Makale

İSLÂM MEDENİYETİNE TÜRKLERİN HİZMETLERİ — 3 —

İSLÂM MEDENİYETİNE
TÜRKLERİN HİZMETLERİ
— 3 —

Yazan: Prof. Dr. M. en-NAHHAS
Çeviren: Doç. Dr. Salih TUĞ

(Geçen sayıdan devam)
II. MÜSBET İLİMLER:
Muhterem hanımlar, muhterem bey­ler!

Konferansımın şimdiye kadar olan kısmında sizlere, üzerinde bâzı müna­kaşaların yapılabileceği ve hattâ belki de redlere uğrayacak kısımların bulu­nabileceği tezlerden bahsettim. Hattâ bu sözlerim hakkında denilebilir ki, ben bulanık suda balık avlıyorum yahut de­rinlemesine bilgi noksanlığı içindeyim veyahut da Türk kardeşlerime karşı pek fazla yakınlık ve sevgi duyduğum için bunları sizlere naklettim. Ancak konferansımın bundan sonraki kısımla­rında Türklerin “ilimler” alanında gös­terdikleri geniş olduğu kadar münakaşa götürmez hizmetlerinden bahsetmek is­tiyorum. Bu bölümde, 9. asırda parla­maya başlayıp, ışıması 13. asra kadar devam eden ve 17. asra kadar bütün dünyâyı aydınlatan îslâm Medeniyeti meselesinde Türk ilim adamlarının gös­terdikleri yararlık ve hizmetleri sizlere göstermeye çalışacağım. Fakat bu Me­deniyet ne kadar parlak yıldızlar yetiş­tirmişse bunlar arasında o kadar da çok sayıda Türkler vardı. Şu kısa kon­feransımda sizlere ilim alanında yetiş­miş bu parlak Türk âlimlerinin tama­mından bahsetmem imkânsızdır. Bu ilim adamları, Hadîs toplayanlar ve Hadîs şârihleri arasında en ileri gelen ve bu­güne kadar İslâm tetkikleri sahasında en güvenilir kaynak kitabı veren Buhârî, Arapça en iyi lügatin yazan Fîrûzâbâdî, Sultan Uluğ Bey tarafından tesis edilen Semerkant Rasathanesinin baş­kanı ve en büyük astronomlardan biri olan Tûsî’den, eş-Şeyhü’r-Reîs ünvânına hak kazanan insanlığın yetiştirdiği en büyük âlim, hocalar hocası İbn-i Sînâ’ya kadar uzun ve zengin listeler hâlinde sıralanıp dururlar. Bu yüzden ben huzurunuzda, sadece dört ilim ada­mından söz açmakla iktifa edeceğim. Bu dört dev ilim adamından sadece bi­rinden bahsetmek bile bir millet için kâfi şân-ü şerefi teşkil eder Bu dört ilim adamı, el-Harezmî, el-Fârâbî, el-Bîrûnî ve İbn-i Sînâ’dır.

a) el-Harezmî, Muhammed’ııbn Mûsâ (780 - 850):

Türkistan’da bir şehir olan Hıva do­ğumludur. Ortaçağın şüphesiz en ileri gelen ve modem matematiğe en büyük tesirde bulunmuş bir ilim ada­mıdır. Onun matematik eşitlikler (denk­lemler) hakkında kaleme aldığı “Kitâbü’l-Cebr ve’l-Mukâbele” adlı eseri, Batılıların “algebra” (cebir) dedikleri ilim dalına kendi adını verdirmiştir. Onun, onluk rakamlar ve bunların kullanıl­ması üzerinde yaptığı araştırmalar, adı­nın devamlı anılmasını temin etmiştir. Matematikte bâzı cetvellere bugün ve­rilen “Logaritma” adı, aynı âlimin is­minin bozuk bir şekilde Avrupa dilleri­ne geçmiş şeklidir. Aynı şekilde bu ma­tematikçi, dünyanın ilk “trigonometri cetvelleri”ni meydana getiren kimsedir. Nihayet o, 16. asra kadar Avrupa’da carî kalan “astronomi tabloları”nı mey­dana getiren âlimdir.

b) el-Fârâbî, Muhammed Ebu’n- Nasr (870 - 950):

Türkistan’ın Fârâb şehrinde dünyâ­ya gelmiştir ve İslâm dünyâsının en büyük filozofu ve Aristo’nun en mü­kemmel bir şârihidir. (Bu yüzden Bi­rinci Hoca Aristo olmak üzere kendisi “Muallimu’s-Sânî” lâkabıyla anılır)

Fârâbî mantık tahsil etti ve Aris­to’nun bütün eserlerini okudu; neticede bu filozofun eserleri üzerine en mü­kemmel şerhleri kaleme aldı. O kadar ki, “eş-Şeyhu’r-Reîs” îbn-i Sînâ, Fârâbî’nin şerhlerini görmeden Aristo’nun metafizik düşüncelerini anlayamamıştır.

