Makale

HAREKETLERİN ÖLÇÜSÜ NİYETLERDİR

HAREKETLERİN ÖLÇÜSÜ NİYETLERDİR

Doç. Dr. Talât KOÇYİĞİT

Ömer İbnu’l-Hattab (R.A.) Hazret-i Peygamber (S.A.S.) den rivayet etmiştir:

“Ameller niyetlere göre hesâp edilir ve her kişi için yalnız niyet ettiği şey vardır: Kimin hicreti kavuşmak istediği bir dün­yâ nimetine veya evlenmek istediği bir kadına müteveccih ise, onun hicreti, hicret ettiği şeyedir”. (Buhârî ve Müslim)

Yukarıda zikrettiğimiz hadîs-i şerifin delâlet ettiği mânâ yö­nünden azametiyle ilgili olarak ha­dîs imamlarından nakledilen ha­berler tevatür derecesine bâliğ ol­muştur. Buhârî’nin ifadesine göre, Hazret-i Peygamber (S.A.S.)’in ha­dîsleri arasında, çeşitli meseleleri içine alması bakımından bundan daha şümullü, insanlara sağladığı faide bakımından bundan daha zengin bir başka hadîs yoktur. Bu sebepledir ki, Abdurrahman İbn-i Mehdî, Şâfiî, Ahmed İbn Hanbel, Alî İbnu’l-Medînî, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Dârakutnî ve Hamza el-Kinânî gibi birçok imamlar, mezkûr hadî­sin, İslâm’ın üçte birine muâdil ol­duğu görüşü üzerinde ittifak etmiş­ler; Abdurrahman İbn Mehdî 30, Şâfiî ise 70 çeşit ilmin bu hadîsin şümulü içerisine girdiğini ileri sür­müşlerdir.

Filhakika, kasta mebnî fiillerle kasıtsız yapılan fiillerin değerdirilmesi yönünden bugünkü Ceza Hukukunun da mühim unsur­larından birini teşkil eden niyet, Hazret-i Peygamber (S.A.S.)’in bu hadîsinde en vecîz ifadesini bul­muştur.

İnsanın, ister sevab yönünden olsun, ister ıkâb yönünden olsun, kesbi veya kazancı, hem kalbi, hem dili ve hem de el, ayak gibi diğer bâzı uzuvlarıyla hâsıl olur. Hadîs-i şerîfin özünü teşkil eden “niyet” ise, bu üç kısımdan biridir ve çok defa müstakil bir ibâdet hükmünde olduğu halde, diğerleri ona ihtiyaç gösterir. Hazret-i Peygamber’in

( … )*

“Ameller niyetlere göre hesâp edilir” sözünde bu mânâ açık bir şekilde ifade edilmiştir.

Gerçekten, insana sevab ka­zandıran fiil, sağ elin sadaka ver­mesinden ziyâde, niyetin sadaka vermeye yönelmesidir. Niyeti, fa­kire sadaka verdiği zaman çevresi­ni aldatmak olan kimse, sadaka ve­ren sağ elin fiiliyle sevap kazana­cak değil, fakat kalbinde gizlediği fesat niyetine göre ıkaba mâruz kalacak, hiç olmazsa tasaddukla hâsıl olacak sevabı kaybedecektir. Bunun gibi, câmide safları yararak veya cemâatin omuzları üzerinden ayak atarak ön safta mekân tutan kimsenin niyetinde, şeref alâmeti olan alnını yerlere sürerek ubûdiyyetini Hâlık’ına arzetmekten ziyâde, fiilini cemâate göstermek arzusu hâkim olursa, o kimsenin kazancı, kendisini ön safa götüren veya rükû’ ve secdeye vardıran uzuvları yönünden değil, onu bu fiilleri iş­lemeğe sevkeden niyeti yönündendir. Bu, şu demektir ki, insanın, ca­miye girmekle veya ön saflarda me­kân tutarak rükû’ ve secdeye var­makla izhar ettiği fiil veya amel —ki biz buna namaz diyoruz— ancak niyetin peşinden giden ve ona tabi’ olan hareketlerden ibaret­tir. Niyet ise, bu hareketlere kendi damgasını vurur, onları kendi rengiyle renklendirir ve onlara kendi­sinin sahip olduğu değeri kazandı­rır. İşte bu sebepledir ki, Hazret-i Peygamber (S.A.S.), yukarıda zik­rettiğimiz hadîsinde, "Amellerin ni­yetlere göre hesap edileceğini" ve­ya "değerlendirileceğini" beyan bu­yurmuştur.

