Konferansımın şimdiye kadar olan kısmında sizlere, üzerinde bâzı münakaşaların yapılabileceği ve hattâ belki de redlere uğrayacak kısımların bulunabileceği tezlerden bahsettim. Hattâ bu sözlerim hakkında denilebilir ki, ben bulanık suda balık avlıyorum yahut derinlemesine bilgi noksanlığı içindeyim veyahut da Türk kardeşlerime karşı pek fazla yakınlık ve sevgi duyduğum için bunları sizlere naklettim. Ancak konferansımın bundan sonraki kısımlarında Türklerin “ilimler” alanında gösterdikleri geniş olduğu kadar münakaşa götürmez hizmetlerinden bahsetmek istiyorum. Bu bölümde, 9. asırda parlamaya başlayıp, ışıması 13. asra kadar devam eden ve 17. asra kadar bütün dünyâyı aydınlatan îslâm Medeniyeti meselesinde Türk ilim adamlarının gösterdikleri yararlık ve hizmetleri sizlere göstermeye çalışacağım. Fakat bu Medeniyet ne kadar parlak yıldızlar yetiştirmişse bunlar arasında o kadar da çok sayıda Türkler vardı. Şu kısa konferansımda sizlere ilim alanında yetişmiş bu parlak Türk âlimlerinin tamamından bahsetmem imkânsızdır. Bu ilim adamları, Hadîs toplayanlar ve Hadîs şârihleri arasında en ileri gelen ve bugüne kadar İslâm tetkikleri sahasında en güvenilir kaynak kitabı veren Buhârî, Arapça en iyi lügatin yazan Fîrûzâbâdî, Sultan Uluğ Bey tarafından tesis edilen Semerkant Rasathanesinin başkanı ve en büyük astronomlardan biri olan Tûsî’den, eş-Şeyhü’r-Reîs ünvânına hak kazanan insanlığın yetiştirdiği en büyük âlim, hocalar hocası İbn-i Sînâ’ya kadar uzun ve zengin listeler hâlinde sıralanıp dururlar. Bu yüzden ben huzurunuzda, sadece dört ilim adamından söz açmakla iktifa edeceğim. Bu dört dev ilim adamından sadece birinden bahsetmek bile bir millet için kâfi şân-ü şerefi teşkil eder Bu dört ilim adamı, el-Harezmî, el-Fârâbî, el-Bîrûnî ve İbn-i Sînâ’dır.
a) el-Harezmî, Muhammed’ııbn Mûsâ (780 - 850):
Türkistan’da bir şehir olan Hıva doğumludur. Ortaçağın şüphesiz en ileri gelen ve modem matematiğe en büyük tesirde bulunmuş bir ilim adamıdır. Onun matematik eşitlikler (denklemler) hakkında kaleme aldığı “Kitâbü’l-Cebr ve’l-Mukâbele” adlı eseri, Batılıların “algebra” (cebir) dedikleri ilim dalına kendi adını verdirmiştir. Onun, onluk rakamlar ve bunların kullanılması üzerinde yaptığı araştırmalar, adının devamlı anılmasını temin etmiştir. Matematikte bâzı cetvellere bugün verilen “Logaritma” adı, aynı âlimin isminin bozuk bir şekilde Avrupa dillerine geçmiş şeklidir. Aynı şekilde bu matematikçi, dünyanın ilk “trigonometri cetvelleri”ni meydana getiren kimsedir. Nihayet o, 16. asra kadar Avrupa’da carî kalan “astronomi tabloları”nı meydana getiren âlimdir.
b) el-Fârâbî, Muhammed Ebu’n- Nasr (870 - 950):
Türkistan’ın Fârâb şehrinde dünyâya gelmiştir ve İslâm dünyâsının en büyük filozofu ve Aristo’nun en mükemmel bir şârihidir. (Bu yüzden Birinci Hoca Aristo olmak üzere kendisi “Muallimu’s-Sânî” lâkabıyla anılır)
Fârâbî mantık tahsil etti ve Aristo’nun bütün eserlerini okudu; neticede bu filozofun eserleri üzerine en mükemmel şerhleri kaleme aldı. O kadar ki, “eş-Şeyhu’r-Reîs” îbn-i Sînâ, Fârâbî’nin şerhlerini görmeden Aristo’nun metafizik düşüncelerini anlayamamıştır.
