İMAM GAZÂLÎ
Prof. Celâl SARAÇ
İslâm ilim ve irfan âleminin yetiştirdiği büyük mütefekkirlerden biri de, İmam Gazâlî’dir. İmam Gazâlî Horasan’da, Tus şehri yakınındaki Gazâli bucağında, hicreti hayrül beşerden 450 yıl sonra (yani milâdî 1058 de) doğmuştur. Asıl adı Muhammed, künyesi Abû Hâmid’dir.
Gazâlî ilk tahsilini yaptığı Tus’da fıkıh okudu. Gürcan’da, devrin tanınmış bilgini İmam Abu Nasr’dan ders aldı. Nişapur’da meşhur Îmam-ül-Haremeyn Abül-Maâli (El Cüveynî’nin derslerine devam etti. Daha pek genç yaşta, ünlü hocasının takdirlerini kazanarak, şöhreti çabucak bütün İslâm âlemine yayılan bir bilgin oldu; kıymetli eserler telifine başladı. Selçuk oğullarının ünlü veziri Nizamülmülk tarafından, Bağdad’daki büyük Nizamiye medresesinin mühim kürsülerinden birine “Usul kürsüsüne— müderris tayin edildi. Buradaki tedrisatiyle çok sevilen Gazâlî, en büyük bilginlere gösterilen hürmet ve riayeti gördü. Lisanındaki fasahat ve belagatle münazara ve cedeldeki fevkalâde iktidariyle tanındı. Fıkıh ilminin usûl ve füruunda, İlmi kelâmda, mantık’da zamanının en benâm üleması arasında yüksek bir mevki’ ihraz etti. Her taraf» tan derslerine koşup gelen yüzlerce ilim müştakının hürmet hâlesi ile çevrildi. Halifeden en mütevazi’ halk tabakalarına kadar giden geniş bir sevgi muhitinin mihrakı oldu. Dört yıl kadar süren bu tedris hayatını hicrî 488 de (1005) bıraktı. Dünya meşgalesinden uzaklaşarak bir müddet zühd ve takva köşesine çekildi. Hicaza giderek hac farizasını yerine getirdi. Şam’a uğarayarak, orada Ümeyye camiinde ders verdi. Sonra Kudüs’e gitti; oradan İskenderiye’ye geçti. Nihayet Bağdad’a dönerek, bir müddet de burada ve eskisinden daha kesif bir talebe, kütlesi karşısında ders vermeğe başladı. Fakat az sonra sûfiyâne hayata dönüş arzusiyle Bağdad’ı terk etti, Tus’a geldi. Burada on sene kadar münzeviyane bir hayat yaşadı.
Fakat kendisinden, Nişapur’daki Nizamiye medresesinin müderrisliğini deruhte etmesi İsrarla isteniyordu. O da, kendi tabirince «halkın zayıflıyan imanı karşısında, bid’at ehlinin zihinlerde vücuda getirdikleri tahribatı önlemeye matuf» bir programla tedrisatta bulunmak üzere Nişapur’a gitmeğe karar verdi. Bununla beraber, kısa bir müddet hizmet gördükten sonra yine Tus’a avdet etti. Orada bir tekyede inzivaya çekildi. Kendisini, sûfiyâne bir neşve içinde, irşad, telkin, ibadet ve zikr ile dolu bir hayata verdi. Hicrî 505 yılında (yani milâdî 1111 de) Allah’ın rahmetine kavuştu.
Gazâlî’nin yaşadığı hicrî beşinci asırda, İslâm memleketlerinde, mezhep kavgaları ile dolu bir şaşkınlık hüküm sürmekte idi. Bir yandan türlü dînî fırka ve mezhep mensupları halkın zihnini karıştırıyor, öte yandan felsefe ile uğraşan bazı bilginler, İslâm akidesine aykırı fikirler yayıyorlardı. Ehl-i sünnetten olan âlimler bunlarla mücadele halinde idiler. İşte Gazâlî bu mücadelenin en ön safında yer almış, İslâm dinine baha biçilmez hizmetler ifa etmiştir. Bu hizmetleriyle İslâm âleminin en ünlü müctehitlerinden biri olmak mertebesini ihraz ederek Hüccetül-İslâm ve Zeynüddin ünvanlariyle anılan Gazâlî, hayatının bu mücadele safahatını «El munkızu min-ed-dalâl» adlı eserinde etrafiyle anlatmaktadır.
Gazâlî çok eser bırakmış — velûd— bir din âlimidir. En meşhur eserleri arasında: İhyâu Ulûm-id-dîn, Tehafüt-ül-felâsife, Minhâc-ül-âbidînr El-kıstâs-ül-müstakîm, İlcâm-ül-avam an ilm-il-kelâm, Mişkât-ül-envarf Faysal-üt-tefrika beyn-el-islâm ve’z-zendaka, Kimyâ-yı-saâdet, El munkızu min-ad-dalâl adlı olanları sayabiliriz.
