Makale

AY PEŞİNDE -Vatan Masalı-

BİR NESİR

AY PEŞİNDE
-Vatan Masalı-

Refîk Halid KARAY

VAKTİYLE, Anadoluda hüküm süren padişahlardan birinin dünya güzeli bir kızı doğmuş. İpek saçları topuklarına kadar uzun imiş ve kestikçe uzar, tellerinden atlaslar dokunur, dibalar örülür, azalıp eksilmezmiş. Güldükçe yanaklarından güller biter, imbiklere konun ıtriyatı çıkar, kopardıkça ürermiş. Ağzı bir tatlı, ballı meyva imiş, insanın yedikçe canına can katar ve elini sürdüğü dal asma ve dudağı dokunduğu su şarap olur, gözünü çevirdiği topraktan feyiz, bereket fışkırır ve başının üstünden güneş çekilmezmiş... Padişah, bu misilsiz sultana, Adalardenizinin güzel bir körfezinde somaki mermerden bir kasır yaptırmış ve demiş ki:
-Kızımın saçlarından ipek dokunmak için etrafa tezgâhlar kurulsun! Yanaklarında biten gülleri süzmek için imbikler dizilsin. Ağzının meyvası kutulara bastırılsın ve baktığı yeri kaplıyan zahireler için ambarlar yapılsın! Elinin sürüldüğü dallar üzüm vereceği ve dudağını dokunduğu sular şarap olacağı cihetle de küpler hazırlansın ve pekmez ocakları yansın!
Dediği gibi yapılmış, tılsımlı sultan sarayına kurulmuş ve az zamanda şehir, cihanın
göz diktiği, imrenip kıskandığı, koşup yerleştiği bir işlek liman olmuş. Körfeze gemiler dolar, dağlara köşkler kurulur; alışveriş, geliş gidiş, saz söz, orada herkes zengin, sıhhatte ve bahtiyar olurmuş. Pazar yerleri şal, halı yüklü katırları, üzüm ve incir taşıyan develeri güç alır, iskeleye yıkılan zahireyi gemiler güç götürürmüş... Altın ceplerden taşar, sanki servet gök-lerden serpilirmiş!..
Derken, günün birinde denizin öbür kıyısındaki bir sergerde, kulaktan methini dinliye dinliye bu sultana aşık olmuş ve bu şehre sahip olmayı kurmuş... "Askerlerim hazır olsun, demiş, oklarını zehirli sulara batırsınlar, kalkanlarına bir kat daha çelik kaplasınlar ve zırhlarına bürünüp meydana toplansınlar, feyiz ve bereket diyarına akın var!"
Bir sabah, bu harp kafilesi, etrafa ok atarak ölüm salarak o bereket beldesine girmiş ve ahaliyi esir etmiş... Askerler ambarları yağma, eşyayı talan ederlerken sergerde, somaki saraya koşmuş ve tılsımlı sultanın karşısına çıkmış:
-Sen benimsin, demiş, artık ipek saçlarını ben tarayacağım, gül yanaklarını ben ö-peceğim, ağzının ballı meyvasını ben yiyeceğim ve gözünün baktığı toprağın feyzinden, üzümlerinden ve şaraplarından ben faydalanacağım.
Fakat bakmış ki o gül yanaklar artık gülmüyor ve gül vermiyor, o tatlı dudaklarda meyva bitmiyor, o ipek saçlar uzamıyor, o gözler bir yere bakmıyor, o tılsımlı eller bir dala sürünmüyor ve o sular şarap olmuyor... Sultan bir taş gibi donmuş, artık hayat eseri göstermiyor!
Sergerde dört tarafa adamlar salmış, sihirbazlar çağırmış, acuzeler aratmış, kâhinler buldurmuş, bu derde bir çare aramış. O zaman demişler ki:
-Ey silâhlı! Bu sultana sahip olmak ve bu beldede yerleşmek bir tılsım vardır, ancak onu ele geçirmekle kabildir ve bu bir zor iştir.
Sergerde haykırmış:
