Makale

BALKANLARDAN İZLENİMLER 70 YILLIK HASRET

BALKANLARDAN İZLENİMLER
70 YILLIK HASRET

Halit GÜLER
Diyanet İşleri Başkan yardımcısı

Türkiye Diyanet Vakfı Mütevelli Heyeti olarak Balkanlara yaptığımız seyahat, 16 Temmuz 1994 günü başladı ve 26 Temmuz 1994 günü sona erdi.
Bulgaristan, Romanya, Makedonya ve Arnavutluk Cumhuriyetlerini içine alan bu seyahat, kara yolundan kendi vasıtalarımızla yapıldı. Böylece daha çok yeri ziyaret etme, daha fazla soydaşımızla görüşme fırsatı doğdu.
Bu yolculuğun bizi nerelere götüreceğinin ve bize neler kazandıracağının idraki içerisinde idik. Balkanlara yetmiş yıllık hasretle koşuyorduk.
Bu koşuda gördüklerimizden önemli olanlarının bir kısmının sevinç ve üzüntüsünü sizinle de paylaşmak istedik. Bu düşünce ile bu seyahatten bazı kesitler sunmayı uygun buldum,

Şumnu’ya geldiğimiz zaman saat 15.30’du. Kendimizi güzel bir Osmanlı eseri olan Şerif Halil Paşa Camii’nin önünde buluverdik. Daha doğrusu caminin uzaktan görünen minareleri bizi o tarafa doğru çekti. Yıllarca bu
beldede yaşayan müslümanları çektiği, topladığı ve Allah’a yönelttiği gibi.
Şumnu Müftüsü Tahsin İlyas Yakup, İman-Hatip Lisesi Müdürü H. Osman İş ve arkadaşları, geleceğimizi bildikleri için, bizi cami önünde bekliyorlarmış. Bulgaristan’da ilk karşılaştığımız insanlar bunlar oldu. Onlar sevinçli, biz mutlu idik.
Bu seyahatte ilk uğrak yerimiz olan Şumnu, Deliorman bölgesinin önemli şehirlerinden birisi. Tarih boyunca ilim dünyasına kazandırdığı alimlerle, savaş meydanlarına gönderdiği yiğitlerle şöhretli.
Bizi bekleyenlerle selâmlaştıktan ve yılların hasretiyle kucaklaştıktan sonra muhteşem camiye yöneldik. Bu ulu mabedin şimdiye kadar geçirdiği çileli safhaları bilmiyoruz ama, şu anda yüzümüze gülüyordu.
Camiye 5 m. eninde bir avludan girdik. Mabedin bakımlı ve temiz olması şu anda sahip çıkanlarının olduğunu gösteriyordu. Müştemilatını kullanır hale getirmek için çaba sarfeden insanlar ve çalışan ustalar gördük.
Caminin arka kısmındaki mezarlar, bu ulu mabede yakın olmanın saadetini yaşıyor gibiydiler. Bu mezarlardan birinin Şerif Halil Paşa’ya ait olabileceği zannedilmektedir. Şimdiye kadar araştırmacılar buralara rahat giremedikleri ve cami uzun süre ibadete kapalı kaldığı için bazı bilgiler net değildir.
Zarif minaresiyle ve ahenkli kubbeleriyle, uzun süre kapıları ilme kapanmış medresesiy-le külliye göze hoş görünmekte ve insanları adeta büyülemektedir.
Güzel bir tesadüf caminin hemen karşısında Şumnu Imam-Hatip Lisesi bulunmaktadır. Böylece Imam-Hatip Lisesini de bağrına basan külliye, aradan geçen caddeye rağmen güzel bir tablo oluşturmaktadır.
Başta Müftü olmak üzere soydaşlarımız, caminin sol bitişiğinde yer alan bölümü müftülük olarak kullanabilmek için tamir etmeye çalışıyorlar.
Şumnu Müftüsünden edindiğimiz bilgiye göre şu anda şehir merkezinde ibadete açık 4 cami varmış. Çok uzaklara gitmeye lüzum yok, 1941 de aynı şehirde 53 cami bulunuyormuş. Bu camilere ve benzeri tarihi eserlere acaba ne oldu? Nasıl yok edildi? Soydaşlarımız, tarihi Osmanlı eserlerinin başına gelenleri çok iyi biliyorlar ama, bize anlatmakta sıkıntı çekiyorlar. Onlar anlatmasalar bile tarih Balkanlarda olanları birgün mutlaka yazacaktır.
Şumnu’ya yiğitler şehri diye boşuna dememişler. Nüfusunun yüzde otuzu Türk olan bu şehirde Osmanlılar zamanında 11 askeri kışla varmış.


