Makale

RAMAZAN VE ORUÇ

RAMAZAN VE ORUÇ

A. Hamdi AKSEKİ

Allah’a şükürler olsun ki bu yıl da mübarek Ramazan ayını huzur, sükûn ve sürur içinde karşılamak bahtiyarlığına eriştik. Hepimize kutlu olsun!

Mübarek Ramazan ayına kavuşmak; beş yüz elli milyonluk geniş bir kardeşlik manzumesinin insanlığını bütün özüyle, bütün iyilik ve güzelli­ğiyle belirtmesi ve yaşatması için eşsiz bir fırsat sağlamakta, insanlığın ahlâkî ve rûhânî tekâmülünü hızlandıracak büyük bir mânevi savaşın açıl­masına imkân vermektedir. Bu mânevi savaşın adı: Oruçtur.

Bu günden itibaren bu savaşa girmiş bulunuyoruz,

Mü’minler, Ramazan ayında oruç tutarak bu manevî savaşı açarlar, onun bütün feyiz ve bereketlerini kazanarak bu savaşdan daha iyi bir in­san, manen ve rûhan daha üstün, ahlâkan daha mütekâmil bir varlık ola­rak çıkmaya çalışırlar.

Oruç, Allah’a yapılan bir ibadetdir. öyle bir ibadet ki, insanları gün­lük itiyatlarının esaretinden kurtararak hak uğrunda feragat ve feda­kârlığa alıştırır, hayatın bir çok hakikatlara ve acı cephelerini daha ya­kından görmeğe ve daha içten duymaya sevk eder. Bu suretle, bu hakikatlara daha yakından aşina olmak sayesinde, ihmâl olunan bir takım İnsanî vazifelerin ifâsını hatırlatır, unutulan haklara saygı göstermek arzusunu ve nefis muhasebesini canlandırır, ferdin öz dileğiyle ve güvenebileceği bütün kaynakların yardımıyla her iyiliğe koşmasını sağlar.

Bütün başarıları kolaylaştıracak en mühim âmil, günlük esaretini hissederek, bir müddet için olsun, bu esaretden kurtulmak ve bütün itiyatları hor gören sarsılmaz bir azim, bir irade hakimiyeti ile her feragat ve fedakârlığı göze almaktır.

Hayata en büyük zenginliği ve olgunluğu veren büyük başarıların hepsi, her şeyden önce, feragat ve fedakârlığın mahsulü değil midir? Bu da ancak günlük itiyatları hor görmek ve gerektiği zaman hepsini feda etmekle mümkün olmuyor mu?

Hepimizin her lâhza, en mukaddes bir vazife olarak, ifâsına hazır bu­lunduğumuz Vatan uğrunda savaş da böyle değil mi?

Bu mukaddes savaş için hepimiz her şeyden önce günlük itiyatlarımı­zı hiçe saymayı göze alır, hattâ o itiyatların hepsini fedâ etmekten haz duyar, rûhumuzun bütün feragat ve kahramanlık kaynaklarını, bütün mânevi gücünü seferber eder ve bu sayede vazifeyi başarmak isteriz. Oruç da böyle mânevi bir savaştır. Evet, oruç, insanları günlük itiyatların ve nefsânî arzuların esâretinden kurtararak hayatın hakikatlariyle ve bütün cepheleriyle doğrudan doğruya karşılaşmayı, daha yüksek, daha temiz, daha ileri, daha insaflı bir düzen kurmak için zemin hazırlamayı gerekleştirir; ve bizi şefkat ve merhamet, hak ve adalet yolunda yürümeğe sevk eder. „

Oruç, Allah’ın rızası için yapılan bir ibadet olmak sıfatiyle bütün bu mânâları insanların ruhunda yaşatır ve rûhun ilhamiyle bu mânaları hayatda gerçekleştirmeğe yardım eder.

Bundan başka oruç nefsi terbiye eder, tasfiye eder, tezkiye eder; du­yuş, seziş ve anlayış ufuklarını genişletir. insanlar arasında kardeşlik, sevgi ve saygı, şefkat, merhamet, muâvenet bağlarım sağlamlaştırır, in­sanların dertlerini paylaşmalarına imkân verir ki, bütün bunların islam ıstılahında karşılığı “takva" dır. Kur’ân-ı Kerîm de orucun hedefi takvâdır, diyor,

Takvâ duygusunu benimseyen her Müslüman, milletinin, memleketi­nin inkişaf ve saâdeti uğrunda, Hak uğrunda, İslâm uğrunda her fera­gat ve fedakârlığı seve seve göze alır, bu feragat ve fedakârlığın gayesi olan hakiki insanlığı, islâmın yaydığı güzide ahlâk ve yüksek fazilet ile yaşatır.

Milletimizin daimî şiârı ve mümeyyiz vasıflarından biri hiç şüphe yok ki, mukaddesâta hürmettir. Ramazan orucuna karşı da Türk milletinin bu şiarından zerre kadar ayrılmadığı ve ayrılmayacağı şüphe götürmez bir hakikattir.

Bilhassa gençlerimiz arasında bu hürmetin gittikçe arttığını görmek­le istikbâl nâmına büyük bir sevinç duymaktayız.

Hepimiz biliriz ki: Islâm Dîni’nin temeli iman ve itikatdır. Bu ise vic­danî bir şeydir. İbadetler, kalbde olan îmânın bir tecellisi demektir ki, bunların da kökü yine içerdedir. Bundan dolayıdır ki, Müslümanlıkda fert­lerin vicdanına, îman ve i’tikadına din ve îmânının emreylediği ibâdetleri­ne tahakküm ve tasallut hakkı hiç bir kimseye ve hattâ Peygambere bile verilmemiştir. Peygamberin de vazifesi tebliğ ve beyandır. Her Müslümanın da vazifesi, yeri geldikçe usûlü dâiresinde hakka davet, hak ve fazilet yoluna irşat ve öğüttür.

Duâların kabul olunduğu bu mübarek ayda memleketimizin, milleti­mizin ve bütün Müslümanların maddiyat ve maneviyyat sâhasında her gün biraz daha yükselmesine, insanlık âleminin ıztırapdan kurtularak bir an evvel selâmete ve ferahlığa kavuşmasına ihlas ile duâ edelim.

Dindaşlarımızı tebrik ederken önü rahmet, ortası mağfiret ve sonu kurtuluş olan bu mübarek ayın bütün feyizlerine nâil olmamızı Cenâb-ı Hak’dan dilerim.

16.6.1950

RAMAZÂN-ı ŞERİF

TEBRİKİ

Hicri 1382 yılı Ramazân-ı Şerîfi’nin başlaması dolayısiyle, bu, huzur ve itmi’nân kaynağı, afv u mağfiret ayına erişmenin sonsuz neş’esiyle bütün Müslüman kardeşlerimizi tebrik eder, Ramazân-ı Şerîf’in İslâm Dünyâsı’na hayır ve bereket, insanlık âlemine sulh ve sükûn getirmesini Cenâb-ı Hak’dan. dileriz.