Makale

Diyanet İşleri Başkanlığı Özerk Olmalı mı?

Diyanet İşleri Başkanlığı Özerk Olmalı mı?

KEMAL GÜRAN
Din İşleri Yüksek Kurulu Emekli Üyesi

KONUNUN ÖNEMİ

İnsanlar için din, ferdi ve içtimai bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç insan için son derece hayatidir. Bu tür ihtiyaçlar, insanların gönlünden sökülüp atılamazlar. Bunlar, ancak uygun şekillerde mecrasına konularak tatmin edilmek suretiyle fert ve toplumlar huzura ve mutluluğa kavuşturulurlar. Ferdin ruhundan din duygusunu ve maneviyat sevgisini çıkarıp atarsanız, bunun altından ancak behimiyet, yani; hayvanlık çıkar. İnsan denilen zalim yaratığın egoist tıynetini eğiterek onu insanlığın yüce derecelerine ulaştıran etkenlerin başında din gelir.(1)
Din, toplumları birleştiren ve bütünleştiren bir müessesedir, geniş kitlelerin ortak değer hükmüdür. Dinler, çağlar boyunca insan topluluklarının hem ahlâk, hem de hukuk anlayışlarını oluşturmuş, onların düzenli bir şekilde huzur ve mutluluk içinde yaşamalarını sağlamıştır.
Din motifi, insanda tabii ve temel bir psikolojik güdüdür. Bu motif insan hayatında zaman zaman açlık, susuzluk, uyku ve dinlenme... gibi temel fizyolojik güdülerin dahi önüne geçer.
Dünyada manevî gerilim içinde, ruhî bunalım altında günlerce kıvranan, uykusuz yaşayan insanlar görülmüştür, görülmektedir. Dini duygular ise; manevî gerilimleri yatıştıran, ruhî bunalımları gideren en güvenilir etkenlerdir.(2)
Dinler, tarih boyunca kültür ve medeniyetlerin en önemli temelini teşkil etmişlerdir. Her ülke ve toplum, fert ve toplum menfaatleri bakımından din müessesesinden faydalanmak zorundadır. Ferd ve cemiyetleri ortak kültür değerleri etrafında buluşturup birleştirmek, kaynaştırmak gerekir. Din, içtimai bir terbiye ve disiplindir. Bu sebeple; insanlar her devirde din ve maneviyat kuvvetine muhtaç olmuşlardır. Bu ihtiyaç, özellikle günümüz insanının karmaşık hayatında bir zaruret halini almış bulunuyor.
Her geçen gün biraz daha küçülen dünyamızda ferdî ve sosyal bunalımların büyüdüğünü görüyoruz. Fert ve toplumların manevî duygulardan uzaklaşması, psiko-sosyal olayların yıldan yıla artmasına sebep oluyor. Önüne geçilemez sosyal patlamalar herkesi korkutuyor. Fert ve toplumları saran bunalımların en aza indirilmesi için insanların kalbine Allah ve din duygusunun yerleştirilmesi ve toplumsal hayatın her alanında dinî-manevî duyguların etkin hale getirilmesi gerekiyor.(3)
TÜRK TOPLUMLARINDA VE ÜLKEMİZDE DİN GERÇEĞİ
Din konusu, her insan gibi, Türk insanının da dün gündeminde idi, bugün de gündeminde olmaya devam ediyor. Çünkü din, Türk toplumları için her zaman önemli bir müşterek değer olmuş, İslâm, Türk kimliğinin en önemli unsurlarından birisini, hatta birincisini teşkil etmiştir.
Türkiye’nin ve dünyanın gelişen ve değişen şartlarında din konusu ve kimlik meselesi giderek daha da önemli hale gelmektedir. Teknolojinin gelişmesi ile adeta bir aile halinde yaşamaya başlayan insanlık alemi yeni problemlerle karşı karşıyadır.
