DİN, İCTİMAÎ HAYAT ve HUZUR İÇİN ZARÛRÎDİR
Lütfi DOĞAN
İnsan ne kadar büyük güç ve kudrete sâhip olursa olsun yalnız başına yaşayamaz. İnsan medenî olarak yaratıldığından cemiyet içerisinde yaşamak zorundadır. Zîrâ insan, kendi ihtiyaçlarını ve hayâtı için lüzumlu her şeyi yalnız başına karşılamak gücüne sâhip değildir. İhtiyaç, ona cemiyet içinde bulunma zaruretini hissettirir.
Kendisi gibi başka insanların arasına katılmak, karşılıklı olarak ve meşrû bir ölçü içerisinde maddî ve mânevî faydalar mübadelesinde bulunmak insan için bir zaruret olur. Böyle olunca insan ferdlerinin refah bulmaları, mes’ud olmaları için cemiyet halinde yaşamaları gerektiği kat’iyyetle sâbit olur. İnsanoğlunun dünyaya gelişinden bugüne kadar da durum böyle olmuştur.
İnsanların cemiyet halinde yaşamaları zarurî olduğuna göre sâdece bir arada bulunmaları, saâdet, huzur ve emniyetleri için kâfi midir? Elbette değildir. Sâdece bir milletin mensubu, bir cemiyetin ferdi olmak da istenen huzur ve saâdet için yeterli değildir. Hattâ ferdlerin sâdece bilgi ve servete sâhip olmaları da cemiyetin her bakımdan huzur, emniyet ve saâdete erişmesi için kâfi gelmemektedir. Eğer yalnız başına bunlar dünyâ hayâtı bakımından huzur ve mutluluk için yeter olsaydı, bunların olduğu yerlerde cemiyetleri muzdarip eden hâdiseler görülmezdi.
Milletlerin içtimâi durumlarına dikkatle nazar edildiği zaman geçmişte de olduğu gibi günümüzde de içtimaiyatçıları (sosyologları) düşündüren, aklı erenleri müteessir eden, milletleri muzdarip kılan hâdiseler eksik olmamıştır. En küçük cemiyetlerde bile az veya çok nisbette huzuru selbedecek hâdiseler görülmektedir.
Teknik terakkinin ilerlemesi bunları önlemek için hiçbir zaman yeterli olmamıştır. Cemiyet içerisinde başkalarının haklarına tecâvüz eden, kendi kardeşlerini bile ızdıraplara sürükleyen, milletin, devletin malını korumayan, manevî değerlerine bir hiç uğruna hürmetsizlik eden kimseler eksik olmamakta, bütün bir milleti bilerek veya bilmeyerek huzur ve sükûndan mahrum etmeğe çalışanlar bulunmaktadır. Günümüzde dahi bu nevi’ davranışların bulunması, zaman ilerledikçe azalmak şöyle dursun, çoğalması gösteriyor ki insanın refahı, huzur ve emniyeti için sâdece bir milletin ferdi olmak, o milletin teşkil ettiği cemiyetin bir uzvu bulunmak kâfi değildir.
Bir cemiyetin saâdet, huzur ve emniyeti için o cemiyet fertlerinin hepsinin birden ve gönülden uyacağı âdil bir esâsın bulunması lâzımdır zarûrîdir.
O yüce esas, haksızı haksızlık yapmakdan alıkoymalı, haksızlığa uğrayanın hakkını sıyânet etmeli, bütün cemiyet fertlerini birbirlerine sevdirilmeli, onları bütün davranışlarında mutedil olmaya sevkedilmeli, hayâtın her safhasında îtidâl haddini aşmaktan (ifrat ve tefritten) onları korumalıdır.
Ancak böyle bir esas, böyle bir prensiptir ki ruhları, gönülleri şerirlikten, kötülüklerden uzaklaştırır, cemiyet ferdleri arasında husumeti (düşmanlığı) bertaraf ettirir, onların aralarında hakîkî bir kardeşlik tesis eder. Böyle bir esas, bir milletin ferdlerini sâdece kendi aralarındaki münasebetlerinde değil aynı zamanda başka cemiyetlere hattâ düşmanlarına karşı bile âdil ve insani bir tarzda davranmayı, îtidâl ölçüsünü hiçbir zaman aşmamayı onlara temin eder.
İşte bu esas, insanın, bütün yaptıklarının hesabını Allah huzûrunda, âhiret gününde vereceğine, Allâhü Teâlâ’nın onun bütün duygu, düşünce ve hareketlerine âgâh olduğuna inanmış olmaktır.
Böyle bir esas, HAK DİN’dir. Başka bir müessesenin böyle bir imanın yerini almasına, onun fert ve cemiyetlere sağladığı huzur, emniyet ve saâdeti temin edebilmesine imkân yoktur. İnsan buluşlarının bu kadar ilerlemiş olmasına rağmen fert olsun, cemiyet olsun insanların vicdanına huzur verecek ve o vicdanları temiz tutup, onlara hâkim olabilecek, dinden başka bir kanun henüz keşfedilmemiştir ve ilelebet keşfedilmesine de imkân mutasavver değildir. Çünkü dinin hakiki vaz’ı kudret-i mutlaka sahibi olan Allah Teâlâ’dır. Şâir ne güzel demiş:
“Meğer kalbinde Mevlâ’dan tahâşî1 hissi yer tutsun
O yer tutmazsa, hiç mânâsı yok kayd-ı nâmûsun”.
(1) Allah korkusu.