Şumnu
imam-Hatip
Lisesi

Bakışları nurlandıran Şerif Halil Paşa Camii’nin tamire muhtaç müştemilatını tekrar gözden geçirerek ve birgün toparlanacağına dair ümidimizi kaybetmeyerek hemen mabedin karşısındaki imam-Hatip Lisesi’ne geçtik.
Şerif Halil Paşa Camii’nin zarif minaresini seyrederken öğle yemeğini Imam-Hatip Lisesi’nin Türkiye Diyanet Vakfı’nca tefriş edilmiş salonunda yedik. Okulda Bulgaristan’ın her bölgesinden öğrenci olduğunu öğrenince sevindik. Bu sene okula 52 öğrenci daha alabileceklermiş.
Şumnu’da hoparlörle ezan okunmasına izin verilmediğini üzülerek öğrendik. Şumnu Müftüsü aynı zamanda Belediye Danışma Meclisinde üyeymiş. Müftü Meclis toplantısında ezanın hoparlörle okunması gerektiğini savununca Bulgar üyelerden birisi; "Beşyüz yıllık Osmanlı esaretini tekrar getirmek mi istiyorsun?" diyerek şiddetle karşı çıkmış. Demek ki Bulgar üye ozanın ne ifade ettiğini içimizdeki bazı gafillerden daha iyi anlamış.
Şumnu Müftüsü; "İşte j biz, bunun mücadelesini veriyoruz. Hiç kimse hoparlörü minaremizden indirtemiyecek. Biz de ezan düşmanı Komünizmin bu topraklara bir daha geri dönmesine izin vermeyeceğiz. Komünizm dönemindeki Bulgar zulmüne dayanamıyarak evlerini, tarlalarını terkedip gidenler geri dönsünler, bu mücadeleyi güçlenmiş olarak hep beraber yapalım" diyordu.
Soydaşlarımız, Komünizm döneminde ellerinden alınan Vakıf mallarını geri almak için mücadele ediyorlar. Bu mücadelenin neticesinde bir kısmını geri almışlar. Dine baskının zirveye ulaştığı o dönemde müslümanların bu mallara belki ihtiyaçları yoktu. Şimdi ise var. O zaman camiler, mescidler kapalıydı. Şimdi açık. Dinî eğitim ve öğretime izin verilmiyordu. Şimdi veriliyor. Şumnu imam-Hatip Lisesi bunun en güzel örneği. Seyahat hürriyeti yoktu. Dinî merasimlere izin verilmiyordu. Çok şükür şimdi bütün bunlarda bir rahatlama var.
Dinî idarenin giderlerinin karşılanabilmesi ve bu çalışmaları yürütebilmesi için vakıf mallara ve gelirlerine şiddetle ihtiyacı var. Komünistlerin zulmünden ülkeyi kurtaranlar, herhalde bu adaletsizliği en kısa zamanda gidereceklerdir.
Şumnu Imam-Hatip Lisesi’nin tedrisat binasını gezdikten sonra Şerif Halil Paşa Camii’ne göre daha mütevazi bir mabed olan Kıllık Camii nde ikindi namazını cemaatle kıldık. Caminin karşısında parkımsı bir yer, yanı başında meyhane vardı. Meyhanenin önünde demlenen ve azgın müziğe kendilerini kaptıranların camiden çıkanlara bakışları pek güven telkin edici değildi. Komünizmin Orta Asya Türk Cumhuri-yetleri’nde ve Balkanlarda yaşayan soydaşlarımıza miras bıraktığı bu meyhanelerle camiler arasında başlayan savaş bakalım ne kadar sürecek? Dileriz ki uzun sürmesin ve camilere yönelen insanlar meyhanelerin karanlık dünyasını mabedlerin aydınlığıyla yok etsinler. Bu temenni ile ve bizi karşılayan, Kıllık Camii cemaatinin sıcak ilgisiyle Şumnu’dan Şerif Halil Paşa Camii’nin zarif minaresini zevkle bir daha seyrederek ayrıldık.

