Makale

İMAM-I MATURÎDİ VE KİTABÜ'T-TEVHÎD’İ

İMAM-I MATURÎDİ VE KİTABÜ’T-TEVHÎD’İ

Avni İlhan
İzmir Y. İslâm Enstitüsü Öğretmeni

Bilindiği gibi amelde mezhebi Hanefî olanlar i’tikadda Matürîdî mez­hebine mensupturlar. Dolayısıyla yeryüzündeki Müslümanların ço­ğunluğu, bilhassa Türklerin tamamı i’tikadda Matürîdî Hazretleri’nin mezhebini benimsemişlerdir.

Hz. İmâm’ın Semerkand’ın Mâtürid köyünden ve Türk asıllı ana - babadan olduğunu kat’î olarak biliyoruz. Esasen köyüne nisbet edilerek şöhret bulmuş olması, bunun açık delilidir. Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâtürîdî amelde Hanefî idi. İlmini ve i’tikâdî görüşlerinin çoğunu da İmâm-ı A’zam’ın meşhur talebelerinden Muhammed b. Haşan eş-Şeybânî’nin tabi’lerinden aldı. EL-Eş’arî’nin asırdaşı olan Mâtürîdî, Ehl-i Sünnet akidesini Orta Asya ve Mâverâünnehir’de yaydı. Dehrîlere, putperestlere, düalistlere, râfızîlere ve zındıklara ver­diği kesin cevaplarla onları susturdu.

Bugün elimizde bulunan eserleri, Onun İslâmî ilimlerdeki selâhiyetinin genişliğini, mantığının kuvvetini ve üslûbunun üstünlüğünü ortaya koymaktadır.

333 H./944 M. yılında Semerkand’da vefat ettikten sonra mezhebini pek çok sayıda büyük âlimler devam ettirdi. Bu husus da Matürîdî Haz­retleri’nin son derece tesirli bir şahsiyeti olduğunu göstermektedir1.

Mâtürîdî’nin başta ( … ) 2 olmak üzere bilhassa akaide dâir yazdığı eserlerle bâtıl din ve mezheb mensublarına yazdığı reddiyeleri meşhurdur ve başlıcaları şunlardır:

1- ( … )

2- ( … )

3- ( … )

4- ( … )

5- ( … )

6- ( … )

7- ( … )

Kitâbu’t-Tevhîd’e gelince: Cambridge Üniversitesi Ktp., Add. 3651 No.’da kayıtlı bulunan ve hâlen bilebildiğimiz6 tek nüshası bu olan kitab 207 varaktır. Bu eserinde Mâtürîdî, başlıca:

İlmin yolları, Allah’ın varlığının çeşitli yollarda isbâtı, Cenâb-ı Hakk’a cisim ve şey denilmesi, Allah’ın sıfatları ve bu hususta kelâmcılardan bazılarının görüşlerinin tenkidi, Allah’ın isimleri ve bu meselede mecûsîlerin, mu’tezilenin görüşlerinin tenkîdi. Allâhü Teâlâ bu âlemi ni­çin yarattı sorusuna verilen cevaplar, âlemin aslı hakkındaki çeşitli gö­rüşler ve onların iptali ve bu meselede zındıklar, Mani dîni mensupları, eski Yunan filozoflarının görüşlerinin sakatlığı, aynı hususta mu’tezilîlerden bazılarının görüşleri ve tenkidleri, nazar ve istidlalin lüzumu ve bunun aksini söyleyenlerin yanlışlıkları, ayan ve a’raz meseleleri ve bu husustaki görüşler, tevhidle ilgili çeşitli meselelerde sofistlerle düalistlerin yanlış anlayışları, risâlet meselesi, kulların fiilleri ve bu meseledeki münâkaşalar, aynı meselenin devamı olarak rızık, ecel ve irâde, kazâ ve kader, büyük günah işlemek ve bu husustaki münâkaşalar, şefaat meselesi, iman ve İslâm meseleleri ve daha başka tevhidle ilgili birçok konulara yer vermiştir.

Hz. İmâm’ın bu kitabının neşredilmesi, gerçekten, gerek ilim âlemi için, gerekse i’tikadda Mâtürîdîlerin kendi mezheplerini asıl kaynağın­dan öğrenmeleri bakımından büyük öneme hâizdir. Biz eserin tenkidini burada yapmayacağız. Mayıs 1969’da İskenderiye Üniversitesi hocaların­dan Dr. Fethullah Huleyf’in bana göndermek lûtfunda bulunduğu bir mektuptan öğrendiğimize göre, kendisi Kitâbu’t-Tevhîd’i tenkidli bir gekilde neşre hazırlamışlar ve matbaaya vermişlerdi. Zannımıza göre kitap bu sıralarda neşredilmiş olmalıdır.

Burada Kitâbu’t-Tevhîd’in baş tarafından7 bir kısmının tercümesini sunarak, Hz. İmâm’ın konuları mükemmel bir mantık silsilesi içinde iş­leyişini muhterem okuyuculara arz etmeye çalışalım.