Onun bize bırakmış olduğu 39 eserden felsefe, mantık, matematik, fizik, kimya, iktisat ve siyaseti de içine alacak şekilde devrin ilimleri üzerine kaleme aldığı ansiklopediye işâret etmemiz îcâbeder. İçinde insanların orman hayâtı yaşadıkları devrin şartlarından kendi devrine kadar olan insan topluluklarının tavsif, teşhis ve tahlilini yaptığı “el-Medînetü’l-Fâdıla” adlı kitabı, bugün bile bizi hayrette bırakacak kadar fevkalâde bir eserdir. O bu eserinde, dokuz asır sonra J J. Rousseau’nun yaptığı şekilde, insanlar arası münasebetlerden bahsetmektedir. Netice olarak Fârâbî bu eserinde, bir insan topluluğunun kuvvet üzerine değil de akıl, sadakat ve sevgi üzerine binâ edilmesi tezini savunmaktadır. Ona göre böyle bir cemiyet saf ve sağlam bir dînî inançla idare edilecektir.
Nihayet Fârâbî’nin musikî üzerindeki eserine de işaret etmemiz lâzımdır. Bu eser, Ortaçağ İslâmının bize kadar ulaşmış en eksiksiz ve tam musikî kitabıdır.
Ömrünün sonuna doğru, Fârâbî tasavvufla meşgul oldu. Onun bir sûfî filozof olarak ortaya koyduğu fikirler sayesinde “İhvânü’s-Safâ” ve diğer tasavvufî muhitler ortaya çıkmıştır.
c) el-Bîrûnî, Ebû Reyhân Muhammed (973-1048):
Hıva doğumludur ve bütün devirlerin en büyük ansiklopedistidir. Kendisi, felsefe, tarih, coğrafya, lisâniyat, matematik, astronomi ve fizik ilimlerinde gerçek bir âlim kişi idi. Uzun seneler boyunca, Afganistan, Belucistan, Hindistan’ın şimâli ve İran’ın büyük kısmını içine alan bölgede muazzam bir imparatorluk kurmuş bir Türk Hükümdârı olan Gazneli Mahmud’un yakın dostluk ve arkadaşlığında bulunmuştur. Gazneli Malımud, hem edebiyat ve hem de ilimlerin hâmiliğini yapmış ve sarayında diğerleriyle birlikte el-Bîrûnî ve şâir Firdevsî’yi de barındırmıştı. El-Bîrûnî, Sultana Hindistan seferinde refakat etmiş, orada Sanskritçe’yi, bunun edebiyatını ve sâir Hind ilimlerini tetkik etmek fırsatını bulmuştu. Bu büyük âlim, oradaki vaktini ilmî eserlerin Sanskritçeden Arapçaya ve bâzı kitapların Arapçadan Sanskritçeye yaptığı tercümeleriyle geçirmiştir. Hindlilerin nucûmiyyât ilmi, kanunları, örf ve âdetleri, astronomisi, kronolojisi, coğrafyası, edebiyatı, felsefesi ve dinlerinden bahseden bir eser olan “Kitâbü’t-Târihi’l-Hind” 1030 senesinde onun tarafmdan meydana getirildi. O aynı zamanda “antik milletlerin kronolojisi” konusunda da bir kitap kaleme almıştır. Fakat onun asıl ilmî eseri, “mâdenlerin nispî yoğunluklarını tam ve ilmî olarak ölçme” esaslarından bahsedendir O bu eserinde, kaynak sularının ve artezyen kuyularının hidrostatik esaslara göre îzâhını yapar, İndus Nehrinin