Makale

İRTİCA

İRTİCA

İRTİCA NEDİR?

Bilindiği gibi, son yıllarda gündemimizi oluşturan en önde gelen tartışma konularından birisi irtica meselesidir. Aslında bu mesele Türk toplumunun gündemine yeni girmiş bir konu değildir. İrtica tartışmalarının Tanzimat’tan itibaren başlayıp, Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri yoğunlaşarak devam ettiği görülmektedir.
İki asra yakın uzun bir zaman geçmesine rağmen maalesef irtica kavramı ile ilgili bir ortak kültür oluşturulamamıştır. Bu kavram bir türlü yerli yerine oturtulamamıştır. Günümüzde yapılan irtica tartışmaları, gerek muhteva ve gerekse üslup bakımından Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki tartışmaları andırmaktadır. Bu da irtica konusundaki farklı bakış açılarının değişmediğini göstermektedir.
Türkiye, bugün gelinen noktada, öncelikle ilticanın nasıl anlaşılması gerektiği problemini halletmek mecburiyetindedir. Türkiye Cumhu- riyeti’nin geleceğine yönelik bir tehdit olarak algılanan irtica ile ilgili mücadele stratejisinin etkin bir şekilde yürütülmesi ve istenen sonucun elde edilebilmesi için, öncelikle irticanın nitelik ve niceliğinin doğru bir şekilde ortaya konulmasıyla işe başlanılmalıdır. Zira irtica ile irtibatlı sorunların önemli bir kısmının, konuyla ilgili bilgi boşluğundan ve kavram kargaşasından kaynaklandığı görülmektedir.
Benzeri sorunları çoktan aşmış olan Batı dünyasında kültür terimleri, yerli yerine oturmuştur. Onlar bir yapının tuğlaları gibidir. Yeni kavramlar üreten büyük filozoflar hariç, hiç kimse bu kavramları yerlerinden oynatamaz. Toplumun müşterek ve değişmez bir kültür dili vardır. Bugün Türkiye’de ise, her alanda olduğu gibi irtica konusunda da bir kavram kargaşası ve terim perişanlığı çekilmektedir.
Peyami Safa, bu konuda şunları söylemektedir: "Batıkların Revolution dedikleri kavram, Türkçe’de hatalı bir şekilde inkılap veya ihtilal olarak ifade edilmiş, sonra bu tabir devrim kelimesiyle karşılanmaya çalışılmıştır. Hâlâ, kimi inkılap, kimi ihtilal, kimi de devrim demeye devam etmektedir. Batıkların Reaction dedikleri kavram da dilimize, yine yanlış olarak, "irtica" şeklinde geçmiştir. Şimdi bu iki kavram "ilericilik" ve "gericilik" diye karşılanmaktadır. İlericilik, ne devrim, ne inkılap, ne de ihtilali ifade eder. Herhangi bir normal ıslahat hareketi de ileri bir harekettir. Gericiliğe gelince, bu esasen Reaction kavramını karşılamayan Arapça irtica kelimesinden tercüme edilmiş, ne fizikteki, ne kimyadaki, ne fizyolojideki, ne psikolojideki, ne sosyolojideki, ne de felsefedeki Reaction terimine karşılık olmayan hatalı bir terimdir. Türkiye’ye televizyon gelirse bu bir ileri tekniktir, fakat ne inkılaptır, ne ihtilaldir, ne de devrimdir. 1935 model bir otomobilin tekniği de geridir, fakat böyle bir arabayı kullanmak gericilik değildir."
Hilmi Ziya Ülken de, irtica meselesiyle ilgili yazdığı bir yazısında, bu kavramın bizdeki anlam ve kullanılışının Batı’dakinden farklı olduğunu şu cümleleriyle ifade etmektedir: "Batı’da değişimler toplumun alt kesimlerinden gelip mevcut iktidarları sarsmıştır. O nedenle gericilik adı verilen tepkiler, reaksiyonlar iktidar mevkiinden yukarıdan geldiği halde, Orta Doğu’da halktan gelmektedir. Batı’da reaksiyon şuurlu bir şekilde siyasi, içtimai bir cereyan, asri silahlara sahip bir düşünce tarzı olduğu halde, Doğu’da irtica cemiyetin biricik çıkar yolu olan hareketi taassup ve skolastikle, bilgisiz kütle homurtusu ile karşılayan, tarifsiz ve sistemsiz bir cereyan olarak kaldığı için pejoratif bir manada kullanılmıştır."
İrtica meselesinin iyi anlaşılabilmesi için irtica ile bağlantısı olan diğer kavramların da net bir şekilde ortaya konulması önem arz etmektedir. Bu çerçevede, din kavramının nasıl anlaşılması, gerek bireyin ve gerekse toplumun hayatında nasıl ve ne derecede yer alması gerektiği hususunun öncelikle açıklığa kavuşturulması gerekir. Din, insanın insanlığını en iyi şekilde gerçekleştirebilmesi için bir araçtır. Din, insanlığın önüne bir takım iman ve ahlak ilkeleri koyan bir sistemdir ve insan hayatına anlam kazandırmak için, toplumun birlik ve beraberliğini sağlamak, toplumsal barışı gerçekleştirmesine katkıda bulunmak için vardır. Bir başka ifadeyle din, insanların kendileriyle, içinde yaşadıkları toplumla ve Yüce Yaratıcı ile barış içinde yaşamalarını sağlamak için gelmiştir. Bu itibarla insanların mutsuz olmasına vesile olacak her türlü fiil, hangi amaç için gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, dînî olma özelliğine sahip olamaz .
Bu konuda açıklığa kavuşturulması gereken bir başka önemli nokta da, din-devlet, din-siya- set ilişkisidir. Bu konuda toplum aydınlatılmadan din istismarım ve irticai tezahürleri toplumdan silip atmak mümkün değildir.
Din konusunda yeterince bilgi sahibi olmayan insanlar kendilerine din adına telkin edilen her şeyi dinin aslındanmış gibi algılayarak sahiplenmek isterler. Bu insanlar, yapılacak yanlış telkinler ile din adına devlet düşmanı haline getirilebilirler.
Bu konuda açıklığa kavuşturulması gereken bir başka konu da, irtica ile doğrudan veya dolaylı ilgisi olan, muhafazakarlık, ilericilik, yobazlık, softalık, köktendincilik (fundementa- lizm), şeriat vb gibi kavramlardır.
Bu itibarla Türk aydınlarına, ilahiyatçılarına, din adamlarına ve Devleti yönetenlere, bu konuyu ivedilikle sosyal bilimsel araştırmaların araştırma konusu haline getirme ve gerekli çalışmaları bir an önce yaparak toplumu aydınlatma görevi düşmektedir. Bu göıev yerine getirilmediği takdirde toplumda kavram kaosu yaşanacak ve keyfilik hakim olacaktır.
Şunu belirtmeliyiz ki, son zamanlarda irtica konusunda yapılan tartışmalarda ne dindar insanlar, ne de laik ve demokratik söylem biçimlerini öne çıkaran kimseler, çok iyi sınav verememişlerdir. İrtica tartışmalarının doğurduğu ortamı fırsat bilerek bir takım insanlar, İslam’a olan yabancılıklarından dolayı, dini toplumsal ilerlemenin önünde engel olarak görme düşüncesine istinat ederek, Türkiye’de yaşanan toplumsal-siyasal hayata ilişkin olumsuzlukların İslam’dan kaynaklandığını ileri sürmüşler ve dinle ilgili her türlü tezahürü çağdışılık ve irtica olarak nitelendirmişlerdir. Bu arada dindar insanlarda, hislerini ve önyargılarını aşıp, konuyu sağlıklı bir şekilde enine boyuna tartışma zeminini oluşturamamışlardır. Tabiatıyla bu durum, toplumda zıtlaşmaların, kamplaşmaların oluşmasına zemin hazırlamış ve irticaî kesimlerin toplum tabanında taraftar bulma ihtimalini daha da güçlendirmiştir.
Hiç kuşkusuz irtica sorunu insan kaynaklı bir sorundur ve sadece bizim ülkemizde görülen bir husus da değildir. İnsan kendisinin neden olduğu bu sorunu çözebilecek bir kapasitede yaratılmıştır. Hiçbir sorun çözümsüz değildir. Ancak sorunların çözülmesi için, bir iradeye ihtiyaç vardır. Türkiye mevcut birikim ve potansiyeli itibarıyla bu sorunu kökten halledebilecek güce ve enerjiye sahip bir ülkedir. Yeter ki bu sorunun çözümlenmesi için, iradesini ortaya koyabilsin. Nitekim, bugün bu irade ülkemizde ortaya konmuştur. Ancak önemle göz önünde bulundurulması gereken bir husus vardır ki, o da sorunun çözümlenmesinde takip edilecek stratejinin ülke gerçeklerine uygun olarak belirlenmesidir. Aksi taktirde çözülebilir nitelikte olan sorun, çözümsüz hale gelebilir ve insanlar arasındaki bu zıtlaşmalar, Devlet-millet zıtlaşması tehlikesini doğurabilir.

