Makale

BÜYÜK İSLÂM MÜTEFEKKİRİ FAHRÜDDÎN-Î RÂZÎ

BÜYÜK İSLÂM MÜTEFEKKİRİ FAHRÜDDÎN-Î RÂZÎ

Tâhir Harîmî BALCIOĞLU

İbnül-Hatîb adiyle şöhret bulan (Fahrüddîn-i Râzî) (1148/543) ta­rihinde Rey şehrinde dünyaya gelmiştir. Bu şehrin, İslâm ilim ve fikir tarihinde yetiştirdiği mütefekkirler dolay isiyle ehemmiyeti büyüktür.

Fahrâddin-i Râzî’nin tahsili ve hususî hayatı:

Bu büyük İslâm mütefekkiri ve kelâmcısının ilk tahsili, babası ve devrin tanınmış âlimlerinden olan Ziyâüddîn Ömer’dendir.

Ziyâüddîn Ömer ise İslâmda hadîs, tefsir ilimlerinde Muhyi’s-Sünne ünvaniyle anılan İmâm Bagavî’den okumuştur. Fahrüddîn-i Râzî, baba­sının ölümü üzerine Kemal Sem’ânî’den okudu. Ondan sonra tahsilini tamamlamak için Merâğa’ya geldi. Orada Mecd-i Ciylî’nin derslerine de­vam etti. Burada İmâm Gazâlî’nin hocası olan Ebü’l-Meâlî Cüveynî’nin en tanınmış bir eseri olan Eş-Şâmil’i ezberledi. Hikmet ve felsefe dersleri gördü. Artık İlmü’l-Evâil denilen felsefe, mantık gibi akla dayanan ilimlerde zamanın en muktedir âlimleri arasına girmeğe muvaffak oldu. Harzem’e geldiği zaman, kelâm ve felsefe münazara ve tartışmalarında onun gibi bir âlim yoktu. Buradan Horasan’a geçti. Fârâbî’nin, İbn-i Si­na’nın bütün eserlerini birer birer tetkik etti. Benî Mâze hânedâniyle münasebetler kurmak üzere Mâverâü’n-nehr’e geldi. Bir müddet Bııhârâ’da oturdu. Maalesef arzularına nail olamadı. Burada çok fakir düştü, zaruret içinde kaldı. Arab tacirlerinden Dâvûd-ı Tıybî onu şehrin meçhul mahallelerinden birisindeki harap bir medrese ’odasında hasta buldu. Râzî zarûretinden şikâyet etti. Derhal Arab tâcirleri, aralarında topla­dıkları bir mikdar para ile yardım ettiler. Ve birlikte Buhara’dan hareket ederek Rey’e geldiler. Burada Fahrüddîn-i Râzî zengin bir doktorun iki kızını iki oğluyla evlendirdi. Doktor, kısa bir zaman sonra vefat etti. Bütün serveti Râzî’nin oğullarına intikal etti. O muazzam servetle Gazne emîri Şihabüddin Gavrî’ye bile yardımda bulundu. Bu hizmetinden dola­yı büyük ikramlara mazhar oldu. Bir müddet geçtikten sonra Harzena Hükümdarı Sultan Muhammed bin Tekeş’e intisab ettiler. Fahrüddîn-i Râzî’nin şöhreti hergün bir derece daha yayılıyordu. Harzemşahlar’m hürmetlerini celbe muvaffak oldu. Herat’dâ birçok emlâk ve akar edinler. Malî durumları baştanbaşa düzeldi. Memleketin zenginleri arasında sayılmağa başladılar.

Razi’nin mümtaziyetleri: Fahrüddîn-i Râzî de babası gibi saatlerce güzel konuşurdu. Va’z ve nasihate çıktığı zaman bütün dinleyenleri heyecan alırdı. Dine bağlılığı, inanıştaki kuvveti onun ruhunda ilâhi cezbeler yaratır, kürsüde Allah korkusundan hüngür hüngür ağlar, gözlerinden yağlar akar, kendini kaybederdi. Dinleyiciler arasında bayılanlar olurdu. Meclis baştan başa ruhanî bir tül ile örtülür, Allah Allah sesle­riyle sarsılırdı. Ruhaniyetden coşan bir feyz ile kalpler erir, vicdanlar, maneviyatın zevkleri içinde garkolurdu.

Herat’da devam eden va’zlarının te’siriyle o devirlerde mensupları pek çok olan Kerramiye mezhebindeki birçok kimseler Ehl-i Sünnet’in hududlarına döndüler. Bütün ülkede Fahrüddîn-i Râzî’ye Herat’m Şey» ;îıül-îslâm,ı diyorlardı.