geçtiği vâdinin vaktiyle deniz suları altında olduğu ve şimdi buranın nehrin getirdiği alivionlu topraklarla tamamen dolduğunu keşfeder. Yine, matematikteki onluk rakkamlar ve bunların matematik değerleri üzerinde yaptığı tam ve mükemmel tetkik ve serdettiği mütalâalar, konik geometrik şekillerin çeşitli kesişme durumları, matematikteki üç üs kuvvet değerine sahip (kübik) rakkamları taşıyan eşitliklerin (denklemlerin) çözümü hep ona âittir. Bütün bunlar Ortaçağ Müslümanlarının ne gibi matematik konularla meşgul olduklarını göstermektedir. El-Bîrûnî’nin temsil ettiği ilimler üzerinde muhakkak ki çok daha fazla bilgi vermek mümkündür. Fakat biz onun hayâtında, başından geçmiş çok manidar bir vak’ayı sizlere naklederek bu bahse son vermek istiyoruz: Bir gün büyük Hükümdar Gazneli Mahmud, huzûruna meşhur bir seyyahı kabûl etmiş, ona, gezip gördüğü yerlerde karşılaştığı fevkalâdelikleri anlattırıp dinliyordu. Bu seyyahın şimâlde, pek uzak bir ülkede, birkaç gün devam eden kış geceleri ve yine birkaç gün devam eden yaz gündüzlerinin mevcûdiyetini gördüğünden bahsetmesi üzerine Sultan, kendisiyle istihfâf edildiği zehabına kapılarak kızgınlıktan kıpkırmızı kesildi ve bu alaycı seyyahın başının vurulmasını emretti. Tam bu sırada huzûra el-Bîrûnî girmişti. Sultan kendisinden, verdiği idam hükmünün yerinde olup olmadığını tahkik için mütalâa istedi. El-Bîrûnî söze başlamadan evvel bir küre ve bir lâmba getirilmesini istedi. icâbı yapıldıktan sonra, bu seyyahın söylediklerinin doğruluğunu Sultana isbat sadedinde ilmî izahlarına başladı. Bîrûnî’nin serdettiği mütalâalar, dünyânın yuvarlaklığını, yatay bir eksen etrafında kendi etrafında dönerken arzın aynı zamanda güneş etrafında da döndüğünü gösterir nitelikteydi.
O, bu izahlarıyla hem mevsimlerin ve hem de gece ve gündüzlerin oluşunu, yazdan kışa doğru gündüz ve gece sürelerinin devamlı uzayıp kısalışının sebeplerini anlatmış oluyordu. Bütün bu îzahlar, dersi kabûl eden bir Türk Sultânının huzûrunda, bir Türk âlimi tarafından yapılmaktaydı. Yine bu ilmî vak’a, az kalsın ateşte yakılmak sûretiyle öldürülecek olan ve suçu sadece, dünyânın yuvarlak olduğunu söylemekten ibaret olan meşhur batılı âlim Galile’nin dâvasının görüldüğü asırdan 400 sene evvel cereyan ediyordu.
d) İbn-i Sînâ (eş-Şeyhü’r-Reîs), Ebû Alî, el-Hüseyn’ubn Abdillâh (980 -1037):
Bütün Ortaçağın ve belki de bütün çağların en meşhur mütefekkiridir. Fakat birkaç yıl önce, doğumunun bininci sene-i devriyesi yapıldığında onun hakkında esasen her şey denmişken şimdi bu kısa konferansımız esnasında ne söylenebilir ki...
