Makale

İSLÂMDA İMAN VE ESASLARI

İSLÂMDA İMAN VE ESASLARI

Dr. A. Arslan AYDIN

C — Beşer tabiatından çıkarılan ahlâki deliler ile Allâh’ın varlığını isbat:

  1. Beşer tarihi veya şahadet-i âmme delili:

Beşer tarihi bize gösteriyor ki; en iptidâi devirlerden beri, her asırda yaşıyan insanlarda din inancı, Allah fikri ve tapma meyli vardır. Bütün, insanlar her asırda, İlâhî bir kudretin varlığına fıtraten inanagelmişler ve bir dine sahip olmuşlardır. Mutlak mânada dinsiz bir cemiyet, dinsiz bir millet görülmemiştir. Nereye gidilmişse, orada,— basit ve bâtıl da olsa — bir dîne, bir Tanrı fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapanlar, ateşi, yıldızları takdis edenler dahî, bütün bunların üstünde büyük bir kudretin bulunduğuna, her şeyi yaratan, ter­biye eden, esirgeyen, öncesiz ve sonsuz bir varlığın mevcudiyetine inan­mışlar, dış âlemde taptıkları şeyleri O’na yaklaşmak için birer vesile-it­tihaz etmişlerdir. Cinsleri, devirleri ve memleketleri ayrı, birbirini tanı­mayan milletlerde görülen bu mutlak inanç birliği, din fikrinin umumi, Allah inancının da fıtrî olduğunu isbat etmektedir. Çünkü, bütün insan­lar arasında görülen bu fikir ve şuur birliği, yersiz ve asılsız bir şey ola- mas, O halde, tarihin tanıklık ettiği bu ortak fikir, şüphe götürmez bir gerçeğe delâlet ve Allah’ın varlığına kuvvetli bir delil teşkil etmektedir.

İşte bütün insanlığa şamil bulunan bu inanç birliği, Allah’ın varlı­ğını isbat eden ahlâkî delillerden biridir.

  1. Nefs-i nâtıka’nın kuvvetlerinden çıkarılan delil:

Duygularımızda, arzu ve isteklerimizde bir sonsuzluk var. Ruhu­muzda hayra ve en güzele doğra büyük bir temayül, sonsuz bir tehassür var. Sonra, insanlarda bir akıl ve idrak, bir irade ve ihtiyar var, Mah­dut ve noksan olduğu halde sonsuz bir hayra ve en mükemmele doğru yönelen bu duygular ve kuvvetler, şüphe yok ki, sonsuz ve ekmel olan bir varlıktan gelmekte ve O varlığın mevcudiyetini isbat etmektedir. O da mutlak ve küllî bir idrâke ve ihtiyara sahip olan Allâhu Teâlâ’dır.

  1. Vazife duygusu ve ahlâk kanunundan çıkarılan delil:

Vazife, bizde mutlak bir kuvvet ve kudsiyet ile hükmünü yürüt­mekte, istediğini mutlaka yerine getirmemizin vicdanî bir borç olduğunu bize telkin etmektedir. Acaba vazife bu kuvveti, bu kudsiyeti nereden alıyor? Şüphe yoktur ki, bu kudsî kuvvet ne bizden, ne de hariçten gelebilir. Çünkü o ancak, her bakımdan hayır ve âdil-i mutlak olan bir varlığın eseri olabilir. O varlık ise, Allâhu Teâlâ’dır.

Sonra her akıl sahibi kabul eder ki, «ahlâk kanunu» hükmünü ic­rada devamlı olursa, fâideli olur ve gâyesine erer. Yâni ahlâk kanunu, akim emirleriyle, hissin temayülleri arasındaki ahengi sağlayan devamlı bir tevafuk unsuru olmalıdır: Bu ise ancak, tabiat kanununu da, ahlâk kanununu da tek bir kuvvetin vazetmesiyle mümkün olabilir. Madem ki böyle bir ahenk vardır, o hâlde Allah da vardır.