İnsanların vicdanına huzur ve istikamet veren bu dini duygu nedir? Bu din insanların tabiatlarını, karakterlerini tanzim eden ve o tabiatlara gerçek manada hayatiyet veren; ruhları, gönülleri arındıran, onları rezîletlerden, bayağılık lekelerinden temizleyen ve bu duygu sahiplerini hayra (her çeşit iyiliğe) sevkeden İlâhî bir kanundur. O din, öyle bir kuvvettir ki, cemiyet fertlerini kindarlıktan, birbirlerini aldatmaktan, nifaktan, mâkul hadleri aşmaktan, birbirleriyle olan insanî münâsebetlerini kesmekten uzaklaştırır. Bu din, adâleti, eşitliği, doğruluğu, emânete riâyeti, ihlâs ve samimiyyeti, vefakârlığı cemiyet fertlerine emreder, ona riâyetkâr olanları her bakımdan yükseltir, terakkinin zirvesine eriştirir.
Semavî dinlerin hepsi aslı itibariyle tevhid akidesini müstenide olduğundan bu yüksek esasları telkin konusunda müttefiktirler.
İslâmiyet, beyanlarının açıklığı, hüccetlerinin kuvveti, beşerî maslahat ve ihtiyaçları en ma’kûl bir şekilde halletmiş olmakla mümtaz kılınmış ve son din olarak gelmiştir.
İslâm, öyle bir dindir ki, akl-ı selîme hitap eder, dimağları ve gönülleri okşar, duygu ve düşünceleri birleştirir, onlara ruh verir. Çünkü bu dinin temeli tevhid, rûhu samimiyyet ve mahabbet, şiârı hakkâniyet, adalet, müsamaha, iyilik, temizlik ve merhamettir.
Din, insanların gönüllerine içtimâi yardımlaşma, birlik ve beraberlik duygularını yerleştirir ve bu duyguların hayatta filizlenip gelişmesini sağlar. Bu yüce esas, her emrinde, insanları yaptıkları işlerde anarşiye ve sıkıntıya sürüklenmekten korur, hayâtın bütün safhalarında yapılacak maddî ve mânevî menfaatler mübadelesinde cemiyetin huzûrunu hedef alır. Cemiyet fertlerinden birinin diğerine üstünlüğü, ancak takvâ ve ahlâkî faziletler ile olabileceğini telkin eder.
Filhakika cemiyetlerde huzur ve emniyeti sağlayacak esaslar ve onları tatbik mevkiine vaz’ edecek görevliler vardır ve olması tabiîdir. Ancak cemiyet fertlerini birbirine yardımcı kılan, şerir kimseleri kötü düşüncelerden uzaklaştıran, kanunların yetişemediği, insanların bilemediği yerlerde dahi fertlerin vicdanına hâkim olan ve onları doğruya sevkeden mânevî bir meş’aleye zarûret vardır. Bu meş’ale ile kalbi aydınlanan kimseler, yapacakları (iyi veya fena) her işten sorumlu olacaklarını, yaptıkları en küçük iyiliklerin mükâfatsız, kötülüklerin de karşılıksız kalmayacağını bildiklerinden içtimâî hayâtın huzur ve sükûnu için görevlerini yerine getirmekten çekinmeyeceklerdir.
Cemiyetlere huzur veren, milletleri mesut kılan yükselmeler bu yüksek duygu gönüllerine hâkim olan insanların varlığı ile olmuştur. Fakat insan cemiyetlerini felâketlere, ızdıraplara sürükleyen de bu yüksek duyguyu yok etmeğe çalışan kimseler olmuştur.
Ferdin huzûru, cemiyetin saâdet ve emniyeti de bu yüksek duygunun gönüllere hâkim olmasına bağlıdır. Böyle olunca inanan, aklı eren her insan, mensup olduğu cemiyetin huzur ve selâmetinde, millet ve memleketinin her alanda yükselmesinde kendisinin vazifeli olduğunu ve yeteri kadar çalışması lazım geldiğini düşünür, onun için de her şeyden önce vicdânî sorumluluğunu her an hatırında tutar. Çünkü insan başıboş olarak yaratılmamıştır2. Huzûr-u İlâhî’de hayâtının muhasebesi yapılacağı bir gün (âhiret günü) gelecektir. Böyle mümtaz kimseler sadâkatlerini, vicdanlarına hâkim olan HAK DİN’in sesine kulak vermiş olmanın mükâfatını dünyâda da, âhirette de bulacakları şüphesizdir.
Cemiyet hayâtının huzur ve âhengi için ferdlerin bu inanca sâhip olmaları bir zarurettir.
Tevfik Cenâb-ı Hak’tandır.
____________________________________________
AYET MEALLERİ
ALLAH (C.C.) ŞÖYLE EMREDER:
“İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmedin!”
(En-Nisâ Sûresi, Âyet: 58)
“Ey îman edenler! Allah için hakkı ayakta tutanlardan, adaletle şahitlik edenlerden olun! Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin! Adalet yapın! Zîrâ takvaya en yakın olan odur”.
(El-Mâide Sûresi, Âyet: 8)
“Ey îman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutanlardan ve Allah için şahitlik edenlerden olun! O hükmünüz veya şâhitliğiniz velev ki kendinizin veya ana babanızın yâhut yakın hısımlarınızın aleyhinde olsun, isterse onlar zengin veya fakir olsun. Çünkü Allah ikisine de sizden daha yakındır. Artık siz adaletten dönerek keyf ü hevânıza uymayın!”
(En-Nisâ Sûresi, Âyet: 135)