Makale

KUR’AN-I KERİM’DE İNSANIN YARATILIŞI

Hasan ARAL / Din Kült, ve Ahi B. Öğretmeni

KUR’AN-I KERİM’DE İNSANIN YARATILIŞI

Akıllı birer varlık olarak bizler, varlık ve hadiseler hakkında bilgi verir değerlendirmeler yaparken mutlaka bir kaynağa dayanır, verdiğimiz bilginin sağlamlığını karşımızdakine yansıtmaya çalışırız. Zira bu, bilimsel çalışma ve araştırma temel kuraldır. Bilgi edindiğimiz kaynağın, bilgi verdiğimiz konuyla gerçekten ilgisinin olması ise konunun ikinci bir yönünü teşkil eder. Mesela; hücrenin yapısı ve fonksiyonunu, herhangi bir hukuk kitabından öğrenemeyeceğimiz gibi, hukukla ilgili bir konuyu da biyoloji veya fizik kitabından faydalanarak aydınlatmamız mümkün değildir.
Öyle ise; varlık ve kavramları tarif eder, haklarında hüküm ya da bilgi verirken, kaynağından öğrenme temel prensibimiz olmalı, istinad noktamızın sağlamlığına dikkat etmeliyiz. Yoksa yapacağımız bütün çalışmalar, havanda su döğmeye benzeyecek, belki de dedikodudan öteye geçemiyecektir. Bu ise; ister bilim adına ister bir başka başka şey adına olsun, büyük bir yanlışlık ve gaflettir.
Bütün bilimler insan eliyle yine insan adına geliştirip ortaya konduğuna göre, hangi alanda olursa olsun, odak noktasını insanın tanınması ve değerlendirilmesi oluşturmadığı ya da yanlış mülahazalar içerisine girildiği sürece insanın, bilim aracıyla yine insanlık adına büyük yanılgılar içerisine düşüleceği gayet açık bir hakikattir. Bu konuda gerçek kaynaktan elde edilecek veriler ışığında hareket edilerek, insan hayatının vazgeçilmez unsurları olan psikolojik sosyal ve ekonomik alanlarda gerçek anlamda bir sevk-ü idarenin sağlanması şarttır, insanı ve hayatını değerlendirme kriteri olarak başvuracağımız kaynağın doğru tesbit edilmesi, varacağımız sonuçlar açısından önemlilik arzeder. Madem hayatın odak noktası insandır, öyle ise; onun değerlendirilmesi konusunda bilgi edineceğimiz kaynağın sağlam ve gerçek olması lazımdır ki sonuçlar da sıhhatli ve doğru olabilsin.
Materyalist dünya, yüzyıllar süren bir yanılgının içerisinde, insanı ve hayatını tek yönlü olarak ele aldı, sosyal yapısını buna göre düzenlemeye çalıştı ve büyük bir yanlışlığa sürüklendi. Zira asli kaynağa sırt çevirerek hakikati yarasa misali karanlıklarda aradı.
İnsan zayıf bir varlıktır. Kur’an-ı Kerim bu gerçeği “İnsan zayıf olarak yaratılmıştır.”1fermanıyla dile getirmiştir. Biyolojik ve psikolojik zayıflığı, noksanlığı ifade eden ayet-i kerime, özellikle insan konusunda verilecek hükümlerde, zayıf olanın bir başka varlık hakkında varacağı sonuçların hata ve yanlışlıklardan uzak olamayacağı gerçeğini göstermektedir. Öyle ise; yeryüzünün en mükemmel varlığı da olsa, onun yanılgıya düşme ihtimali çok fazladır ve çoğu zaman da bu böyle olur. Zira diğer varlıklara göre harikulade olan aklın, hayatı en aza indirerek doğru bir istikamet çizebilmesi için bir rehber ve öndere ihtiyacı vardır. Güneşe nisbetle el fenerinin durumu ne ise, geldiği kaynağa göre insan aklının durumu da odur. Öyle ise nedir bu kaynak?
Bugün pozitif bilimlerin yardımıyla da anlıyoruz ki, insan sonradan var olmuş, yani yaratılmıştır. Çünkü “hiçbir varlık, kendi varoluş sebep ve hikmetini kendi bünyesinde taşımamakta, bir başka varlık ve olaya muhtaç bulunmaktadır.” sonucu, bilimin tesbit ettiği bir neticedir. Bilim dediğimiz sey de ancak var olanı keşfetmekten ibarettir. Mesela; suyun kaldırma özelliği hiç şüphesiz Archimed’le başlamış değildir. Bu özellik zaten yaratılışında vardı. Öyle ise; bilim, yoktan bir sey var etmek değil, var olanı keşfetmek ve başka şeyler üretmektir.
Herhangi bir makinenin dilinden en iyi anlayan, hiç şüphesiz onu icad eden mühendisi ya da ustasıdır. Kullanımı ve en üst düzeyde yaralanma kılavuzunu da yazacak yine odur. Siz, mühendis tarafından üretilen makinenin kullanma talimatnamesini işgüzarlık ederek kalkar hiç ilgisi olmayan birine yazdırırsanız, buna göre yapılacak işlemler hem size bir fayda sağlamayacak, hem de sağlam olan aracın işleyiş düzenini bozarak emek ve masrafın heba olması sonucunu doğuracaktır. Bu ise bedahet derecesinde bir ahmaklıktır.
Bugüne kadar, gerçek kaynağın verileri bilinmeden insanın tanımı ve değerlendirmesini yapanlar, bu değerlendirmeler ışığında hareket tarzlarını belirleyenler, tek kefeli bir teraziyle eşya tartmak gibi abesli iştigal etmişlerdir. Zira insan ne sadece konuşan hayvan, ne de düşünen canlıdır. Belki bunlar, onun binbir türlü yapısı içerisinden alınmış sadece bir-kaç özelliğinden ibarettir. Maddi yapısındaki harikulade ahenk, uyum, ve mucizevi yaratılışı bir tarafa bırakın, manevi aleminde yasadığı binlerce dünya içerisinde onu gerçek olarak bilip değerlendirebilecek elbette ve sadece onu var eden olacaktır. Öyle ise; bu nadide varlığa bakış açımızı ve hareket tarzımızı belirleyecek kriter ve ölçü var edenden alınmalıdır ki yanlışlığa düşülmesin. Buradaki kaynak da hiç şüphesiz Allah kelamı Kur’an-ı Kerim’dir.

