TEFSİR
Osman KESKİOĞLU
( … )
Meâl-i Münîfi :
"Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi büyük topluluklara, kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah nezdinde sizin en şerefliniz, takvaca en üstün olanınızdır. Allah her şeyi bilir ve her şeyden haberdardır."
"Bedevî Araplar, iman ettik dediler. De ki: Siz henüz iman etmediniz amma bari Müslüman olduk, deyin. İman henüz sizin kalbinize girip yerleşmiş değil. Eğer Allâh’a ve Peygamberi’ne itâat ederseniz. O, sizin amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir." (Hücûrat Sûresi, Âyet: 13-14).
İzâhı :
Birinci âyet-i kerîme İslâm’ın getirdiği çok yüce bir esâsı ihtiva etmektedir ki, o da insanların müsâvî oldukları ve üstünlüğün ancak takvâya dayandığıdır. Bütün insanlara hitap ile başlayan bu âyet-i kerîmede Yüce Allah, evvelâ sizleri bir erkekle bir dişiden yarattım, buyuruyor ki, bunun böyle olduğu âşîkârdır. Bütün insanlar Hazret-i Âdem Aleyhi’s-selâm ile Hazret-i Havva’dan üremiştir, bir anadan, bir babadan yaratılmışlardır. Hepsinin yaratılış maddesi ve mayası birdir. Sonra renkler, lisanlar başka başka olmuş, milletlere, kabilelere ayrılmışlardır.
Ayet-i kerîmede (şuûb ve kabâil) kelimeleri geçmektedir. Bunlardan birincisinin müfredi (şa’b), İkincisinin (kabîle)’dir. Şa’b halk, ahâlî demektir, Şi’b ise iki dağ arası, dağ yolu demektir. Bâzı müfessirler, kabîle kelimesi Araplara, şi’b kelimesi de Arap olmayanlara şâmildir, diyorlar. Araplardan başka milletleri, Araplardan üstün tutanlara Şuûbî denir ki, Arap edebiyâtında Şuûbiyye tâbiri vardır.
Araplar, şa’bdan başlayarak aşîrete kadar şöyle yedi dereceye taksim olunurlar: Şi’b, kabîle, amâre, batın, fahz, fasîle ve aşiret. Bunları Türkçede boy, soy, yurd, göbek, köken, oymak gibi kelimelerle ifade edebiliriz. Huzeyme bir şa’b, Kinâne bir kabîle, Kureyş bir amâre, Kusay bir batın, Abdimenâf bir fahz, Hâşim bir fasîle, Abbas da bir aşîret sayılır.
Araplar câhiliyet çağında kendi soy soplarıyla, nesebiyle öğünmeyi severlerdi. İslâmiyet bunu kaldırdı. Neseble öğünülmez, zîrâ o kazanılmış bir şey değildir. İnsan kendi kazandığı, elde ettiği bir şeyle öğünmeye hak eder. İnsanın değer ölçüsü, şerefi ameliyledir, neseble değil. İnsanların çeşitli soylara, boylara, oymaklara ayrılması, birbirlerine öğünsünler, başkalarına karşı üstünlük iddia etsinler, ırkçılık yapsınlar diye değil, bilâkis birbirleriyle kolayca tanışsınlar, sevişsinler diyedir. Şu soydan, bu boydan olmak insana bir şey kazandırmaz. Haseb, neseb dâvâları eskimiştir, câhiliyet zamânındaki asabiyet iddialarını İslâm yasaklamıştır. İslâmiyet seçkin unsur, şa’b-ı muhtar tanımaz, idare edenler, idare edilenler birdir. İnsanlığın değer ölçüsü gerçek takvadır. Mü’minler bir ümmettir, hepsinin emeli, gâyesi birdir. İman bağı çeşitli insanları birbirine bağlamıştır. Târih bunun canlı şâhididir. Renkleri, lisanları başka başka milletler İslâm çatısı altında birleşmişler, birbirleriyle kaynaşmışlar, bir arada kardeşçe yaşamışlardır. İslâm, tam mânâsıyla eşitlik prensibini vaz’etmiştir.
( … )
"İnsanlar bir tarağın dişleri gibi müsâvîdir." (Hadîs-i Şerif).
Allah nezdinde insanın şerefi, değeri, üstünlüğü ancak takvâ iledir. Bu husus âyet-i kerîmede çok veciz bir surette beyan buyurulmuştur.
( … )
Takvâ nedir?
Takvâ; korunmak, sakınmak anlamınadır. Allâhü Teâlâ’nın buyruklarına karşı gelmekten sakınmak, O’nun sevgisini, rahmet ve gufrânını kaybedip gadabına uğramaktan korunmaktır. Başka bir tâbirle; sorumluluk duygusu taşımaktır. İşlenmesi gerekeni yapmak, yapılmaması gerekeni işlememek suretiyle doğruluktan ayrılmamaktır. Dinin emir ve nehiylerine uymaktır. Ma’rûfu işleyip münkerden çekinmektir. Takvâ sahibi olan kul böylece Allah’ın buyruklarına karşı gelmekten sakınır, O’nun sevgisinden, rahmetinden mahrum kalırım endişesi onu dâima uyanık tutar. Bu düşünce hâli onu güzel ahlâk sâhîbi, olgun bir kişi yapar. Böylece en büyük emel olan insân-ı kâmil mertebesine erişir. Abdullah ibn-i Mes’ûd’a göre takva Allâh’a dâimâ itâat üzere olup aslâ karşı gelmemek, her vakit Allah’ı anıp O’nu gönlünden çıkarmamak, her durumda şükredip nankörlük yapmamaktır. Bu yönden takvâ, çok üstün bir mertebedir. Bu mânâda takva, Kur’ân-ı Kerîm’de birçok yerde öğülmüştür. Böylece takvâ bütün güzelliklerin başı, iyiliklerin kaynağıdır. Müttakî kul olmak en büyük şereftir.