I. İRTİCANIN TARİHÇESİ
İrtica meselesini sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek için, ilticanın tarihini gözden geçirme zarureti vardır. Ülkemizde ilticanın tarihçesi genellikle Osmanlı dönemindeki yenileşme hareketleriyle bağlantılı olarak yazılır. Bu yenileşme hareketlerine karşı dînî gerekçelerle gösterilen tepkiler, irtica hareketleri olarak adlandırılır. Ancak bize göre irticai düşünce ve eylem tarzının kökleri, dînî düşünce tarihimizde daha gerilere götürülmesi gerekmektedir.
Kaynaklarda yer alan bilgilere göre, İslam tarihinde irtica kavramını ilk defa ilk İslam Halifesi Hz. Ebu Bekir kullanmıştır. Adı geçen devlet başkanı döneminde, İslam’ı henüz gönüllerine tam olarak sindirememiş olan bazı kimseler, cahiliye dönemindeki örf, adet ve batıl inançlarına geri dönmeye teşebbüs etmişlerdir. Özellikle, zekat vermeyi ve savaşlarda görev almayı reddetmek istemişlerdir. Değerli ilmi bir heyet tarafından hazırlanan Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi adlı eserde, tarihteki bu olumsuz gelişme ilk irtica hareketi olarak yorumlanmaktadırlar. Çünkü İslamiyet kendinden önceki devreyi "Cahiliyye" olarak adlandırmakla, İslam’la başlayan yeni dönemin eskisine nazaran maneviyat ve uygarlık olarak gelişmişliği ve üstünlüğü temsil ettiğini vurgulamaktadır. Çünkü "Cahiliyye" deyimi, İslam’a muhalefet eden müşriklerin geriliklerinin bir sembolü olarak kullanılmaktaydı. Bu itibarla İslam’dan uzaklaşıp tekrar Cahiliyye dönemine geriye dönmek, gelişmiş bir uygarlığın ilkeleri ve prensiplerinden uzaklaşmak ve geriye gidişi temsil etmekti.
Tesiri günümüze kadar devam eden ve dördüncü İslam halifesi Hz. Ali ile Muaviye’nin karşı karşıya geldikleri Sıffin Savaşı’nda, Muaviye ordusunun siyasi neticeler elde etmek için, mızraklarının uçlarına Kur’an-ı Kerim sayfalarını takmaları ve akabinde gelişen hakem olayı da, bünyesinde irtica izleri taşıyan hadiseler cümlesinden değerlendirilmektedir. Çünkü bu hadisede din siyasi emellere alet edilmiştir. Hz. Ali askerlerine, mızrakların ucuna Kur’an varaklarının takılmasının bir hile ve aldatmacadan ibaret olduğunu, bundan dolayı kabul edilmemesi gerektiğini açıklamıştır. Hz. Ali’nin bu meyandaki şu sözleri konumuz açısından dikkat çekicidir: "Ey Allah’ın kulları! Allah’ın kitabına en fazla icabet eden benim. Fakat Amr b. As, Habib b. Mesleme ve İbn Ebi Sarh; bunlar din ve Kur’an ehli değillerdir. Ben onları sizden daha iyi tanırım. Onların tahkim istemeleri, kendisiyle batıl murat edilen sözdür. Vallahi, onlar bunu bilerek, aldatmak, gevşetmek ve tuzak için yapıyorlar."
M. Kemal ATATÜRK’ün, isabetli bir teşhisle bu hadiseyi irticai hareket olarak yorumlaması dikkate değerdir: "Vaktaki Muaviye ile Ali karşı karşıya geldiler, Sıffin Vak’ası’nda Muaviye’nin askerleri Kur’an-ı Kerim’i mızraklarına diktiler ve Hazret-i Ali’nin ordusunda da bu suretle tereddüt ve zaaf husule getirdiler. İşte o zaman dine mefsedet, İslamlar arasına miinafe- ret girdi ve o zaman hak olan Kur’an, haksızlığı kabule vasıta yapıldı. En mütehakkim hükümdarlardan olan Muaviye’nin nasıl bir hile neticesinde sıfat-ı hilafeti de taktığını biliyorsunuz. Ondan sonra bütün müstebit hükümdarlar hep dini alet edindiler; ihtiras ve istibdatlarını terviç için hep sınıf-ı ulemâya müracaat ettiler."
Bu konuda önümüzde duran bir başka örnek de Haricilerdir. Sıffin Savaşı’nın bir neticesi olarak ortaya çıkmış olan Hariciler de eylemleriyle irtica görüntüsü arz etmişlerdir. Olaylara dar açıdan bakan bu grubun taraftarları, dini bir bütün olarak algılamaktan uzak olarak, İslâmî hükümlerin asıl maksatlarını bir tarafa bırakıp sadece lafzına sıkı sıkıya bağlı kalmanın esas olduğu fikrini ileri sürmüşler, bu düşünceye itibar etmeyen insanları dışlayarak, düşman addetmişlerdir. Hatta, bu taassupkârâne yanlış algılamalar sonucu, kendileri dışındaki Müslümanları kafir sayıp kadın ve çocuk demeden insanları öldürmüşlerdir. Haricilerin hareketlerini ünlü oryantalist Prof. Toshihiko İzutsu; "Bu, gerçekten kaderin bir cilvesi ve garip bir haldir. Müslümanlar İslam’ın saflaştırılması için öldürülecek ve geriye Yahudi, Hıristiyan ve Mecusiler kalacaktı" şeklinde yorumlamaktadır. Haricilerin elinden ancak müslüman olmadığını ispat edenler kurtulabilmekteydi. Kur’an-ı Kerim’deki bir takım ayetleri, tek başına ele alıp sloganlaştıra- rak, dînî hayatı dar kalıplar içine sokan bu en- tegrist anlayış ve davranış, İslam’ın ilk dönemlerinde görülen fikri ve fiili en önemli irticai tezahür olarak görülmelidir. Bazı İslam toplumla- rında, az da olsa, bu yanlış anlayış sahibi kişilerin bulunduğu bilinen bir husustur.
Biraz daha yakın tarihimize gelecek olursak, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş dönemlerine doğru irticai tezahürlerle karşı karşıya geldiğimizi görürüz. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, 16’ncı yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı Devleti’nin güç kaybetmeye başlamasıyla birlikte Osmanlı yöneticileri ve münevverleri imparatorluğun bozulan düzenini yeniden ıslah etmek ve Devleti ayakta tutmak için hal çareleri aramaya koyulmuşlardır. Bunun için Devlette bir takım yenilikler yapılmaya başlanmıştır. İşte bu hareketlere karşı geliştirilen tavır ve stratejiler, Osmanlı tebeası arasında ilerici ve gerici tutum ayrışmasına sebebiyet vermiştir. Yeniliklerden yana tavır koyanlar ilericiliği temsil ederken, yeniliklere karşı şöyle veya böyle tavır geliştirenler gerici olarak vasıflandırılıyordu. Ancak, hemen belirtilmelidir ki, o dönemlerde irtica, yahut ilericilik veya gericilik terimleri, bu tür düşünce ve toplumsal-siyasal olayları tanımlamak için kullanılmıyordu. Hatta irtica bir tema olarak da ele alınmıyordu. Bu terimlerin sosyolojik anlamlar kazanarak sosyal bir hadisenin izahında kullanılmaya başlanması sonradan, özellikle İkinci Meşrutiyet’ten sonra olmuştur.
Osmanlıların son dönemlerinde görülen ve irticai nitelikli özellikler ve motifler taşıdığı ileri sürülen hareketler şunlardır:

a) Genç Osman Olayı

Osmanlı İmparatorluğu’nda yenilik hareketlerine ilk teşebbüs eden hükümdar Genç Osman diye tanınan 1. Osman’dır. Bilindiği gibi Genç Osman bu uğurda hayatını kaybeden ilk padişahtır.
Genç Osman, bozulan Yeniçeri ve Sipahi ocaklarını ortadan kaldırmak ve yerine Anadolu, Suriye, Mısır Türkleri ile Türkmenlerden bir ordu kurmak istemiştir. Genç Osman’ın bu girişimi, ilmiye sınıfının o zamana kadar sahip olduğu siyasi ve mali çıkarlarına ters düşmüş ve bu sınıfın nüfuzunu da tehdit etmiştir. Bu yüzden ilmiye sınıfı, sahip oldukları bütün imkanları kullanarak yapılmak istenen bu yenileşme hareketini engellemek istemişler ve bunun için askeri ocakları kışkırtmışlardır. 18 Mayıs I622’de yeniçeri ve sipahi ocakları, ilmiye sınıfının alt sırasında bulunanlarla birleşerek isyan etmişlerdir. Atmeydanı’na giderek Şeyhülislam Hocazade Esad Efendiden fetva almış ve Padişahın hocası Ömer Efendi’nin evini yağmalamışlardır. 19 Mayıs’ta Atmeydanı’na yürüyerek bazı devlet adamlarını öldürüp, saraya girerek I. Mustafa’yı tahta çıkarmışlar ve Sadrazam Dilaver Paşa’yı katletmişlerdir. Bu isyan sırasında Yedikule’ye götürülen Genç Osman, 20 Mayıs 1622 tarihinde öldürülmüştür. Genç Osman’ın giriştiği bu yenilik hareketine, birtakım insanların dini gerekçeler öne sürerek tepki göstermesi, Osmanlı tarihinin ilk irtica hareketi olarak değerlendirilmiştir.

