FETH-İ MUBÎN
Halim Bâki KUNTER
Mayıs 1969’da İstanbul fethinin 516. yıldönümünü İdrâk ettik. İstanbul’un fethi, doğurduğu neticeler bakımından, yalnız İslam-Türk tarihinde değil, beşer tarihinde, medeniyet tarihinde o kadar mühim, o kadar büyük bir merhaledir ki, bunun yalnız Türkler tarafından benimsenip kutlanmasına, dünya çapında kutlanmamasına hayret ve teessür duymamak kabil değildir. Buna tarihî gerçeklerin dünya üzerinde geniş kitlelerce henüz layıkıyla bilinip kavranamamış olması başlıca sebep olsa gerektir. Yabana ilim adamlarının ve tarihçilerin kadirşinaslık gösterememeleri, birtakım hissi sebeplerle tarafsızlıktan ayrılmaları, hatta garazkâr ve insafsız davranmaları kendilerinden beklenebilir. Fakat itiraz etmeliyiz ki. Bizim tarihçilerimizden bir kısmı da bu muazzam hâdiseyi İnsanlık âleminin gözleri önüne gereği gibi koyamamışlar, işin sathında kalmışlar, fethin yalnız askerî cephesi üzerinde durmuşlardır.
İstanbul Fâtihini büyük galibiyetlere ulaştıran yalnız askerî kudret ve dehâsı değil, çok küçük yaştan itibaren aldığı manevî terbiyedir; İslâm’ın yüce feyzidir. Bu yazı, İstanbul’un fethine ve İstanbul Fatihine bu açıdan kısa bir göz atıştır.
İstanbul’un fethi, İstanbul’u alacak Emiri ve onun askerlerini öven Hadîs-i Şerif münâsebetiyle Müslümanlar arasında Feth-i Mübîn diye anılır. Mübîn, (Açık, ayan, zahir, beyan eder olan) mânâsına gelen bir kelimedir. Fâtih’in zamanında, yapılmış olan bir minyatürün üzerinde:
Stanbul’u açan Sultan Muhammed
Cenâb-ı Hak’tan olmuştu müeyyed.
beyti yazılıdır. Bu suretle târihi hâdisenin mânevî cephesi, fethin kutsîîiği belirtilmekte, fetih bir İlâhî tebşir olarak telâkki olunmaktadır.
Dünyâ târihinin bir dönüm noktasını teşkil eden bu olayın nasıl gerçekleştiğini târihler tafsilâtlı bir şekilde anlatmaktadır. 21 yaşındaki genç hükümdânn azmi, irâdesi, enerjisi, ordusunun kudreti, döktürülen büyük toplar, 51 günlük muhasara esnasında Türk Ordusunun gösterdiği kahramanlık târihlere geçmiştir.
Feth-i Mübîn, maddî kuvvet ile ezici bir askerî kudret ile birlikte İstanbul’u kuşatanların mânevî üstünlüğü İle mümkün olabilmiştir. Büyük işler ancak büyük ve sarsılmaz inançlarla başarılır. İnançlar da kudretini ruh üstünlüğünden ve niyet hâlisliğinden alır. İstanbul’u kuşatanlar, gözlerini kin ve intikam hisleri bürümüş maddî menfaat ihtiraslarına kendilerini kaptırmış kimseler, yalnız askerî kudretlerine dayanan ve onunla mağrur olan bir topluluk değildi. Gittikleri yerlere orasını talan etmek için gitmiyor, oralara ümran ve irfan götürmek, oralarda yaşayanları İnsanca bir hayâta kavuşturmak istiyorlardı. İstanbul’un fethi gibi, Türklerin Avrupa kıt’asındaki fütûhâtı da böyle olmuştur.
İslâm Dîni’nin esaslarına tam bir sadâkat gösteren, adaletten asla ayrılmayan Osmanlı Türkleri, fütuhat devrinde, bir gâsip değil, bir kurtarıcı durumunda İdiler. Maddî kuvvetleri, karşısındakilere müsâvî hattâ onlardan az da olsa mânevî kudretlerinin üstünlüğü ile onları yenmeğe muktedir olabiliyorlardı.
Târih-i Ebûlfetih adlı eserinde, İstanbul muhasarası hakkında kıymetli malûmat veren Dursu Bey, İstanbul önündeki Türk Ordusunun maddî ve bilhassa mânevî kudretini şöyle ifâde etmektedir:
Biri on, on’u yüz’dür, yüzü bin...