Buraya kadar ifadeye çalıştığımız bütün bu çeşitli delillere ve beşeri­yetin büyük ekseriyetinin aklî veya vicdanî veya hem aklî hem vicdanî kanaatlarına rağmen, yalnız madde ve tabiat ile meşgul oldukları halde, bilgileri dışında kalan madde ve tabiat ötesindeki varlıkları ve Allah’ı inkâra yeltenen bir zümre her devirde bulunduğu gibi, asrımızda da bu­lunmaktadır. Bunlar, gözleri madde sınırım aşamıyan, gönülleri hidayet ışığına ulaşamıyan nasipsiz kişilerdir. Halbuki bilhassa asrımızdaki İlmî gelişmeler, ilmî keşifler, Allah’ın varlığını isbat eden yepyeni delillerdir.

Allah’ın varlığını inkâra yeltenen ve «Maddiyyûn» adiyle şöhret bu­lan bu zavallılara, kendileri gibi madde ve tabiatle uğraşan ve ulaştıkları İlmî gerçekler vasıtasiyle Allah’ın varlığına inanıp, hidayete eren tabiat âlimlerinin kıymetli sözleri, çok güzel birer cevap teşkil eder. Bu sözler­den bazılarım ¡burada okuyucularımıza sunmadan önce, tabiatçılardan olan «Letre» nin Allah’ı inkâra sapan maddecileri insafa davet eden söz­lerini özetle nakledelim:

«...Bizim — mülâhaza ve tecrübeye dayanan — hissî felsefemizin kaynağı ancak, — şu görülüp hissedilen — kâinattır. Biz bu felsefe ile kâinatın asimi, evvelini ve sonunu idrak edemeyiz. Yine aynı felsefeye istin adan kâinatın mucidini (yaratıcısını) ne isbat, ne de inkâr edemeyiz. Çünkü maddeye dayanan bu felsefemiz bize- maneviyat ve tabiat ötesi hakkında bilgi vermekten uzaktır. Bu gibi konular hakkında bu felse­feye dayanarak söz söylemek vazife ve selâhiyet haricine çıkmak demektir...»

Son asırda yetişen tabiat âlimlerinin büyük bir kısmı, tabiat ötesini inkâr etmemekte, bil’âkis kâinatta cereyan eden hadiseleri tetkik esna­sında ulaştıkları ilmî gerçekleri, bu âlemi yaratan İlâhî bir kudreti isbata vesile ittihaz etmektedirler. Nitekim, bu ilmi hakikatler vasıtasiyle Allah’ın varlığına inanan bu âlimler, kendilerini (bu inanca sevkeden müşahedelerini dünyaya ilân etmektedirler. Son yıllarda Amerika’da bir ki­tap halinde neşredilen, otuz tabiat âliminin otuz makalesi, Allah’ın var­lığım isbat eden yepyeni ve çok kıymetli birer ilmî belge sayılmaktadır. Arapçaya çevrilen bu makalelerin dilimize de çevrilmesi büyük bir ka­zanç olacaktır.

Biz burada Newyork Him Akademisi eski Başkam A. Gressy Morri­son tarafından kaleme alınıp, Naciye Hamdi Öncül tarafından dilimize çevrilen İlmî makalenin bazı pasajlarım aynen veya meâlen nakletmekle yetineceğiz. Morrison diyor ki[1]:

«... Aşağıdaki şu yedi sebep şahsen beni Allah’ın varlığına inandır­maktadır:

Birincisi: Hiç değişmiyen o riyazî kanunla işba t edebiliriz ki, âlemi­mizin plânını yapan ve onu plâna göre meydana getiren büyük bir kuru­cu zekâ vardır.»

«Dünya, mihveri etrafında saatte 1000 mil yapar. Eğer böyle olmayıpta saatte 100 mil yapacak kadar dönseydi, gündüz ve gece şimdi ol­duğundan daha uzun olacak, öyle olunca da her uzun gün nebat namına ne varsa hepsini yakıp kavuracak, uzun geceler de —eğer kalırsa— geri kalanım dondurup mahvedecekti.

Ayni şekilde, hayatımızın menbaı olan güneşin dış tabakasında ha­raret on iki bin Fahrenheit’tir. Dünyamızın güneşten uzaklığı o şekilde­dir ki, sönmek bilmeyen bu ateş bizi tam karar ısıtıyor, o kadar. Eğer güneşin bu harareti yarı yarıya azalacak olsa soğuktan donardık, yarısı kadar fazla olsa hepimiz kavrulurduk.