Onun bize bırakmış olduğu 39 eser­den felsefe, mantık, matematik, fizik, kimya, iktisat ve siyaseti de içine ala­cak şekilde devrin ilimleri üzerine kale­me aldığı ansiklopediye işâret etmemiz îcâbeder. İçinde insanların orman hayâ­tı yaşadıkları devrin şartlarından kendi devrine kadar olan insan toplulukları­nın tavsif, teşhis ve tahlilini yaptığı “el-Medînetü’l-Fâdıla” adlı kitabı, bu­gün bile bizi hayrette bırakacak kadar fevkalâde bir eserdir. O bu eserinde, dokuz asır sonra J J. Rousseau’nun yaptığı şekilde, insanlar arası münase­betlerden bahsetmektedir. Netice ola­rak Fârâbî bu eserinde, bir insan top­luluğunun kuvvet üzerine değil de akıl, sadakat ve sevgi üzerine binâ edilmesi tezini savunmaktadır. Ona göre böyle bir cemiyet saf ve sağlam bir dînî inançla idare edilecektir.

Nihayet Fârâbî’nin musikî üzerin­deki eserine de işaret etmemiz lâzımdır. Bu eser, Ortaçağ İslâmının bize kadar ulaşmış en eksiksiz ve tam musikî ki­tabıdır.

Ömrünün sonuna doğru, Fârâbî ta­savvufla meşgul oldu. Onun bir sûfî fi­lozof olarak ortaya koyduğu fikirler sayesinde “İhvânü’s-Safâ” ve diğer tasavvufî muhitler ortaya çıkmıştır.

c) el-Bîrûnî, Ebû Reyhân Muhammed (973-1048):

