdi.”

Bu Hâdis-i şeriflerde, dikkat buyurulursa, Peygamberimiz Efendimiz, orucun, bedenî, rûhî sıhhat bakımından ne mühim hikmetlerini ve ne büyük faydalarını bildirmektedir.

Hangi mevsime rastlarsa rastlasın oruç, hayat ve sıhhatimizin maddî ve ma’nevî koruyucusudur.

Biliyoruz ki modem hekimlik, tedavi etmekten ziyâde, insanları her türlü hastalıklara, karşı korumakla mükelleftir. Çünkü korumak, hastalıkları tedâvî etmekten daha kolay ve daha faydalıdır. Bu tabiî kaide, İlâhî birer emir ve ibâdet hâlinde dînimizde de câridir. Yukanda verilen tafsilâttan anlaşılacağı üzere sıhhati ve tahammülü yerinde bir kimsenin velev uzun günlerde olsun oruç tutması beden ve ruh sağlığını artırır. Kışın, gıdâ ve kalori ihtiyacı kendini iyice göstermesine rağmen hava soğuk olduğu için susuzluğa mükemmelen tahammül edilir. Yazın ise şiddetli sıcaklar sebebiyle umumî olarak iştahlar azalır, hazım güçleşir, herkes sebzelere, meyvelere, hoşaf ve ayran gibi serin içeceklere düşkünlük gösterir.

Sahûr yemeğinde soğuk veya zeytin yağlı yemekler, yoğurt, süt, sebze ve meyve ile bolca karın doyurulur ve ancak sabah namazını kıldıktan sonra bir müddet yatıp istirahat edilirse, yazın oruca tahammül etmek kolay olur. Vakit vakit serin sularla abdest alıp namaz kılmakla da insan bittabi büyük ferahlık duyar.

iftar zamanında hurma ile veya bir tatlı ile oruç bozmak, bütün gün kanda (glikojen) şeker miktarı azalacağından bunun sebep olabileceği ba’zı halleri çabucak önler.

Tertemiz su ile iftar etmek de ağız kuruluğunu ve nisbî bir koyuluğa düçâr olan kanın su ihtiyâcını giderir.

iftarda büyük bir telâş ve sabırsızlıkla yiyip içmekten kat’î surette çekinmelidir. Hafif bir kahvaltı gibi az miktarda bir şey yedikten sonra akşam namazını kılmalı, ondan sonra yine ifrâtsız olarak karın doyurulmalıdır. Acele acele telâşlı yemek yerken bir çok insanlar farkında olmaksızın

hava yutarlar, mi’deleri şişer, dolgunluk ve tıkanıklık hissederler.

Fazla yiyenlerde mi’de ve kalb sıkıntısı çok

görülür. İftar ziyafetlerinde fazlaca kaçıran ve damarları bozuk veya tazyikleri yüksek zavallıların bu iştahlarını hayatlariyle ödedikleri bile görülmektedir. Çünkü fazla iştahlı kimseler bol bol yiyip içmekten bedenen mutlaka zarar görürler. Tıknaz (piknik) şekilde apoplektik bünyelilerin

kalbleri yağlanır, kalb zaafı ve yetersizliği zuhur eder; damarları sertleşir; damar çatlaması, beyin kanaması, amboli tromboz gibi mevziî âfetlerden olarak beyin damarı tıkanmasiyle felçler, hattâ ânî ölümler nâdir değildir.

Çünkü bütün gün oruç tutarak Allah’ın emirlerine itaat gösteren bir müslümanın iftar sofrasında kendine hâkim olmaması doğrusu çok acınacak bir haldir.

Orucun ruhî ve ahlâkî faziletleri, ma’nevî bünyemizin kıymetlendirilmesi bakımından daha değerlidir. Çünkü insanların bedenî ve adali kıymeti, zihnî ve ruhî meziyetleri yanında pek önemsizdir. Bugün maddî tababet bile tedâvî noktasından insanı, psiko-somatik, ya’nî cismâni-ruhî bir bütün hâlinde ele almaktadır.

Kendi kudret eliyle yarattığı en kıymetli eseri olan insanın, Cenâb-ı Hak nasıl olur da ruhî durumunu kemâle eriştirmez?... Esâsen beden sıhhati ve ruh selâmeti birbiriyle gayet sıkı ilgilidir.İnsanın vücûdu, tekmil biyolejik ilimleriyle ilgili olduğu kadar psikolojik, moral ve sosyal ilimlerin de en mühim konusudur. Hilkatin ve tabiatın ufak bir modeli olan insanın hakikatte ne büyük bir âlem olduğunu anlamak pek güç değildir.

