Makale

TEFSİR SAHASINDA İSRAİLİYYATA KISA BİR BAKIŞ

TEFSİR SAHASINDA İSRAİLİYYATA KISA BİR BAKIŞ

-I-

Dr. İsmail CERRAHOĞLU

İsrâiliyyât kelimesinin müfredi İsrâiliyye’dir. Yahudi kelimesi bun­dan daha umumidir. Bu bakımdan her îsrailî, yahudi olduğu halde her yahudi İsrâilî neseb sayılamaz. Biz bu kelimenin etimolojisi üzerinde durmayıp, onun İslâmiyet’te kullanıldığı manayı anlamaya çalışacağız. İsrâüiyyât denince, yahudilikten İslama nakledilen şeyler kastedildiği gibi, bu kelimenin muhtevası içine diğer dinlerden nakledilen şeyler de girer. Fakat daha ziyade yahudî haberler İslama girdiğinden, bu keli­menin buraya tahsisi uygun düşmüştür. [1]

Kur’ân-ı Kerîm; kültür bakımından gelişmemiş, saf ve berrak se­maları gibi saf ve berrak bir zihne sahip olan Araplara nâzil olmuştu. Onların zihinleri, kültür bakımından terakki etmiş milletlerin kafalarını karıştıran, dinî ve felsefî ceryanlardan hiçbiriyle karışmamıştı. İşte Kur’an böyle saf, hatta zihinleri boş diyebileceğimiz bir camiaya nâzil olmuş ve ilk günden itibaren, olduğu gibi kabul edilmişti. Bu bakımdan Kur’ân bir kitab haline gelinceye kadar, bir tehlike mevzuubahs olmamış, ancak, mevzuubahs olabilecek tehlike, Kur’ân’ın tefsirine girmiş. Fakat o da ben yabancıyım diye sırıtırcasına kendini göstermiştir. Hazret-i Pey­gamberin vefatından sonra Sahabe devrinden itibaren, İsrâiliyyât denilen bu menkûlât ekseriya Kur!ân-ı Kerîm’de kısa ve kapalı olarak zikredilen kıssalar etrafında dönmüştü. Bu kapalı kıssalar etrafında meydana gelen boşlukları doldurmak için, diğer mukaddes kitab mensublarına mü­racaat edip, onların bu hususda kitablarında bulunan tamamlayıcı malû­matı aktarmışlardı. Bu mesele ileride öyle bir durum almıştır ki, gayba ait haberleri Kur’ân’dan istihraç etme gibi bir duruma sürüklenmişti. Meselâ Mukâtil İbni Süleyman (ö. 150/767) «Hiç bir kasaba yoktur ki kıyamet gününden evvel onu helak etmiş olmıyalım veya şiddetli bir azaba uğratmayalım»[2] âyetini İstanbul’un fethi ve Endülüs’ün yıkıl­ması şeklinde tefsir etmişti.[3]

Eskilerden bazılarının kitabları bütün bu nakillerle dolmuştu, Araplar yazı ve ilimde pek ileri olmadıklarından, bu haberlerin iyi veya kötü­sünü ayırt etmeksizin aldılar. İbn Haldun bu hususda «Bunların eserle­rinde doğru ve reddedilenlerin ayırt edilmeden toplanmış olmasının sebe­bi şudur: Araplar ilâhı kitabları olmayan bir kavimdi, onlar göçebelik hayatı içine dalmışlar, okuma ve yazma bilmiyorlardı. Kâinatın sebebi, hilkatin başlangıcı ve vücûd’un sırları gibi, herkesin bilmek istediği şey­leri öğrenmek istedikleri zaman, kitab ehli olan yahudi ve hristiyanlara başvuruyorlardı. O çağda Araplar arasında yaşayan Tevrat ehli, Araplar gibi göçebe bir hayat yaşıyordu. Tevrat ehlinden olan avam ne biliyorsa Arapların başvurdukları kimseler dahi ancak o derecede bilgi sahibi idi­ler. Tevrat ehlinin çoğu yahudi dinini kabul etmiş Himyer Arapları idi. Bunlar İslâmiyet’i kabul ettikten sonra da İslâm şeriatı hükümleriyle hiç te ilgisi oimıyan eski bildiklerini muhafaza ettiler»[4] diyor. Bu menkulât zamanla çoğalmıştır. Bu merviyyâtın çoğalmasını, içtimaiyat ve dinî yönden Müslümanların alma ve nakletmelerinde bir suç olmadığı da zikrediliyor. İbn Haldun: «İçtimâi yönden Araplar üzerine ümmîlik ve bedevîlik galip geldi. Beşeriyetin zevklendiği şeyleri bilmemeleri, mükevvenâtın sebebi, yaratılışın mebdei, vücûdun esrarı gibi hususları, Ehl-i Kitab’a soruyorlardı. Ama sorulan ve İslâmiyete giren bu menkulât ah­kâma taallûk etmemektedir. Ahkâmda sıhhat aranır ve amel vâcib olur. Gâfil olan müfessirler, kitablarını bu gibi menkulâtla doldurdular»[5] demektedir.

