Makale

FATİHA TEFSİRİ

FATİHA TEFSİRİ

Sadettin EVRİN

Her namazda okunan ve Kur’ân-ı Kerîm’in önsözü demek olan (Fâtiha) sûresinin manası çok önemlidir. Bütün Kur’ân’ın genel anlamı bu sûrenin yedi âyetinden doğar. Bundan dolayı Peygamberimizin bir hadîsinde ona «Kur’ân’ın Anası» denilmiştir. Kur’ân’da (Müteşâbihat) adı verilen âyetler vardır. Bunlar dış anlamlariyle konunun siyakına tama­: men uydukları gibi zamanla açıklanan iç anlamları da vardır. Bunların tümündeki gayeler Kur’ân’ın işbu önsözünde hüzmelenmiş ve bir maksa­da bağlanmıştır. Bundan dolayı Fâtiha’ya «ikiz manalı âyetlerin yedi üssü» demek olan (Seh’al-Mesânî) adı verilmiştir. Böyleee, bütün Kur’an, Fâtiha’yı tefsir eder. Ben işte bu özelliği belirtmek istiyorum.

Bu sûrenin ilk âyeti, yani (Elhamdü-lillâhi Rabbilâlemîn) «Her türlü övgüler, bütün âlemlerin sahib ve mürebbîsi olan Allah’a aittir» mânasına gelen, dört kelimedir. Evet, gözümüzün iliştiği, aklımızın erdiği, kulağımızın duyduğu her hoşa giden şeye karşı bizde uyanan takdir hisleri, beğendiğimizi ifade için bulduğumuz kelimeler onun gibi nicelerini ve ni­hayet dünyayı, dünyanın tabî olduğu güneş manzumesini ve sayısız âlem­leri yaratan, onların tekâmül safhalarını en büyük bir hikmet ve bilgi ile tertipliyen Ulu Tanrı’ya aittir.

Tanrı’ya hamd eden, O’nu öven insan, bu kıymet bilişinin derecesi kadar hayatın mânâsına erer. Hamd etmiyen insan da vakıa beğendiği, hayran olduğu şeylerde, hatırına bile getirmediği halde Allah’ın yaratışını, O’nun kemale getirişini methetmiş demektir. Fakat, gözü önünde duran çok güzel bir tablonun imzasını okumağa merak etmemek gibi, O cihan san’atkârını tanımamak affolunmaz bir noksanlıktır. Hamd’de hem şükür hem de övme anlamı vardır. Şükür, teşekkül övmenin içinde var gibidir. Tanrı-överlik Kıyametten sonraki cennet hayatında bile beşer idrakinin bir ifadesi olacaktır. Kur’ân bunu böyle anlatır. Hakikaten, yaratılışın çeşitli özelliklerindeki sırları sezip anlıyarak yaratınını hay­ranlıkla yâdetmek, fikren ve rûhen muvazeneli bir surette yücelmenin eseridir.

Fâtiha’nın ikinci âyeti iki kelimeden ibaret olan (Errahmânirrahîm) dir. Allah’ın rahmeti her şeyi kapladığı, yani hayırlar bağışladığını ve mer­hametli olduğunu belirtir. Biz bu vergi ve ilginin tamamen farkında deği­liz, bir misal olarak arzedeyim: Denizlerin dibi ve toprağın üst tabakasiyle havanın mahdut yüksekliği arasında kalan hayat bölgesi tekmil arza nisbetle zar gibi ince addolunabilir. İşte bu bölge Saman yolu dediğimiz Kehkeşandan, içindeki ve dışındaki yıldızlardan serpilen görünmez ve feyizli ışık yağmuru altında beslenip durmaktadır. Burada mütemadi sürette birbirlerinin canı ile gıdalanan yaratıklar içinde şuurlu olan insan bile, çektiği zorlukları unutacak ve önünde olan ölümü hatırına getirmiyecek kadar hayatın sihirli eteri ile gaşyolmuştur. Bu yaşamak sevgisi İlâhî rahmetin vergisidir. Çekilen sıkıntıları, gözönünde olan ölümü hatırlatmıyan duyurmazlık da îlâhî merhametin eseridir.