“Başkalarına yapılan övgüler dahi gerçekte kendine râcî olan Allâh’a, nimetlerinin sayısınca hamd olsun ve bu hamd nimetlerinin artmasına medâr ve O’nun rızâsına kavuşmaya vesile olsun. Risâletin kendisiyle son bulduğu zâta, diğer peygamber kardeşlerine, sâir bütün dostlarına salât etmesini Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederiz.

Hamd ve salâttan sonra Şeyh Ebû Mansûr (Allah ona rahmet etsin) şöyle der: Biz insanları din ve mezhep hususunda çeşitli yollarda ve birbirleriyle anlaşmazlık içinde gördük. Din hususundaki bu ihtilâflarında hepsinin ittifak ettikleri bir nokta vardır. O da: Herkesin kendi yürü­düğü yolun HAK, başkalannınkinin de bâtıl olduğudur. Yine onların herbirinin taklid edegeldikleri bir selefi vardır. Halbu ki taklidin mukal­lidi mâzur gösterecek sebeblerden olmadığı açıktır. Aksi takdirde iki zıd inançta olan mukallidlerden her ikisinin de mâzur olması neticesiyle karşılaşılır ki, bu, tenâkuza düşmektir. Kaldıki taklidde sayı çokluğun­dan başka da hiçbir şey yoktur. Bütün bunlar bir tarafa, taklid edilecek kimsenin ileri sürdüğü hususta doğruluğunu bildirecek aklî bir hücceti olmalı. Gerçeğe ulaşmış olduğunu insaf sâhiplerine anlatacak bürhânı bulunmalı. Dinde gerçek olduğunu araştırmak zarûreti olan durumlarda kimin dayanağı böyle birisi ise, o, doğruyu bulmuştur. Dindarların hepsi inanacakları hususlarda doğruyu arayıp bulmalıdır. Böylece inandığına delîli ile inanmış ve kendisinin HAK üzere olduğunu bildiren şâhidi bulunmuş olur. Başkalarını da doğruya inanmaya —bu deliller vâsıtasıyla— mecbur eder. Çünkü delillerin mümeyyiz vasfı akılları kendisini kabule zorlamaktır. Din husûsunda iki hasmın delilleri birbirini yıktığı için doğru olan delillerin bir benzeri onun karşısında olanda da bulunabilir, denilemez. HAK hüccetleri galip gelendedir. Artık diğeri de doğru ola­maz mı, şeklinde şüphe bile edilemez. Kuvvet ancak Azîm olan Allah’­tandır.

Yaratılmışlar için üzerinde toplanacakları bir din ve kendine dönüp, müracaat edecekleri bir asıl gereklidir. İşte bu din iki yoldan öğrenilir:

a) İşitme (semi’) yolu,

b) Akıl yolu.

İşitme: Hiçbir kimse yoktur ki, seçtiği ve başkasını da davet ettiği bir mezhebde işitme yoluna dayanmamış olsun. Bu hükme, eşyanın var­lığını ve hakikatini kabul edenler bir tarafa, septikler ve sofistler bile dâhildir. Hükümdarların siyâsetleri işitme yoluna dayanarak cereyan et­miştir. Herbirinin merâm ettiği hususta işleri yoluna koyması ve halkı kendisine bağlayabilmesi için dayandığı asıl, hep işitme yoludur. Yine peygamberlerin, çeşitli sanatları ortaya koyanların durumu da hep ay­nıdır. Her türlü destek Allah’tandır.

Akıl yolu: Bu âlemin özellikle fenâ (yok olma) için oluşu hikmete uygun değildir ve her akıl sâhibinin yaptığı iş, eğer hikmetli değilse, bu iş o akıl sahibine yakışmayacak kötü bir şey olur. O halde âlemin —akıl da onun bir cüz’üdür— hikmetsiz olarak kurulmuş olması veya abes yaratılmış olması ihtimâl dâhilinde değildir. Bu ispat edilince; âle­min fenâ için değil, bekâ için olduğu meydana çıkar. Alemi tamâmiyle ele alacak olursak; türlü tabiatlar ve birbirine zıt şekiller içinde oldu­ğunu görürüz. Filozofların küçük âlem dedikleri ve toplanılması gere­kenleri toplayan, birbirinden ayrılacakları da ayıran (analiz ve sentez yapan); asıl maksadımız akıl da, yine çeşitli arzu, tabiat ve hevesler­dedir, böylece yaratılmıştır. Binâenaleyh insanlar yaratıldıkları bu şekil üzere bırakılsalar, menfaat, şeref, ululuk, mülk ve saltanat elde etmek için birbirleriyle mutlaka çekişirlerdi. Bunu da karşılıklı kin ve vuruş­ma tâkip ederdi. Pek tabiîdir ki, bunun neticesi de son bulma ve fesada uğrama olurdu. Âlemin yaratılmasının fenâ için olduğu kabûl olunsa, onun mükemmel yaratılmış olmasındaki mânâ kalmaz. Kaldı ki, insan ve bütün hayvanların kendileri için takdir edilen kadar hayatta kalabil­meleri ancak birtakım gıdalar ve bedenlerini ayakta tutabilecek nesnelerle mümkündür. Aksi takdirde bekâ ihtimalleri yoktur. Eğer onların yaratılmalarından fenâ’ları yâni yaratılır yaratılmaz yok olmalarından başka bir şey murad edilmemiş olsaydı —bir müddet için de olsa— on­ların bekalarını temin edecek nesnelere lüzum olmazdı. Bu ispat edilin­ce; mutlaka insanların arasını telif edecek, aralarındaki, helak ve son bulmaya sebep olan anlaşmazlık ve zıtlıklardan alıkoyacak bir asıl’a lüzum olur.