İnsanların ruhî terbiyelerini en güzel karakterlerle tamamlamak başlıca ödevi olduğunu bildiren sevgili Peygamberimiz, bize şahsî ve içtimaî tekmil ahlâkî vazifelerimizi ta’lim buyurmuştur.

Allah’a îman etmek, vazifeye îman etmek demektir. İnsan vazifelerini yaparken tedbirli, tahammüllü azimkâr, şeref ve haysiyetine saygılı, hak ve adalete bağlı ve vicdanının bütün samimiyetiyle Allah’ın nzâsını gözetir olmalıdır.

Nefsimize, âilemize, ana, baba ve evlâtlarımıza, komşularımıza, milletimize ve yurdumuza ve bütün insanlığa karşı sorumlu olduğumuz vazifelerimizi faydalı bir şekilde yapabilmemiz için rûhî ve aklî meleklerimizi arttırmamız lâzımdır.

İnsan-oğlu tabiaten nefsine düşkündür; halbuki, bunun, hayat ve sıhhati koruyup devam ettirecek mertebesi kâfidir; fazlası insanı bencil yapar, egoizme düşürür. Bir kimsenin dâimâ kendini düşünmesi, başkalarının hayat ve vazife haklarını inkâr veya reddetmek demektir. Egoistlerin çoğalması, bir cemiyet bünyesini türlü ihtikârlarla fecî akıbetlere sürükler. Müfrit arzûlara, taşkın ihtiraslara kapılmak nefse karşı zulüm ve maadaya karşı adaletsizliktir.

İnsanlar ilmin ve aklın icâplarına uymalıdır. Nûra koşmalı, fakat nâra değil.

Günlük hayâta fazla önem verip yarını düşünmemek, geleceğin sakladığı çeşitli elemleri, azaplı ihtimalleri hesaba katmamak ne kötü bir şeydir.İnsanlar ve miletler günlerine pek aldanmamalı. Zorluklara katlanabilmek sâyesinde isikbâlin saadetlerini hazırlıyacaklarını anlamalıdırlar.

Her şeyden evvel de nefsin terbiyesi lâzımdır. Nefsimizin en çok arzu ettiği yemek, içmek ve cinsî münâsebet gibi her zaman ifrâta varan hallerini senede bir ay olsun terkedersek, sabır ve tahammülümüzü şuurlu bir sûrette olgunlaştırırsak rûhî varlığımızın zevkli kıymetini anlanz.

Normal irâdemizin kuvvet ve isâbeti sâyesindedir ki müvâzeneli ve i’tidalli olarak vazifelerimizde başarı gösteririz.

Muhitten alınan hislerin refleks yollariyle dimağa yükselip ruhî merkezlerde fikir, muhakeme ve hayrı tercih şeklinde fi’lî olarak meydana gelmesi lâzımdır. Yoksa bir takım hezeyanlı ruh hastalarında görülen ifratlı irâde, nevrestenik ve psikastenik, ya’nî sinir ve ruh takatsızlığına uğramış kimselerle keyf verici zehirlerin müptelâsı olan zavallılarda görülen tereddüt ve irâdesizlik halleri ve hiç bîr düşünceye sâhib olmaksızın diğer birinin tesir, telkin ve irâdesiyle hareket eden ba’zı ruh hastaları (erken bunamalılar, zekâları ve muhakemeleri geri kalmış debil’ler) hep irâdeleri malûl kimselerdir.

Hakkı kabul, adâlete riâyet, i’tidâle dikkat, şefkat, merhamet, yerinde cömertlik ve fedakârlık, iffet, şecaat, halk sevgisi ve yurt hizmetleri gibi her insanın normal bir ruh sağlığı ile bezenerek seve seve kazanacağı vasıflar ve vazifeler yüksek bir terbiye-i diniye ve ahlâkiye eseridir.

Çok değerli, yabancı bir felsefe müellifi E. Rabo, vatan çocuklarına ve memleket gençlerine dîni terbiye ve ahlâk telkini gerektiğini şu sözlerle ne güzel anlatıyor :

“Bugün bir çok taraftan, ahlâkın göçmeğe başlamış, vicdanların kararmağa yüz tutmuş, âzim ve irâdelerin bozulmuş veya şaşkınlığa düşmüş olmasından şikâyet olunuyor.