Dünyamızın 23 derece bir meyil ile eğri durması mevsimleri meyda­na getirmektedir. Eğer dünyaya böyle bir meyil verilmeseydi, Okyanus’tan yükselen buharlar kuzey ve güneye akın ederler, kıt’aları birer buz parçası yaparlardı.

Ay da dünyaya şimdiki mesafede olacağına, meselâ sadece elli bin mü ötede olsaydı yeryüzündeki medd ü cezirler öyle müthiş olurdu ki bü­tün kıt’alar, günde iki defa su altında kalırdı. Dağlar bile kısa bir za­manda aşma aşına ortadan silinirdi.

Eğer arz’m kabuğu on kademcik kalın olsaydı, karbon dioksitle ok­sijeni masseder ve nebat denen şeyden eser kalmazdı. Yahut ta dünya­nın etrafındaki atmosfer tabakası daha ince olsaydı, her gün bizden uzakta yanıp tutuşan milyonlarca meteor dünyamızın her tarafına çarpar ve her yeri ateşle tutuştururdu.

Bütün bunlardan ve daha bir sürü misallerden anlıyoruz ki, dünya üzerinde hayat tesadüf değildir. Buna milyonda bir bile ihtimal yoktur.»

«İkincisi: Gayesine ulaşabilmek için hayatın, ne yapıp yapıp, var kuvvetiyle imkânlar araştırması da, herşeyi içine alan o İlâhî hikmetin bir tezahürüdür.

Can denen şey nedir? Şimdiye kadar bunu kimse tamamiyle anlıyamamıştır. Ne ağırlığı, ne eni, ne boyu var; fakat bir kudret olduğu muhakkak...»

Her ağacın her yaprağına bir şekil veren, her çiçeği boyayan, her kuşa aşk şarkısını nasıl soyliyeceğini, böceklere bin bir ses müziği içinde nasıl anlaşacaklarını öğreten, meyvalara, baharata tat, güllere koku ve­ren... su ile karbonik asitten şeker ve odun yapan; bunu yaparken de mahlûkatın teneffüs etmesi için oksijeni serbest bırakan kimdir? Hangi kudrettir? Tesadüf mü? Hayır.

«Âdeta görülemiyecek kadar küçük olan bir protoplazma damlasını düşünün; şeffaf, pelte gibi, hareket kaabiliyeti olan ve güneşten kudret alan bir şey. Bu bir tek hücre, bu şeffaf bulanık damlacık, hayat denen şeyin tohumunu ihtiva etmektedir ve bu hayatı küçük küçük her yaşayan şeye geçirmek kudretindedir. Bu damlacıktaki kudret ve kuvvet, bütün nebat, hayvan ve insanların sahip olduğu kuvvetten daha fazladır; çün­kü bütün hayat ondan çıkmıştır...» Protoplazmaya bu hayatî veren kim? Tabiat mı? Hayır. Bu, İlâhî bir kuvvetin akıl üstü bir tecellîsidir.

«Üçüncüsü: Hayvanlarda gördüğümüz anlatış, kendilerine yegâne destek olarak şevki tabiî denilen şeyi bahşeden iyi bir yaratan olduğun­da hiç şüphe bırakmıyor.

Yavru salamon (Saumon) balığı yıllarca denizde kaldıktan sonra kendi öz vatanı olan nehire döner, hem de tam doğduğu ırmağın nehre döküldüğü kıyıya.

Onu böyle noktası noktasına tam eski yerine getiren şey nedir? Eğer bu balığı alıp ta aynı nehre dökülen başka bir ırmağa koyacak olursanız, derhal yanlış bir yolda olduğunu anlıyacak, tekrar gerisin geriye dönerek asıl nehre çıkacak, sonra nehrin aktığı istikametin aksine dönerek doğ­duğu ırmağa doğru yol alacaktır.