İslâm ulemâsı, ibâdetlere ve bâzı muâmelâta taallûk eden amellerde niyeti şart koşmuşlardır; esasen, Hazret-i Peygamber (S.A.S.)’in mezkûr sözünden anla­şılan diğer bir mânâ da budur: Ameller niyetlerle değerlendirildi­ğine göre, niyetsiz yapılan ameller­de değerlendirmenin bahis konusu olmayacağı tabiîdir. Bu, bir bakıma niyetsiz amelin sahîh sayılmayaca­ğı ve sâhibine fayda sağlamayaca­ğı mânâsındadır. Filhakika bâzı mezheplere göre namaz için alınan abdestte, gusül ve teyemmümde ni­yet şart olduğu gibi, namazda, zekâtta, oruç, hac, i’tikâf ve şâir ibâ­detlerde, talâk, ıtâk ve kazf gibi bâzı muâmelâtta da niyet şart ola­rak ileri sürülmüştür. Bu bakımdan, amellerin başlangıcında niyetin ha­tırlanması onların rüknü, niyete muhâlif amelde bulunulmaması da şartı sayılmıştır.

Niyet, amelde ihlâs ve samimi­yeti gerektiren bir kalp işidir. Bu sebeple, yalnız ibâdetlerde değil, insanoğlunun her türlü dünyevî ha­reketlerinde de kendisi için bir ka­zanç kaynağı ve Allah (C.C.)’a yaklaşma vesilesidir. Yemek içmek veya karın doyurmak, insanın tabiî ihtiyacıdır ve bu ihtiyacın günün muayyen saatlerinde giderilmesin­de, vücûdun sağlığını korumaktan veya normal hayâtı devam ettir­mekten başka bir gayenin bulun­madığı aşikârdır. Bununla beraber insan, karnını, Allah (C.C.)’a itâat etmek için kuvvet kazanmak niye­tiyle doyurursa, sevab ve ıkâb yö­nünden hiçbir değeri olmayan mücerred "yemek" fiili, bu niyetle se­vab yönünden değer kazanır ve sa­hibine de sevab kazandırır.

Menhiyyattan olan fiillerden sa­kınmada ve emrolunan fiillere mübaşerette de niyetin ölçü oldu­ğuna şüphe yoktur. Meselâ İslâm dini sarhoş edici bütün içkileri ha­ram kılmıştır, insan, ya Allah’ın nehyi dolayısıyla içkiden sakınır ve bu sakınmada Allah (C.C.)’a yakın olma niyeti taşır yâhut da içkiye karşı allerjisi vardır; içtiği zaman rahatsızlık hisseder ve içmekten vazgeçer veya içki bulamadığı için içmez. Bu, tıpkı gönlünü eğlendire­cek kadın bulamadığı için namus­lu geçinen erkeklerin misâlidir. Araplar, bu gibileri hakkında ( … ) tekerlemesini kul­lanırlar ve “Onun ismeti, yâni te­mizliği, saflığı ve günahsızlığı, bu­lamamaktandır” demek isterler.

Birinci şıkta, Allah (C.C.)’a yakın olmak niyetiyle günahtan sa­kınan kimse, bu niyetine göre se­vab kazandığı halde, ikincileri bu sevabdan mahrum kalırlar; ne var ki, nehyolunan fiili işlemedikleri müddetçe de ıkâbtan kurtulurlar.