Fahrüddin-i Razi’nin şiir ve edebiyattaki zevkleri:

Ciddî ilimlerle uğraşan şark âlimlerinden, hele İslâm ulemasından, şiir ve edebiyata intisabı olmıyan hemen yoktur denilse mübalâğa edilmiş olmaz zannederim. Felsefe, kelâm, fıkıh, hadîs, tefsir gibi İslâm Dîni’nde temel tanılan ilimlerde şöhretler kazanmış birçok âlimlerin hep şiir ve edebiyatdan hissedar oldukları da görülmektedir. Sofiyye umumiyetle nazım ve şiire daha ziyade rağbet etmişlerdir. Fahrüddîn-i Râzî’nin Arap dilindeki kudreti şiirde de ona muvaffakiyetler kazandırdığı gibi Farsçadaki selâseti de aynı idi. Yalnız o zamanlarda değil, hemen tarihin devamı boyunca gerek Arap ülkelerinde ve gerek Acem memleket­lerinde biraz okuyup yazmayı bilenlerce şiir, âdeta ağızlardan dökülen bir söz kadar kolaydı. Oralarda yetişmiş olan meşhurlardan hiçbir kimse tanımıyoruz ki, ya bir kıt’ası veyahud da bir manzumesi olmasın. Fakat Fahrüddîn-i Râzî için ciddî ve ilmî çalışmalar arasında şiir gibi doğrudan -doğruya hayalin enginlerinden gıda alan bir vâdîde dolaşmak, ancak bir neş’e mes’elesi telâkki edilmelidir.

Birçok şarklı hakimleri görüyoruz ki, dâva ve nazariyelerini nazım lisânına tevdi’ etmişlerdir. Fahrüddîn-i Râzî’nin pirleri de hakîmânedir, o da emsâli gibi zaman zaman eserlerine kendi şiirlerini yazmaktan vaz­geçmemiştir. Hal tercemesi yazanlar, umûmiyetle şiirlerinden de numuneler veriyorlar. Râzî’nin diğer şâirlerin olduğu gibi bir Dîvân-ı eş’ârı olup olmadığını bilmiyorum. Biri Arapça diğeri de Farsça iki kıt’asının tercemesini buraya yazıyorum. Bunları ölümü pek yaklaştığı sıralarda söylediği de nakledilmektedir.

«Akıllıların ayakları düğümlerle bağlandı. Âlimlerin çoğu, sapkınlı­ğa koşuyorlar. Ruhumuz, bu vahşet-gâh olan cismimizde durdukça eza­dan ve günahtan başka ne kazandı. Bu uzun Ömürden ne istifade ettik, dedikodudan başka ne topladık. Ne kadar büyükler ve devlet sahipleri kimseler gördük ki, hepsi çarçabuk yok olup gittiler.»

«Hiçbir zaman benim kalbim ilimden mahrum kalmadı. Esrardan anlaşılmadık pek az şeyler kaldı. Yetmiş iki senelik ömrümde kazandı­ğım bilgim şu ki; hiçbir şey bilinememiş ve anlaşılmamıştır.»

İbn-i Sînâ’mn, Nasîrüddîn-i Tûsî üe Seyyid-i Şerif Cürcânî’nin de aynı mânâyı okşayan rubaileri vardır. Fahrüddîn-i Râzi gibi müteşerif bir hakimin ölüm döşeğinde söylediği bu hazîn mısralar, onun ne derin bir ruh teessürü içinde son nefesini vermekte olduğunu bize anlatan en şai­rane ve feylesofâne iniltilerdir. Esâsen felsefenin, şnrin içinde gömü­lü olduğunu Hayyam Nîşâbûrî, Ebül-Alâ el-Maarrî, Romalı şâir Lukreucius gibi feylesof şairlerin bilhassa şâir-i İslâm Mehmed Akif’in «Sa’di, o bizim şarkımızın rûh-i kemali» diye haykırdığı Sa’dî-i Şîrâzinin eser­leri bize haber vermektedir. Bu zatların kimisi tamamen şiire intisap et­miş, kimisi de şiirin büyüleyici câzibelerine dayanamıyarak fikirlerini, nazım vadisiyle söylemekten zevk almışlardır. Şarkda hikemiyât denilen şiirlerin mânâsı budur, Feridüddîn-i Attar gibi mutasavvıflarla sofiyyenin en büyükleri, şiirin; kucağında daha mestâne yürümüşlerdir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bunu Fîh-i Mâfîh eserinde mütenekkiren söylü­yorlar. Zamanın kıymet verdiği bu yolda yürümenin elbette bir zaruret olduğunu anlatıyorlar.