Bu gibi merviyyâtın (rivayet edilen şeylerin) İslâmiyet’e girişi, onla­rın kültür bakımından zayıf olmalarında aranılacağı gibi, İslâmiyete di­ğer dinlerden girenlerin şahsî durumlarında da aramak lâzımdır. Onlar­dan bir kısmı bir menfaat dolayısiyle Müslüman olmuş, hatta bu dini düşman olarak görmüş, onu zayıflatabilmek için bu gibi zararlı şeyleri de sokmuştur. Onlardan diğer bir kısmı ise, hakikaten samimî Müslüman olmuşlar, psikolojik bir hal olarak, aşağı yukarı ömürlerinin kısm-ı kül­lisini yaşadıkları bir dinin, zihinlerine yerleştirdiği alışkanlıktan kurtu­lamamış, hatta ellerinde olmayarak eski dinlerinde gördükleri câzib şey­leri yeni dinde de görmek istemişlerdir.

Yahudilik: İslâmiyet ve bilhassa Kur’ân tefsiri üzerine tesir, bu dinin merviyyatından ve mensublarından gelmiştir. İslâmiyet daha Arabistan yarımadası dışına çıkmadan evvel dahi Arapların boş zihinle­rini menkulâtla doldurmalarından, tesir bakımından ön safta gelmişler­dir. Bu rivayetler Yemen, Medine ve Iraktan, bilhassa Küfe’den gelmiş­tir. Onların buralarda kolonileri vardı.

Umumî olarak Arabistan yahudileri, Tevrat’tan bir şey anlamıyor­lar, ancak kendi âlimlerinin şerh ettiklerini anlıyor ve alıyorlardı. Yine onların ekserisi İbrâniceyi bilmiyorlardı.[6] Bu husus Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilmektedir.

Onların (yahudilerin) içinde ümmîler de vardır. Kitabı (Tevrat’ı) bilmezler. Bütün bildikleri (yalnız reislerinin telkin ettikleri) bir sürü ku­runtu ve uydurmalardır. Bunlar kuru zanlara dalmış, kapılmış kimseler­den başka değildirler.[7]

Arabistan yarımadasına giren yahudilik, dünyanın oluşu, hisab ve mizan gibi hususlarda, kendi Tevrat müfessirlerinin ihata edemeyip hu­rafelerle doldurdukları şeyleri, güya Tevrat tefsirleri imiş gibi neşre başladılar.

Hazret-i Peygamber’in sağlığında yahudilerden Müslüman olanlar pek azdır. Bir haberde Peygamber «Bana Yahudilerden on kişi îman et­seydi, bütün yahudiler de îman ederlerdi»[8] buyuruyor. Peygamber zamanında Müslüman olan veya İslâmiyete sempati gösteren, Abdullah ibn-i Selâm, Yâmin ibn Umeyr İbn Kâ’b en-Nadrî, Yâmin İbn el-İsrâilî ve Muhayrık gibi dört şahıs arasında en fasla temayüz eden Abdullah ibn-i Selâm idi.