Hıva doğumludur ve bütün devirle­rin en büyük ansiklopedistidir. Kendisi, felsefe, tarih, coğrafya, lisâniyat, matematik, astronomi ve fizik ilimlerinde gerçek bir âlim kişi idi. Uzun seneler boyunca, Afganistan, Belucistan, Hindistan’ın şimâli ve İran’ın büyük kısmını içine alan bölgede muaz­zam bir imparatorluk kurmuş bir Türk Hükümdârı olan Gazneli Mahmud’un yakın dostluk ve arkadaşlığında bulun­muştur. Gazneli Malımud, hem edebi­yat ve hem de ilimlerin hâmiliğini yap­mış ve sarayında diğerleriyle birlikte el-Bîrûnî ve şâir Firdevsî’yi de barındır­mıştı. El-Bîrûnî, Sultana Hindistan se­ferinde refakat etmiş, orada Sanskritçe’yi, bunun edebiyatını ve sâir Hind ilimlerini tetkik etmek fırsatını bul­muştu. Bu büyük âlim, oradaki vaktini ilmî eserlerin Sanskritçeden Arapçaya ve bâzı kitapların Arapçadan Sanskritçeye yaptığı tercümeleriyle geçirmiştir. Hindlilerin nucûmiyyât ilmi, kanunla­rı, örf ve âdetleri, astronomisi, krono­lojisi, coğrafyası, edebiyatı, felsefesi ve dinlerinden bahseden bir eser olan “Kitâbü’t-Târihi’l-Hind” 1030 senesinde onun tarafmdan meydana getirildi. O aynı zamanda “antik milletlerin krono­lojisi” konusunda da bir kitap kaleme almıştır. Fakat onun asıl ilmî eseri, “mâdenlerin nispî yoğunluklarını tam ve ilmî olarak ölçme” esaslarından bah­sedendir O bu eserinde, kaynak suları­nın ve artezyen kuyularının hidrostatik esaslara göre îzâhını yapar, İndus Neh­rinin geçtiği vâdinin vaktiyle deniz su­ları altında olduğu ve şimdi buranın nehrin getirdiği alivionlu topraklarla tamamen dolduğunu keşfeder. Yine, matematikteki onluk rakkamlar ve bunların matematik değerleri üzerinde yaptığı tam ve mükemmel tetkik ve serdettiği mütalâalar, konik geometrik şekillerin çeşitli kesişme durumları, ma­tematikteki üç üs kuvvet değerine sa­hip (kübik) rakkamları taşıyan eşitlik­lerin (denklemlerin) çözümü hep ona âittir. Bütün bunlar Ortaçağ Müslümanlarının ne gibi matematik konular­la meşgul olduklarını göstermektedir. El-Bîrûnî’nin temsil ettiği ilimler üze­rinde muhakkak ki çok daha fazla bil­gi vermek mümkündür. Fakat biz onun hayâtında, başından geçmiş çok mani­dar bir vak’ayı sizlere naklederek bu bahse son vermek istiyoruz: Bir gün büyük Hükümdar Gazneli Mahmud, huzûruna meşhur bir seyyahı kabûl et­miş, ona, gezip gördüğü yerlerde kar­şılaştığı fevkalâdelikleri anlattırıp din­liyordu. Bu seyyahın şimâlde, pek uzak bir ülkede, birkaç gün devam eden kış geceleri ve yine birkaç gün devam eden yaz gündüzlerinin mevcûdiyetini gör­düğünden bahsetmesi üzerine Sultan, kendisiyle istihfâf edildiği zehabına kapılarak kızgınlıktan kıpkırmızı ke­sildi ve bu alaycı seyyahın başının vu­rulmasını emretti. Tam bu sırada huzûra el-Bîrûnî girmişti. Sultan kendi­sinden, verdiği idam hükmünün yerin­de olup olmadığını tahkik için mütalâa istedi. El-Bîrûnî söze başlamadan evvel bir küre ve bir lâmba getirilmesini is­tedi. icâbı yapıldıktan sonra, bu sey­yahın söylediklerinin doğruluğunu Sul­tana isbat sadedinde ilmî izahlarına başladı. Bîrûnî’nin serdettiği mütalâa­lar, dünyânın yuvarlaklığını, yatay bir eksen etrafında kendi etrafında döner­ken arzın aynı zamanda güneş etrafın­da da döndüğünü gösterir nitelikteydi.

O, bu izahlarıyla hem mevsimlerin ve hem de gece ve gündüzlerin oluşunu, yazdan kışa doğru gündüz ve gece sü­relerinin devamlı uzayıp kısalışının se­beplerini anlatmış oluyordu. Bütün bu îzahlar, dersi kabûl eden bir Türk Sultânının huzûrunda, bir Türk âlimi tarafından yapılmaktaydı. Yine bu ilmî vak’a, az kalsın ateşte yakılmak sûretiyle öldürülecek olan ve suçu sade­ce, dünyânın yuvarlak olduğunu söyle­mekten ibaret olan meşhur batılı âlim Galile’nin dâvasının görüldüğü asırdan 400 sene evvel cereyan ediyordu.

d) İbn-i Sînâ (eş-Şeyhü’r-Reîs), Ebû Alî, el-Hüseyn’ubn Abdillâh (980 -1037):

Bütün Ortaçağın ve belki de bütün çağların en meşhur mütefekkiridir. Fakat birkaç yıl önce, doğumunun bi­ninci sene-i devriyesi yapıldığında onun hakkında esasen her şey denmişken şimdi bu kısa konferansımız esnasında ne söylenebilir ki...