KUR’AN-I KERİM’DE İNSANINM YARATILIŞI

İnsanın atası ve Allah’ın yer- yüzündeki halifesi Hz. Adem |3), Kur’an’ın ifadesiyle “pişmiş çamur gibi kuru balçıktan4 yaratılmıştır. Ayet-i kerimede geçen “Salsal”; o kadar kurumuş ki, cam gibi ses çıkarır hale gelmiş çamur demektir. "Fahhar” ise; ateşte pişmiş saksı manasındadır.5 Yaratışılışta birinci devreyi ifade eden bu bölümden sonra ona canlılığın verilişi de, “Rabbin meleklere: Ben balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın demişti.”6 ayetiyle açıklanmıştır.
Ayet-i Kerime, ruhun insan bedenine cesedi tamam olduktan sonra verildiğine delalet eder. Çünkü Cenab-ı Hak, Hz. Adem’in azasım tekmil ettikten sonra ruhun verildiğini beyan buyurmuştur. Aza tamam olmadıkça, ruhun gelmesinde bir fayda da yoktur.7
Evet. İlk insanın mayası topraktır. Camid olan bu maddeye Cenab-ı Hak tarafından verilen ruh ile canlılığını kazanmıştır. Hz. Adem’den sonra günümüze kadar geçen zaman içerisinde ise insanoğlu sperm ve yumurtanın birleşmesiyle neslini devam ettirmiştir. Kıyamete kadar da bu böyle devam edecektir.