Ülkemiz, stratejik bir bölge üzerinde bulunmaktadır. Hicaz bölgesi ve Ortadoğu’nun tarih boyunca hemen daima hassas dengeler üzerine oturan bir kültür odağı oluşturduğu bilinmektedir. Bu hassasiyet ve toplumumuzu bölme çabaları; önümüzdeki zaman dilimlerinde Laik, Antilaik, Alevi, Sünni, Tarikatçı, Şeriatçı, Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Gürcü, Liberal, Muhafazakar, Sağcı, Solcu... gibi çok çeşitli adlar ve sıfatlarla ülkemiz insanlarını karşı karşıya bırakabilir.
Bütün bunlar, din mihveri etrafında oluşan gerçekler, görüntülerdir. Bu gerçekler, günümüzde dinin, millî bünyenin sağlam, birlik ve bütünlük içinde tutulmasında ne derecede önemli bir fonksiyonu olduğunu göstermektedir. Hemen tüm bölücülük hareketleri, çeşitli etkenler arasında din, mezhep ve tarikat unsurunu da bir malzeme olarak kullanabilmektedir. Nitekim; bu gün ülkemizi bölmek için atağa kalkmış bulunan ve onbin-lerce vatan evladının öldürülmesine sebep olan Kürt kimliğine dayalı etnik bölücülük hareketi dahi amacına ulaşmak için hiç inanmadığı halde din unsurundan yararlanmak istemektedir.
Büyük bir üreme ve nüfus fazlası potansiyeline sahip olan ülkemizde insanımızı barındırıp besleyecek yeter imkanlar bulunmadığı için milyonlarca yurttaşımız çeşitli yabancı ülkelerde çalışmaktadır. Bunlardan özellikle yabancı din ve kültürden olan insanların çoğunlukta ve hakim konumda bulunduğu Hristiyan ülkelerde yaşayan dindaşlarımızın asimile olmaması, millî-dinî kimliklerini koruyabilmeleri, öz vatanlarıyla manevî bağlarını devam ettirebilmeleri yıldan yıla zorlaşmaktadır. Yeterli tedbirler alınmazsa bu yurttaşlarımız kendi öz kimliklerini yitirmekle karşı karşıya bulunmaktadırlar.
Sovyetler blokunda ortaya çıkan ’ çözülmeden sonra Ortaasya, Kafkasya ve Balkanlar’da Türkçe konuşan yüzmilyon’dan fazla soydaş nüfus, kültürel istiklallerini kazanma mücadelesi vermektedir. Bu halkaya Doğu Türkistan’ın da çok kısa bir süre sonra katılması mukadderdir.
Belirtilen coğrafyada dili Türkçe olmadığı halde müslüman olan büyük bir kitlenin yönü de dini inançları, tarihi geçmişleri ve Türkiye’nin coğrafî konumu itibariyle ülkemize dönüktür.
Geniş bir coğrafya üzerinde yayılmış, uzun süren bir siyasî baskı ve eritme politikası ile kültür farklılıklarına ve kültürel kimlik sapmalarına düşmüş bu topluluklarla aramızdaki en büyük ortak değer ırk temelinden önce din birliğidir. Müşterek bir din paydasından hareketle Türk-lslâm dünyasının kültürel kimliğinin korunmasında, bu dünyada yaşayan tüm insanların manevî bir dayanışma içinde bulunmasının sağlanmasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve onun resmî ve özel kuruluşlarının çok önemli görevleri ve sorumlulukları bulunduğunda kimsenin şüphesi yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına yurtiçinde ve yurtdışında din hizmetlerini yürütmekle görevli olan kuruluş Diyanet İşleri Başkanlığıdır. Bu sebeple biz Diyanet İşleri Başkanlığı nın konumunu, kuruluş ve görevlerini inceleyecek ve bu inceleme sonunda adı geçen devlet kuruluşunun özerkliği ile ilgili düşüncelerimizi belirteceğiz.
