Makale

İNSAN HAKLARI İNSANIN YARATILIŞI İLE BAŞLAR

İNSAN HAKLARI
İNSANIN YARATILIŞI İLE BAŞLAR

Abdulbaki İŞCAN

"İnsanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mukaddes bir şehir ise canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur...
"İnsanlar! Rabbiniz birdir. Babanız dcı birdir. Hepiniz Ademin çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Allah saygısı ölçüsünden başka bir üstünlüğü yoktur...
"İnsanlar! Kadınların haklarının gözetilmesi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim..."
Bu sözler, zamanımızdan sekiz asır önce dile getirilmiş ve uygarlık tarihinde oldukça önemli bir yer işgal eden, insan haklarının başlangıcı olarak kabul edilen ve büyük barış anlamına gelen İngilizlerin Magna Carta’sında yer alan maddelerden değil.
Bu sözler, 18. Yüzyılın ikinci yarısında ilan edilen ve bir çok yönü ile insan haklan bağlamında büyük bir ilerlemeyi simgeleyen, insanların hür olduklarını, eşit olduklarını ve doğuştan bir takım haklara sahip olduklarını beyan eden Amerikalıların Virjinya İnsan Hakları Bildirisi’nde de yer almıyor.
Bu cümleler, on binlerce insanın ölümüyle, idamıyla sonuçlanan, bununla birlikte "Aydınlanma Dönemi" diye tarihe damgasını vuran 1789’daki Fransız Büyük İhtilali’nin ardından yayınlanan Fransızların İnsan Hakları Beyannamesi’ne de ait değil.
Bu sözler, bundan tam 14 asır önce dünyaya İslâm güneşinin doğduğu yıllarda, İslâm peygamberi Hz. Muhammed’in, yüz bini aşkın sahabeye irad ettiği, insan hak ve hürriyetleri bağlamında aslında bir ilki oluşturan veda hutbesinden.

İNSAN NEYİ İSTER?
Geçmiş asırlarda bir çok ülkede görülen insan hak ve hürriyetlerine ait gelişmeler, hatta Magna Carta Belgesi, Fransa’da ilan edilen İnsan Hak ve Hürriyetleri Beyannamesi; 1400 yıl öncesinde İslâm’ın doğuşuyla insanlığın onuruna yakışır haklara kavuşması göz önüne alındığında, insan hak ve hürriyetlerinin bugünkü anlamda başlangıcını gözler önüne serer. Zira hemen hemen bütün ülkelerde, medeniyetlerde elde edilmeye çalışılan ve de oldukça zor şartlar altında kazanılan, aslında insanın yaratılıştan gelen isteklerine, ihtiyaçlarına uygun hak ve hürriyetlerin, başlangıçtan beri İslâm medeniyetinde var olduğu görülür.
İslâm, insanı Allah’ın mükerrem ve şerefli bir mahluku, bugünkü manada insana tanınan hak ve hürriyetleri ise Allah’ın ihsanı ve insanın tabii hakkı olarak kabul ettiğinden, insan haklarını da 1400 sene öncesinden kabul ve ilan etmiştir.
Aslında İslâm nazarında insan hakları insanın yaratılışıyla, belki yaratılmadan önce başlar. Kur’an-ı Kerimde belirtildiği şekliyle Cenabı
Hak insanı yaratmayı murad ettiğinde bunu meleklerine "Ben yer yüzünde bir halife yaratacağım" diye haber verir. Onlar: "Bizler hamdinle seni teşbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanımı halife kılıyorsun, dediler. Allah da onlara sizin bilmeyeceğinizi her halde ben bilirim dedi." (Bakara suresi, 30.)
Kur’an-ı Kerim’de yer alan insanın yaratılışı ile ilgili bu ve benzeri ayetlerden anladığımız kadarıyla ilk insan daha yeryüzünde yokken, yaratılmamışken, Cenab-ı Hak ona bir takım haklar, hürriyetler vermiş, iman edip etmeme yönünde onu serbest bırakarak, ona din ve vicdan hürriyeti, düşünce hürriyeti, dilediğini yapma, dilediğini de yapmama yönünde kararı insana bırakarak davranma hürriyeti vermiştir.
İslâm peygamberi H. Muhammed’in hayatı da insan haklarına örnek teşkil edecek misallerle doludur. Bu manada ilk akla gelen, Medine’ye hicretten sonra kararlaştırılan ve Medine Vesikası olarak bilinen anlaşmadır.
Hz. Peygamber farklı dinlerden insanların yaşadığı Medine’ye hicret ettiğinde, Müslüman, Yahudi ve müşriklerden oluşan bu topluluğu hukuki statüye bağlamak amacıyla müzakerelerde bulunmuştu. Görüşmeler sonucu 50 küsur maddeden oluşan bir anlaşma imzalarlar. Bu anlaşma dünya tarihinde bilinen ilk yazılı anlaşma olarak kabul edilmektedir. (Prof. Dr. Hayrettin Karaman, İslâm’da İnsan Haklan, s. 27)
Hz. Peygamber veda hutbesinde de Müslümanlar, Müminler diye bir ayırım yapmadan insanların birbirlerine eşit olduklarını ifade etmiştir. Irkın, soyun, rengin insanların birbirlerinden farklı olmalarını gerektirmediği, insanların soy itibariyle bir anne babadan geldikleri, nihayet insanın topraktan yaratıldığı, dolayısıyla bütün insanların kökünün toprak olduğu ve kendi eliyle yaptıkları dışında birbirinden üstün olma imkanının mevcut olmadığı ilkesi ilan edilmiştir. {a.g.e., s. 27.)