b) Kadızâdeliler İsyanı

Bu hareket, Tarikat-ı Muhammediye mensubu Bilgili Mehmet Efendinin fikirlerini benimseyen çok dar görüşlü kimselerin meydana getirdiği bir isyan hareketidir. O dönemlerde Osmanlı Devleti, ihtilallerle sıkıntılı günler geçiriyordu. Genç Osman öldürülmüş, dehşetli bir kardeş kavgası bütün imparatorluğu sarmıştı. Şehit hakanın tahttaki kardeşi Dördüncü Murat henüz çocuk yaştaydı. Devleti Kösem Valide Sultan yönetiyordu. Kan gövdeyi götürürken, fırsattan istifade İran, Bağdat’ı ele geçirmişti.
Yeteneksiz ve değersiz vezirler iş başına geçiyordu. Bu arada 1620 yılına doğru Balıkesir’den İstanbul’a Kadızâde Mehmet Efendi adında bir din adamı geldi. Bir müddet sonra Sultan Selim Camii’ne vaiz oldu. Cuma günleri kendisini dinlemeye gelen heyecanlı cemaatına ateşli vaazlar veriyordu. Vaazlarında, İslam ve dünya tarihinin gördüğü en kudretli ve görkemli devletin, dinden sapıttığı için bu duruma düştüğü fikrini telkin ediyordu. Kadızâde Efendiye göre, camilere minarelerin yapılması, bir sürü tarikatın oluşup halkın camiler yerine tekkelere dolması, Kur’an-ı Kerim’in, ezanın, na’tların, tekbirin mûsiki ile okunması, Mevlevilerin bir rakstan ibaret bulunan sema’ı ibadet kabul etmeleri, türbelere adaklar adanması, Mevlit okunması, Peygamberimizin babası Abdullah’a saygı gösterilmesi dinsizlik ve küfür alametiydi. Bunların hepsi ona göre bidat-i kabiha idi. Hiçbiri peygamberimizin devrinde yoktu. Hepsi dinimizin saflığını bozan şeylerdi. Hz. Muhammet’ten sonra yapılan bütün yenilikler müspet ilimler dahil olmak üzere haramdı. İşte sonunda İslam’ın kalesi olan Osman’lı Devleti, Cenab-ı Hakk’ın gazabına uğramış, bu hallere düşmüştü.
Bu vaazları dinleyen Kadızâdeliler, kışkırtına sonucunda, 02 Ekim 1656’da Fatih camiinde toplandılar. Bu kişilerin amacı, İstanbul’da bulunan tekkeleri, camilerin birden fazla minarelerini yıkmak, Hz. Muhammet’ten sonra yapılan bütün yenilikleri ortadan kaldırarak, kendi görüşlerine uygun bir düzen kurmaktı. Girişilen isyan hareketi, Köprülü Mehmet Paşa tarafından bastırılmıştır.
Yeniliğe karşı çıkma biçiminde kendini gösteren bu hareket de Osmanlı tarihinde müşahede edilen ikinci önemli irtica tezahürü olarak kabul edilmektedir.

c) Patrona Halil İsyanı

Bu isyan, Osmanlı’da yenilik hareketlerinin başı sayılan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ile çevresindeki yöneticilere karşı girişilen bir irtica hareketidir. Matbaanın kurulması dahil, yapılan yenilik ve imar faaliyetlerine karşı olan bazı kimseler, Arnavut Patrona Halil ile birlikte 28 Eylül 1730 tarihinde isyan hareketi başlatarak "Şer ile davamız vardır. Muhammet ümmetinden olanlar bayrak altına gelsinler" diyerek halkı ayaklandırmışlardır.
1450’li yıllarda Avrupa’da icat edilen matbaanın II. Beyazıt zamanında İstanbul’da kurulması için izin talep edildiğinde, bazı din uleması; matbaanın yalnızca Museviler tarafından kurulması, Türkçe ve Arapça eser basılmaması kaydıyla buna cevaz vermişlerdir. 1727 tarihinde, yani 234 yıl sonra padişah III. Ahmet zamanında İbrahim Müteferrika’ya Kur’an-ı Kerim ve dini eserler basılmaması şartıyla matbaa kurma izni verilmiştir.
İşte Patrona Halil isyanı, 1730 yılında, matbaanın kurulmasına verilen bu izinden dolayı çıkmıştır. Şeyhülislam Abdullah Efendinin asileri desteklemesi üzerine III. Ahmet tahttan indirilerek yerine I. Mahmut çıkarılmış ve isyanda Sadabat’ta 120’den fazla köşk yağmalanmış, yakılıp, yıkılmış ve bazı devlet adamları öldürülmüştür. Koyu cahillik sebebiyle girişilen bu isyan hareketi de fiili ilticaya örnek olarak gösterilen bir eylemdir.

d) Kabakçı Mustafa İsyanı

Yeniçeri ocağının durumunu ele alan III. Selim, açık fikirli ve yeniliğe taraftar kimselerden kurulu bir ekiple faaliyete geçerek "Nizamı Cedit" adı ile yeni bir askeri teşkilat kurmuştur. Ancak bundan rahatsızlık duyan Şeyhülislam Ataullah ve Sadaret Kaymakamı, vaizlere telkinlerde bulunarak, camilerde yaptıkları vaazlarda halkı, "askere ceket ve pantolon giydirip Frenk muallimlerine teslim eden" padişaha karşı kışkırtmalarını temin etmişlerdir. Devletin ileri gelenlerinden Tayyar Paşa da, "Müs- lümanlara kafir elbisesi giydirildi, şimdi ne sipahi ne yeniçeri var, cümlesi başı kalpaklı Frenk oldu. Bunları emreden padişahtır.
Kendisinin dine ve halka hıyaneti meydandadır" demekten çekinmemiştir. Bunun üzerine ayaklanma olmuş, isyancıların başına geçen Kabakçı Mustafa, padişahın yakınlarından 11 kişiyi öldürmüş ve III. Selim tahtan indirilerek, 29 Mayıs 1807 tarihinde yerine IV. Mustafa geçirilmiştir. Bu hareket de, siyasi emellere İslam’ın alet edilmesi şeklinde kendini gösteren irticai bir nitelik arz etmektedir.

e) Alemdar Mustafa Paşa Olayı

Osmanlı tarihinde görülen bir başka irticai hareket de Alemdar Mustafa Paşa olayıdır. III. Selim’in tahttan indirilmesinden sonra, Nizamı- cedit’in kaldırılması, IV. Mustafa’nın tahta geçirilmesi ve diğer gelişmeler, Tuna boyundaki Osmanlı ordusunda tepkiler yaratmıştır. Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa, 6.000 kişi ile İstanbul’a yürümüş ve Kabakçı Mustafa’yı evinde bastırtarak öldürtmüştür. Bu hareket, III. Selim’in tahta yeniden geçirilmesi maksadıyla yapılmasına rağmen, Selim’in öldürülmesi nedeniyle II. Mahmud tahta geçirilmiştir. Bundan sonra Alemdar, geri kalan elebaşıları ortadan kaldırmıştır. Nizamıcedit’i Sekbanıcedit adiyle yeniden kurmaya girişmiştir. Fakat yeniçeriler 15-16 Kasım 1808 gecesi, askerin dağınık olduğu bir sırada, Babıali’ye yürüyerek Alemdar’ı salmışlardır. Alemdar, cephaneliği, üzerindeki 500 kadar asi ile birlikte havaya uçurtmuştur.