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞININ KONUMU, ÖNEMİ VE GÖREVLERİ Kuruluş ve Görevler:
Diyanet İşleri Başkanlığı, bir Cumhuriyet müessesesidir. Ne Osmanlı döneminde, ne daha önceki Türk devletlerinde, ne de günümüzün İslâm devletlerinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na benzer bir müessese bulunmamaktadır.
Diyanet İsleri Başkanlığı’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki karşılığı Şeyhülislamlık kurumudur. Şeyhülislamlık, Osmanlı idare sisteminin en önemli müesseselerindendir. Şeyhülislamlık makamında oturan kişiler, Padişah yanında bazen birinci, çoğu zaman da Sadrazamdan sonra ikinci itibarlı kişi idi. Şeyhülislamlık siyasî otoriteyi sert kararlarında frenleyebiliyor, aşırı siyasî kararlar karşısında soğukkanlı ve makul tekliflerle icraatı yumuşatabiliyordu.
Türkler, müslüman olduktan hemen sonra tüm dinler ve toplumlarda sosyal bir vakıa olan mezheb ve tarikat gerçeği ile karşılaştılar, kendi toplumlarına en uygun mezheb ve tarikatları benimsemede herhangi bir sakınca görmediler, diğer mezheb ve tarikatlara bağlı İnsanlarla birlikte, huzur ve ahenk içinde yaşamayı da başardılar. İslâmın temel inançlarını hedef almadığı sürece bunların hepsine hoşgörü ile baktılar. Tarihte zaman zaman meydana gelen çatışmalar, din, mezhep ve tarikat kökenli olmaktan ziyade siyasî kökenli çatışmalardır. Özellikle Osmanlı döneminde farklı dinlere mensup azınlıklara olduğu gibi hakim toplum olan müslüman grupların mensup oldukları mezheb ve tarikatlara da teşkilatlanma ve kendi temsilcilerini seçme imkanı tanınmıştır. Devletin varlığına kastetmedlkçe bunların her çeşit dinî faaliyetleri ve düşünceleri kısıtlanmamıştır. Yahudiler Sinegoklarında, Hristiyanlar Kiliselerinde serbestçe ibadetlerini yapabilmişlerdir. Devlet, sadece seçilen temsilciyi- tanımak ve onun aracılığı ile cemaatlarla ilişkilerini düzenlemekle yetinmiştir. Bu durum, Islâmî mezheb ve tarikatlar mensupları için de geçerlidir.
Osmanlılar döneminde dinî üst yapı, medreseler çerçevesinde organize olmuş ve Şeyhülislamlığa bağlanmıştır. İslâm, halk seviyesinde ise; camiler, tarikatlar, tekke ve zaviyeler muhitinde örgütlenmiş ve halkın eğitiminde sağlam bir toplum altyapısı oluşturulmasında fevkalade önemli bir rol oynamıştır. Ulema, mezheb ve tarikat önderleri, şeyhler, babalar, ağalar, devletin tüm çağrılarına uymak zorundadırlar. Şeyhülislam ise; tüm müslüman grupların en üst dinî temsilcisi konumunu daima muhafaza etmiştir. Tüm mezheb ve tarikat mensupları bu üst dinî otoriteyi tanımak zorunluluğunu duymuşlar, kabul etmişlerdir. Aralarında herhangi bir ihtilaf çıktığında, ihtilaf konusu, tarafların üst temsilcilerinden oluşan ve merkezi idare tarafından görevlendirilen bir heyet huzurunda değerlendirilir ve dinî yasalar çerçevesinde olay çözülürdü.
Diyanet İşleri Başkanlığı, bu gün toplumun gönlündeki yüce yerine rağmen mevcut mevzuatımız içinde sıradan bir Genel Müdürlük konumundadır. Bu kurumun gövdesi, toplumun ihtiyaçlarından doğan zorlamalar sonunda yıldan yıla büyümekte, ancak mevcut mevzuatla düzenlenmiş statü çerçevesinde toplumumuzun özlediği konuma bir türlü kavuşamamaktadır.
