Makale

KUR’ÂN TEFSİRİNDE ŞİİRDEN FAYDALANMA

KUR’ÂN TEFSİRİNDE ŞİİRDEN FAYDALANMA

Doç. Dr. İsmail CERRAHOĞLU

Müslümanlar Arabistan sınırlarını aşıp yeni ülkeleri fethettikten sonra, bu ülkelerde yeni medeniyetlerle karşı karşıya gelmişler, onlarla bir arada yaşadıklarından birbirlerinin tesiri altında kalmışlardı. O medeniyete sahip olanlardan pek çoğu Müslüman olmuş, bâzısı da eski dinlerinde kal­mışlardı. Onlar yeni din ile, her sahada hayatlarına rehber olabilecek bir kitâba sâhiptiler. Ondakî ahkâmı anlamaya ve O’nu düzgün okumaya ça­lışıyorlardı. Müslüman olan Araplardan başka milletlerin, bu kitabı ve bu kitâbın dilini anlamaları, bâzı talim ve tedrise ihtiyaç gösteriyordu. Arap dili gramerini tesbit etme işinde bu karşılıklı münâsebetlerin mühim rolü oluyordu. Onlar da bu dili iştiyakla öğrenmeye ihtiyaç duydular. Bu durum karşısında mazbut bir şekli olmayan Arap gramerini tesbit etmeye ihtiyaç duyuldu. İbn-i Haldun bu hususta, “Müslümanlar diğer kavimlerle karıştıktan sonra, onların melekeleri değişti. Müslüman olan başka kavimlerin, Arabın bu meleke ve konuşmasına aykırı olarak tekellüm etmeleri bu melekeyi bozdu. Çünkü işitmek, dilde melekenin asıl ve temelidir. İlim adamları bu melekenin büsbütün değişmesinden ve aradan uzun zaman geçmesi so­nunda Kur’ân ve hadîsi anlayamayacak dereceye gelmekten korktukları için, Araplar, sözlerinin ve cümlelerinin kullanış şekillerinden faydalana­rak bu melekenin korunmasına hizmet eden Arap dilinin kural ve kanun­larını ortaya koydular”1 demektedir.

Arap filolojisi H. II. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlamış, Ebû Amr İbn-i el-Alâ (ö. 153/770), İsâ İbn-i Amr es-Sakafî (ö. 149/766), Sibeveyh (Ö. 177/793) ve el-Ahfeş (ö. 177/793) gibi şahsiyetler Arap gramerinde eserler meydana getiriyorlardı. Diğer taraftan Halil İbn-i Ahmed (Ö. 170/786) de Arap dilinin lûgatini yazıyordu. Onun “Kitâbü’l-Ayn” adlı eseri2 ilk lûgat kitabı addedilir. Bundan sonra dil bakımından eserler çoğalmış, bil­hassa Kur’ân’ın garib kelimelerinin tefsirini veren eserler3 görülmeye baş­lamıştır. Bunun da ilk öncüsü Ebû Ubeyde Ma’mer İbn-i el-Müsennâ (ö. 210/825) olmuştur.

Lûgat ilimleri, İslâmiyet’le doğmuş olan Basra ve Küfe şehirlerinde çok gelişmiş, bu iki mekteb arasındaki fikir münakaşaları, nahiv ve sarfda olduğu gibi İlmin diğer sâhalarında da mensuplarını müsabakaya sürük­lemiştir. Curcİ Zeydân bu iki mektep hakkında “Ehl-i Basra Kûfelilerden, lûgat ve edebiyat cihetinden, daha yüksek idiler. Kûfeliler onlardan alır, fakat onlar Kûfelilerden almazlardı. Ama şiirde Kûfeliler, Basralılardan da­ha üstün idiler”4 demektedir.

Âyetlerin mânâ ve i’rablarının tesbiti için Arap şiirine başvurma gibi filolojik bir harekete oldukça erkenden teşebbüs edilmiş, bunun bir emr-i Peygamberi olduğuna dâir hadîsler serdedilmiştir. İbn-i Abbas’dan rivayete göre, "Hazret-i Peygamber’e, Kur’ân’ın hangi ilmi daha hayırlıdır, diye so­rulunca, Peygamger; ’Kur’ân’ın i’râbını yapınız, onun gariblerini araştırınız’ demiştir"5. Halbuki bu sözü Hz. Peygamber’in söylemiş olması biraz acâip bir durum arzetmektedir. Sanki Peygamber zamanında Kur’ân’ın i’râbı ve garibleri hakkında münakaşalar varmış gibi bir durumla karşılaşmış oluyo­ruz. Halbuki o devirde böyle bir durum yoktur. Bundan dolayı da böyle bir sözü Peygamber’in söylemiş olması mümkün görülememektedir. Ancak bu söz, ikinci asırdaki filolojik faâliyeti gösteren bir haberin Peygamber’e ka­dar ulaştırılmış yanlış bir isnadı olabilir.