Yılan balığının sırrını çözmek ise daha güç. İnsanı hayretten hayre­te düşüren bu mahlûklar, nesli üretecek hale geldikleri zaman dünyanın her tarafındaki göl ve nehirlerden, Avrupa’dakiler de binlerce mil Okya­nus’u aşarak kopup gelirler; hepsi de Bermuda yakınlarındaki sonsuz derinliklere gelip, orada yavrular ve ölürler.

Sadece uçsuz bucaksız bir su içinde olduklarından başka bir şey bil­miyorlarmış sanılan mini, mini yavrular gerisin geri yola çıkarlar. Sonun­da da sadece kendi ana-babalarının geldiği aynı sahile ulaşmakla kalma­yıp, oradan da ana-babasının yaşadığı nehre, göle yahut da gölcüklere gi­derler... Şimdiye kadar Avrupa’da hiç bir Amerikalı yılan balığına, Amerika sularında da hiç bir Avrupa’lı yılan balığına rastlanmamıştır! Hat­ta Allah, Avrupa’lı yılan balıklarının ömrünü — uzun yolculuklarına gö­re— bir sene kadar fazla uzatmıştır!..

Bu kadar kuvvetli bir istikamet hissinin menşei nedir?»

Sonra, eşek arısının çekirgeyi öldürmiyerek bayıltacak şekilde sok­ması, üzerine bıraktığı yumurtalardan çıkacak yavruların gıdalarını te­min edecek şekilde konserve edilmiş gibi bir et haline getirmesi, sonra da uzaklara uçup giderek yavrusunu görmeden ölmesi...

Bal ansına, bal yapacak tekniğin ilham edilmesi gibi esrarlı hareket ve teknikler, bütün bunları ilham edip, onlara bunu öğreten İlâhî ve hik­met dolu bir kudretin varlığını isbat etmez mi?

«Yedmeisi: İnsanın Allah fikrini kavnyabilmesi bile başlı başına bir delildir.

Allah fikri, insanda mevcut ve yeryüzünde insana mahsus İlâhî bir melekenin, muhayyele denen melekenin mahsulüdür. Bu melekenin kud­ret ve kuvveti sayesindedir ki, yalnız Âdemoğlu görünmeyen şeylerin varlığına dair deliller bulabilir. Bu kuvvetin, insanın önüne serdiği mazi ve istikbal, bütün zamanları içine alan düşüncelerin ucu bucağı yoktur. İnsanın mükemmelleşen muhayyilesi ruhî bir realite haline geldikçe, bü­tün tasavvur ve maksatlardan çıkardığı delillerle «Allah nerededir ve nedir?» büyük hakikatim sezebilir. Allah her yerdedir... Fakat bize em yakın olduğu yer, kalbimizdir.

Bu, muhayyile zaviyesinden olduğu kadar, ilmen ve fennen de doğ­rudur. Hazret-i Davud’un dediği gibi: Semâvat Allah’ın haşmetini ilân eder; gökyüzü (kubbe) de O’nun yaratmaktaki kudretini isbat eyler.»

Burada zikrettiğimiz bu belgeler, Allah’ın varlığı hakkındaki şüphe­leri yok eden yüzlerce delilden birkaçını teşkil etmektedir. Biz burada?» değersiz ve mesnetsiz olan şüpheleri zikre lüzum görmiyerek, bu ve bun­dan önceki yazılarımızda hülâsa ettiğimiz Allâh’ın varlığını isbat eden aklî ve ahlâkî delillere, yeni tabiî delillerin bir kaçını ilâve etmekle yetin­miş olduk. Bütün bu İlmî, aklî ve vicdanî belgeleri görüp te, bu âlemin ezelî bir yaratıcısı olduğunu kabul etmemek akl-1 selîm ve iz’anla asla bağdaşamaz. Bütün bu belgelere rağmen Allâh’ın varlığını inkâra yelte­nenler; akim ve vicdanın sesini duyamayan ve hidayet nuruna eremiyen, nefislerine ve inatlarına esir olmuş acınacak kişilerdir.

Gelecek yazımızda Alâh’ın sıfatlarından bahsedecek ve Tevhid inan­cı üzerinde duracağız.



[1] Bak M. Rahmi Balaban - ilim - Ahlâk - iman s. 248-255 Ankara. 1950.