Eğer maalesef, bu doğru ise, bunun devâsını yetiştirmek profesörlere ve öğretmenlere aittir. Zira kalblere onlar memurdur; memleket mukadderatı onların elindedir.

Milletin terbiyesinde maneviyâta ve mefkureye (dinî, millî ülküye) daha büyük bir yer versin1er; yarınki yurt ödevlerini omuzlarına alacak vatandaşların kalblerinde yüksek amaçlarla asâlet ve insanlık haysiyeti uygularını uyandırsınlar; kalb- leri kurutan septisizm’den, insanı maddî, cismani duyguların ve ihtirasların esiri yapan pozitivizm’den, insanın cesaretini ve umudunu kıran, rûhunu öldüren bedbinlikden (pessimisme) ve kötümserlikten okulları (gençleri) korusunlar.

İyiliğe, vazifeye, hakka, adâlete, Allâhu taâlâya, velhasıl vicdanın bütün şu ezelî, ebedi büyük prensiplerine îmânı muhafaza etmek öğretmenlerin borcudur. Zîrâ rûha kuvvet veren bu inançtır. Ruhu dâimâ ileriye götüren ve hiç durmaksızın daha yükseğe çıkaran, devamlı ilerleme âleti ve tabiat manivelâsı gibi olmasına destek olan îmandır.

İnsanları birbirine yaklaştıran, tabiî eşitsizlikleri sevgi ve yardım yoliyle ortadan kaldıran herkesin birbirine arka çıkması ve kardeşlik göstermesi gibi faziletleri uyandıran bütün insanların anlaşmasını kolaylaştıran îman, şahsî hürriyetin tam gelişmesiyle sosyal teşkilâtın kuvvetini gösteren, dürüst akla riâyetle uygulanmasını sağlıyan yegâne kuvvetli ruhî vâsıtadır.

Kalblere huzur ve teselli veren, hayatın bunca acıların ve yersiz şüphelerin verdiği üzüntüleri yüreklerden sürüp çıkaran, kıymetli ümit ışıklarını parlatan, ebedîlik fikrini her zaman olanca kuvvetiyle yaşatan hep iman değil midir?

İnsanlar bu İtikatlardan (bu ruhi bağlılıklardan) ayrıldıkları gün ne kadar hasta ve muztarip olacaklardır..."

Anlaşılıyor ki her şey vücut ve ruh terbiyesinin kuvvetlenmesine dayanıyor. O halde, daha küçükken ilmî ve dinî pedagojiye, psikoloji metodlarına uyarak çocuklarımızı gelecek hayatları için yetiştirmemiz lâzımdır. Onlar hayâtı sağlamlık ve dayanıklıkla kavramalıdır. Kendi çalışmalarının sağlıyacağı ni’met ve lezzetlerin dünyâ saadeti denen hayat tatlılığını hâsıl ettiğini öğrenmelidirler. İyi niyetlerle gayretli çalışanlara, kendine ve milletine faydalı olanlara Allah’ın tabiî, ezeli kanunlariyle ne büyük lûtuflar ve başarılar hazır olduğuna inanmanın ruhlarımıza yükseltici kuvvetler bahşedeceğine dair hayâta uygun pratik telkinler ve öğretimler yaparak çocuklanmızı ve gençleri hayâta hazırlamalıyız.

Sağlam bir imânın kemâllerine delil olan Islâm ahlâkı, bütün ef’âlimizde hak ve hayrı gözetmemizi emreder.

Dâimâ mahlûkata muhabbet ve Halika ta’zimle mükellef tutar.

Oruç Sâyesinde insan ciddî ve hâlis olur. Asla riya ile münâsebeti olmayan bir ibâdetimiz varsa o da oruçtur.

Fikir ve amelinde samimi olmak insan için ne büyük bir mertebedir.

Bedenimizin sıhhat ve selâmeti ruhumuzun şeref ve haysiyeti oruç sâyesinde korunmuş olur.

İnsanların bedeni ve rûhî bünyelerinde yer alacak arızalar yalnız kendi şahsına ait kalmaz. Muhtelif münâsebetleriyle diğer insanlara da geçer. Hattâ rûhi kusurlar daha ziyâde sâridir.