ZAMAN İÇİNDEKİ GELİŞME VE GENİŞLEMELER
Diyanet işleri Başkanlığında kuruluş ve görevler açısından daha sonraki gelişmeler şöyledir:
- 22 Haziran 1935 tarih ve 2800 sayılı kanunla Diyanet İşleri Başkanlığımın kuruluş ve görevleri yeniden düzenlenmiştir. Kanunun 4. maddesi ile; her İl ve İlçede Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir Müftü bulunacağı, Müftülerin, Vilayetlerde Vali, Kazalarda Kaymakamın başkanlığında mahallin dersiam, vaiz, imam-hatiplerle Belediye azası tarafından gizli reyle seçilerek Diyanet İşleri Başkanlığı’na teklif edileceği hükme bağlanmıştır.
- 2 Temmuz 1951 tarihinde 5806 sayılı kanunla, Diyanet Riya-seti’ne bağlı 250.000.- TL. sermayeli bir "Dini Yayınlar Döner Sermayesi" kurulmuştur.
- 1961 Anayasasından sonra 22.6.1965 tarihinde çıkarılan 633 sayılı kanunla Diyanet İşleri Başkanlığımın kuruluş ve görevleri yeniden düzenlenmiştir. Bu kanunla;
1. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevleri arasında itikat ve ibadet işlerine ilaveten İslâm dininin ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütme görevi de eklenmiştir.
2. Diyanet İşleri Başkanlığı merkezinde, Başkanlığın dinî-ilmî konularda en yüksek karar ve danışma organı olmak üzere ve üyelerinin tayinleri seçime dayalı bir "Din İşleri Yüksek Kurulu" kurulmuştur.
3. Yayın, irşad ve eğitim işlerini yürütmek üzere bir "Dinî Hizmetler ve Din Görevlilerini Olgunlaştırma Dairesi" kurulmuştur. Daha sonra, bu daire: Din Hizmetleri, Din Eğitimi, Dini Yayınlar, Dış ilişkiler ve Hac Dairelerine ayrılmıştır.
Başkanlık, daha sonraki yıllarda Devlet Personel Kanunu, Genel Kadro Kanunu ve hükümetlerce çıkarılan çeşitli kanun ve kararnamelerle bugünkü kuruluş yapısına ulaşmış, mevcut görev ve yetkileri kullanır hale gelmiştir.
Diyanet İşleri Başkanlığı, mevcut statüsü ile "İslâm dininin itikat, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle görevlidir. Başkanlık bu görevlerini; merkez, iller ve yurtdışı teşkilatı, devlet bütçesinden maaş alan yaklaşık 85.000 personeli ve devlet bütçesinden dinî hizmetler için hükümetçe ayrılan bütçe imkanları ile yerine getirmektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı 1924 Teşkilatı Esasiye Kanunu’ndan itibaren Genel İdare içinde yer almıştır. Halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasasının 136 ncı maddesi Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgilidir. Bu madde şöyledir:
"Madde-136: Genel İdare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, Laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yapar."
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIGI’NIN STATÜSÜNE İTİRAZLAR
Diyanet İşleri Başkanlığı nın mevcut statüsüne iki türlü itiraz gelmektedir:
1. Din işlerinin devletçe yürütülmesinin laiklik ilkesi ile bağdaşmadığı ileri sürülerek, Devlet Memurları Kanunu’nun 36. maddesindeki "Din Hizmetleri Sınıfı" ile "Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun iptali için Anayasa Mahkemesinde dava açılmıştır. Bu dava:
"Toplumun çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkemizde dinî ihtiyaçların karşılanabilmesi için din işleri görecek kişilerin, ma-bed ve başka ihtiyaçlarının devletçe sağlanması ve bunların bakımı, din işlerinin devletçe denetlenmesi, din işlerinde çalışacak kimselerin yetiştirilmesi, dinin toplum için bir disiplin olmasının sağlanması..." gerekçesi ile Anayasa’ya ve Anayasa’da yer alan laiklik ilkesine aykırı bulunmamış ve red edilmiştir.(4)
2. Mukabil görüş sahipleri de; Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içinde ve Başkanlığa bağlı statüsüne karşı çıkmakta, bunun Batı tipi laikliğe ve laikliğin özüne aykırı olduğunu savunmakta, Başkanlığın Üniversiteler gibi muhtar olmasını veya din işinin cemaatlere bırakılmasını, siyasi parti hükümetleri ile bağlarının koparılmasını istemektedirler.