YÜZYILLAR SÜREN BİR ARAYIŞ
İnsan hakları kavramı geride bıraktığımız yüzyıla damgasını vuran çağdaşlığın, medeniyetin bir simgesi, göstergesi ve vazgeçilmez bir şartı olarak karşımıza çıkıyor. Yirminci yüzyıl insan hakları kavramının belki de en çok konuşulduğu, tartışıldığı bir dönem olarak görülebilir. Zira insan hakları ve temel özgürlüklerin evrensel olarak ve ayırım gözetilmeksizin herkes için geliştirilmesi, çağın amaçları arasında yer almıştır. Bugün insan haklan kavramı dile getirilirken; 17.-18. yüzyıldan itibaren, insanlığın batının öncülüğünde büyük bir değişim geçirdiği, birtakım batılı mütefekkirlerin, filozofların öncülüğünde ve büyük mücadeleler sonucu, dişle, tırnakla söke söke elde edildiği yönünde kesin bir kanaat bulunuyor. Bu kanaate göre de insan haklarının bayraktarı batıdır ve batının insanlığı medenileştiren, insanı insan yapan bu kurum ve kavramı önce kendi toplumlarında hazmettiği ve yaydığı, daha sonra da bütün dünyaya yaymak istediği görüşü hakimdir. Burada dikkati çeken husus, yüzyıllarca insan haklarını ihlal eden, ayaklar altına alan devletlerin, kültürlerin, 20. yüzyılda insan haklarının savunucusu konumunda kendilerini görmeleridir. Bununla birlikte görünen odur ki M.Ö. 384-322 yıllarında yaşayan ve ansiklopedilerde tarih, anatomi, mantık, psikoloji gibi ilimlerin kurucusu olarak zikredilen Aristo’nun "İnsanlar iki grup halinde doğarlar. Birincisi hizmet edilenler yani hürler, diğeri ise hizmet edenler yani hizmetçiler ve köleler." sözü yüz yıllar boyu özellikle batı uygarlıklarının hareket noktası, ilham kaynağı olmuştur. Bu anlamda genel bir değerlendirme yapılacak olursa insanların olayları değerlendirirken kendilerine özgü şartlardan hareket ettikleri, bölgenin, ırkın ya da milletin menfaatleri açısından görüş bildirdikleri dikkati çeker. Ayrıca öne sürülen görüşler de belli zaman dilimleri ile sınırlıdır.
İslâm ise yalnızca içinde yaşadığımız yeryüzünü değil, kainatın tüm bölümlerini kuşatan bir düşünceden hareketi geçerli ve gerekli görür. Sadece içinde bulunulan çağa değil, bütün çağlara hitap eder. İnsanların Hz. Adem’in oğulları olmaları hasebiyle aralarında ayırım gözetmez.
Başlangıcı itibariyle kıyas götürmese de İslâm’ın insana tanıdığı haklar ve insana yaklaşım şekliyle bugün savunulan ve uygulamaya çalışılan insan hakları ile ilgili metinlerde maddeleştirilen haklar arasında zıtlık teşkil edecek hususları bulmak mümkün değildir. Bilakis mahiyeti itibariyle İslâm’da konu daha geniş şekilde yer alır. Fertlerin sadece haklara değil insanlığa karşı, kendisi dışındakilerle dayanışma, hoşgörü ve kardeşlik gibi bir takım vazifeler ile sorumlu olduğu, komşularına karşı dahi bir takım yükümlülükleri bulunduğu, ilk planda insan hakları ve dayanışma ile ilgili göze çarpan İslami prensiplerdir. Ve burada fertler arasında sadece bir yardımlaşma değil, maddi manevi bir dayanışma ve iş birliği olarak özetlenebilecek karşılıklı bir bağımlılık söz konusudur.