f) 31 Mart Olayı

31 Mart vakıası Osmanlı tarihinde görülen en belirgin irtica hareketidir. Bu olaydan sonra irtica terimi Türkiye’nin siyasal ve toplumsal hayatında yerini almış ve sık sık gündeme gelir olmuştur. İkinci Meşrutiyet’in ilanında (1908) rolü olan İttihat ve Terakkiye karşı, gerici gruplar İttihadı Muhammedi Cemiyetinin fikirlerini yayan "Volkan" gazetesi aracılığı ve Derviş Vahdeti’nin kalemi ile şiddetli bir muhalefet hareketi başlatmışlardır. "Mizan" ve "Serbestî" gazeteleri de bu kampanyaya katılmışlardır. Ordu’ya katılan asker elbiseli bazı kimseler ve medreseliler; mektepli subaylarla hükümet ileri gelenlerinin kafir olduklarını, dini kaldıracaklarını telkin etmişlerdir. Bu propagandaların etkisi altında kalan Taşkışla’daki avcı taburları, harekete geçmişler ve Sultan Ahmet meydanında toplanarak güya şeriatı kurtarmak üzere herkesi kendileriyle birleşmeye çağırmışlardır. 31 Mart Salı sabahı, İstanbul halkı tüfek sesleriyle uyanmıştır. Hamdi çavuş, kamacı ustası Arif ve bölük emini Mehmet adlı üç kişinin emrinde bulunan askerler, "şeriat isteriz" diye bağırmışlardır. Bunlardan bir grup meclise giderek, isteklerini dört madde halinde bildirmişler, ancak istekleri kabul edilmeyince, meclis başkanı Hüseyin Cahit zannettikleri Adliye Nazırı Nazım Paşayı ve İttihatçıların fikirlerini yayan "Tanin" gazetesi başyazarı Hüseyin Cahit zannettikleri Lazkiye mebusu Şekip Arslan Beyi öldürmüşlerdir. İsyana bir süre sonra donanma erleri de katılmış, Harbiye nezareti sarılmış ve bir kısım mektepli subaylar şehit edilmişlerdir.
İstanbul’daki bu irtica ayaklanmasını haber alan Selanik Redif Tümeni’nin aydın subayları ve ordu kumandanı Mahmut Şevket Paşa derhal harekete geçmişlerdir. Gönderilecek kuvvetin başına Hüseyin Hüsnü Paşa, kurmay başkanlığına da Mustafa Kemal getirilmiştir. Mustafa Kemal, İstanbul’daki irtica hareketini bastırmakla görevli olan bu orduya "Hareket Ordusu" adını vermiştir. Hareket ordusu 22-23 Nisan gecesi İstanbul’u işgal etmiş, 24 Nisan’da asiler bertaraf edilerek, 25 Nisan’da örfî idare tesis edilmiştir.
Bu noktada şu hususun belirtilmesinde yarar görmekteyiz. 31 Mart Olayı’na karşı çıkarak bu olaya tepkilerini açıkça ve cesur bir şekilde ortaya koyan ulema da çıkmıştır. Bu ulema irticayı öncelikle istibdadın geri gelmesi veya taraftarlığı olarak görme eğilimindeydiler. Ermenekli Mustafa Sabri Efendiye göre, eski devrin müstebidleri o günkü mültecilerdi. 31 Mart Olayı ’ın ardından Cemiyet-i İlmiyye-i İslamiyye (Ulema Cemiyeti), tarafından yayınlanan Beyanu’l-Hak’da, "Asker Evladlarımıza Hitabımız" başlığıyla yayınlanan beyannamede, olayı gerçekleştirmiş askerlere seslenilerek şöyle denilmiştir: "Sizin geçen günkü kıyamınızda biz neden yoktuk bilir misiniz? İstibdadın geri gelmesinden...".
Osmanlı döneminde dinin yüzeysel anlaşılması neticesinde ortaya çıkan bazı irtica tezahürlerine de rastlamaktayız. Bu bağlamda şu örnekleri zikredebiliriz:
1. Yüzyıllardan beri, özellikle hacdan sonra gelen bulaşıcı hastalıklar, imparatorluğun her tarafına dağılır ve pek çok kimsenin ölümüne sebep olurdu. O zamanın ulemasında hakim olan kanaate göre hastalıklar insanlara Allah tarafından verilmektedir; dolayısıyla hastalığa karşı tedbir almak Allah’ın iradesine karşı gelmek, salgın hastalıklara karşı karantina tedbirlerine baş vurmak da günah sayılmaktadır.
Bu yanlış kanaat milyonlarca Müslüman’ın hayatına mal olmuştur. Ancak 1830 yıllarında meydana gelen büyük bir veba salgını pek çok kimsenin ölümüne sebep olunca padişah 11. Mahmud sarayında bir şer’î meclis topladı. Bu meclis vebanın Allah’ın izniyle bulaşıcı olduğunu kabul etti. Sonra da bu hastalığa karşı korunma yollarının aranmasında dinin mani olmadığı hususunda fetva verildi.
Halbuki, Hz. Peygamber, bulaşıcı hastalık bulunan bir yere girilmemesini, böyle bir hastalık olan yerde yaşayanların da burayı terk etmemesini tavsiye etmiştir. Ayrıca, Hz. Ömer, Şam seferinde veba olan bir yere girilmemesini emretmiştir. Akla, mantığa ve bilime uygun düşen bu İslâmî öğretiye rağmen yukarıda zikredilen anlayışı yaşatmaya çalışan zihniyet, elbette irticai bir zihniyet olarak değerlendirilmelidir.
2. Padişah III. Selim vatan savunmasının iyi bir şekilde yapılabilmesi için Yeniçerilere modern harp sanatını öğretmek maksadıyla talim yaptırmak istediğinde, ulemanın teşvikiyle yeniçeriler "bu talim gavur işidir" diyerek talim etmemişlerdir. Bu anlayış da tamamen İslam’a aykırı, irticai bir anlayıştır. Zira Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak, "Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın" buyurarak, her türlü vasıtayı kullanarak düşmana karşı hazırlıklı olmayı emretmiştir.

g) Cumhuriyet Dönemindeki İrtica Eylemleri

İrticai eylemler Osmanlı dönemiyle sınırlı kalmamış, Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte girişilen devrimlere karşı tepki olmak üzere benzer hareketler de olagelmiştir. Şimdi bunların bazılarına bir göz atalım:

(1) Şeyh Sait İsyanı

Şeyh Sait, dinin elden gittiğini iddia ederek 11 Şubat 1925’te, doğu illerinde isyan etmiştir. Bazı şeyhlerle ve yabancılarla işbirliği yapan ve onların maşası olan bazı kimselerin teşvikiyle, Genç, Elazığ, Ergani taraflarını almıştır. Gerçekleştirilen devrimleıden menfaatleri zarar gören kimseler ile eski devirden artakalmış siyaset adamları, bu ayaklanmadan ümide kapılmışlardır. Askerî harekatın yanı sıra "Hıyanet-i Vata- niyye Kanunu"na bir madde ilave edilmiş; "Takrir-i Sükun Kanunu" çıkarılmıştır. Birisi Ankara’da, diğeri doğu illerinde görev yapmak üzere iki "istiklal mahkemesi" kurulmuş (07 Mart 1925); kısmi seferberlik ilan edilmiştir. Atatürk, bir beyanname çıkararak: - "mahiyetlerini din maskesi altında gizlemeye çalışanların teşebbüsü mahsulü olan bu hareketin bastırılması için bütün tedbirlerin alınmış olduğunu" duyurmuştur. Bu tedbirler sonucunda memleket ve devrimler büyük bir tehlikeden kurtulmuş ve asiler şiddetle bertaraf edilmiştir.

(2) Menemen Olayı

Bazı kimseler Mustafa Kemal tarafından gerçekleştirilen inkılapları yok etmek için, Cumhuriyet Halk Fırkasını devirmeye çalışmışlar; "Serbest Cumhuriyet Fırkası" adlı yeni bir partinin kuruluşunu ve bir kısım aydınların ona girişini devrimlerde ayrılık belirtisi sanarak faaliyete geçmişlerdir. Bu arada kaldırılmış olan tarikatlar, şeyhleri ve dervişleri ile birlikte yeniden ortaya çıkmışlardır. Yeni parti çevresinde gizli irtica hareketleri başlamıştır. Bunun sonucu olarak Nakşibendi tarikatı mensuplarından Derviş Mehmed ismindeki gerici, aynı tarikattan olan müritleri ile Menemen Kasabasını 23 Aralık 1930 tarihinde basmıştır. Kendisine engel olmak isteyen yedeksubay Kubilay’ı önce vurarak şehit etmiş, sonra da bıçakla başını boynundan ayırmışlardır. Başını yeşil bir bayrağın direği ucuna takarak halkı ayaklanmaya teşvik etmişlerdir. Ordu zamanında müdahale ederek bu isyan hareketini şiddetle bastırmıştır.
31 Mart Vakıası Osmanlı döneminin en belirgin irticai bir hareketi olarak telakki ediliyorsa, Menemen olayı da aynı şekilde Cumhuriyet döneminin en bariz irticai bir hareketi olarak değerlendirilmektedir.
Tarihte meydana gelen bu ve benzeri irticai eylemler ciddi bir şekilde incelendiğinde, bu hadiselerin, doğrudan dinden kaynaklanmadığı, eylemcilerin şahsi, siyasi ve iktisadi amaçlarına rahat ulaşabilmek için ve halk nezdinde kolayca taban bulabilmek için dini kullandıkları açıkça ortaya çıkacaktır. Bir başka deyişle din, iktidar mücadelesine, ekonomik çıkarlara ve diğer şahsi menfaatlere alet edilmiştir. Yukarıda örneğini verdiğimiz olaylar tek tek ele alındığında bu görülecektir. Örneğin, Genç Osman isyanının asıl sebebi, yeniçeri ve sipahilerin ortadan kaldırılmalarına karşı, bu kişilerin varlıklarını sürdürebilmek için ve bunların üzerinden nüfuz sağlayan bazı yöneticilerin geliştirdikleri tepkileridir. Burada dînî bir sebep söz konusu değildir. Aynı şekilde, diğer isyanların da altında, kaybedilen menfaat ve çıkar kaygıları, nüfuz kaybı gibi nedenler yatmaktadır. Fakat hepsinde de, din istismar edilerek, bir kalkan olarak kullanılmıştır.