BİYOLOJİK OLARAK İNSANIN YARATILIŞI

Adem topraktan yaratılıp ona ruh ve canlılık verildikten sonra, yine Cenab-ı Hakk’ın külli iradesi çerçevesinde kadın ile erkeğe verilen ve üreyip çoğalmalarını sağlayacak apayrı bir özelliği de beraberinde getirmiştir. Kur’an-ı Kerim bu konuda mealen şöyle buyurur: “Üyle ise insan neden yaratıldığına bir baksın, o erkek ile kadının beli ile gögüsleri arasından atılagelen bir sudan yaratılmıştır.8
Demek ki yaratma devam ediyor. Ancak bu yaratma Hz. Adem ile Havva’nın yaratılışından apayrı bir olaydır. Kur’an-ı Kerim’de mense ve kaynak açıklandıktan sonra, menbaından çıkan suyun bütün tarla ve bitkileri sulayıp her varlıkta ayrı bir su olarak vücut bulması gibi, üreyip çoğalmanın da sima ve ruh yapısı olarak dallanıp budaklandığını, milyarlarca insana ayrı ayrı mühürlerin vuruluduğunu “YARATILMIŞLIK” hadisesiyle idrak ediyor ve anlıyoruz. Öyle ise; Cenab-ı Hakk’ı Hz. Adem ile Havva binasını yaratıp, sonra bu üreme ve çoğalmayı kendi haline bırakan bir mimar olarak düşünemeyiz. Yaratma olayı sadece insanda değil kainat bünyesinde meydana gelen her varlık ve hadisede de bizzat mevcuttur. İnsan ve evrende bulunan ahenk uyum ve düzen ile trilyonlarca ayrı ayrı mühür ve damgalar, zaten bunu apaçık ortaya koymaktadır. Ayet-i Kerimede "... Karada ve denizde ne varsa ü, hepsini bilir, ü’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı, kuruyu ki apaçık Kitap’tadır, ancak o bilir.”9 buyurularak, Yüce Mevla’nın insan ve evren üzerindeki tasarrufunun bir an bile sekteye uğramadan devam ettiği gerçeği açıkça gösterilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de insanın biyolojik açıdan yaratılışı periyodik olarak şöyle anlatılır; “And olsun ki insanı, süzme çamurdan yarattık. Sonra onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi alaka’ya çevirdik, alaka’yı da bir çiğnemlik et yaptık, bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere de et giydirdik. Sonra onu bir başka yaratık yaptık. ”10
Topraktan yapılan gıdanın- üreme ve çoğalmanın temel taşları olan sperm ve yumurta topraktan alınan bütün besin maddelerinin bir özüdür-nutfe olarak emniyetli bir yere yerleştirilmesinden kemiklere et giydirilmesine kadar süren biyolojik devreden sonra, insanın bundan apayrı olan ikinci bir yaratılışı daha vardır. Tıpkı Hz. Adem’in topraktan yapılan cesedine üflenen ruh gibi, anne kamındaki cenine, uzuvlarını tamamladıktan sonra (yaklaşık 120 gün) ona canlılık veren ruhun üflenmesi “sonra onu bir başka yaratık yaptık.” ayetiyle açıklanmaktadır.
Zaten bu devrenin sonunda "Embriyon" dönemi bitmiş, cenin annenin hissedebileceği kadar hareket etmeye başlamıştır. Hareket ve canlılığı sağlayan şey, Cenab-ı Hakk’ın verdiği ruhtur. Görülüyor ki, evrende mutlak var olan “Sünnetullah” her varlık ve hadisede değişmeden devam edip gidiyor.