HAKLARA SAYGILI BİR TOPLUM
Doğaldır ki toplumları fertler veya gruplar oluşturur. Fertler veya grupların ve bunların arasındaki ilişkilerin niteliği toplumun özelliklerini de gösterir. O halde demokratik ve fertleri arasında haklara saygılı bir toplumun oluşabilmesi için de onu oluşturan fertlerin veya grupların bir takım özelliklere sahip olması gerekiyor. Yani Çağdaş Fransız Sosyologlardan Alein Touraiene’nin dediği gibi, ’toplumu oluşturan fertlerin rastgele fertler olamayacağı, bilakis bunların özne durumunda olmaları’ durumu söz konusudur. (bkz. Bahaettin Yediyıldız, İslâm ve Demokrasi, sempozyum konuşması, s. 324, TDV yayınları.) Touraiene’ye göre özne düşüncesi mutlaka var olması gereken üç unsuru birbiriyle bağdaştırıyor. Bunları baskıya karşı direnme, mutluluğun başlıca şartı olarak özgürlüğün görülmesi, dolayısıyla ferdin kendine değer vermesi, nihayet ben dışında ötekilerin de birer özne olarak tanınması ve yaşama şansını en yüksek boyutlarda sağlayan siyasi kurallara ve hukuk kurallarına dayanılması şeklinde özetlemek mümkündür. (bkz. , a.g.e s. 325.)
Gerçekten de insan hakları ve demokrasinin varlığı, ötekilerin yani diğer fertlerin tanınmasına, kabul edilmesine bağlıdır. Müreffeh, demokrat toplumun temelini oluşturan bu özellikleri İslâm’da tam manasıyla bulmak mümkün olmakla birlikte aslında İslamiyet’in, Müslüman ferdin yada topluluğun belli hususiyetlere sahip birer şahsiyet olmaları gerektiği hususundaki görüşleri bugün, dün olduğu gibi bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Toplumun çekirdeğini oluşturan fertlerin, yaratıcının ruhundan üflediği yüce bir varlık, kendine özgü, güçlü, şanlı, şerefli, kimlik sahibi bir şahsiyet olması, insan nazarında İslâm’ın ön plana çıkardığı bir şablon olarak görmek mümkündür.
İnsan hakları ve temel özgürlüklerin tanınması, insanın var oluşundan yüzyıllar sonra ilgi konusu olabilmiş, bunların güvence altına alınması, aykırı gidişlerden korunması ve daha ileri düzeyde gerçekleştirilmesi amacı uluslar arası kuruluşların oluşumunu sağlamıştır. Bir başka deyişle insanın insan sıfatıyla, yaratılışından sahip olduğu bu hak ve özgürlükler, çağlar süren gelişmelerle kazanılmış ve tanınmıştır.
XIII. yüzyılda kabul edilmiş bir insan hakları beyannamesi olarak bilinen Magna Carta vesikasına, insan hakları nazarıyla bakıldığında, kralla hür ve asil insanlar arasındaki karşılıklı bir hak- hukuk, hürriyet anlaşmasından ibaret olduğu far- kedilir. Mahiyeti itibariyle bütün insanlığı içine alan bir insan hakları anlaşması olmadığı halde Magna Carta hemen hemen bütün literatürlerde yer alır. Her ne kadar insan hakları bağlamında pek bir şey ifade etmese de batıda insan haklarında başlangıcı teşkil eden Magna Carta, (bkz. Meydan Larousse Ans. Magna Carta Maddesi, s.586.) o zamana kadar İngiltere’de yaşayan vatandaşların, kralları tarafından çiğnenmiş en tabii hak ve hukukların çiğnenmemesi gerektiğine dair bir taahhüttür. Bununla birlikte hemen hemen bütün ülkelerin, ya da demokrasiyi sistem olarak seçmiş ülkelerin anayasalarının ihtiva ettiği insan haklarına yaklaşımı Magna Carta’da bulmak mümkün değildir. Zaman olarak 13. asra ait olan bu anlaşmayı, daha geniş çerçeveli insan hakları vesikası olan Amerika İnsan Hakları Bildirgesi takip eder ki bu da 18. asrın ikinci yarısına ait bir vesikadır. Daha sonra 1948’deki İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 1950’de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, AGİK, Helsinki gibi günümüze oldukça yakın anlaşma ve vesikalar gelir.
Bugün bu anlamda insan haklarına en yakın metin 1776’da ABD’de Virjina eyaletinde ilan edilen Haklar Bildirgesi’nde söz konusu olmuştur. Yani 18. asrın ikinci yarısından itibaren Amerika’da hangi ülkenin vatandaşı olursa olsun dini, rengi, ırkı ne olursa olsun hür oldukları, eşit oldukları ve doğuştan bir takım haklara sahip oldukları ifade olarak metne geçmiş ve bu metin bir ölçüde dünyanın iftihar kaynağı olmuştur. Ancak şu da bir gerçektir ki 1776’dan itibaren ancak yüz sene sonra Amerika’da kölelik meselesi halledilebilmiştir.
DÜŞÜNCEDE İNKILAP HAKLARDA YENİLİK