Türk toplumu içinde bazı kesimler de, şuur altında mevcut Şeyhülislamlık müessesesi ve fonksiyonları ile Diyanet İşleri Başkanlığının fonksiyonları arasında paralellikler kurmakta, Diyanet İşleri Başkanlığından mer’i mevzuatla verilen görev ve yetkiler dışında fonksiyonlar beklemektedir. (Televizyon yayınları, Üniversiteli öğrencilerin başörtüleri, müstehcen neşriyatın engellenmesi, dine aykırı yayınların kontrol altına alınması vs.)
GÜNÜMÜZDEKİ DEĞERLENDİRMELER
Diyanet İşleri Başkanlığı, mevcut statüden doğan problemler nedeniyle Türk Kamuoyunun gündeminden düşmeyen bir kurumdur. Konu günlük basında ve toplumda çok çeşitli yönlerden değerlendirmelere tabi tutulmaktadır.
Prof. Dr. Sabri HİZMETLİ, Vakit Gazetesi’nde yayınlanan uzun bir makalesinde şu değerlendirmeyi yapıyor:
"Diyanet İşleri Başkanlığı son yıllarda gündemden düşmemektedir. Marksist, Leninist, sosyalist ve ateist ideolojilerin temsilcilerinin hedefi olduğu gibi, çeşitli cemaatlar ve dinî topluluklar da Diyanetin varlığından hoşnut değiller. Yani Diyanet İşleri Başkanlığımın kaldırılmasını, yeniden yapılanmasını isteyenler var. Başkanlığı mevcut düzenin ve resmi ideolojinin casusu, uşağı sayma aşırılığını gösterenler olduğu gibi onu, sadece Sünnilerin, Hanefi mezhebine mensup müslümanların başkanlığı sayanlar da bulunmaktadır."
Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN’ da Yeni Şafak’taki bir yazısında özetle şu değerlendirmeleri yapıyor:
"Diyanet’in bugünkü konumu savunulamaz. Fakat Diyanet’in devletten alınıp cemaatlara verilmesi, birçok kargaşaya sebep olur.
Diyanet’in zamanı gelince usulüne uygun olarak halihazır statüsünden başka bir statüye kavuşturulması gerekir.
Diyanet İşlerinde aceleye getirilmiş bir revizyon doğru olmaz.
Din işini anarşiden, karmaşadan kurtarmak için teşkilatlandırmada fayda var.
İslâm toplumunda, toplumun ibadetlerini yerine getirmesi için gerekli teşkilatın siviller, yada devlet tarafından kurulması, hiçbir çelişkiyi ifade etmez."(5)
LAİKLİK AÇISINDAN DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIGI’NIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Cumhuriyetin başlangıç yıllarından itibaren, yeni devletin bünyesindeki Diyanet İşleri Başkanlığı, bir Cumhuriyet kurumu olarak Laiklik, Din ve Vicdan Hürriyeti açısından değerlendirmelere tabi tutulmuştur. Bu konuda belli başlı görüşler şöyledir:
Birinci Görüş:
Madem ki devletin dini olmaz. O halde devlet elini, ayağını din işinden (Laik Batı ülkelerinde olduğu gibi) çeksin. Bırakın cemaat kendi din işlerini istediği şekilde yürütsün. Devlet din işine bütçesinden para ayırmasın. Diyanet İşleri Başkanlığı özerk olsun.