ALLAH (C.C.)’IN ANTİKA ESERİ İNSAN

İlk insan ve ondan sonra gelenlerin menşeini ve yaratılış safhalarını anlatan Kur’an-ı Kerim, insanı tanımlama ve değerlendirme konusunda da bize ipuçları vermiş, mantığımıza yol göstermiştir. Bizzat Yaratıcı ta- farından bağışlanan ruh, akıl ve kalb onu diğer varlıklardan ayıran, üstün kılıp yeryüzünün halifesi konumuna getiren özellikle- rindendir. Kainat Mülkü’nün Maliki olan Cenab-ı Hakk, elbette tasarrufunda da tektir ve yegane söz sahibidir. Öyle ise varlığın var oluşu ve konumunun tayininde de tektir. Ancak hikmeti de beraberinde koymuştur. Zira ü’nun yaratmasında abese yer yoktur. “And oslun ki insanı en güzel biçimde yarattık.”11 mealindeki ayet-i kerime; insanın biyolojik ve psikolojik olarak diğer mevcudatın üzerinde bir kıymet ve değerde var edildiğini ifade etmektedir. Evet, insan yeryüzünün, belki de kainatın en güzel ve en değerli varlığıdır. Zira evren, ancak insanla bir kıymet ifade etmekte, değer kazanmaktadır. Oradan bu antika varlığı kaldırmış olsanız, kainatın da beraberinde kaldırıp atmışsınız demektir. Güneşin doğuş ve batışı, mevsimlerin birbirini takib etmesi, yağmur ve karın yağması, dağlar, ormanlar, madenler, bitkiler, meyveler, hayvanlar, kuşlar, denizler ve göller, diğer bütün mevcudat, insan için çalışmıyorsa ya kimin için çalışıyor? Bu benzeri binlerce varlık ve hadise, netice itibariyle insana hizmet etmiyor mu? Bir ağacın meyvesini yiyen insan, kesip yakarak ısınan insan, kağıt elde ederek yazıp çizen insandır. Bülbül o güzelim nağmeleriyle gülün gönlünde taht kurmuş olabilir, ancak her ikisinin de rengini, sesini, kokusunu ve tezyinatındaki mükemmelliği idrak edip mest olan tek varlık insandır. Denizlerin yüzlerce metre derinliklerindeki mercanlar ve rengarenk canlılar dünyası, belki bu güzelliklerinin farkında değiller ama, bunu tesbit eden kameralar, tek kelimeyle harika olan bu alemi gözler önüne serdiğinde “MÜKEMMEL” diyerek, aynı alemin akvaryumlar içerisinde de olsa zevkine varmanın yollarını araştıran insandır.
İnsanlara rakamların yetişe- meyeceği kadar uzaklıklardan cilve yağdıran muhteşem gökyüzü, sahip olduğu muhtesemliğin farkında olabilecek değildir elbette. Ancak bu mükemmelliği uzaktan da olsa seyredebilmek için gecesini gündüzüne katan, bu uğurda hiç tereddüt etmeden hayatını bile ortaya koyabilen ve böylece o muhteşemliğe anlam kazandıran yine insandır. Yaratıcı var ettiği sanatını, ruhundan üfleyerek yarattığı tek akıllı varlık olan insanın gözleri önüne sererek, varlığını ve her şeye Kaadir olduğunu göstermiş, nakıs nakıs işlediği kanaviçe misali evreni tanıma ve değerlendirme kabiliyet ve görevini de insana vermiştir. Sanat bütün muhteşemliğiyle inkârı kabil olmayan bir biçimde ortada, Sanatın varlığı Sani’yi göstermez mi?
Bütün bunlardan sonra şu sonuca ulaşabiliriz: Cenab-ı Hakk’ın dışında, yeryüzünde ve evrende bulunan hiçbir varlık ibadet edilmeye layık değildir, insanın esfel-i safiline inerek kendi konumunu kaybetmesi Yüce Yaratıcıdan gafil olarak maddeye kul köle olmasına, alay-ı illiyyin’e çıkarak meleklerin dahi gıpta edeceği bir varlık haline gelmesi ise, Cenab-ı Hakk’ın kendisinden razı olmasına bağlıdır.
Simdi kendi kendimize soralım: Acaba taşıdığımız değerden ve bize verilen önemden haberdar mıyız? Yapılan bunca külli ve büyük masrafların sadece 5060 senelik kısa bir hayat için yapıldığını iddia edebilir miyiz? Çöpe atılan ekmek karşısında duyduğumuz üzüntü kadar, kendi hayatımızdaki israf karşısında üzülemiyorsak, bir gün hesabını vereceğimizin bilincinde değilsek, işte o zaman büyük zarar ediyoruz demektir. Zira kaybedeceğimiz hayat, 50-60 senelik kısa ve geçici bir ömür değil, ebedi olan ahiret hayatımızdır.

(1) - Nisa, 28.
[2)- Bakara, 30-31.
(3)- Rahman, 14.
[4)- Mehmed Vehbi, Hülasatü’l Beyan, C. 14, s. 5699.
(5)- Hıcr, 29.
[6)- Mehmed Vehbi, a.g.e., C. 7, s. 2744.
[7)-Tarık, 5-7.
[8)- En’am, 59.
(9)- Mü’minun, 12-14.
(10)-Tın, 4.