II. İRTİCANIN GÜNÜMÜZDEKİ ALGILANIŞI

İrtica kavramının son yıllarda, yoğun bir şekilde tartışma konusu haline geldiği herkesçe malumdur. Basın yayın organlarında, hemen hemen her gün irtica ile ilgili bir haber veya yorum yer almaktadır. Bu haberler ve yorumlarda irtica ile bağlantılı konuların aşağıdaki şekilde yansıtıldığı tespit edilmiştir. Bu başlık altında sadece 1997-1999 yılları arasında basın yayın organlarında irtica tezahürleri olarak takdim edilen konular yorumlanmaksızın sıralanacaktır. Bu hususların konumuz açısından değerlendirilmesi bir sonraki bölümde yapılacaktır.
1. Siyasî partilerin bazı talep ve tepkileri dînî terim ve sembollerle ifade etmeleri.
Mehmet Sait Aydın, “İrtica’ya İlişkin Bazı Düşünceler” adlı makalesinde, ülkemiz tarihinde fiilî irtica hareketlerinin hemen hemen tamamının siyasî bir nitelik taşıdığı için, irtica ile siyaset arasında çok sıkı bir münasebetin olduğunu belirtir. Ülkemizde de siyasî partilerin dile getirdikleri bazı dînî talep ve tepkiler, basın yayın organlarında çoğu zaman irticaî bir tezahür olarak değerlendirilmiştir. Bu bağlamda bazı siyasî teşekküllerin dile getirdikleri dînî nitelikli görüşler veya gerçekleştirdikleri bir takım dînî motifli faaliyetler irtica olarak sunulmuştur.
2. Ordunun din düşmanı gibi gösterilmesi.
Bilindiği üzere, her yıl Ağustos ve Aralık ayı içerisinde Yüksek Askeri Şûra olağan olarak toplanmakta ve terfi edecek ve emekliye ayrılacak subaylar ile askeriyeden çıkarılacak olanların durumu karara bağlanmaktadır. Bu çerçevede, ordudan ilişiği kesilenler arasında, irticaî eylemlere karışmış kişilerin ordudan ilişiğinin kesilmesi, bazı kesimlerce ordunun din düşmanı olduğu tarzında yorumlanmaktadır. Ayrıca bir takım basın yayın organlarında rapor tanımı ile yayınlanan, devletimizin bazı kuramlarına ulaştırıldığı iddia edilen ve içerisinde Peygamberimiz ve Yüce Kitabımızı tahkir edici ifadelerin de yer aldığı yazı ile ordu arasında ilişki kurularak, bu kurumun dine karşı olduğu şeklinde bir imaj oluşturulmaktadır. Bu gayretler de, irtica tezahürü olarak yorumlanmıştır.
3. Tarikat, siyaset ve ticaret üçgeninin oluşması.
Tekke ve zaviyelerin resmî olarak ilga edilmesine rağmen, birtakım dînî tarikatlar varlıklarını günümüze kadar sürdürmüşlerdir. Bu tarikatların, cahil halkı etkileri altına alarak faaliyetlerini genişletmeleri irticaî bir gelişme olarak algılanmaktadır. Özellikle tarikatların siyasî partiler üzerinde etkin bir rol oynamaları, ticarî alana intikal ederek bu alanda önemli bir güç haline gelmeleri, irticanın tehlikeli bir boyut kazandığı endişesini doğurmuştur.
4. Resmi din eğitimi.
İmam-Hatip Liselerinin günümüzde ihtiyacın ötesine geçmesi, mezunlarının kendi alanlarından ziyade, başka sahalarda görev almaları ve Kur’an kurslarının adedinin oldukça fazla olması irtica belirtisi olarak sunulmaktadır.
5. Devlet denetimi dışı din eğitiminin yürütülme çabaları.
Bazı tarikatların, grupların özel olarak açtıkları yurt, pansiyon ve kurslarda, Devletin denetimine tabi olmaksızın, din eğitimi verdikleri, buralarda Devletin temel ilkelerine aykırı düşünceleri öğrencilere telkin ettikleri bilinmektedir. Bu da irticanın yaygınlık kazandığının delili olarak sunulmaktadır.
6. Türban meselesi.
Son yıllarda, gerek devlet kuramlarında ve gerekse orta öğretim ve üniversitelerde, bayanların başörtüsü takma yönündeki talep ve eylemleri yoğunluk kazanmıştır. Bu talepleri siyasî partilerin siyaset alanına taşımaları, Türkiye’de ilticanın ileri boyutlara ulaştığının göstergesi olarak yorumlanmıştır.
7. Güneydoğu sorununun ümmetçi anlayışla çözümlenebileceği önerisi.
Güneydoğuda yıkıcı ve bölücü örgütsel bir terör faaliyetinin uzun zamandan beri var olduğu ve Devletin bunlarla silahlı mücadele yürüttüğü malumdur. Türkiye’de bir kesim, bu sorunun hallinin silahla olamayacağı, yöre insanlarına ümmetçi bir anlayışın benimsetilmesi halinde terörün bitirilebileceği kanaatini ifade etmektedir. Bu anlayışın benimsenmesi, Devlet işlerinde dinin fonksiyonel kılınması olarak değerlendirildiğinden, bu tür çözüm önerilerinin getirilmesi irticaî bir unsur olarak yansıtılmaktadır.
8. Dînî yayın ve programlar.
Özel radyo ve televizyonların kurulmasına ilişkin yasanın çıkmasını takiben Türkiye’de pek çok yerel ve ulusal radyo ve televizyon kurulmuştur. Bu radyo ve televizyonlarda dînî yayın ve programlara yer verilmesi, hatta bazı radyo ve televizyonların ağırlıklı olarak dînî içerikli programlar yapması irticanın artması olarak yorumlanmıştır.
9. Zorunlu temel eğitimin kesintisiz oluşuna karşı çıkılması.
1997 yılının temel tartışma konularından birisi, zorunlu temel eğitimin 8 yıla çıkarılmasıdır. Bir kesim, kesintisiz sekiz yıllık zorunlu eğitimin, İmam-Hatip Liselerini kapanma tehlikesi ile yüz yüze getireceği, yine bu sebeple Kur’an kursları ve hafızlık müesseselerinin bitme noktasına geleceği endişesini dile getirmiştir. Hatta bu konuda, eylemler de gerçekleştirilmiştir. Basın-yayın organlarında bu gelişmeler de irticanın gelişmesi olarak sunulmuştur.
11. İslam Devleti ideolojisinin savunulması.
Türkiye’de, bazı kimseler, İslam’ın bir devlet modeli ve hükümet şekli önerdiğini, hilafetin bu şekillerden biri olduğunu, Müslümanların mutlaka bu tarz idareye dönmesi gerektiğini vurgulamış, bu yönde propagandalar yapmışlardır. İran’da 1979 yılında gerçekleştirilen devrim, bu insanların temel referansı olmuştur. Kaplancılar diye bilinen ve faaliyetlerini Almanya’da sürdüren grup, bu konuda tipik bir örnektir. Bu kişiler, benimsedikleri ideolojinin hayata geçirilmesi için, terör eylemlerine de başvurabileceklerini zaman zaman dile getirmişlerdir. Bu ve benzeri kişilerin varlığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti için tehlikeli irticaî bir unsur olarak görülmüştür.
12. Camiye giden Devlet memurlarının sayısında meydana gelen artış.
Basın yayın organlarının bazılarında, gerek idareci gerekse diğer statüdeki Devlet memurları arasında camiye gidenlerin artmasının Devletin irticaî unsurlar tarafından ele geçirilme teşebbüsü olarak yorumlandığı görülmektedir.