Virjinya’da ilan edilen haklar bildirgesinin ardından 13 yıl geçtikten sonra Fransa’da büyük ihtilal meydana gelmiş ve bu ihtilalle ayrı bir döneme girilmiştir. Bu dönemde filozoflar, ilim adamları, insanların düşüncelerinde inkılap meydana getirebilecek bir takım fikirler ortaya atmışlardır. Rönesans ve reformasyon ile kiliselerin otoritelerinin zayıflaması, Avrupa’da müspet ilim ve keşifler alanında buluşlara ve yeniliklere yol açmıştır. 1789’daki Fransız ihtilalinde burjuvazinin aristokrasi sınıfına ve krala karşı yapmış olduğu devrim ile buhar makinesinin icadıyla oluşan sanayi devrimi, batılı ülkelerin ekonomisini açık pazarlar ve ucuz ham madde kaynakları bulup bu açık pazar ve hammadde kaynağı bulunduran ülkeleri sömürme anlayışına sevk etmiştir. (bkz. Fazıl Agiş, İslâm’da İnsan Haklan, s. 68, Öğretmen Matbası, Ankara, 1976)
Bunun sonucu olarak da sömürülen ülkeler yoksul ve geri kalmış, çağdaşlaşma sürecinde
batının ileri seviyede oluşu ister istemez geride kalanları, batıyı taklit ederek gelişme çabalarına götürmüştür.
Aydınlanma döneminin başlangıcı olarak kabul edilen Fransız ihtilalinde yıllardan beri bir köle anlayışıyla hayatlarını devam ettirme mecburiyetinde kalan kitlelerin sonunda sabrı taşmış ve isyan etmişlerdir. Kiliseyi de dört duvar arasına alırlar ve yetkilerini sınırlandırırlar. Nihayet burjuvazi denen orta sınıfın saltanatı başlar. Dolayısıyla batının özellikle övündüğü insan hakları kapsamında yer alan din, vicdan ve düşünce hürriyetinin batıda başlangıç tarihi 18. yüzyılın ikinci yarısı olarak görülebilir. (bkz.., Prof. Dr. Hayrettin Karaman, İslâm’da İnsan Hakları, s. 22)
1789’daki bu ihtilalle Fransa’da kral devrilmiş, yönetim sistemi değişmiş ve aynı yıl Fransa’da İnsan Hakları Beyannamesi ilan edilmiştir. Bir çok topluma örneklik teşkil etmekle birlikte uygulamada ancak zihinlerde ve yazılı metinlerde kalan bu bildiriyi 1948’de Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi takip etmiştir. Yani 20. yüzyılın ortalarında, iki büyük dünya savaşından, baştan başa değişen bir dünya coğrafyasından ve yüz binlerce insanın ölümünden sonra.
İslâm’ın asırlar öncesinden söylediği, insanın doğuştan hürlüğü, en mükemmel şekilde yaratıldığı ve birbirleri arasındaki eşitlik, batıda ancak 18. asırdan sonra telaffuz edilmeye başlanmış ve kanunlarda ancak bundan sonra yerini almıştır. Üstelik bu yer alışta, daha önce bütün hak ve hürriyetlerden mahrum olan ve kralların kölesi statüsünde kabul edilen insanların, kralın lütfu ve ihsanı ile sonradan bazı hak ve hürriyetlere sahip olması durumu mevzubahistir, (bkz. İslam- da İnsan Haklan Beyannamesi, Doç. Dr. Ahmet Akgündüz, s. 10)