1939 yılında Hırvat Birliği adındaki millî müessese tarafından Zağrep’te yayınlanan Hırvat târihinde; Bosna Hırvat Krallığı halkının vicdan hürriyetine saygı gösteren Osmanlı Türklerini bir kurtarıcı gibi karşıladıkları, onların idâresi altına girmeye can attıkları ve bu yolda teşebbüslere giriştikleri anlatıldıktan sonra aynen şöyle denilmektedir:
"O zamanlar Osmanlı İdâresi altındaki ahâlinin ve köylünün vaziyeti diğer Avrupa devletlerinden çok daha iyi İdî. Balkan devletlerinin sukutunun ve Türk hâkimiyeti altına girmesinin başlıca sebeplerinden biri budur."
İstanbul muhasarasında ve fethinde Türklerin gösterdiği îtidâl, şefkat ve müsamaha târihin emsalini kaydetmediği parlak örneklerdir. Bunları yalnız Türk kaynakları değil, yabancı, gayri-müslim tarihçiler de kaydetmektedir,
Rûm müverrihlerinden Kritovolos’un anlattığına göre Bizanslılar muhâsara esnasında Osmanlı askerinin hiddet ve infialini mütemâdiyen körüklemişler, sığındıkları yerlerden ağıza alınmaz sözlerle onlara sövmüşler, kendilerine diş biletip durmuşlardı. Buna rağmen şehre giren Türkler, îtidâlden ve ağırbaşlılıktan ayrılmamışlardır. Muhteşem bir alayla şehre giren Fâtih Sultan Mehmed, Karıştıran Süleyman Bey’i subaşı tâyin etmiş, şehirde tam bir âsâyiş ve inzibat tesis eylemiştir. Her türlü taşkınlıkların önü alınmıştır. Harbde ve sulhta milletler arasındaki münâsebetlerde tecvîz edilmekte olan muâmelelerin dışına aslâ çıkılmamış, son derece adâletli ve şefkatli bir hareket tarzı tutulmuştur.
Hammer’in yazdığına göre: "Şehrin zaptolunduğunu gören Galata sakinleri Padişâh’a teslim olduklarını arzettiler. Galata surlarının kapılarını açtılar, askeriyle birlikte İçeri giren Zağnos Paşa’yı karşıladılar ve bundan dolayı hiçbir kedere dûçar olmadılar."
Fâtih şehrin idâre ve İmârına ait tâümâtını verdikten sonra, yaz ayları içinde, payitahtı olan Edirne’ye avdet eyledi. Fethi müteakip komşu devletler hükümdarlarına fetihnameler yollamıştı. Sırplardan, Arnavutlardan, Moralılardan, Sakız ve Midillî ahâlisinden, İran Şahından, Mısır Sultânından, Karaman Beyinden, Edirne’ye elçilik hey’etleri gelerek fethi tebrik eylediler. Bunların bir kısmiyle o sırada barış and taşmaları yapıldı veya mevcut andlaşmalar yenilendi. Kritovolos, târihinde bu diplomatik münasebetleri enlatırken şöyle demektedir:
"Bir kısmının istirham ettikleri vergileri affetti. Hulâsa hepsine karşı barışsever bir şekilde konuştu, o tarzda muâmele etti."
Genç İstanbul fatihi, Bizanslılar’dan harap, bakımsız, bitkin bir halde eline geçen şehri biran evvel kalkındırmak istiyordu. Ertesi yıl İstanbul’a geldiği zaman devlet merkezini Edirne’den İstanbul’a nakletti. Geniş bir îmar ve İskân hareketinin tatbikine koyuldu. Harbin açtığı yaraları biran önce iyileştirmek, onun içtimaî hayatta sebep olduğu tesirleri süratle ortadan kaldırmak istiyordu. Bu maksatla girişilen geniş çaptaki inşâ ve îmar faâliyetinden harb esirlerinin de dolgun gündeliklerle çalıştırılmalarını emretti. Bu, esirlerin hallerini düzeltmeğe, kendilerini esaretten kurtarmağa mâtûf bir hareketti. Bu tedbir sâyesinde hem esirlerin iyi bir yaşayışa mazhar olmaları, hem de tasarruf eyledikleri paralarla bir müddet sonra hürriyetlerini kazanmaları mümkün oldu.
Genç Hükümdar, bütün tebaasına din ve mezhep ayrılığı gözetmeksizin tam bir eşitlikle muamele ediyor, şefkat gösteriyordu. Bütün halkla beraber harb esirlerinin halleriyle de yakından meşgul oluyor, iyilik ve refahlarını istiyordu. Fâtih Sultan Mehmed iyi bir asker, iyi bir hükümdar idi. Onun teşkilâtçılığı, yapıcılığı, üstün irâdesi ve azmi, ilim ve san’atseverliği meşhurdur. Fakat şefkati, insanlığı onlardan da ileride idi.