III. İRTİCA KAVRAMI

A. İrtica Kelimesinin Tanımı:
İrtica, Prof. Mehmet Sait Aydın’ın ifadesiyle, dînî tarihimizde kökleri gerilere giden, dolayısıyla klasik sözlüklerde tanım ve izahı yapılmış bir terim değildir. Türkiye’nin dışında nadiren kullanılmakla birlikte, Arapça kökenli bir kelime olup, bu dilde "geriye dönmek" anlamına gelen rucü’ mastarından türetilmiştir. Türkçe’de eş anlamlı olarak gericilik tabiri ile birlikte kullanılmaktadır. Terakkinin zıddı olan irtica kelimesi, Türkçe’mizde; toplumda yeniliklere değer vermeyip, her yönüyle eskiyi özlemek veya eski düzeni getirmeye çalışmak anlamını ifade eder. Mürteci ise, böyle bir "geriye götürme" işini düşünen, tasarlayan ve bunun için gizli veya açık bir aksiyon planı hazırlayan, veya böyle bir plan içinde yer alan kişi demektir.
Bu kelimenin batı dillerindeki karşılığı, "React" kökünden türetilmiştir. "Etkiye karşı, eyleme karşı" manasına gelen bu kavram, İngilizce’de "Reaction", Fransızca’da "Reaction" ve Almanca’da "Reaction" kelimeleriyle karşılanmaktadır.
İrtica terimi yaygın olarak, dînî çerçevesinde kullanılsa da, esasen bu kavramın değişik alanlarda kullanıldığını görmekteyiz. Örneğin, fizyolojide, bir uyarıya karşı bedenin cevabı; psikolojide, rûhî tepki, yani bir etkiyle değişime uğrayan varlığın, ters istikamette kendi kendini değiştirmesi; sosyolojide, daha evvelki hali iade etmek için, mevcut hale karşı yöneltilen çaba şeklinde kullanılmaktadır.
Sosyal hadiselere uygulanmasında bazı isabetsizlikler olabileceği göz önünde bulundurularak, irtica kavramının, özenle kullanılması gerekir. Şöyle ki, irtica kavramı mevcut halden, evvelkine dönmeyi istemek olarak tarif edildiğine göre, zaman bakımından geriliği ifade etmesi gerekir. Ancak bu kavram, mahiyet bakımından ilerilik de ifade edebilir. Örneğin, Cumhuriyet’ten sonra Mutlakıyet idaresi gelse, Cumhuriyet’e tekrar dönmeyi isteyen bir hareket, zaman bakımından geriye dönüşü ifade etmekle birlikte, mahiyet bakımından ileri bir hareket tarzıdır. İngiliz sosyolog Spencer’in bu tarz hareketlere "Rereaction (irticaya karşı irtica)" demesinin temelinde bu düşünce yatmaktadır.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, özellikle Tanzimat’tan itibaren Türk siyasî hayatında irtica denilince dinle ilgili, yani dine dayandığı iddia edilen ve çok kere de dinle ilgili kişilerin bir kısmının içinde faal olarak yer aldığı varsayılan hareketler akla gelmektedir. Bu hareketlere vuku bulduğu dönemlerde irtica sıfatının verilmediğini tekrar vurgulamakta fayda vardır.
İrtica kavramı dînî alanda da farklı biçimlerde algılanmaktadır. Bir yönüyle, dinden sapmak, tekrar cehalet ve şirk hayatına dönmektir. Örneğin, Hz. Ebu Bekir’in hilafeti döneminde, Yemen ve Need Araplarından bir kısmı daha önce İslam’a girdikleri halde Cahiliye dönemindeki örf, adet ve batıl inançlarına geri dönmeye teşebbüs etmeleri, özellikle zekat vermemeleri ve savaşlarda görev almaktan kaçınmaları adı geçen halife tarafından şiddetle mücadele edilmesi gereken irticaî bir hareket olarak görülmüştür.
Diğer yönüyle irtica, dinin özünden uzaklaşmak ve dini, temel ilkelerine aykırı olarak algılamak ve yorumlamaktır. Buna göre irtica, kendini dindar sanan kimselerin, bilerek veya bilmeyerek din kurallarından uzaklaşması, dinin özünü bir tarafa atıp şekline sarılmasıdır. İslâm’ın zahirine sıkı sıkıya bağlı kalmanın esas olduğunu ileri sürüp, bu esasa riayet etmeyen insanları dışlayan, onlara hayat hakkı tanımayan Haricilerin hareketi bu konuda tipik bir örnek teşkil etmektedir.
Şu halde, irtica din demek olmadığı gibi, din de irtica demek değildir. Her iki kavram, birbirinden farklıdır. Ancak, günümüzde mürtecilerin kendilerini gerçek dindar olarak göstermeleri, bazı kesimlerin ise, dindarları da mürteci saymaları yapılabilecek en büyük yanlıştır.
Esas itibarıyla irticanın göz önünde bulundurulması gereken yönü, sosyal boyutudur. Din alanındaki irtica kavramı da, sosyal alandaki tanımının dine uygulanması şeklindedir. Bu nedenle, irtica denildiğinde, sosyal bakımdan irtica kavramı akla gelmelidir. Bir hadisenin irticaî olarak vasıflandırıla- bilmesi için,
a) Bilinçli olarak planlanması,
b) Normal ölçüyü aşması,
c) Kurulu düzeni yıkıp, onun yerine daha geri bir düzeni kurmayı hedeflemesi,
d) Temayül olmaktan çıkıp, sosyal eyleme dönüşmesi, gerekmektedir.
Cumhuriyet’imizin kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK’ün, Cumhuriyet’in kurulduğu dönemdeki irtica tartışmalarına ilişkin beyanları, irtica teriminden ne anlaşılması gerektiği konusunda bizlere ışık tutmaktadır:
"Efendiler! Hayatın felsefesi, tarihin garip tecellisi şudur ki, her iyi, her güzel, her nafi şey karşısında onu imha edecek bir kuvvet belirir. Bizim lisanımızda buna irtica denir."
" Her ilerici ve müspet gelişmeye karşı çıkan kuvvete irtica denir."
"Unutulmamalıdır ki, milletin hakimiyetini bir şahısta yahut mahdut şahısların elinde bulundurmakla menfaat bekleyen cahil ve gafil insanlar vardır.. Bu gibilere mürteci ve hareketlerine de irtica derler... Katiyetle ve bilâperva söylerim ki, hakimiyet-i ınilliyemizin her zerresini şu veya bu suretle takyit etmek isteyenler en koyu mürteciler- dir."
"Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünce ve tefekküre karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işlerine karıştırmamaya çalışıyor, kaste ve fiile dayanan taassupkâr hareketlerden sakınıyoruz. Mürtecilere asla fırsat vermeyeceğiz."
Atatürk’ün bu ve buna benzer diğer ifadelerinden hareketle, onun irticayı;
1) Milli egemenlik ilkesine karşı çıkarak, saltanat ve hilafetin geri gelmesini istemek,
2) Asrileşme, yani çağdaşlaşmaya ve her türlü ilerici ve müspet gelişmelere karşı çıkmak,
3) Din istismarcılığı yaparak, din işleriyle devlet işlerini birbirine karıştıran, dini siyasete ve ticarete alet etmek,
Şeklinde yorumladığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Görüleceği üzere Atatürk’ün bu irtica anlayışı ise, yukarıda belirttiğimiz sosyal alandaki irtica anlayışıyla paralellik arz etmektedir.