Tuna Nehri’nin Serinliğinde
Rusçuk
imam-Hatip
Lisesi
Rusçuk, Bulgaristan’ın dördüncü büyük şehri. 1393 de Yıldırım Bayezid tarafından Osmanlı topraklarına katılmış.
1650 de Ruscuk’a da uğrayan büyük Türk seyyahı Evliya Çele-bi’ye göre; bu şehirde 30’dan fazla cami, 3 han, 300 dükkan ve 2000 Türk evi varmış.
Aynı zamanda büyük bir sanayi merkezi olan Rusçuk hakkında bu kısa bilgileri edindik. Bakalım göreceklerimiz bu bilgilere uygun düşecek mi? Evliya Çelebi’nin kaydettiği Osmanlı eserlerinden kaç tanesi ayakta kalabilmiş?
Rusçuk’ta, gönüllere ferahlık götüren bir Imam-Hatip Lisesi’nin var olduğunu biliyorduk. Vakit biraz geç olduğu için Rus-çuk’un Osmanlı izlerini hâlâ taşıyan sokaklarına doyamadan doğruca Imam-Hatip Lisesi’ne gittik. Hazırlık yapıldığı için, akşam yemeğini okul idarecileriyle beraber bir süre önce Türkiye Diyanet Vakfı tarafından donatılan öğrenci yemekhanesinde yedik. Buralara kadar gelmeye bizi mecbur kılan önemli sebeplerden birisi de Bulgaristan’da açılmış bulunan Imam-Hatip Liselerini görmekti. Ulu mabedlerin yanında okumaya meraklı soydaş çocuklarını bu ilim yuvalarında gördükçe içimiz ferahlıyor ve geleceğe ümitle bakabiliyorduk.
Çoğu kız olmak üzere okulda 150 öğrenci varmış. Deliorman’ın her köşesinden. Her tarafı pırıl pırıl olan bu binayı da Türkiye Diyanet Vakfı hizmete hazırlamış. Soydaşlarımız bu-hizmeti şükranla karşılıyor ve takdirle anlatıyorlar.
Rusçuk’ta 18.000 müslüman soydaşımız yaşıyor. Köyleri de dikkate alırsak bu rakam 50.000’i buluyor. Allah sayılarını artırsın diye dua ediyoruz. Aksi takdirde bu mabedlere kim bakacak,bu okullara kim sahip çıkacak ve bu ilim yuvalarında kim okuyacak?
Fedakâr ve gayretli idarecilere teşekkür ederek okuldan ayrıldık. Türkiye Diyanet Vakfı Mütevelli Heyeti olarak buralara ayırmış olduğumuz mütevazi meblağın bu şekilde değerlendirilmiş olmasından sevinç ve onur duyduk. Tuna Nehrinin serinliğinde yeşeren Rusçuk imam-Hatip Lisesi, inşaallah asırlara uzanacak çınar olacak.
Geceyi gördüklerimizin mutluluğuyla Tuna Nehri kenarında güzel bir otelde geçirdik. Otelin penceresinden görülen Tuna Nehri, düşüncelerimizin Plevne kahramanı Osman Gazi’nin savaşlarına uzanmasına ve onunla birlikte bütün şehit ve gazilerimizi rahmetle anmamıza vesile oldu.
Pazar sabahı, Tuna Nehrini daha yakından görmek heyecanıyla bahçeye inince havanın bir önceki gün gibi kapalı olduğunu gördük. Orta Avrupa’yı deniz görünümüyle bir baştan bir başa dolaşan Tuna Nehri’ne bir gececikte olsa komşu olmak bize büyük haz vermişti. Dedelerimizden Tuna Nehriyle bütünleşen Gazi Osman Paşa destanını çok çok dinlediğimizden olacak galiba. Tuna Nehri, ilk defa görüyordum ama, Beyşehir gölünden çıkıpta köyümün topraklarını sulayan Çarşamba Çayı kadar bana yakındı. Benim