İşte, açıklamağa çalıştığımız bu mânâ, Hazret-i Peygamber (A.S.)’in,

“Her kişi için yalnız niyet et­tiği şey vardır” sözüyle en güzel bir şekilde ifade edilmiştir.

İslâmiyet’in henüz yayılmaya başladığı ilk devirlerde, Mekke müşriklerinin Hazret-i Peygamber (S.A.S.)’e ve O’nun ashâbına kar­şı yönelttikleri tecâvüz ve hakaret­lerin ne derece şiddetlendiği ve haddi ne derece aştığı; bu sebep­ten, evlerinin bir köşesinde Allah (C.C.)’a ibâdet etmekten ve nefis­lerini beşerî kötülüklerin kalıntıla­rından temizlemekten başka gayeleri olmayan Müslümanların, Allah (C.C.)’a karşı bu kulluk vazifelerini bile rahatça ve korkusuzca yapmak imkânından mahrum kaldıkları, İs­lâm târihi okuyan herkesin mâlûmudur. Yine bilinir ki, önceleri so­kaklarda ve Kâ’be civarında dille başlayan sataşma ve hakaretler, İslâm’a girenlerin sür’atle çoğalma­sı neticesinde fiilî tecâvüzlere inkılâp etmiş, müşrikler tarafından za­man zaman yakalanan Müslümanlar, çeşitli işkencelere mâruz bırakılarak dinden dönmeye zorlanmış­lardır.

Bu işkencelerin tahammül edil­mez bir hal alması üzerine, başta Hazret-i Peygamber (S.A.S.) olmak üzere Ebû Bekr (R.A.) ve diğer Müslümanlar, evlerini barklarını, mallarını mülklerini Mekke’de bıra­karak Medine’ye hicret etmişlerdir. Gittikleri şehirde iş bulmak, karın doyurmak ve hattâ evli iken yalnız kalmak gibi karşılaşmaları mukad­der olan çeşitli sıkıntılar onlar için hiçbir endişe kaynağı olmamış, yal­nız Allah (C.C.) için ve Allah (C.C.) yolunda hareket etmenin mutlulu­ğu içinde her türlü sıkıntıya gönül rızâsıyla göğüs germişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de, muhâcirlerin bu hâlini tavsîf eden şu âyet vârid olmuştur:

( … )

“... O muhacirler ki, yurtların­dan ve mülklerinden sürülmüşler­dir; (bununla beraber onlar yine de) Allah (C.C.)’tan bir fadl bek­lerler ve O’nun rızâsını kazanmak isterler; Allah’a (dînine) ve Pey­gamberine yardım ederler, işte sâ­dık olanlar bunlardır” (Haşr Sûre­si: 8).

Ayet-i kerîmede, Mekke’den Me­dine’ye hicret eden Müslüman­ların niyetlerine işâret edildiği açık bir şekilde görülmektedir. Çeşitli işkencelere mâruz kalmalarına rağ­men, Allah (C.C.)’ın rızâsını kazan­mak, dînine ve Peygamberine yar­dım etmek niyetiyle evlerini ve mallarını bırakmışlar, daha başka sıkın­tılarla karşılaşmaları mukadder olan Medîne’ye hicret etmişlerdir. Bu bakımdan hicretleri Allah (C.C.)’a ve Rasûlüne (S.A.S.) müteveccih olmuş, aynı zamanda, kalplerinde taşıdıkları niyet, âyette görüldüğü şekliyle onları Allah (C.C.)’ın se­nasına mazhar kılmıştır.

Muhâcirlerle ilgili olarak açık­lamaya çalıştığımız bu mânâ, yazı­mızın başında zikrettiğimiz hadîs-i şerîfin, yine Buhârî’de yer alan de­ğişik bir rivayetinde şu şekilde ifa­de edilmiştir:

( … )

“Kimin hicreti Allah (C.C.)’a ve Rasûlüne (S.A.S.) müteveccih ise, onun hicreti Allah (C.C.)’a ve Rasûlüne (S.A.S.) dir” (Buhârî, Sahîh: I. 20).