Aldığı ve sıkı sıkıya sarıldığı İslâmî terbiye onu iyice olgunlaştırmış, mükemmel, örnek bir insan yapmıştı.
*
* *
Üç İmparatorluk, yedi, krallık ile ikiyüzden fazla büyük şehri ülkesine katmış olan Fâtih Sultan Mehmed’in kazandığı zaferler içerisinde en önemlisi, şüphe yok ki, İstanbul’un fethidir. Bu, o derece büyük ve o derece şümullü bir târihî hâdisedir ki "Fâtih’in cihâd-ı ekber’i (en büyük cihâdı) hangisidir?" diye sorulacak olsa, herkesin, (İstanbul’un fethi) cevâbını vermesi gayet tabiîdir. Fakat (Fâtih vakfiyesi)’ne göre ne İstanbul’un fethi île sonuçlanan savaş, ne de diğer harb- lerİ ve zaferleri Fâtih’in cihâd-ı ekber’i değildir. Bunlar Fâtih’in ancak cihâd-ı asgarî (küçük cihadları)dır. Fâtih vakfiyesine göre, Fâtih Sultan Mehmed İstanbul’u zaptettikten, Ak ve Karadeniz’e mâlik olduktan, sonra "Fütûhât-ı behiyyeden ferâgat ve dilhahları müyesser olmakla bu mertebelere kanaat edip husret ve ni’metlerin şükrünü edâ için cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekber’e mürâcaat" eylemiştir. İslâmî tasavvufta (cihâd-ı ekber) nefsini yenmektir. Fâtih Sultan Mehmed hiçbir zaman zafer sarhoşluğuna kapılmamış, nefsini yenmesini, iradesine hâkim olmağı bilmiştir. Fâtih’in malûmumuz olan bütün harblerinin ve zaferlerinin üstünde tutulan büyük cihâdı, aidığı memleketlerin ve bu arada İstanbul’un imar ve âbâd edilmesi, hayrât ve müberret inşasına girişilmesidir. Beldelerin ve ülkelerin maddî ümrânı mı kâfi? Tabiî değil! O halde halkın gönlünü de fethetmek, kazanmak lâzım. Fâtih vakfiyesine dercedilmiş olan şu beyit bunu ne güzel ifade etmektedir: Hüner bir şehir bünyâd eylemektir Reâyâ kalbin âbâd eylemektir.
Türkler bunun ikisini de başarmasını bilmişlerdir. Netîcede İstanbul’u âdetâ yeni baştan kurmuşlar, şehre yepyeni bir çehre vermişler, onu tam mânâsiyle medenî ve mâmur bir şehir haline getirmişlerdir. İstanbul Fatihinin cihâd-ı ekber’i hakkında kendi vakfiyesindeki ifâde ve ta’rif budur. Türkler’İn elinden savaştan, tahripten başka bir şey gelmediğini iddiâ etmek gafletinde bulunanlara karşı Fâtih’in icrââtı ve Fâtih vakfiyesi büyük bir ders vermektedir.
Fâtih Sultan Mehmed’in, yukarıya almış olduğumuz mısralarda yazılı olduğu veçhile (Hak)’dan (müeyyed) olması Cenâb-ı Hakk’ın insanlara selâmet ve saadet yollarını göstermek için inzâl buyurduğu (Kitâb-ı Mübin)’in hükümlerine sıkı sıkıya bağlı olmasından ileri gelmiştir. "Kitâb-ı Mübîn"de insanları, milletleri başarıya, zafere, gerçek saâdete ulaştıracak bütün yollar gösterilmiştir. Fertlerin, cemiyetlerin, insanlığın (Feth-i mübîn)’i orada açıklanmıştır. İnsanlar birçok zaferler elde edebilirler, dünya üzerinde birçok fetihler ve keşiflerde bulunabilirler. Fezanın fethi gibi havsalanın almıyacağı, alamıyacağı başarılar da, Hakk’ın inayetiyle, kendilerine müyesser olabilir. Fakat bu maddî terakki ve inkişaflar onları bekledikleri huzura, tam mânasiyle mes’ut bir hayâta tek başına kavuşturmağa asla kâfi değildir.
İnsanlığı gerçek saâdete ulaştıracak, saâdet ve selâmet kapılarını fertlere ve milletlere açacak olan büyük bir savaşa, nefis, irâde ve ahlâk terbiyesi savaşına yani bir (cihâd-ı ekber’e) de ihtiyaç vardır. İnsanlığa mev’ûd olan (Feth-i Mübîn) bu suretle gerçekleşebilir.