çocukluğumda Çarşamba Çayında atlarını sulayan köylülerimin dedeleri atlarını Tuna’da, İdil’de sulamışlardı. Bize coşku ile, hasretle öyle anlatılıyordu. Dinlediğimiz destanların ayrılmaz parçası ve şahidi Tuna Nehrinin kenarında dolaşırken, engin sularına bu yaşa kadar dinlediklerimle ve okuduklarımla bakıyordum. Hafızamdaki hatıralar Tu-na’ya doğru akıyordu. Kaldığım otele, Tuna Nehrinin kenarında olduğu için gıbta ettim.
Neler Tuna Nehrinin kenarında delğildi ki; başkentler, liman şehirleri, kaleler, dağlar, ovalar ve ormanlar hep Tuna Nehrinin kenarında idiler. Adalar ise Tuna Nehrinin içinde.
Tuna, Volga’dan sonra Orta Avrupa’nın ikinci büyük nehridir.
Tuna Nehrinin kenarında biraz yürümekten kendimi alamadım. Karaormandan doğup, kar ve yağmur sularından beslendiği sekiz ülkenin sınırlarını takip ederek Karadeniz’e dükülen Tuna Nehrinin, benim gördüklerimin dışında başka bir görevi var mı bilmiyorum ama bütün nehirlere meydan okurcasına coşkulu akışı, Gazi Osman Paşa’nın şöhretine uygundur.
Tuna Nehri, iki devlete yetecek kadar da geniş. Bizim bulunduğumuz taraf Bulgaristan’a, karşı kıyılar ise nehrin yarısından Romanya’ya aitmiş. Bize ait olanı derinliklerinde sakladığı tarihi hatıralar. Bir de soydaşlarımıza kan kusturulan Belene Adası.
Nehrin karşı kıyısına izinsiz geçmek mümkün değil. Tam ortasında tel örgüler var.
Tuna Nehrinin uysallığı cesaretinden ve tarihte şahit olduğu olaylardan kaynaklanıyor. Osmanlılardan öğrendiklerini hala tatbik ediyor ve kazandığı huy güzelliğini hala devam ettiriyor gibi bir hali var. Başkalarına zarar vermediği gibi, faydalı olmak amacını taşıdığı her halinden ve çevre ile sağladığı uyumdan belli oluyor. Tıpkı Osmanlılar gibi.
Eğer bir kükrese en az sekiz ülkeyi alır götürür. Osmanlı karakterini benimseyen Tuna’nın, kötülüğe taraftar, gösterişe meraklı olmadığı anlaşılıyordu.
Ortasındaki adayı görünce Tuna’ya deniz demekte haklı imişim. Öyle bir deniz ki; koca koca sekiz ülkede kıyısı var: Almanya, Çekoslovakya, Avusturya, Macaristan, Romanya, Eski Yugoslavya, Bulgaristan ve Rusya. Tıpkı Osmanlı Devleti gibi. O devletin de sekizden fazla ülkede toprağı yok muydu?
Tuna’da Türkiye’nin kıyısı yok ama tarihen sabittir ki emeği ve hakkı var.
Tuna Nehri’ni nasıl olsa tekrar görürüz ümidiyle otelden ayrıldık. Tuna’yı yakından görmüş olmanın heyecanıyla otelden ayrılış saatimizi net hatırlamıyorum ama saat, 10.30’da Romanya gümrüğünde idik. Seyahatimizin kalan kısmını tamamlamak üzere Bulgaristan’a tekrar dönmek düşüncesiyle Romanya’ya gidiyorduk. Beraberimizde Sofya, Şumnu, Rusçuk ve Filibe müftüleri de olduğu ve geçiş işlemlerimizle ilgilendikleri için hiç beklemeden Romanya topraklarına ulaştık.
Bulgaristan’dan Romanya’ya geçiş sessiz, lâkin anlamlı olmuştur...