Onun için düzenlenen bu törenlere, bütün Şark milletleri alâyişle iştirâk etmişlerdir. Pek sevdiğim dostum merhum Profesör Ahmed Ateş’in, İbn-i Sina’nın “er-Risâle fi’l-Işk” adını taşıyan aşk hakkındaki eserinin Türkçeye tercüme ve âlimâne izahlarını muhtevî kitabından bahsetmek isterdim. Bâzı ülkeler İbn-ı Sînâ’yı kendi milletlerinden göstermek için aralarında münakaşalar yapmışlar ve bu münasebetle de eş-Şeyhü’r-Reîs’in eserleri, uğraştığı ilimler, görüş ve fikirleri hakkında uzun araştırmalar yayınlamışlardır. Gerçekte bir kimse, “Introduction to the History of Sciences” adlı büyük ilimler târihi eserinin müellifi George Sarton’un da dediği gibi, bu büyük ilim dağı karşısında kendini küçücük bulur: “Onun ilmî muvaffakiyeti o derece tam ve mükemmeldi ki bu durum, araştırıcıların cesaretini kırıyor ve entellektüel hayâtı akamete uğratıyordu... Denebilir ki onun temsil ettiği tefekkür, Ortaçağ felsefesinin zirvesini teşkil ediyordu”. Tamamı 130 cilt tutan pek hacimli eserlerinden iki şâheser, kendi çağdaşlarının ve hattâ ondan sonra gelen bütün ilim adamlarının gözlerini kamaştırmak için yeter. Bunlardan ilki, adının işâret ettiğinin aksine tıp ilmi ile hiçbir ilişiği bulunmayan tamamen bir felsefe ansiklopedisi mahiyetinde olan “Kitâbu’ş-Şifâ”dır; bu eserde büyük üstadın devrin bütün ilim dallarındaki görüşleri, el-Fârâbî’nin “Kitâbü’l- Musîka”sındakilere üstün çıkacak şekilde musikî bahisleri yer almış vaziyettedir. Onun “el-Kânûn” adlı ikinci büyük eseri, 22 ciltlik ve bir milyondan ziyâde kelimeyi muhtevi bir nevi’ tıp ansiklopedisidir ki sadece kendisinden evvelkilerin tıbbi bilgi ve görüşlerini değil, aynı zamanda İbn-i Sînâ’nın her konudaki tıbbî tecrübe ve görüşlerini de aksettirmektedir. Bu “el-Kânûn” adlı eser, Avrupa tıp ekolleri üzerinde, altı yüz sene devam eden bir tesir husule getirmiştir. Bugün bile bin yıllık bu eski eserden bâzı noktalarda istifade edilebilmektedir. Gérard de Crémona adlı bir Avrupalı tarafından 12. asırda Lâtinceye tercüme edilmiş ve 16. asrın başlarına kadar esas bir müracaat kitabı olarak kabûl edildiği Avrupa tıp ekollerinde (meselâ Paone) birçok baskıları yapılmıştır.
İbn-i Sînâ’nın fizik ve kimyadaki fikirlerine gelince; bunlar, ekseriyetle o devre göre pek ileri görüşlerdi; meselâ o, ışığı, hareket halinde ve ışıyan parçacıkların muayyen bir sür’atle yayılmasından ibaret sayıyordu ki bu, pek modern olan Quanta Teorisi’dir. Diğer taraftan kendisi, madenî cisimlerin (o devirde pek revaçta olan) renk değiştirme esasına dayanmak sûretiyle birbirlerine değişmesine, bunu esasta değil de sathî bir vak’a telâkki ettiğinden hiç de rağbet etmezdi. Nihayet onun hararet (ısı) hakkında giriştiği tetkiklere göre bu, hareket ve enerjinin açığa çıkmasından ibarettir (Modem Termodinamik).
Sizler İbn-i Sînâ’nın eserlerini belki de daha evvel duymuşsunuzdur. Bunları onun bininci doğum sene-i devriyesi dolayısıyla yapılan neşriyatta da bulmak mümkündür. Onun hayat hikâyesine gelince bu, hayâtının her safhasında ve hattâ hapishânede ve nihayet kabrinde de yanından ayrılmayan seçkin talebesi el-Cüzcânî’nin hâtıralarında toplu vaziyettedir.
Fakat bu konuda söylenebilecek sözlerden en mühimmi olarak İbn-i Sînâ’nın mensup olduğu milliyet kalmış bulunuyor. Denebilir ki Ortaçağ Medeniyetinin bu en parlak yıldızı, onun gibi bir dâhi, tek bir milliyete bağlanamaz. Batılı tarihçiler, onun Arap yahut İslâm yâhut da bütün Ortaçağ Medeniyetinin “Büyük Üstâd”ı olarak kabûl etmektedirler. Ancak gerçekte o, bütün insanlığa mâl edilmelidir.