Bedenen malûl olanlarda derece derece ahlâkî fenâlıklar da meydana çıkar ve bu hastalıklar cinsiyet tohumlariyle evlâda ve torunlara da sirayet eder. Rûhi ve aklî hastalıklarda irsîlik büyük rol oynar.

Kötü ahlâk kadrosuna giren ne kadar çirkin ve zararlı haller varsa hepsini muhtelif ruh hastalıklarında esas arazlar hâlinde görmekteyiz. Ruh hastalıklarının sebepleri arasında mikroplu veya ateşli ba’zı hastalıklar büyük bir yekûn tutmadığı gibi bunların bir kısmı da muvakkat, geçicidir.

İrsîlik te’sîri başta gelmek üzere akıl ve karakter hastalıklarında bedeni, fikri mühim yorgunluklar ve sarsıntılar, yemek içmekte devamlı ifratlar, içki, kumar ve sefahat, bülûğ zamanlarında ve sonraki terbiye ihmalleri, ahlâksızlığa yol açan filimler, romanlar, temsiller ve açık resimler, türlü şekilde sık sık tekrarlanan zâbıta vak’aları, büyük harplerde umumi hayat zorluklarında çekilen ıztıraplar, korkular ve mahrumiyetler halkın sinir sisteminde derin te’sirler bırakır.

Böyle zamanlarda bunalan ruhlar seviyelerine göre bir takım hurafelere ve dalâletlere düşerler.

Bilhassa böyle zamanlarda insanlara yüksek bir vicdan kuvveti, sağlam bir seciye terbiyesi mutlaka lâzımdır.

Münevver sınıftan sayılan kıymetli gençlerimize dinî-milli vicdan terbiyesi verilmesi başta gelen bir zarurettir.

Ferdî, içtimaî yüksek birer terbiye sistemi olan ibâdetlerimizin inançlı kalblerde sağlıyacağı ahlâkî reaksiyonlar dinî-millî birliğe dayanan selâmet ve saadetimizin müeyyidesidir.

İlim ve ahlâk felsefesi müellifi Aleksi Bertran; “İ’tikatlı kimselerde bulunan inanç, ahlâkın en kıymetli dayancıdır. Bu noktada şüphe edilemez. Dinî ahlâk aynı zamanda felsefi bir ahlâktır.” dediği gibi, İngiliz filozofu Spencer de : “Ahlâkî emirler kutsal oldukları bildirilen asıllarındaki kuvveti bugün kaybediyorlar. Dînî ahlâkın böyle gerilemeye yüz tutması kadar dehşetli felâket azdır.” demekle cidden büyük hakikatler açıklamışlardır.

Dîni-milli hayâtımızda her zaman muhtaç olduğumuz şeyler bilgi, inanç ve iyi karakterlerdir.

İnsanların şahsî akıllarınca hareketlerinin ölçüsü zahirî faydalardır. Müşterek dînî akıl ve vicdânın ülküsü ise milletin ve bütün insanların hakiki saadetidir.

Dinimiz riyakârlığı ve aldatıcı gösterişleri şiddetle meneder. Biz Müslümanların inancı, öyle yüksek bir karakterdir ki, kalbimizde yerleşen o İlâhi nûr bizi dâimâ iyi ve güzel hareketlere sevk eder ve samimiliğimize şahit olur.

Ahlâklı ve kemâlli birer insan olarak Müslümanlar en yüksek medeniyet derecesine erişmelidir.

Din, bilgi ve akıl insana şahsının, âilesinin, milletinin ve yurdunun saadetine çalışmayı emreder. Binâenaleyh en dindar kimse en medenî kimse olmalıdır.

İngiliz Feylesofu Beykın (Bacon): “Tabiate, tabiatın kanunlarına itaat ederek hükmolunabilir.” demişti ki, bu söz hem maddiyat hem ma’neviyat âlemi için doğrudur.

Nazari veya amelî bakımlardan bedenle ruhu ayrı ayrı telâkki etmemize imkân olmadığı gibi din ve ahlâk müeyyidesiyle beden ve ruhun fiziyolojik ve psikolojik terbiyesi de birbirinden ayrılmıyacaktır.

Ruhi ve akli selâmetimizin devamı için somatik terbiyeyi birinci plânda tutmamız gerektir.