«Ben neredeyim şiir nerede, ben şiirden bizarım. Hatta bana bir Türk geldi de dedi ki: Hey, sen kimsin, şiir kim!»[1]

Mevlânâ’nın bu pek mütevâzıâne beyanlarından sonra onun hakî­katen, sofi bir şâir olduğu eserleriyle meydana çıktı» Aynı meslekte şöh­ret alan Fahrüddîn-i Irâki’nin Lemeât’ı, Mahmud Şebüsterî’nin Gülşen-i Râz’ı, îbn-i Fârız’m, kasideleri tasavvuf yolunda en ma’ruf eserler arasın­dadırlar. Molla Câmi’nin Cüâü’r-Rûh’u gibi şiir yoluyla sofiyyenin akide ve nazariyelerini anlatan sayısız âsâr hep bu aradadırlar. Tasavvufda olduğu gibi bazı feylesoflar da felsefelerini en munis bir akışla şiirin ahengine vermişlerdir. Yalnız şarkta değil garbda da feylesoflar arasanda bu nokta müşterek bir zevk mes’elesi olarak tanınmıştır. Yüksek İliş­leri, şiirlerinde terennüm eden sanatkârlar gibi felsefe nazariyelerini nazmın diline vermek sûretiyle şah-eserler vücûde getirmiş şarkın övün­meğe değer büyük mütefekkirleri vardır. İslâmın divân-ı eş’âr-ı hakimânesi buna tam bir şâhiddir.

Fikrimize e şairlik ile feylesofluğun başlıca alâkası şu olsa gerektir. Şiir, ruhun heyecanla yükselttiği hislerden doğar. Kâinatın ve o kâinatla gönlün karşı karşıya gelmesinden hâsıl olan dalgalar, şiirin âhenkleridir. Bu his dalgalarının içinde bembeyaz köpükler hâlinde fikir harekete baş­lar. Şâir; elem ve zevk duygularını efkârın asıl membalarından yani fel­sefe düşünüşleriyle şürinin füsunları arasında bir âlem kurmağa uğra­şır. Şiirle felsefe, ilhâm ile mefkûre biribirlerine sarılarak mısralara ak­sederler. Gerek ıztırablar ve gerek zevkler hayatdan kalbe döküldükçe felsefe mutâlarının nisbet derecelerine göre te’sir yaparlar. Muvaffakiyetlerimizde metanete sarılmak hasleti, yeislerimizde yeniden hamleler almak kudreti, felsefedeki iktidarımızın dereceleriyle ölçülürler. Bazı de­rin ve engin ruhların şiiriyeti içinde yükselen felsefeleri, koca bir cemi­yetin varlığım kucaklamağa kâfi gelmişlerdir. Goethe ve Fichte’nin mü­essir hitabeleri buna bir misaldir. Cemiyet içinde eriyerek ruhların müm­taz kudretlerine şehâdet eden eserleri, onları daima yaşatmağa kâfidir. Vâkıa Fahrüddîn-i Râzî’nin de aynı kemalde ve belki daha derin bir hâ­rika olarak yaratıldığına inanmamıza hiç bir mani’ olmamakla beraber o bir san’atkâr değil, belki bir mütefekkir, bir feylesoftu, bir kelâmcı idi. Asırlarca zekâsının mahsulü olan eserleri; müteâkip mütefekkirlere bilhassa Théologie Dogmatique (—Kelâm ilmi) mensuplarına tam bir kaynak oldu. Dini, hikmet ve felsefe görüşleriyle muhakeme ve tetkik, akim en doğru mânevi bir sâha olarak belirttiği İlâhî varlığı, delîl ve bur­hanlarla isbâta uğraşan bu hakîm, hayrete şayandır ki, hayatının son demlerinde akla, değil, tamamen gönüle bağlandı. Aklın da nihayet bir bağ, âlimlerin akü yoluyla hakikati bulmak iddiâlarmm âkibet bir dalâl olduğu kanaatine vardı, orada durdu. Ruhumuzun bu vahşî cisimde bu­lunduğu hayat devresince eza ve cefâlardan başka ne kazandığını soru­yordu. Yetmiş senelik Ömrü içinde şöyle demişler, böyle demişlerden baş­ka ne kazandığı, hayatın debdebe, devlet ve ikbaliyle yaşayıp ikinci bir yükselmeğe uğraşırken eldekilerin de nihayet kaybolup gittiklerini açık bir hakikat olarak anlatıyor.

Fahrüddîn-i Râzî’nin ciddî bir ilim hayatı içinde yaşamasına rağmen bir takım garib zaafları olduğuna da işaret ediyorlar.



[1] Dîvân-ı Kebîr, Mevlânâ : Beyazid Umumî Kütüphane, No. 3350 yazma.