Şimdi Fâtiha’nm üçüncü âyetine geldik. Bu da üç kelimeden ibaret olup (Mâliki yevmiddîn) «Allah din gününün mâlikidir» yani âhiret dev­rinin hükümdarıdır manasına gelir.

Dünyada irade-i cüz’iyyemizin ayarı öyle tutulmuştur ki, biz Tanrı­sal iradenin zorlu kudretini peygamberlerin kitablarından, kendi anlayış­larımızdan as çok kavradığımız halde, basan, bunu nazar-ı dikkattan ka­çırır ve kendi ihtiraslarımıza kapılırız. Dar zihniyetler, gelenekler, para hırsı, siyasî rekabet bize müessir olur. Ahirette ise irade-i cüz’iyyemiz küllî iradenin sıkı yönetimindedir. Dünyada iyiliğe doğru gitmiş olanlar Cennetin inşirahlı bir muhitinde mes’ut olur. Fenalığa doğru gitmiş olan­lar ise iradelerini büsbütün kaybederler. Cehennemin kötü şartları içinde sürüklenirler. Evvelce Allahı unutanlar bu defa Allahın lütuf ve ihsanın­dan mahrum kalmanın nasıl olduğunu öğrenirler. İyiler de İlâhî ahlâka er­mek üzere tekâmül görürler.

Buraya kadar arzettiğimiz üç âyetin istikametleri şimdi dördüncü âyette bir sonuca erer. «Kulluğu yalnız Sana yaparız. Yardımı yalnız Sen­den dileriz» mealinde olan dört kelimelik (îyyâke na’büdü ve iyyâke nesteîn) bize ibadetin yolunu açar. İlk çağlarda putlara, hayvanlara, insan­lara tapanlar vardı. Sonraları da istibdada, paraya ve cinsî cazibeye tapan­lar devam etti. Bu âyet, bütün bu izafîliklere karşı büyük bir (fikir hür­riyeti) sunar ve mutlak ideali Tanrı’da buldurur.

İşbu âyetin üzerinde durduğu ikinci nokta, kalben Tanrı yardımına bağlılıktır ki (kuvve-i mâneviyye) kazandırır. Yeis ve kötümserlikten, intihardan korur. Yardımı yalnız Allah’tan dilemek, kimseye muhtaç olmıyacak kadar insana kaibiliyyet verilmiş olduğunu belirtir. Bu suretle (nefse itimad) hissini kuvvetlendirir.

Şimdi beşinci âyete geldik. Bu da üç kelimeden ibaret olan (İhdinas- sırâtal-müstakîm) yani «Bizi doğru yola ulaştır» niyazım ifade eder. Ha­yat daima değişik şartlar vücuda getirdiği için bu âyet, her okundukça, bizde doğru yola ulaşma emelini canlandırır. Evet, hem fiıkren hem ruhan hayatın sonuna kadar kendimizi yetiştirmek, tekâmüle gayret etmek mec­buriyetindeyiz. Dünya ilerlemekte, aynı hızla gitmiyen geri kalmaktadır. Bu suretle, istikbale doğru akıp giderken, yeni yeni vaziyetlerle karşıla­nırız. Bu esnada, sonucu doğru çıkan yolu bulmak gereklidir. Herkes tu­lumunu doğru zanneder. Fakat zaman onu meydana çıkarır. Fennî ba­şarılar doğuda da vardır, batıda da vardır. Biz bu dünya çapındaki iler­leme yarışında vicdanımızı da korumak yolundayız.

Dört kelimeden ibaret olan altıncı âyette (Sıratellezîne en’amte aley­him) yani «Kendilerine ni’met verdiklerinin yoluna» diye bu yolun gaye­sine erenler ifade edilmiştir. İşte bu, kalbin feyiz aldığı, insanın yüceldiği, Allah’a erdiği yoldur. Bu ni’met, Allah’ın kendi nurundan sunduğu o hiçbir şeyle kıyaslanamıyacak ululuktur. Esasen her nimet de bilvasıta Allah vergisidir. Fakat hiç biri, Allah yakınlığındaki bahtiyarlığa benze­mez, Çünkü o, O’nun zâtından olan inayetleridir. Bu hale ermek normal insan yaşayışından ayrılış değildir. Dışı halk ile, içi Hak ile oluştur.