Yahudilerden alman haberleri nakledip etmeme hususunda Hazret-i Peygamberin müsaadeleri muhteliftir. Ebû Hüreyreden gelen bir haberde «Ehl-i Kitab, Tevrat’ı İbranî diliyle okur ve onu İslâm ehli için Arapça olarak tefsir ederlerdi. Bunun üzerine Peygamber: Ehl-i Kitab’ı tasdik de, tekzib de etmeyin, Allah’a ve O’nun tarafından indirilene inandık de­yiniz»[9] buyurdu. Yine başka bir haberde, Peygamber, yahudilerden rivayete izin vererek, «Benû İsrail’den haber nakledin, bunda beis yok­tur»[10] demişlerdir. Abdullah ibn-i Amr, Peygamber’in «Benden bir âyet dahi olsa tebliğ edin, Benû İsrail’den nakledin, bunda beis yoktur. Bir kimse benim üzerime yalan söylerse ateşten oturacak yerine hazır­lansın»[11] hadisini nakleder. Bu müsaadeden dolayı, Abdullah ibn-i Amr, Yermûk muharebesinde kendisine isabet eden iki deve yükü Ehl-i Kitab’ın kitablarından, anladığı nisbette naklederdi. Fakat onun bu nakli istişhad içindi, itikada veya ahkâma taallûk etmiyordu. Bu haberlerden anlaşıldığına göre Hz. Peygamber onları tamamen men etmemiştir. İslâmın ruhuna mugayir olmayan şeyleri almakta da bir beis görmemiş olabilir. Bu müsaadeden dolayı sahabe Ehl-i Kitab’dan nakletmişlerdir. Rivayete göre, Ömer, yahudilerin derslerine gider, onların ulemasını din­ler ve Kur’ân için Tevrat’ın, Tevrat için de Kur’ân’ın muvafakatına taaccüb ederdi.[12] Başka bir haberde de Ömer’in elinde bir Tevrat sahifesi bulunduğu zikrediliyor. «Tanrı elçisi, Ömer’in elinde Tevrat’ın bir yapra­ğım gördüğünde, ona darıldı ve dargınlığının eseri yüzünde belirdi ve Ben, size Tevrat’ın yerine parlak, şek ve şüphe götürmez daha yüksek bir Kitab’la Tanrı tarafından elçi olarak gelmedim mi? Allaha yemin ederim ki, Musa sağ olsaydı, bana inanmak ve bana tâbi olmaktan başka bir şey yapmazdı.»[13] dedi. Bu son haberde, Peygamber’in Ömer’i ta’zir edişi, onu da Ömer’in itikadda bir esas gibi kabul edişinden ileri gelse ge­rektir. Yoksa itikada taallûk etmeyen kısımlarda, onlardan istişhadda bir beis yoktur. Bazı yerlerde Tevrat ve incirle istişhad etmek icab eder. «Tevratm indirilmesinden önce, İsrailin kendisine haram tanıdığı şeyler­den başka yiyeceğin her türlüsü İsrail oğullarına helâl idi. De ki: Haydi davanızda gerçek iseniz Tevrat’ı getirin de okuyun».[14] Burada yahudilerin yalanları üzerine Cenab-ı Hak Tevrat’la istişhad etmiştir. Zira Pey­gamber de Yahudi’lerin zina hakkında sordukları suallerde Tevratla istiş­had etmişti.[15]



[1] Es-Seyyid Ahmed Halil, Neş’etu’t-Tefsir fil-Kutubi’I-Mukaddeseti ve’I- Kur’ân, s. 37. İskenderiye 1373/1954.

[2] İsra sûresi, 57.

[3] İgnaz Goldziher, Mezahibu’t-Tefsiri’l-İslâmi (Arapçaya çeviren, Abdü’I-Halim en-Naccar) s. 77. Kahire 1374/1955.

[4] İbn Haldun, Mukaddime (Türkçe tercemesi), II. 505-506. İstanbul 1954-1957.

[5] Emin el-Hûli, et-tefsir, Maalimu Hayatihi, Minhecuhu’l-yevm, s. 10-11. Mısır 1944.

[6] Cevad Ali, Târihu’l-Arab kablel-islâm, VI, 98. Bağdat 1377/1957.

[7] Bakara sûresi, 73.

[8] Ebu Abdillah Muhammed İbn İsmail el-Buhari, sahih V. 89, Mısır 1345; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II. 346, Mısır 1313.

[9] Sahihu’l-Buhari, VI. 20.; Âhmed Emin, Duha’l-islâm, I. 349, Mısır 1357/1038 (3 cü tab’ı).

[10] Ebu Davud Süleyman ibn el-Eş’as es-Sicistani, Sünen, II. 289. Mısır 1371/1952.

[11] Sahihu’l-Buhari, IV. 207.; İsmail ibn Kesir, Tefsirul-Kur’âni’l-Azim, I. 4, Mısır 1376/1956.

[12] El-Vâhidi, Esbabu’n-Nuzul, s. 19, Mısır 1315.

[13] Mukaddime, II. 497.

[14] Âli İmran sûresi, 93.

[15] Tefsiru’I-Kasımi, I. 45-46. Mısır 1376/1957.