Rivâyet olunduğuna göre, Mekke’den Medîne’ye hicret edenler arasında bir şahıs vardı ve Ummu Kays isminde bir kadınla evlenmek istiyordu. Ancak Ummu Kays, bu şahsın kendisiyle evlenebilmesi için onun da Medine’ye hicret etmesini şart koşmuştu. Şahıs, bu şartı ça­resiz kabûl etmiş ve hicretinden sonra da Ummu Kays ile evlenmiş­ti. Bu hâdiseden dolayı adam. Medîneliler arasında “Ummu Kays’ın muhaciri” mânâsına gelen Muhâciru Ummi Kays lâkabıyla anılmaya başladı.

Daha sonraları, Hazret-i Pey­gamber (S.A.S.)’in yukarıda zikrettiğimiz hadîsine vürûd sebebi olduğu sanılan bu vak’a, Mekke’den Medine’ye hicret eden ve yu­karıda da belirttiğimiz gibi, Allâhü Teâlâ’nın senâsına mazhar olan Müslümanlardan farklı olarak, Muhâciru Ummi Kays’ın nasıl bir ni­yetle hicret meşakkatine katlandı­ğını açık bir şekilde ortaya koymak­tadır.

Muhâciru Ummi Kays da diğer Müslümanlarla beraber Medine’ye hicret etmiş, onlar gibi yolculuğun çeşitli güçlüklerine göğüs germiştir. Belki o da diğerleri gibi malını mül­künü Mekke’de bırakmış, evi var­ken evsiz, işi varken işsiz kalmış, zengin iken fakir olmuştur. Bunun­la beraber, onu diğerlerinden ayı­ran bâriz bir fark vardır ve bu fark, onun niyetindedir. Diğerleri hicre­te niyet ettikleri zaman maksalları Allah (C.C.)’ın dinine ve Peygam­berine hizmet etmekti; kısacası hic­retleri Allah (C.C.)’a ve Rasûlüne (S.A.S.) idi. Hâlbuki Muhâciru Ummi Kays, hicrete niyet ettiği za­man Ummu Kays ile evlenmeyi dü­şünüyordu; yâni hicreti bir kadına müteveccih idi. Allah (C.C.) indin­de ecr ve sevaba müstehak olan fiil, elbette ki bu niyetlere göre de­ğerlendirilecek ve hüküm hâlis olan niyet lehine verilecektir. Nite­kim Hazret-i Peygamber (S.A.S.), hadîsinin son kısmında bu gerçeği ortaya koyarak şöyle buyurmuştur:

( … )

“Kimin hicreti kavuşmak iste­diği bir dünyâ nimetine veya ev­lenmek arzusunda bulunduğu bir kadına müteveccih ise, onun hicreti hicret ettiği şeyedir”.

Yukarıdan beri bâzı misâllerle açıklamağa çalıştığımız hadîs-i şerifin, fert olarak ibret alacağımız hikmetleri pek çoktur. Bunların ba­şında niyetlerin düzeltilmesi gelir: Bakkal, manav veya tüccar, yalnız para kazanıp kesesini doldurmak yerine, hizmetleri halkın ayağına getirdiği için Allah (C.C.)’ın rızâsı­nı kazanmak niyetiyle ticâret ya­parsa, tartısında veya ölçüsünde hi­leye kaçacağı tasavvur olunabilir mi? Memur, Allah (C.C.)’ın rızâsı­nı kazanmak niyetiyle halkın işini kolaylaştırır ona güçlük çıkarmazsa rüşvet alacağı düşünülebilir mi?

Biz, hangi meslekten olursa ol­sun, fertleri aynı niyetle faâliyet gösteren bir toplumun geri kalacağını veya halledilmemiş müşkiller arasında bocalayıp duracağını ta­savvur edemiyoruz.

*(Arapça Metinler için Orjinal dergiye bakınız)