Makale

ÇEVRE VE İNSAN

ÇEVRE VE İNSAN

ARİF Yeğin

Çevre ve insan birbirini tamamlayan iki unsurdur. İnsansız bir çevre tek başına nasıl bir anlam ifade etmiyorsa, çevresi yok olmuş bir insanın da yaşama şansı kalmamış demektir.
Nitekim, Cenab-ı Hak önce kainatı yaratmış daha sonra kainatı canlıların yaşamasına elverişli hale getirerek Adem aleyhisselamı yaratmıştır. Bu kadar içiçelik arzeden bu iki kavram arasındaki ilişki maalesef hiç günümüzde olduğu kadar kopma noktasına gelmemiştir.
İlim ve teknoloji bugünkü düzeye gelmezden önce, insan ve çevre ilişkisi gayet ahenkli bir şekilde seyrettiği halde, günümüzde bu ilişki belki insanoğlunun en büyük problemlerinden biri haline gelmiştir.
İnsan beyninin ürünü olan teknoloji deyim yerindeyse çevre ve doğayı yiyip bitiren bir terminator haline gelmiştir. Böylece dostluk ve barış içinde olması gereken bu iki varlık, paradoksal bir ilişkiyle, birbirinin düşmanı haline gelmişlerdir.
Tabii hemen belirtmek gerekir ki bu tür ilişkide çevre ne kadar masumsa, insanoğlu o derece suçludur.
Kuran-ı Kerim’in bir çok ayetinde işaret edildiği üzere, Cenâb-ı Hak tarafından insanoğluna musahhar kılınmış bu gök ve yer ile her ikisinde var olan bütün zenginlikler, yine insanın akıllıca kullanımına bırakılmıştır. Ama ne yazık ki bu kullanımda, akıl devre dışı kalınca bugünkü acıklı manzara ile yüz yüze gelinmiştir.
Delinen Ozon tabakası, patlayan Çernobil, kirlenen nehirler ve denizler, yüce Allah’ın insanlara lütfettiği tabiat nimetinin hep akılsızca kullanılmasının kaçınılmaz sonuçları değil midir?
Günümüz insanı, bir yerden uygarlığın en son nimetlerinden yararlanırken; öbür yandan sahibolduğu tabiat, zenginlik ve güzelliklerini de birer birer feda etmektedir. Kısacası uygarlık insana bir şeyler verirken, bir şeyleri ondan sinsice alıp götürmektedir.
Ülkemizi ele alırsak; kurulan enerji santralleri, atom reaktörleri ve sanayi siteleri... Evet bunlar belki bizi gelişmiş ülkeler kulvarında yer almamızı, dolayısıyla teknolojinin en son nimetlerinden yararlanmamızı sağlıyacaktır. Ama bizden alıp götürdüklerinin envanteri çıkarılırsa, kazancımız yanında kaybettiklerimizin çok daha değer ifade ettiği görülecektir.
Sadece yaşayan kuşağın malı olmayan denizlerimiz, göllerimiz ve nehirlerimiz, bugün hayatından ümit kesilen yoğun bakıma alınmış hasta durumundadırlar. Yakın bir geçmişte; sayı ve çeşidi yüzlerle ifade edilen deniz ürünlerimiz, artık bir elin parmak sayılarıyla ifade edilmekte, çocukluğumuzda içindeki çakıl taşlarını zevkle seyredip balık tuttuğumuz billur gibi nehir ve akarsularımız, bugün simsiyah sanayi atıklarının esiri olmuş gibidirler. Yazının burasında sormanın zamanıdır. Acaba ülkeler ya el değmemiş bir tabiatla yetinmek, ya da her uygar ülkedeki gibi sanayi ve teknolojik yatırımlara kapılarını açmak; fakat buna mukabil o bakir doğayı feda etmek gibi bir ikilem ile mi karşı karşıyadır? Başka ifadeyle, çevre katliamı, teknolojinin faturası mı? Kanaatımca tabiat ve çevreyi tahrib etmeden de sanayileşmek pekala mümkündür. Yeter ki aklın, ilmin sesine kulak verilsin.
Eğer enerji ve sanayi tesisleri kurulurken ilmin ve aklın gereği yapılmış olsaydı, bugün yaşanan bu tabiat katliamıyla insanlık yüz yüze gelmeyecekti.
Kurulan her sanayi tesisiyle birlikte, yine ilmin ve teknolojinin bir ürünü olan arıtma tesisleri devreye sokulmuş olsaydı, daha doğrusu yatırımcı kuruluşlar; sorumlu ve yetkililerce buna mecbur edilseydi bugünkü facia çok muhtemel ki yaşanmayacaktı. Ama kurnaz yatırımcı, maliyeti arttıracağından bu tedbirlere sıcak bakmamış, işin ucuzuna ve kolayına kaçarak sanayi atıklarını, o güzelim nehir ve akarsulara deşarj etmiş, böylece kendisi servetini azmanlaştırırken, milletin, nesillerin anonim sermayesi demek olan tabiat ve çevrenin canına okumuştur, işte esas suçlu bu uyanık ve kurnaz müteşebbislerle onlara bu zemini hazırlayan gelmiş geçmiş yönetimlerdir. Bir İzmit ve İzmir körfezi, Marmara Denizi, sayısız göl ve akarsularımız hep bu disiplinsizliğin kurbanı olmuşlardır. Susuzluktan kıvranan dünya incisi İstanbul’umuzun hemen yanıbaşında Küçük Çekmece gölünden yararlanılamamasını, çarpık şehirleşmeden başka hangi sebeple izah edebilirsiniz? Oradaki yapılaşmaya, kimler izin verdi, göz yumdu da bu İlahî nimet devre dışı bırakıldı? O şimdi, her gün kenarından geçen İstanbullu hemşehrilerine sanki lisanıhâl ile "Beni vaktiyle hoyratça kirlettiniz, şimdi susuzluk çekerek akılsızlığınızın cezasını çekin" der gibidir.
Unutulmamalı ki, hesap gününde insanlar yalnız Allah’a kullukta kusur etmelerinden değil, Allah’ın kendilerine verdiği her türlü nimetten de sorumlu tutulacaklardır. Kainatta mevcut ay, güneş, yıldızlar, denizler göller hepsi yüce yaratıcının insanlara bir lütfü ve nimeti olduğunda şüphe yoktur.
Nitekim Cenab-ı Hak kutsal kitabımızın Tekâsur sûresinde bu konuya işaretle "O günde size verilen her türlü nimetin hesabı sizden sorulacaktır” buyurarak bizleri ikaz etmektedir.
Toplumumuzun tüm bireylerini bu idrak çizgisine getirebildiğimiz gün, toplumumuzun çevre-insan ilişkisi diye bir problemi kalmayacak, millî servetimiz demek olan doğa güzelliklerimiz de derinden bir "oh" çekecektir.
O mutlu günlere erişmek dileğiyle...