Yine başka bir haberde Hz. Peygamber, "şiirde hikmetler, sözde ca­zibe vardır"6 demiştir, Hz. Ömer de, "Ey insanlar, câhiliyetteki şiir dîvânı ile uğraşınız, orada Kitâbınızın tefsîri vardır"7 demektedir.

Bir taraftan Kur’ân kırâatındaki faâliyetler genişlerken, diğer taraftan fukahâ delillerini Kur’ân’dan istihraç ediyor, filologlar Kur’ân’ın garîb keli­melerini ve kaide dışında kalan nahvî meselelerini cevaplandırmaya çalışı­yorlardı. Bunun için de eskidenberi gelişmiş olan şiire başvuruyorlardı. Bu başvurma işinin Sahabe zamânında dahî mevcut olduğu görülür. Bu faali­yetin ilk mümessili, Arap şiirine karşı vukufu ile tanınan İbn-i Abbas’tır.

Bilhassa, İbn-i Abbâs’a imtihan kasdiyle sual soran, Nâfi’ İbn-i Ezrak (ö. 65/684)’ın, her sorduğu âyete bir beyitle cevap verdiği, zikrediliyor8. Ebû Ubeyd (ö. 221/836) Fedâil adlı kitabında, İbn-i Abbâs’a Kur’ân’dan bir şey sorulduğunda, o hususta bir şiir inşâd ettiğini, yâni, beyti, sorulan âyetin tefsîri üzerine delil getirdiğini söylemektedir9. Halbuki ona isnâd edilen tefsirde bu gibi şâhitlerin hiçbirine raslanılmamaktadır. Nasıl olur da bir kişinin suâline karşı, pek çok beyitle cevap veren bir insanın yine ken­dine âit olduğu söylenen tefsirinde bunlardan hiçbiri bulunmaz. Tefsirin kendisine ait olduğunda şüphe edildiği gibi, bu beyitler hakkında da şüp­he etmekten kurtulamıyoruz. Bunlar biraz mübalâğalandırılmış bir durum arz etmektedir.

Şiirin hüccet getirilmesini münasip görmeyip, nahviyyûnun bu gidişi­ni beğenmeyenler, "Siz şiiri Kur’ân için bir asıl yaptınız. Kur’ân’da zemme­dilen bir şey nasıl olur da, ona delil getirilir?"10 dediler. El-Kâdî Ebû Bekr el-Bâkillânî, "Şiirle Kur’ân’ı îzah etmek mekruhtur"11 demiştir. Bunlara ce­vap olarak deniliyor ki: "Biz sizin zannettiğiniz gibi şiiri Kur’ân için bir asıl yapmadık, belki Kur’ân’daki garîb kelimeleri şiirle açıklamayı murâd ettik12 diyorlar. Ebû Bekr el-Enbârî, Sahabe ve Tâbiûndan çokları Kur’ân’ın garîblerini ve müşküllerini, şiirden hüccet getirip hallettiler"18 demektedir. İbn-i Abbas ise, "Şiir Arab’ın dîvânıdır, Allâh’ın Arapça indirdiği Kur’ân’dan bir kelime bize kapalı kalırsa dîvânımıza müracaat eder, onun vâsıtasıyla onu biliriz"14 demektedir. Saîd ibn-i Cübeyr ve Yûsuf ibn-i Mihran’dan ge­len bir habere göre, "İbn-i Abbâs’a Kur’ân’dan pek çok şey sorulur, o da, şöyle şöyle, diye cevap verir ve şâirin de şöyle dediğini işittiniz, derdi"15. Mücâhid de, "Arap dilinde âlim olmadıkça Allah’ın Kitâbı hakkında konuş­mak, Allah’a ve âhirete inanan bir kimse için helâl olmaz"16 demekteydi.

Bütün bu rivayetlerden anlaşıldığına göre, daha Sahâbe zamânında Kur’ân âyetlerinde garîb ve anlaşılması zor birtakım kelimelerin tefsîri için, Arap şiirine müracaat ihtiyâcı kendini hissettirmiştir. Göçebe Araplar ara­sında kullanılan şiirleri Hicrî II. yüzyılın ortalarına doğru çöllerden top­layıp kültür merkezlerine yığmak ve gelişmekte olan tefsir, hadîs, nahiv ve lügat ilimlerinde kullanmak îcâbetmiştir. Kur’ân tefsîri için şiirden faydalanıldığı gibi, yeni teşekkül eden sarf ve nahiv ilimleri için de Kur’ân’dan misâller getirilmeye başlandı. Hattâ Sîbeveyh Kur’ân’dan 300 şâhid cem’ etti. Daha sonra bedî’, beyân ve maânî ilimleri Kur’ân’ın üslûbuyla te’yîd olundu17. Birçok tefsir kitapları ve bilhassa Taberî tefsîri, Mecâzu’l-Kur’ân, âyetlerde geçen garîb ve müşkillerin halledilebilmesi için şiirden faydalan­mışlardır.