Bunlardan «Tehafüt-ül-felâsife» çok tepki uyandırmış; bilhassa İbn-i Rüşd’ün meşhur mukabelesini celb etmiştir. Bu eserini, Gazâlî muarızları saydığı feylesoflara karşı ve bilhassa, ilim ve iktidarlarını büyük bir takdir duygusiyle karşılamakla beraber, usul ve mesleklerini kabul etmediği Farabî ile İbn-i Sina’nın bazı görüşlerini red ve cerh için yazmıştır. Biz, bu yazımızda, bu yoldaki temel görüşlerini hülâsa olarak ihtiva eden «El-munkızu min-ed-dalal» ını esas alarak Gazâliyi anlatmağa gayret edeceğiz.
Bu eserin adı dalâletten, sapıklıktan kurtuluş anlamındadır. Bundan Gazâlî’nin temas ettiği bir çok meseleler arasında en çok dikkati çeken, nokta: Meşhur Fransız filozof ve matematikçisi Descartes’dan beş buçuk asır evvel, ilim ve felsefe dünyasınca meşhur ve hâlâ makbul olan bir temel görüşü ifade etmesidir. Gazâlî ihsasat ve akliyata dayanan bilgilere tamamen itimad edilemiyeceği fikrini daha o zaman ortaya atmış ve bm husustaki nokta-i nazarını misallerle tesbit ve tahkim etmiştir.
Gazâlî, önce bütün bilgilerden şüphe etmiş; nihayet zaruri, yani delil ve burhana muhtaç olmayan bedihî bilgileri, «temelli bilgi» veya «temel bilgi» olarak kabul edip şüphecilikten kurtulmuş ve kendisini Hidayet yoluna yönelttiği, felaha kavuşturduğu için de, samimi bir Müslüman mutasavvıfı olarak Cenâb-ı Hakk’a hamd etmiştir.
Gazâlî, Farabî ve İbn-i Sinâ gibi, meseleleri aklî ve mantıkî usûlle hal ve ispata yarıyacak deliller tertip edip burhanlar vaz’ında mâhir bir üst ad olduğu halde, bu yola gitmemiş; kalbî duyguları tercih ederek, bilhassa temel dinî inançlarda nakli akla üstün tutmuştur. O da, Talimiyeciler, yani dinî hakikatlerin akl ile ispat olunabileceğini kabul etmeyerek bu hususta imam tanıdıkları bir zâtın ta’lim ve irşadına muhtaç bulunulduğuna inananlar gibi «Talime ve muallime ihtiyaç vardır» düşüncesinde idi; fakat muallim meselesinde onlardan ayrılır ve «Bizim tek bir muallim ve mürşidimiz vardır, o da Hazret-i Muhammed (A. S.) dir» der.
Gazâlî, hakikati araştıranları dört sınıfta toplar:
Birinci sınıfı: Gayesi, ehl-i sünnetin akidesini muhafaza etmek, onu bid’at erbabının saçtığı nifak tohumlarının tahribatından korumak olan ilm-i kelâm âlimleri teşkil eder.
İkinci sınıf: Bâtıniye fırkası’dır, bunlar talim ashabından olduklarını söyler, hakikatleri, günahtan sakınma melekesine sahip telâkki ettikleri bir İmâm-ı ma’sumdan öğrendiklerini iddia ederler.
Üçüncü sınıf: Felsefecilerdir. Mantık ve burhan erbabı sayılan feylesoflar da —o devrin tasnifine göre— üç kısma ayrılırlar: Dehrîler, Tabiiyeciler, İlâhiyatçılar. Dehrîler, kâinatın müdebbir, âlîm, alîm ve muktedir bir yaratıcısı bulunduğunu inkâr eden açık küfür erbabı dinsizler —kendi tabirince zındıklar—dır.
Tabiiyeciler: Cenab-ı Hakk’ın, kaadir ve hakîm bir hâlikın varlığını itiraf eder, fakat diğer dinî temel inançları red ve inkâr yoluna saparlar.
İlâhiyatçılara gelince, bunlar dehrîlerle tabiiyyunu red ederler, onların büyük hatalarını belirtirler; fakat bunlar da —Gazâlî’ye göre— küfür ve bid’at sayılan bazı fikirleri kaibule mütemayil olduklarından, şayanı itimad sayılamazlar.
İşte böylece, bütün bu saydığımız sebeplerle, Gazâlî, ne talimiyecilerin, ne feylesofların, hattâ ne de ilm-i kelâm âlimlerinin meslek ve mezheplerini kabule şayan görmemiş; asıl hakikatin ve kurtuluşun, «Allah yolunu tutma» diye tarif ettiği tasavvufta olduğu kesin inancına vararak, kendisini bütün varlığıyle, özüyle, tam ve kâmil bir saffet ve samimiyetle tasavvufa vermiştir.
Bakınız bu hususta kendisi ne diyor:
«Mutasavvıfların yolları, yolların en doğrusudur. Ahlâkları, ahlâkların en temizidir. Dünyadaki bütün akıllı insanların aklı, hâkimlerin hikmeti, şeriatın esrarına vâkıf olan âlimlerin ilmi onların gidişlerinden, ahlâklarından bir kısmım değiştirmek, daha iyi bir hale getirmek için bir araya gelse, buna imkân bulamazlar. Onların dışlarındaki ve içlerindeki bütün hareketleri ve sükûnet halleri hep nübüvvet kandilinin ışığından alınmıştır. Yer yüzünde nübüvvet ışığından başka aydınlatıcı bir nur yoktur.»
Bu nurun feyziyle daima aydınlıkta kalınız aziz okuyucular.