Onun için düzenlenen bu törenlere, bütün Şark milletleri alâyişle iştirâk etmişlerdir. Pek sevdiğim dostum mer­hum Profesör Ahmed Ateş’in, İbn-i Si­na’nın “er-Risâle fi’l-Işk” adını taşıyan aşk hakkındaki eserinin Türkçeye ter­cüme ve âlimâne izahlarını muhtevî ki­tabından bahsetmek isterdim. Bâzı ül­keler İbn-ı Sînâ’yı kendi milletlerinden göstermek için aralarında münakaşalar yapmışlar ve bu münasebetle de eş-Şeyhü’r-Reîs’in eserleri, uğraştığı ilim­ler, görüş ve fikirleri hakkında uzun araştırmalar yayınlamışlardır. Gerçekte bir kimse, “Introduction to the History of Sciences” adlı büyük ilimler târihi eserinin müellifi George Sarton’un da dediği gibi, bu büyük ilim dağı karşı­sında kendini küçücük bulur: “Onun il­mî muvaffakiyeti o derece tam ve mü­kemmeldi ki bu durum, araştırıcıların cesaretini kırıyor ve entellektüel hayâtı akamete uğratıyordu... Denebilir ki onun temsil ettiği tefekkür, Ortaçağ felsefesinin zirvesini teşkil ediyordu”. Tamamı 130 cilt tutan pek hacimli eserlerinden iki şâheser, kendi çağdaş­larının ve hattâ ondan sonra gelen bütün ilim adamlarının gözlerini kamaştırmak için yeter. Bunlardan ilki, adının işâret ettiğinin aksine tıp ilmi ile hiçbir ilişiği bulunmayan tamamen bir felsefe ansiklopedisi mahiyetinde olan “Kitâbu’ş-Şifâ”dır; bu eserde bü­yük üstadın devrin bütün ilim dalların­daki görüşleri, el-Fârâbî’nin “Kitâbü’l- Musîka”sındakilere üstün çıkacak şe­kilde musikî bahisleri yer almış vazi­yettedir. Onun “el-Kânûn” adlı ikinci büyük eseri, 22 ciltlik ve bir milyon­dan ziyâde kelimeyi muhtevi bir nevi’ tıp ansiklopedisidir ki sadece kendisin­den evvelkilerin tıbbi bilgi ve görüşle­rini değil, aynı zamanda İbn-i Sînâ’nın her konudaki tıbbî tecrübe ve görüşle­rini de aksettirmektedir. Bu “el-Kânûn” adlı eser, Avrupa tıp ekolleri üzerinde, altı yüz sene devam eden bir tesir husu­le getirmiştir. Bugün bile bin yıllık bu eski eserden bâzı noktalarda istifa­de edilebilmektedir. Gérard de Crémona adlı bir Avrupalı tarafından 12. asırda Lâtinceye tercüme edilmiş ve 16. asrın başlarına kadar esas bir müracaat ki­tabı olarak kabûl edildiği Avrupa tıp ekollerinde (meselâ Paone) birçok bas­kıları yapılmıştır.

İbn-i Sînâ’nın fizik ve kimyadaki fikirlerine gelince; bunlar, ekseri­yetle o devre göre pek ileri görüşlerdi; meselâ o, ışığı, hareket halinde ve ışı­yan parçacıkların muayyen bir sür’atle yayılmasından ibaret sayıyordu ki bu, pek modern olan Quanta Teorisi’dir. Diğer taraftan kendisi, madenî cisim­lerin (o devirde pek revaçta olan) renk değiştirme esasına dayanmak sûretiyle birbirlerine değişmesine, bunu esasta değil de sathî bir vak’a telâkki ettiğin­den hiç de rağbet etmezdi. Nihayet onun hararet (ısı) hakkında giriştiği tetkiklere göre bu, hareket ve enerji­nin açığa çıkmasından ibarettir (Mo­dem Termodinamik).

Sizler İbn-i Sînâ’nın eserlerini bel­ki de daha evvel duymuşsunuzdur. Bun­ları onun bininci doğum sene-i devriyesi dolayısıyla yapılan neşriyatta da bul­mak mümkündür. Onun hayat hikâye­sine gelince bu, hayâtının her safhasın­da ve hattâ hapishânede ve nihayet kabrinde de yanından ayrılmayan seç­kin talebesi el-Cüzcânî’nin hâtıraların­da toplu vaziyettedir.

Fakat bu konuda söylenebilecek sözlerden en mühimmi olarak İbn-i Sînâ’nın mensup olduğu milliyet kalmış bulunuyor. Denebilir ki Ortaçağ Mede­niyetinin bu en parlak yıldızı, onun gi­bi bir dâhi, tek bir milliyete bağlana­maz. Batılı tarihçiler, onun Arap ya­hut İslâm yâhut da bütün Ortaçağ Me­deniyetinin “Büyük Üstâd”ı olarak ka­bûl etmektedirler. Ancak gerçekte o, bütün insanlığa mâl edilmelidir.