İnsan aklen inkişaf etmeden ve ilimle meşgul olmadan evvel, şiirle meşgul olmuştur. Bugün ele geçen en eski milletlerin eserleri şiirdir. Hindlilerde Maha-Baharata ve Ramayana, Yunanlılarda İlyada ve Odesa, Ro­malılarda Aineis, Yahûdîlerde bâzı Tevrat efsârı, İranlılarda Şehname18 gibi Araplarda da şiir diğer milletlere nazaran daha mümtaz bir mevki’de idi. Onlarda, diğer edebî san’atlar şiirden sonra gelir. Bir şeyi ifâde etmek ba­kımından şiir, onlar için diğer yollardan daha kolay ve elverişli idi.

Sadr-ı İslâm’da hitâbet, fetih ve gazvelerde daha fazla lâzım olduğun­dan, şiiri geçti. Bu bakımdan İslâm’da şiir, câhilî şiire nazaran gerilemiş du­rumdadır. Elbette bu zaafın sebepleri vardır. Evvelâ Müslümanların yeni dînî akîde ile meşgul olmaları ve ilk günlerdeki muhârebeler ve bilhassa Kur’ân’ın şiire karşı açtığı mücâdele şiirin gerilemesine sebep olmuştur19.

Bu âyetlerin Müslüman şâirler üzerinde tesiri oldu. Fakat tesir mübalâ­ğalı bîr şekilde olmuştur. Çünkü Kur’ân câhilîye devrindeki şâirin durumu­nu nazar-ı i’tibâra alarak zemmetmiş, yoksa bizâtihî şiir san’atını zemmet­miş değildir; eğer böyle olsaydı İslâm’ın ilk devrinde, yâni imânın sağlam olduğu zamanda, hiçbir şâirin şiirle meşgul olmaması îcâbederdi. Halbuki bu böyle olmamış. Hassan ibn-i Sâbit, Peygamber’in şâiri lâkabını almıştır.

_____________________________________

(1) İbn-i Haldûn, Mukaddime, c. III, s. 184, İstanbul, 1954-1957.

(2) İbn-i Hallikân, Vefeyâtü’l-Âyân, c. II, s. 16-17, Kahire 1367/1948; es-Suyûtî, el-Muzhîr fî Ulûmi’l-Luga ve Envâihâ, c. I, s. 76, Mısır, Matbaatü’l-Halebî.

(3) İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 52, Kâhire 1348.

(4) Curci Zeydân, Târîhu Âdâbi’l-Lügati’l-Arabiyye, I. 241, Kahire 1957.

(5) Ebû Hayyân el-Endelûsî, Tefsîru Bahri’l-Muhît, I. 12-13, Mısır 1328; Arthur Jeffery tarafından neşredilen, Mukaddemetân fî Ulûmi’l-Kur’ân ve Humâ Mukaddemetu Kitâbi’l-Mebâni ve Mukaddemetu İbn Atiyye, s. 261, Mısır 1954.

(6) Ahmed b. Hanbel, Müsned, I. 269, 273, Mısır 1313.

(7) El-Kâsimî, Tefsîru’l-Kâsimî, Mahâsinü’t-Te’vîl, I. 101, Mısır 1376/1957; Mukaddemetân, s. 271.

(8) Es-Süyûtî, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, I. 149-165, Mısır 1279.

(9) Aynı eser, I. 149.

(10) el-İtkân, I. 149.

(11) Ez-Zerkeşi, el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, 74a (yazma, İst. Murad Molla Ktp. No. 305).

(12) Muhammed Fuâd Abdü’l-Bâkî, Mu’cemu Garibi’l-Kur’ân, s. 234, Mısır 1950.

(13) Mu’cemu Garîbi’1-Kur’ân, s. 234.

(14) Aynı yer.

(15) Tabakâtu İbn Sa’d, II. 121.

(16) el-Burhân, 44b.

(17) Târihu Âdâbi’l-Lûgati’l - Arabiyye, II. 17.

(18) Curci Zeydân, Medeniyet-i İslâmiye Târihi, 111, 40 (Zeki Megamiz tarafından Türkçeye terceme edilmiştir. İstanbul 1328-1330).

(19) Şuarâ Sûresi, Ayet: 224-226.