Müfessirlerin beyânına göre bu âyet-i kerîmenin nüzul sebebi şöyledir:
Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve’de naklediyor: Mekke’nin fethi günü Müezzin-i Nebevî Bilâl-i Habeşî, Kabe’nin üzerine çıkıp ezan okudu. Bunu gören Kureyş’ten bâzı kimseler;
— Bu siyah köle mi Kâbe’nin üzerine çıkıp ezan okuyor, dediler. Zencî olduğundan onu kınadılar, küçümsediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme inerek insanlık için en kıymetli düsturu vaz’etti.
Ebû Dâvud’un ve Beyhakî’nin Sünen’lerinde rivayet ettiklerine göre ise: Hazret-i Peygamber Benî Beyâza’ya, Ebû Hind’i kendi kızlarından biriyle evlendirmelerini emretti. Kızlarımızı kölelerimize mi vereceğiz, dediler. Bunun üzerine âyet-i kerîme indi.
Nüzûl sebebinin husûsî olması, âyetin umûmî hükümler ihtivâ etmesine mânî değildir. Onun için âyet-i kerîme, insanlar arasındaki eşitliğin en açık delîlidir.
Bu konuda birçok Hadîs-i Şerifler vardır:
( … )
"İnsanlar arasında iki türlü adam var: Biri hayırsever, takvâ sahibi, Allah indinde değerlidir. Diğeri sapık ve şakîdir, Allah nezdinde değeri hiçtir."
( … )
"İnsanların hepsi Âdem-oğludur. Allah Âdem’i ise topraktan yarattı."
Veda Haccı Hutbesinde bu konuya temas eden Peygamberimiz (S.A.S.) bütün insanlara şöyle hitab buyurmuşlardır:
( … )
"Ey insanlar, biliniz ki Rabbiniz birdir. Babanız birdir, bir atadansınız. Arabın Arap olmayana, Araptan başkasının da Araba hiçbir üstünlüğü yoktur. Siyahın kızılderilîye, kızılderilinin de siyaha üstünlüğü olamaz, üstünlük ancak takvâ iledir. Allah nezdinde en şerefli olanınız, takvâca üstün olanınızdır. Tebliğ ettim mi?" Ashab, "Evet" dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem; "Burada bulunanlar da bulunmayanlara bunu tebliğ etsinler." buyurdu.
Ebû Mâlik Eş’arî’nin naklettiği Hadîs-i Şerifte Hazret-i Peygamber şöyle buyurur:
( … )
"Allâhu Teâlâ sizin ne haseb ve nesebinize, ne de cesed ve malınıza bakar. Fakat O, sizin kalbinize bakar. Siz Âdem-oğlusunuz. Allah’a en sevgili olanınız ise en müttakî olanınızdır."
İlim beldesinin kapısı olan Hazret-İ Alî şu beytleriyle bu önemli konuyu şöyle anlatmaktadır:
( … )
“İnsanlar beden yapısı bakımından birbirinin benzeridir. Hepsinin babaları Âdem, anaları Havvâ’dır. Şâyet aslında öğünecekleri bir şeref varsa o da su ve topraktır.
İftihar etmek, ancak ilim sahipleri içindir. Çünkü onlar hidâyet üzeredirler ve hidâyet arayanlara da yol gösterirler.
Her kişinin değeri yaptığı iyiliğe göredir. Câhiller ilim erbabına düşmandır.
Eğer soylu birinin cömertliğini gösterirsen, bizim soyumuzda da hem kerem, hem yücelik vardır.
Sen ilimle üstün olmaya bak, o sayede süresiz yaşarsın. Zîrâ insanlar ölü sayılırlar, ilim sâhipleri ise her zaman diridirler."
İkinci âyet-i kerîmedeki A’râbdan murad, Esedoğullarıdır. Bir kıtlık yılı Beytülmal’den pay almak için Medine’ye gelerek iman ettiklerini söylediler. Fakat kalblerine iman henüz yerleşmemişti. Gerçek iman kalble tasdiktir, mücerred dil ile ikrar değildir. İkrar, kalbdeki imânın bir ifâdesi olmalıdır. İslâm kelimesi daha umûmî, iman kelimesi ise daha husûsî bir mânâ ifâde eder. Onun için burada karşılıklı kullanılmıştır. Bununla beraber ikisinin de aynı mânâya kullanıldığı vardır, iman amel-i sâlih mânâsına da gelir. Bakara Sûresi’nin 143. âyetinde namaz ibâdeti ile tefsir edilmiştir.
Aslında iman bir kalb işidir, kalble tasdiktir. Fakat bunu dil ile ikrar etmek, sonra da icâbıyla amel etmek gerekir. Onun için iman ve İslâm: Kalble tasdik, dille ikrar, muktezâsıyla amel etmektir. Yol üzerinden halka ezâ veren şeyi gidermek bile imânın icablarından sayılmıştır.
İmanda kalbin tasdîki esastır, imânı olan kimseye, mürcieye göre günah zarar getirmez. Mu’tezîleye göre ise, büyük günah işleyen Cehennemde ebedî kalır. Ehl-i Sünnetin görüşü bu ikisi ortasıdır ki, âsî olan mü’mîn, Cehennemde günâhı mikdârı azap görür, sonra Cennete girer. İmân sâhibi, Cehennemde ebedî kalmaz, imânı sâyesinde Cennete kavuşur.