Fakat “İslâm Medeniyetine Türklerin Hizmetleri” konulu bir konferansta durum bu yönde olmamalıdır. Hiçbir şüphe payı bulunmaksızın burada söy­lemek mecburiyetindeyiz ki o, baba ve ana tarafından Türk idi. Sâdık talebe­si el-Cüzcânî’nin bu durumu üslâdının ağzından bize nakletmesiyle sâbit bir hale gelmiştir; el-Cüzcânî’ye göre İbn-i Sînâ şöyle demektedir:

“Babam Buhârâ yakınındaki küçük Belh şehrindendir; o buraya Nûh’ubn Mansûr hizmetinde çalışmak üzere er­ginlik çağından sonra gelmiştir. İşte babam Buharâlı bir genç kız olan an­nem ile izdivaç etmiştir. Ben ise, o de­virde Türkistan’ın Semerkant’tan sonra ikinci büyük şehri mevkiindeki Buharâ’da, Belhli bir baba ile Buharâlı bir ana­dan dünyâya geldim”.

İbn-i Sînâ bütün tahsilini en-Natelî gibi mahallî üstadlar yanında Buharâ’da yaptı. Şehrin muhtelif kütüp­hanelerinde ve hassaten husûsî tabipliğini yaptığı Buharâ Sultânı’nın meş­hur kütüphanesinde tetkiklerine devam etti. Bu sonuncu kütüphânede aralıksız iki yıl araştırmalar için kapanmıştır. Kendisi, İran, Irak ve Benû Buveyh Sultanlığı ülkelerini dolaşmak üzere Buharâ’yı terkettiğinde meşhur bir tabip ve aynı zamanda münakaşa götür­mez bir üstad ımertebesindeydi. İbn-i Sînâ’nın hemen bütün eserlerini Arapçâ vermesinin yahut hayâtının büyük kısmını, üzerinde ölüp gömüldüğü İran’­da geçirmesinin ne ehemmiyeti var? Şayet İbn-i Sînâ büyük İslâm Medeni­yetinin şan ve şereflerinden birini teş­kil ediyorsa, ancak bu, Türk ırkının İslâm câmiâsı çerçevesi dâhilinde gös­terdiği en güzel hizmetlerden biri de­mektir.

Paris Üniversitesi Tıp Fakültesine uğrayan bir ziyaretçi, girişte tabiî bü­yüklükte tatlı bir ihtiyarın portresiyle karşılaşır. Tablonun hemen altında şun­lar yazılıdır: “İbn-i Sînâ; Ortaçağın en büyük tabip ve filozofu”.

NETİCE:

Şu mütevâzî konuşmamızdan iki ne­tice çıkarmak isterdim:

1. Bunlardan ilki bizzat konferan­sın konu ve gayesidir. Yâni Türklerin gerek İslâm Medeniyeti ve gerekse Dünyâ Medeniyetine yaptıkları büyük hizmetlerin anılması ve bu vesile ile geçmiş ve hâlihazır Türk milletine, sadece onlar Orta Şarktaki kardeşleri­ne yakınlık ve dayanışma gösterdikleri veya sadece uzun asırlar müstevlilere karşı bu İslâm ülkelerini müdafaa eden yegâne cepheyi tuttukları için değil ve fakat hassaten Türklere hepimizin müşterek malı olan İslam Medeniyeti ve Kültürüne yaptıkları büyük hizmetler için hürmet, saygı ve minnetlerimi sun­mak isterdim.

2. Çıkarılacak ikinci netice, şâyet İslâm Medeniyeti bu kadar büyük ve bu kadar fevkalâde ise ve bu medeni­yet Ortaçağı on asırdan fazla devam eden bir ışık ile aydınlatmışsa bunun sebebi, bu medeniyetin bütün Orta Şark milletlerinin, aralarında samimî ve kar­deşçe bir işbirliği göstermelerindendir. Arap, İranlı, Türk, Hindli, Berberî, İs­panyol ve diğerleriyle birlikte bütün bu unsurlar, hizmette hisselerine dü­şen payı lâyıkı veçhile ortaya koymuş­lar ve İslâm Medeniyetinin bu büyük binâsını birlikte inşâ etmişlerdir.

Muhakkak ki bütün bu milletler, temelinde kültür, arkadaşlık ve sulh olan modern bir toplum inşâ etmek için yeniden iş ve elbirliği yapabilecek kudrettedirler.

Dr. Mahmûdu’n-NAHHÂS

(Kahire Üniversitesi)

8.10.1970