- Söyleyin her ne ise yapayım, her tarafı kana bulayım, önüme gelen yeri ateşlere yakayım, icabına bakayım!
Bu meclis kurulu iken vakit gece imiş. Başkâhin yerinden ağır ağır kakmış, sergerdenin elinden tutarak pencereye yaklaşmış ve yüksek bir dağ tepesinde, tâ göklerin içerisinde ışıl ışıl parıldayan keskin yüzlü bir gümüşten orağı, hilâli göstererek:
-Buna varmak bunu tutmak, bunu kırmak lâzımdın tâ ki şehir senin olsun, sultan artık sana gülsün... O yerinde durdukça bu yerlerde incir, üzüm deremezsin, buğday ekip biçemezsin, ipek örüp giyemezsin, şarap i çip gezemezsin, rahat yüzü göremezsin!..
Sergerdenin mızrağı uzun, fakat aklı kısa; zırhı ağır, fakat kafası hafif imiş! Bakmış ki ay parçası pek uzakta durmuyor, o yüksecik dağın yamacında, bir başına, karanlıkta bekçisiz bekliyor:
-Bu mu demiş, zor dediğin hiçten işi Şimdi gider, o dağa ben tırmanırım ve o ayı yakalayıp dizlerime dayıyarak iki parça eder, suratına fırlatırım!
Kâhin demiş:
-Kolay görme, zor iştir, yakın durur, uzaktır; küçük durur, büyüktür; tek sanırsın, çok olur; hilâl dersin bedir olun yıldız kadar bekçisi var; yıldırımdan silâhlıdır, bulut kaplı hisarlıdır, ele geçmez bir tılsım o...
Sergerde dinlememiş, hemen koşmuş, boru çalmış, askerlerini toplamış ve başlamış yamaçlara tırmanmıya, aya doğru uzanmaya... Fakat ne mümkün? Dağ ardında bir dağ daha, ne aşılmaz berzahlar, ne korkulu boğazlar, gündüzleri sıcaklar, geceleri ayazlar, çıktıkça çıkıyorsun, düşe kalka yürüyorsun, fakat sonu gelmiyor, "Ha yaklaştım!" dedikçe, insan eli ermiyor; "İşte ucu!" dedikçe gümüş orak yakasını vermiyor. Sergerde inatçıymış... Yamaçlara bin müşkülâtla tırmanır, teker teker yuvarlanır, yine kakar, yine çıkar, yine düşer, yine fakat gözü yılmaz koşarmış... Tırnakları sökülmüş, dizkapağı yaralı, kargısına dayanmış aya bakar, salarmış!
Nihayet bir gün gelmiş, ne görsün? Dümdüz bir ova, sanki gökten bir parça, ay orada, önünde yere yatmış duruyor, hareketsiz uyuyor... Fakat yüksek yerler fırtınalı olur derler, birdenbire bir kasırga koparak bulutları yere çarpmış, kayaları tartaklamış, yıldırımlar, şimşekler, bir âfettir başlamış... Gök malını saklamış, bütün yıldızlar saf saf olmuş, harp etmiş, ay parçası kahramanlar, sergerdeyi püskürtmüş! Ödü kopmuş, askerler, mızraklarını atarak çalataban yamaçlardan atılmışlar ve bin zorlukla aştıkları dağlardan haykırarak teker teker yuvarlanıp, çıktıktan yere yine tekrar dönüp gelmişler!
Sergerde, kafasından yaralı, bir kayanın üstünde hüngür hüngür ağlarmış:
-Bu iş benim kârım değil. Kasırgalar yenerek bulutları aşamam, göğe çıkıp yıldızları birer birer vuramam, kabil değil; ayı tutup iki parça kıramam, bu tılsımı bozamam! Buralarda duramam!
İşte tılsımlı vak’ayı müteakip o sultanın ipek saçından bir kırmızı bayrak örüp, üstüne bir gümüş ay işlemişler ve o şehre işaret olmak üzere de o ayın kucağına bir tek parlak yıldız koymuşlar.
Ay gökte durdukça, yani dünya durdukça bu bayrak da o bereket beldesinde dikili durmuş!