B. İrticanın Diğer Bazı Kavramlarla İlişkisi

Daha önce de işaret edildiği gibi, irtica konusu çerçevesinde bir hayli fazla kavram ve terminoloji tartışmaları mevcuttur. Bunun büyük ölçüde sebebi, irtica ile yakından ilişkisi bulunan başka kavramların da mevcut olmasıdır. Tabiatıyla bu kavramlarla irticanın ilişkilerinin açıklanması, konunun daha iyi anlaşılabilmesi bakımından önem arz etmektedir.
1. Muhafazakarlık - İrtica
Bilindiği üzere, her canlı varlığın kendini koruma içgüdüsü vardır. Her şuurlu varlık, hafıza vasıtasıyla, kendi kendini unutmaktan kurtulur ve alışkanlıkları sayesinde de varlık kategorileri arasındaki yerine yerleşir. Fertler için hafıza ve alışkanlıklar ne ise, cemiyetler için tarih ve gelenek de odur. Tarihsiz ve geleneksiz bir milletin varlığından söz edilemez. Tarihini kaybeden millet hafızasını ve şuurunu kaybeder. Geleneklerinden kopan bir millet ise, tarihi birikimlerini, melekelerini kaybetmiş, hayat karşısında şaşkın ve beceriksiz, kendisini reflekslere ve içgüdülere terk etmiş bir topluluk olur. Ünlü tarihçi rahmetli Osman Turan, "Tarih şuuru ve manevî değerlerden yoksun olan milletler tarih sahnesinde uzun süre kalamazlar." demektedir. Her toplumda, kimliğini ve benliğini unutma ve kaybetme tehlikesini önlemeye yönelik bir muhafazakarlık akımı vardır. Bir bakıma muhafazakarlık "kendini koruma" içgüdüsünün bir sosyal şuur ve hareket haline dönüşmesidir. Bu nedenle muhafazakarlık, bugünü düne bağlayan, zengin tecrübe ve kültür mirasından yana tavır takınmaktır. Dünsüz bugün ve bu- günsüz yarın olamayacağı açıktır. Bu sebeple muhafazakar, toplumun geçirdiği zaruri inkılapların geçmişe ait değerleri yok etmemesini ister ve cemiyetin kendi benliğine sadık kalmak için her türlü ölçüsüz değişmeye karşı mukavemetini temsil eder.
Toplum benliği, durağan olmayıp, sürekli ilerleyen ve gelişen bir yapıya sahiptir. İçinde bulunduğumuz an gerçekte, geçmişi geleceğe bağlayan bir köprüdür. Sosyal benlik, geçmişin şuuruyla, geleceğe yöneldiği her an yeni tecrübelerle zenginleşir.
Muhafazakarlık, yeniliklere karşı koyma hareketi değildir. Sadece, yeniliklerin geçmişe ait değerler hâzinesini tahrip etmesine karşı olmaktır. Kısacası, muhafazakarlık tarihi, tarihten kazanılan tecrübe ve kültür zenginliklerini, toplumsal değerleri korumayı amaçlar, yeniyi ve yenilikleri reddetmez; şayet yeni ve yenilikleri reddederse bu eylem muhafazakarlıktan çıkarak irtica olur. Muhammed İkbal, "Hayat, sırtında tarihin yükünü taşıyarak ilerler; toplumsal değişim ne ölçüde olursa olsun, muhafazakarlık kuvvetleri asla gözden kaybolmaz. Hayat sadece ve sadece değişimden ibaret değildir. O süreklilik ve koruma unsurlarını da içinde taşır." demektedir. Tarihi ve kültürel dokuyu dikkate almayan ihtilallerin, inkılapların başarılı olma şansları yoktur. Değişmeye kapalı olan toplum- ların hayatta kalma şansları son derece zayıftır. Bu açıdan bakıldığında muhafazakarlık sözünü tutuculuk olarak değil, korumacılık olarak tanımlamak gerekir. Bu haliyle o, hem köksüz değişimin, hem katı tutuculuğun, hem de irticanın karşısında bir yerde durmaktadır.
Bu vesileyle altının çizilmesi gereken bir diğer husus da şudur: Bir toplum için tarihsel olanla tarihsel olmayan aynı derecede önemlidir. Bir şey eskidir diye geriliği ifade ettiği söylenemez. Ünlü filozof Nietzshe bu konuda şunları söylemektedir: "Tarihsel olmayanla tarihsel olan, bir kişinin, bir toplumun, bir kültürün sağlığı için aynı ölçüde zorunludur". Neyin tarihsel olup neyin de olmaması gerektiğine de oturup tartışarak ve bir konsensüs sağlayarak karar verilmesi gerekir. Necip Fazıl’ın bu konudaki anlayışım şu şiiri yansıtmaktadır:
Zaman korkunç daire,
İlk ve son nokta nerede?
Bazen geriden gelen Yüzbin devir ilerde.
2. İrtica - İnkılap
İnkılabın sözlük anlamı, bir durumdan başka bir duruma geçiş, evrim, dönüşümdür. Her toplumda, irtica anlamındaki reaksiyonu kışkırtan bir aksiyon bulunması gerekir. Bu bağlamda, inkılap hareketleri de bir aksiyondur ve ilticayı doğurabilen bir etkendir. Bazen muhafazası şart gelenekleri yok etmeye varan inkılap hareketleri, en ileri toplumlarda bile geçmişe hasret ve irtica temayüllerini kuvvetlendirebilir. Her aksiyonun, şiddeti nispetinde reaksiyon uyandırması geçer bir kuraldır. Bu, fizikteki "etki tepkiye denktir" kuralının sosyal alana yansıması olarak düşünülebilir. Ölçüsüz bir muhafazakarlık olan irtica, bazen aynı nispette ölçüsüz inkılap hareketlerinin cevabı niteliğini taşıyabilmektedir.
Her canlı varlığın hem kendisi kalmak, hem de değişmek gibi iki zorunluluk arasında dengesini bulabilmesi için, değişme sürecinin, unsurlarını tarihte ve gelenekte bulan millî şahsiyet sınırlarını tecavüz etmemesi gerekir. Bu tecavüz irticayı kışkırtır ve bazen inkılap hamlesinin uzun bir tarih boyunca gecikmesine neden olabilir. İrticaya bu fırsatı vermeyen inkılap, muhafazakarlıkla uzlaşır ve İngiltere gibi ileri ülkelerde görüldüğü tarzda, geçmişin ve geleceğin temsilcileri arasında ahenkli bir işbirliği ve medeni bir mücadele hali beraber oluşur. Nitekim, Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan, bizzat Atatürk tarafından yürütülen yenilik hareketleri bu önemli hususiyeti hiçbir zaman göz ardı etmediği için milletin büyük bir çoğunluğundan destek görmüştür.
3. İrtica - Yobazlık(Softalık)
Yobazlık (softalık), sözlükte, dinde bağnazlığı aşırılığa vardıran, başkalarına baskı yapmaya yönelen kimselerin eylemi olarak tarif edilmektedir. Görüldüğü üzere, muhafazakarlık ile irtica aynı şey olmadığı gibi, irtica ve yobazlık da aynı şey değildir. Mürteci, eski düzeni getirmeye çalışan samimi bir gericilik taraftarıdır. Cemiyetin bekasını, geçmişe kayıtsız şartsız bağlılığında görür. Her türlü değişmeye karşı haksız, fakat samimi düşmandır. Tarihe ve geleneğe aşk derecesinde bağlıdır.
Yobaz ise, samimi değildir. Evvela hortlamasını ister göründüğü geçmişin, tarihin, din ve milliyetçilik esaslarının ne olduğunu bilmez. Bilmeye de lüzum görmez. Çünkü onun gayesi, muhafazakarlar gibi geçmişe ait değerleri muhafaza etmek veya mülteciler gibi evvelki hali iade etmek değildir. Muhafazakarlık veya irtica temayüllerini istismar ederek kargaşa çıkarmak, rakiplerini ezmek, geçici bir nüfuzla bazı dünya nimetlerini elde etmektir. Osmanlı tarihindeki irtica hareketlerinin hepsi birer yobazlık hareketidir. Bu hareketlerin tamamı dinin otoritesini temin için değil, bu bahane ile makam ve servet elde etmek için gerçekleştirilmiştir.
Dindar görünen yobaz, hırsızlık, yağma, zina, yalan-dolan, kazan kaldırma, ayaklanma gibi dinin yasak ettiği bütün suçları, vicdansızca ve günaha girme korkusu duymadan işler.
Yobaz bilgisiz ve haristir; yobaz münakaşa etmez, söver, kendinden daha bilgisizleri kışkırtır. Pasif ve telkine hazır halk yığınlarını tesiri altına almasını, kışkırtmasını bilir.
Sonuç olarak: Bu kavramları kullanırken, aralarındaki farka dikkat edilmelidir. Hakiki muhafazakar inkılap düşmanı olmadığı gibi, hakiki inkılapçı da tarih ve gelenek düşmanı değildir. Günümüzde, toplumda zaman zaman yaşanan gerilimlerin sebebi, aslında zenginliğimiz olan düşünce farklılıklarının bazı kişilerce yobazlık ölçülerine vardırmalarından kaynaklanmaktadır.
C. İrtica - Din, İrtica - İslam İlişkisi
Toplum hayatı bakımından dinin önemi büyüktür. Tarihe bakıldığında, dinsiz bireylerin varlığı görülse bile, dinsiz toplumların varlığından söz etmek mümkün değildir. Nerede bir toplum varsa orada din vardır. Dolayısıyla en ilkel toplumlarda dahi ahlâkın, hukukun ve devletin sistemleşmesi söz konusu değilken, dinin kurumsal olarak var olduğunu görmekteyiz. Sosyal işbölümü ilerledikçe, bütün sosyal kurumlar dinden ayrılıp müstakil varlıklar olmuşlardır. En ileri dinlerde bile, inançlar, töreler, ahlâk, hukuk, dil, türlü sanat değerleri birbirle- riyle kaynaşmış bir haldedir.
Ülkemizde irtica kelimesi kullanıldığında bazılarımızca akla, hemen din veya İslâm gelmektedir. Öyle ki. irticaî nitelik taşıdığı kesin olan bazı eylemler, din mensupları tarafından icra edilmemiş veya desteklenmemişse irtica hareketi olarak görülmemektedir. Halbuki, irtica sadece dînî alana has bir eylem değildir. Ya da her irticaî hareket, din veya din mensuplarının tamamıyla bağdaştırılmak istenmektedir. Prof. Dr. Cahit TAN YOL’un konuyla ilgili şu değerlendirmesi dikkat çekicidir: "İçtimaî ve ferdî hayatımızın bir çok safhalarında, devlet idaresinde ve ahlâkımızda tamamıyla softa riyakarlığı görüldüğü halde, bunlara irtica demek kimsenin aklına gelmiyor da, din mensuplarının herhangi bir hareketinden derhal irtica avazesinin yükselmesine sebep oluyor. Hatta din terbiyesi gibi, din adamları için en meşru konular dahi onlar için yasak bölge telakki ediliyor. Kısacası; dinle, din adamıyla ilgisi olmayan hiçbir geri harekete biz irtica gözüyle bakmıyoruz."
Nuray Mert, irtica kavramının, Aydınlanma düşüncesinin dini toplumsal ilerlemenin önünde engel olarak görme anlayışının sonucu geliştiğini, bu düşüncenin insanlık için bir rüyasının olduğunu, gericilik çerçevesinde tanımlanan dinin, bu rüyanın aydınlanmış insan ve toplumunun karşıtı olarak görüldüğünü ve bu sebeple dinin düşman addedildiğini, dînî düşüncenin toplumların tarihsel ilerlemesinde bir geri aşama olarak görme anlayışının, bütün dinsel söylem ve sembollerin gericiliği besleyen unsurlar olarak görme geleneğinin kökleştirdiğini kaydeder. Dinin irtica olarak görülmesi anlamına gelen bu düşüncenin doğru olmadığı açıktır.
Bunun yanı sıra din ile direkt olarak ilişkisi bulunmayan irticanın böyle algılanmasının bir başka nedeni de, irtica hareketlerinin dînî duygulara bağlanmasıdır. Tarihimizde vuku bulan irticaî eylemleri incelediğimizde, irtica hadiselerinin daima dînî duygulara dayandırıldığını görmekteyiz. Hakikatte, bu hadiselerin doğrudan dinle ilgisi bulunmamaktadır. Mesela, ülkemizde matbaanın kuruluşuna karşı alınan tavır, genelde tarihimizde irtica hadisesine örnek olarak verilmektedir. Aslında bu hadisenin gerisinde, dînî faktörlerden ziyade, iktisadi bir etken rol oynamıştır. Bu konuda dinin ve ulemanın bir dahli olmamıştır. Hadise el yazması kitaplardan para kazanan hattatların bir reaksiyonudur; teknik ile el maharetinin mücadelesidir. Hadise din istismar edilmek suretiyle ortaya çıktığı için bu hareket, medreseye ve dine mal edilmiştir. Aynı şekilde, III. Selim’in ıslahatçı fikirleri ve hareketlerine karşı ocakların ayaklanarak Selim’i katletmeleri (Kabakçı isyanı) tipik bir irtica hadisesidir. Bu hadisede, irticanın klasik temsilcileri gibi görünen ve öyle gösterilmeleri adet olan medreseliler devletle birleşmiş, yeniçeriye karşı tavır almışlardır. Ne gariptir ki, bu hadisede medreseliler ilericilik ve batılılığı temsil etmelerine rağmen, yine de yobaz ve mürteci damgasını yemekten kurtulamamışlardır.
İrticaî eylemlerin dinle irtibatlandırılmasının sebebi, belki de, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş zamanlarında birçok fitne ve isyanların şeriat kılığına girerek ortaya çıkması ve yine birçok zulme şeriatın alet edilmesidir.
İrticanın dinle, özellikle İslam diniyle ilişkisinin olmadığının daha müşahhas bir şekilde ortaya konulması için, İslam’ın gelişme ve yenilikler karşısındaki tavrının açıklanmasında yarar mülahaza olunmaktadır:
İslam, doğuşundan itibaren insanı, toplumu ve bütün insanlığı tekamül ettirmenin yollarını ortaya koymuştur. İslamiyet her şeyden önce, akla, tefekküre, ilim ve irfana büyük önem vermiş, cehaleti en sert ifadelerle yermiştir. Kur’an-ı Kerim’de 100’den fazla yerde ilimden bahsedilmektedir. İslam’ın ilk emri ‘oku’dur. Şu halde İslamiyet’in terakki ve yeniliklere, ilim ve medeniyete engel olduğunu, Müslümanların dinlerine bağlı kaldıkları müddetçe ilerlemiş milletler seviyesine çıkamayacaklarını söylemek gerçekleri yansıtmamaktadır. Kur’an-ı Kerim, kainatın her an terakki ve tekamüle doğru gitmekte olduğunu, insanların da yeni arzu ve heyecanlar içinde daima yaşayabilmek için eskidikçe yenilenmek imkanına inanması lazım geldiğini telkin etmektedir. (Kur’an 57/16,17). Peygamberimiz de "İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır" buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber, her asırda müçtehitlerin bulunacağını, bunların, gelişen ve değişen hadiseler karşısında Müslümanların problemlerine çareler üreteceğini müjdelemiştir. Bütün bunlar İslamiyet’in terakkiden yana, yeniliklerden yana bir din olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. "Ezmanın tagayyuru ile ahkamın tagayyuru inkar olunamaz." kaidesi, İslamiyet’te külli bir kaide olarak benimsenmiştir. Bu, esası değiştirilmemek kay- dıyla, hükümlerin, zaman ve şartlara göre değişebileceği anlamına gelmektedir. Nitekim Atatürk de: "Bizim dinimiz en makul ve en tabiî bir dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne ilme ve mantığa uyması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur.", "Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçüyle hangi şeyin dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslam’ın menfaatine uygunsa, kimseye sormayın; o şey dînîdir. Eğer bizim dinimiz, aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, sen din olmazdı." şeklindeki sözleriyle, dinimizin akla, düşünceye ve ilme verdiği değeri veciz bir şekilde ortaya koymuştur.
İslamiyet’in bu özelliği sayesinde, İslamiyet’ten önce darmadağınık bir halde "cahiliye devri" diye isimlendirilen bir dönemde, kabile taassubu ve vahşet içerisinde yaşayan Araplar, kısa bir süre içinde büyük ilerlemeler kaydederek medenî bir toplum haline gelebilmişlerdir. Bu itibarla İslamiyet’in yeniliklere kapalı, gelişmelere engel teşkil edici bir mahiyet arz ettiğini ileri sürmek, bu dine karşı yapılabilecek en büyük haksızlıktır.
Diğer taraftan, İslam’ın irticaya karşı olduğunun en güzel örneği, Hz. Peygamber’in uygulamasıdır. Bundan tam 14 asır evvel, tamamen ilimden, insanlıktan uzak ve vahşilik örnekleri sergileyen bir toplumu medenileştirmiş ve o toplumda, daha yakın zamanlarda dünyanın kabul ettiği insan hakları ile ilgili evrensel ilkeleri yerleştirmiştir. Örneğin, kadınlara hakları iade edilmiştir, kan davaları kaldırılmıştır, rüşvet, zulüm, işkence gibi insanlık dışı davranışlar yasaklanmıştır. Ölümünden önce on binlerce Müslümanın önünde irat ettiği Veda Hutbesi’nde. ulaşılan medenî seviyeden geri dönmeyi, cahiliyye adetlerini geri getirmeyi, yani ilticayı en büyük tehlike olarak ilan etmiştir.
Ayrıca, yukarıda zikrettiğimiz gibi, birinci halife Hz. Ebu Bekir’in, İslam’ın insanlığı ulaştırdığı seviyeden rücu ederek, zekat vermeyi reddeden grupların eylemini, irticaî hareket olarak nitelendirip, bu eyleme girişenlerle mücadele etmesi dikkate değer bir husustur.
Netice itibarıyla, toplumu ulaştığı medeniyet seviyesinden, geri götürmeyi amaçlayan her türlü eylem, İslam nazarında şiddetle reddedilmiştir. Dinimize göre toplumsal kazanımlardan geriye dönüş söz konusu değildir. Dolayısıyla irticanın İslam ile ilişkilendirilmesi mümkün gözükmemektedir.