Fakat “İslâm Medeniyetine Türklerin Hizmetleri” konulu bir konferansta durum bu yönde olmamalıdır. Hiçbir şüphe payı bulunmaksızın burada söylemek mecburiyetindeyiz ki o, baba ve ana tarafından Türk idi. Sâdık talebesi el-Cüzcânî’nin bu durumu üslâdının ağzından bize nakletmesiyle sâbit bir hale gelmiştir; el-Cüzcânî’ye göre İbn-i Sînâ şöyle demektedir:
“Babam Buhârâ yakınındaki küçük Belh şehrindendir; o buraya Nûh’ubn Mansûr hizmetinde çalışmak üzere erginlik çağından sonra gelmiştir. İşte babam Buharâlı bir genç kız olan annem ile izdivaç etmiştir. Ben ise, o devirde Türkistan’ın Semerkant’tan sonra ikinci büyük şehri mevkiindeki Buharâ’da, Belhli bir baba ile Buharâlı bir anadan dünyâya geldim”.
İbn-i Sînâ bütün tahsilini en-Natelî gibi mahallî üstadlar yanında Buharâ’da yaptı. Şehrin muhtelif kütüphanelerinde ve hassaten husûsî tabipliğini yaptığı Buharâ Sultânı’nın meşhur kütüphanesinde tetkiklerine devam etti. Bu sonuncu kütüphânede aralıksız iki yıl araştırmalar için kapanmıştır. Kendisi, İran, Irak ve Benû Buveyh Sultanlığı ülkelerini dolaşmak üzere Buharâ’yı terkettiğinde meşhur bir tabip ve aynı zamanda münakaşa götürmez bir üstad ımertebesindeydi. İbn-i Sînâ’nın hemen bütün eserlerini Arapçâ vermesinin yahut hayâtının büyük kısmını, üzerinde ölüp gömüldüğü İran’da geçirmesinin ne ehemmiyeti var? Şayet İbn-i Sînâ büyük İslâm Medeniyetinin şan ve şereflerinden birini teşkil ediyorsa, ancak bu, Türk ırkının İslâm câmiâsı çerçevesi dâhilinde gösterdiği en güzel hizmetlerden biri demektir.
Paris Üniversitesi Tıp Fakültesine uğrayan bir ziyaretçi, girişte tabiî büyüklükte tatlı bir ihtiyarın portresiyle karşılaşır. Tablonun hemen altında şunlar yazılıdır: “İbn-i Sînâ; Ortaçağın en büyük tabip ve filozofu”.
NETİCE:
Şu mütevâzî konuşmamızdan iki netice çıkarmak isterdim:
1. Bunlardan ilki bizzat konferansın konu ve gayesidir. Yâni Türklerin gerek İslâm Medeniyeti ve gerekse Dünyâ Medeniyetine yaptıkları büyük hizmetlerin anılması ve bu vesile ile geçmiş ve hâlihazır Türk milletine, sadece onlar Orta Şarktaki kardeşlerine yakınlık ve dayanışma gösterdikleri veya sadece uzun asırlar müstevlilere karşı bu İslâm ülkelerini müdafaa eden yegâne cepheyi tuttukları için değil ve fakat hassaten Türklere hepimizin müşterek malı olan İslam Medeniyeti ve Kültürüne yaptıkları büyük hizmetler için hürmet, saygı ve minnetlerimi sunmak isterdim.
2. Çıkarılacak ikinci netice, şâyet İslâm Medeniyeti bu kadar büyük ve bu kadar fevkalâde ise ve bu medeniyet Ortaçağı on asırdan fazla devam eden bir ışık ile aydınlatmışsa bunun sebebi, bu medeniyetin bütün Orta Şark milletlerinin, aralarında samimî ve kardeşçe bir işbirliği göstermelerindendir. Arap, İranlı, Türk, Hindli, Berberî, İspanyol ve diğerleriyle birlikte bütün bu unsurlar, hizmette hisselerine düşen payı lâyıkı veçhile ortaya koymuşlar ve İslâm Medeniyetinin bu büyük binâsını birlikte inşâ etmişlerdir.
Muhakkak ki bütün bu milletler, temelinde kültür, arkadaşlık ve sulh olan modern bir toplum inşâ etmek için yeniden iş ve elbirliği yapabilecek kudrettedirler.
Dr. Mahmûdu’n-NAHHÂS
(Kahire Üniversitesi)
8.10.1970