Orta-çağda Hıristiyan din adamları vücûdu âdi ve hakir bir kafes addettiklerinden ancak ezaya, cefâya müstahak sanırlardı. Halbuki, Paskal, “İnsan ne melektir, ne de hayvandır” diyor. Bu i’tibarla eski Yunanlılar, beden terbiyesinin ruh terbiyesiyle beraber olması gerektiğini anlamışlardır. Fakat insanın yaradılışına en uygun bulunan Müslümanlık, bütün vücut a’zâmızın ayrı ayrı haklarını gözetmeği emreder.

Dinimizin esâsı, hiç bir veçhile tenkide ma’ruz kalmıyacak derecede ilim, ahlâk ve hayat ile ahenkli beraberliktedir. Asıl tenkide uğrayan cihetler dindar görünenlerin ba’zı geri halleridir. Nitekim garplı misyonerler İslâmiyeti tenkide yeltendikleri vakit :”…Yeryüzündeki Müslümanların bugünkü hâline bakınız: Eğer Müslümanlık yüksek bir din olsaydı, dünya Müslümanları bu kadar geri kalırlar mıydı?” diye aşikâr bir mugalâta yaparlar. Fakat buna sebep, bizzat Müslümanlık değil, İslâm milletlerinin ilim ve medeniyet bakımından çok geri ve dinin emrettiği feyizleri hayatlarına mal edememeleridir.

İslâm dininin beş mühim esası, Allah’ın her yönden birliğine ve Hazret-i Muhammed (S.A.) in hak peygamber olduğuna samimi sûrette îmanını şehadet kelimeleriyle lisânen de ikrar etmek suretiyle andiçmekten sonra, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak ve ömründe bir kere Kâbe’yi ziyaret ve tavâf etmekten ibaret olduğu herkesçe malûmdur.

Zekât, ayni veya nakdî şekilde, fukarâya hakkını vermek suretiyle yapılan esaslı bir içtimaî yardımdır.

Hac, tekmil İslâm âlemini ilgilendiren pek şümullü psikososyâl bir ibâdettir.

Asıl mevzuumuz olan oruca gelince : Ramazân-ı Şerifte yemek vakitlerinin değişmesinden başka büyük bir farkı yoktur.

Her gün devam ettiğimiz ve Allah’ı anma bakımında kalblerimizi nurla dolduran ve ruhumuzu yükselten namaz ise dînimizin dayanağı pek büyük bir ibâdettir.

İbâdetlerimizin her biri maddi-rûhî cihetlerden büyük fâideler sağladığı her ne kadar belli ise de bunların ifâsında kutsal bir Tanrı buyruğu olmalariyle her şeyden evvel Allâh’a itaat ve emirlerine karşı ta’zimimizin yüksek bir ifâdesi maksud olduğunu bilmemiz lâzımdır.

Vakit vakit Allâh’ın hûzuruna durup, rûhan onunla ittisal zevkini tatmak kendimizi dâima artacak ilâhî isti’datlara hazırlamamız matluptur.

Müslümanın kalbi hakkın yüce dîvânında ilâhı nurlarla dolarak parlayan dinamik akümülâtör mesabesindedir. Çünkü dünyâ alâkaları ve hayat gaileleriyle sinirlerimiz ve rûhî kuvvetlerimiz devamlı bîr sûrette sarf ve istihlâk olunmaktadır. Bunları yeniden yeniye kazanmak ihtiyâcındayız.

Tekmil ibâdetlerimizin ve orucun maddî-rûhî ne şekilde ve ne mertebede faydası olursa olsun bunlar o ibâdetlerin farz olmalarının yegâne illeti ve hikmeti değildir.İbâdetlerin ve orucun farz olmasının asıl hikmeti, Allâh’ın emirlerine itaatle kulluk ve vazife zevkini tatmak ve böylece ruhlarımızı riyâ ve gösterişlerden temizleyerek ahlâkımızın samimiliğini arttırmak ve kendimizi bizzat Allâh’ın vikayesine tevdi için nefisle mücâhede etmektir.

Müşavere Hey’eti kararı

Karar No. 505

Tedavi ve kuvvet için tabii menfezlerden olmıyarak, mücerred derinin altına veya damara âlet-i mahsûsa ile bir madde zerkolunduğu takdirde, aynı maddenin mi’de ve cevf-i batna vüsûl ve duhûlü ma’lûm olmadıkça, dâhilde âsârı hissolunsa dahî, orucun fâsid olmıyacağı..

13/9/1952