D. İrticanın oluşumuna yol açan etkenler

Türkiye’deki irticanın temelinde, din alanındaki eksik bilgiler ve yanlış telakkiler yatmaktadır.
Din alanındaki yanlış telakkiler, kentleşmenin, sanayileşmenin ve hızlı sosyo kültürel değişmenin bunalttığı, arayış içerisindeki bazı insanları, başta cemaat ve tarikat grupları olmak üzere, dînî görünümlü oluşumlara doğra itmektedir. Bu gruplara dahil olan insanlar, ehliyetsiz kişilerce kendilerine din adına telkin edilen her şeyi, doğruluğunu araştırmadan, dinin aslındanmış gibi değerlendirerek benimsemekte ve uygulamaya çalışmaktadırlar. Din hakkında sağlam bir bilgiye sahip olmadıklarından, kendilerine sunulanları, yeterince değerlendirememektedirler. Bu oluşumların yaygınlaşmasında da, ekonomik ve siyasî çıkar sağlamak isteyenlerin, cemaat, tarikat grupları veya liderleriyle sıkı bir ilişki içerisinde olmalarından kaynaklanmaktadır.
Diğer taraftan, ülke gündeminden istifade etmek isteyen bazı istismarcıların dine yönelik bilimsel temellerden yoksun, hissî saldırıları da bu tür oluşumların yaygınlaşmasına sebebiyet verdiği açıkça ortadadır. Dinden hoşlanmayan, din ile ilgili her türlü tezahürü çağdışılık ve irtica olarak anlayan bu kimseler ise, dindar insanların, içe kapanmasına ve daha katı bir tutum sergilemelerine vesile olmaktadır.
Sosyolog Prof. Dr. İsmayıl Hakkı BALTA- CIOGLU’nun bu konudaki değerlendirmesi şöyledir:
"Toplumlunuzda din karşısında, özellikle dînî terbiye ve eğitim almamış şahısların durumunu şöyle smıflandırabiliriz: Dînî bir terbiye almayan vatandaşlardan bir kısmı, çeşitli menfi tesirler altında, içindeki fıtrî hissi boğarak her kıymeti inkar edip menfî bir tavır takınmakta ve dindarları da geri fikirli yobaz, inkılap düşmanı olarak göstermektedirler. Bir kısmı, her şeye la- kayıt kalıp, dindarlığı, mevlit okutup, aşure pişirmekten ibaret zannederler. Bu kategoriye girenler oldukça fazladır. Diğer bir kısmı da, içindeki fıtrî dînî hislerini tatmin için, bazı cahillerin peşine takılırlar; onların söyledikleri her şeyi dînîn icabı sayarlar. İşte dînî kültürden mahrum, her türlü telkine müsait bu halk kitleleri, bir taraftan cahillerin telkinleri, diğer taraftan biraz sonra açıklanacak diğer faktörlerin etkisiyle çeşitli müessif irticaî hareketlere baş vururlar.
Bu zümre, kulaktan dolma işittikleri veya gördükleri her şeyi, müspet olsun, menfi olsun dînî bir vecibe kabul ederler. Mesela, İslamiyet’te yeri olmamasına rağmen, türbelere mum dikmek gibi davranışları bir vecibe olarak görürler. Bu gruptakiler, inandıkları şeyleri, yarım yamalak yaparken, bunların karşılarına, birinci kategoride zikredilen, kendini ileri fikirli sanan birinci zümreye mensup şahıslar çıkar ve bunları mültecilik, yobazlık, inkılap düşmanlığıyla itham ederler. Buna karşı, müdafaasız ve hiçbir tepki gösterme imkanına sahip olmayan insanlar, hislerini, öfkelerini şuur altına atmaktadırlar. Emniyet supaplarından yoksun bir kazanda biriken buharın günün birinde infilaka sebebiyet verdiği gibi, bu insanların ruhlarındaki kompleksler de bazen gayet sudan sebeplerle cemiyet nizamlarını çiğnemek suretiyle aksülâmellere yol açarlar. İşte zahiri sebepler ne olursa olsun, hakiki sebeplerin köklerini bu noktalarda aramak gerekir."
Muhafazası şart gelenekleri yok etmeye varan anlayışlar, irtica temayüllerini kuvvetlendiren bir unsur olarak görülmelidir. Her aksiyonun, şiddeti nispetinde reaksiyon uyandırması sosyolojik bir gerçektir. Bu husus, fizikteki "etki tepkiye denktir" kuralının sosyal alana yansıması olarak düşünülebilir. Mesela, namus mefhumu, toplumumuzda yerleşmiş köklü bir olgudur. Bu nedenle, bu mefhumu zedeleyecek veya ortadan kaldırabilecek bir hareket tarzı toplumun şiddetli reaksiyonuna muhatap olacaktır.
Şu halde, oluşturulacak stratejilerde toplumun kutsal sayılan değerleri mutlaka nazarı itibara alınmalıdır.