(Fatiha) nın yedinci bölümü (Gayrilmağdûbi aleyhim veleddâllîn) yani «Ne gadaba uğrayanların, ne de sapıklıkta kalanların yoluna değil» diyerek, bizi bundan evvel söylenen yücelme yolunun tam aksi cihetinden Bakındırır. Evet, toplumun ahlâkı bozulursa içtimâi sağlamlığı, bundan da İktisadî ve siyasî bünyesi sarar görür. Nifaklar, fesadlar, kargaşalık­lar çıkar. Hukuk kurallarına riayetsizlik yüzünden kan dökülür. Milletler arası işlerde de böyle tecavüzler olur, harp ateşine girilir. Tanrı gazabı, insan kitlelerinin muhtelif ölçülerdeki bu köpürüşlerinde belirir. Mucip olduğu sefaletler ve ıztıraplar önceki ihtirasların cezasıdır. Kuvvete medhiyye okuyan tarih değil, hak tanıyan tarih bu anlamı bize verir.

Dinlerin de, eski asırlardan kalma hurafeler, mahallî gelenekler, şahsi temayüller yüzünden sıhhatları bozulur. Çoğunluğun zihninde bir ta­kım iğreti intibalar hâsıl olur. Dinin esas hüviyeti bunlarla kaplanır. Eski dinlerde bu hal hep vâki olmuş, böylece din birliği farkedilmez bir hale gelmiştir. İşte (Fâtiha) sûresinin yedi âyeti bütün bu önemli noktaları bize hatırlatırken, biz onun bu yüksek ikazlarından tamamen habersiziz. Onu dudaklarımızla okuyup elimizi yüzümüze sürdüğümüz zaman bunu büyük Tanrımız kabul buyurur mu? Orasını siz düşünün. Evet, O’nun bü­yük merhameti bizim bu acizliğimizi belki hoş ¡görür, fakat biz bu gaflet­ten sıyrılmalıyız, Fâtiha’nın atalarımız ve yöneldiğimiz kutlu insanlarla bizim aramızda sağladığı bağıntıdan iç şuurumuzda bir uyanıklık peyda etmeliyiz.

KUR’ÂN-I KERİM’İN TEFSİRİNE DUYULAN İHTİYAÇ

Dr. İsmail CERRAHOĞLU

Bugün olduğu gibi, eskiden de gerek dinî, gerek felsefî, gerekse ilmî eserlerin iyice anlaşılıp kavranabilmesi için, o eserin iyi anlayanlar tara­fından îzah ve beyân edilmesi lâzım gelirdi. Bu eserlerde bazı esas ve prensipler var ki onu okuyan herkes ne demek istediğini anlayamaz. Hele insanlığı dalâlet bataklığından kurtaracak prensipleri ihtiva eden İlâhî kitapların muhteviyatının muhatabları tarafından iyice anlaşılması lâ­zım gelir. İşte bu kütüb-i ilâhiyyenin sonuncusu olan Kur’ân-ı Kerîm’in mensııb olduğu cemaat, hattâ bütün beşeriyet tarafından anlaşılıp O’na bağlanabilmesi için O’nun mutlaka tefsir ve izah edilmesi îcab ediyordu. Bütün âlemler için bir kanunu esası olabilecek bir kitabın, insanlığın ayrı ayrı zamanlar ve mekânlar içinde bütün ihtiyaçlarını madde madde A sıralayıp muhtevasında derç etmesi müminin değildi.

Onda umumî prensipler vardır. Onda açıkça anlaşılabilen âyetler olduğu gibi, sarih olarak anlaşılmayan âyetler ve yüksek edebî sanatlar mevcuttur. Bunlar ancak, bunları iyi bilenler tarafından izah edilmekle anlaşılır. Sonra bu dinî kitab diğer İlmî kitaplar gibi de değildir. Ondaki dinî hakikatler İlmî kaide ve mantık prensipleriyle çözülemez. Eğer bu hakikatler İlmî kaidelerle çözülseydi dînin İlâhî karekterine lüzum kal­maz, onları öğretme yoliyle öğretir ve öğrenebilirdik. Bu bakımdan din kitaplarının, diğer ilmî kitaplara nazaran tefsire daha çok ihtiyacı var­dır. Araplarda yıllardan beri kökleşmiş olan cahilî âdetlerin fena olanlarını