Netice olarak insanların tâkatları nisbetinde kendilerini çeşitli ihti­lâflardan kurtarıp anlaştıracak bir asıl’ı aramaları gerekir. Bu hususta en doğru olan yol budur. Çünkü görülen varlıklardan herbirinin ihtiyaç­lar ve zarûretler içinde olduğu bilinen bir gerçektir. O halde onların çe­şitli hallerini ve hayatta kalmalarını sağlayan nesneleri bilen bir mü­debbiri vardır. İnsanları çeşitli şeylere muhtâç olarak yaratan bu Yaratıcı, içinde boğuldukları cehaletle ve arzularının esiri olarak onları başıboş bırakmaz, yaşamalarına medar olacak şeyleri bildirecek, bu hususlarda yol gösterecek birini tâyin etmeden terk edivermez. Bu yol göstericiye delil ve bürhan da verir. Bu sayede insanlar, onun, önderleri olduğunu, ona muhtâç olduklarını anlarlar...”

________________________________________

(1) Abbas Azzâvî: Târihü’l-Akâid, Abbas Azzâvî Kütüphânesi, Bağdad (Eser he­nüz basılmamıştır).

(2) Mâtürîdî’nin bu son derece kıymetli eserinin tam olarak İstanbul Selim Ağa Ktp. No. 40; Ragıp Paşa Ktp. No. 35; Konya Yûsuf Ağa Ktp. No. 5552’de kayıtlı nüshaları vardır.

(3) Köprülü Ktp. No. 856’da kayıtlı bir nüshası vardır.

(4) Prof. Yusuf Ziya Yörükan’ın İlâhiyat Fakültesi yayınları arasında neşrettiği bu kitabın Lâleli Ktp. No. 2411; Şehid Ali Paşa Ktp. No. 1704; Köprülü Ktp. 3. Kısım No. 244 ve Nûru-Osmaniye Ktp. No. 2188’da kayıtlı nüshaları vardır.

(5) Kayseri Reşid Ef. Ktp. No. 497’de kayıtlı bu eserin Mâtürîdi’ye âit olmadığını Prof. Yusuf Ziya Yörükan, İlahiyat Fakültesi Dergisi, yıl 1952, sayı 1’de “Kitâbü Tefsiri’l-Esmâ-i ve’s-Sıfât Hakkında” adlı makalesinde belirtmektedir.

(6) Eserin fotokopisini bir müddet için bana, henüz elim âkıbeti hakkında hiçbir kesin bilgiye sahip bulunmadığımız pek muhterem hocam Doç. Dr. Yaşar Kutluay lütfetmişlerdi.

(7) 1. ve 2. varaklar.

İSİM VE SAHİBİ

“İsimler Semâdan inerler,

Müsemmâlarına muvafık olarak.”

İsimlerin başında Esmâ-i Hüsnâ gelir,

Bu yüce isimlerle Yaradan zikredilir.

İhsân-ı İlâhîdir kulların isimleri,

İsimlerle bilinir onların cisimleri.

Âdeme öğretilen hikmetle indirilir.

Onun için her ferde ayrı isim verilir.

Misâlleri sığmıyor ne yazıya, ne söze,

İSİM İle SAHİBİ benzer kabukla öze.

Ne güzeldir dünyâda güzel ismine uyan.

Manâlı bir isimle çağrılıp bunu duyan.

İşte bu sırra eren ismine lâyık olur,

Hidâyete kavuşup dalâletten kurtulur.

Bana Fahrüddîn ismi koyan babama sordum,

Sorduğum güne kadar mânâyı bilmiyordum.

Dedi ki: Oğlum, ismin, dînîn fahri demektir.

Yapacağın bütün iş; Hak yolunda gitmektir.

Sana verilen isim, eğer Hayrüddîn ise.

Hayırlar işleyerek huzur getir meclise.

Kardeşinin ismi de farzedelim ki Emîn,

Emîn kişi olmaya hemen etmeli yemîn.

Bir tâne de hanımdan misâl bulup verelim,

O hanımın ismine; Havva Hanım diyelim.

Havva’ya yakışan şey; hayâlı yaşamaktır,

Annelik, kızkardeşlik, evlâtlık ona haktır.

İsimlerin başında Esmâ-i Hüsnâ gelir,

Bu yüce İsimlerle Yaradan zikredilir...

M. Fahrüddîn GÜR