BARIŞ DİNİ İSLAM

Bizim ülkemizde bir zamanlar ayıp gibi, edep gibi bir takım kavramlar vardı. Bir takım söz ve hareketlere karşı günah diye çekinilen davranış anlayışı vardı. İçtimai ahlak, kamu ahlakı vardı. Ve bazı değerlendirmeler bu kavramlara göre yapılırdı. Şimdi ise adeta bu ayıp ve günahlar kategorisinden hiçbir şey kalmadı. Toplum ahlakı sorgulanmaya başlandı, kim koyar bu kuralları dendi.
Bugün dünyanın muhtelif yerlerinde birçok ülke savaş halinde. Bu savaşlarda binlerce kişi ölüyor. Birçok ülke açlık tehlikesi ile karşı karşıya ve binlerce insan açlıktan hayatlarını kaybediyor. Uyuşturucu, kumar, fuhuş insanlığın geleceğini adeta tehdit eder bir durumda ve binlerce insan bu batakta yok olup gidiyor. Toplumlar sevgiden uzak, hoşgörüsüz, gergin, kimsenin kimseye tahammül edemediği bir hale geliyor.
Görünen o ki insanlık yıllar öncesinden değil, çağlar öncesinden gelen, hatta onun yaratılışı ile başlayan bir çağrıya kulak vermek mecburiyetinde. İnsanlık tüm yaratılmışları kucaklayan, ona barış içinde yaşama sırrını öğreten, haklara saygılı İslâm’ın evrensel çağrısına muhtaç.
Dünya topyekûn bir barışa muhtaç.
İnsanların hiçbir ayırım gözetilmeksizin eşit olarak kabul edildiği bir anlayışın, İslâm’ın çağrısına muhtaç.