Osmanlı Devleti’nde İslâm’ın en büyük memuru olan Şeyhülislam, padişah tarafından azledilebilirdi. Laikliğe geçilipte Diyanet İşleri Başkanlığı devlete bağlı bir kurum haline getirilince işin özünde fazla bir değişiklik olmamıştır.(6)
1961 Anayasasının 154. maddesinin "Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Baş-ı kanlığı, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir." hükmünü İhtiva etmesi, 1982 Anayasası’nın da bunu aynen benimsemesi, tenkit edilmektedir. Böylece; Batı ülkelerindeki laiklik ilkesine benzer bir uygulama başlatılmış, devlete din işlerinde müdahale hakkı tanınmış, dini otorite kendi iç düzenlemelerini hükümetlerin çıkaracağı kanunlarla yapma zorunda bırakılmış ve devlete tabi bir müessese haline getirilmiştir. Halbuki; laik bir devlette dini otorite, kendi iç düzenlemelerini kendi yapmakta serbesttir. Türkiye’deki azınlıklar bu haklara sahiptir. Laiklik tam anlamı ile ancak onlara uygulanmaktadır.
Atatürk, İsmet İnönü ve Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanlıkları dönemlerinde Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış olan Rıfat Börekçi, Şerafettin Yaltkaya, Ahmet Hamdı Akseki ve Eyüp Sabrı Hayırlıoğlu hayatta oldukları sürece görevlerinden alınmamışlardır. Eyüp Sabrı Hayırlıoğlu 27 Mayıs 1960 harekatından sonra görevinden alınmıştır. Atatürk, İnönü ve Bayar’ın izlediği gelenek böylece bozulmuştur. 1961 Anayasası’nın kabulünden sonra Diyanet İşleri Başkanlığı tamamen siyasetin emri altına girmiştir.(7)
İkinci Görüş:
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra iktidar olanlar %99’u müslüman olan bir ülkede devletin dini kendi kaderi ile başbaşa bırakması uygun değildir. Devlet, nüfusunun %99’u müslüman olan bir ülkede dine bu kadar ilgisiz kalamaz, halkın dini ihtiyaçlarını karşılamak için birşeyler yapmamız lazım. Laik devlet demek, "halkın dini İhtiyaçları doğrultusunda hiçbir hizmet vermez demek değildir. Halkın büyük çoğunluğu İstiyorsa bu, tipik bir kamu hizmetidir. Bu hizmeti vermez, halkı tatmin etmezseniz toplumda huzursuzluk meydana gelir. Su İhtiyacı, elektrik ihtiyacı gibi dini ihtiyaçlar da sözkonusudur. "(8)
Türkiye’deki laik düzen, aslında Batı’daki laik düzen değildir. Devlet, resmin din teşkilatını emrinde tutmaktadır. Din görevlilerinin maaşlarını ödemektedir. Din adamları yetiştirmektedir. Bu Türkiye’ye mahsus ve bir İslâm Cumhuriyeti için düşünülmüş farklı bir laikliktir. (9)
Batı’daki laik devletlerin halkı Hristiyan, Türkiye laik devletinin halkı ise Müslümandır. Türkiye’deki laikliğin Avrupa ülkelerinden farklı oluşunu, hatta mutlaka farklı olmasını gerektiren esas sebep, bu din farkıdır. Hristiyanlıkta bir Papalık, bir kilise teşkilatı ve bir Ruhban sınıfı vardır. Bu teşkilat, kuruluşundan beri idaresi ve bütçesiyle devletten ayrı ve muhtardır. Bunun için Hristiyan ülkelerdeki laik devletlerde din ve devlet teşkilatı kolaylıkla ayrı ayrı kurulabilmiştir. Türkiye’de ise laiklik meselesi, 20. Asrın başlarında ortaya çıkmış, bu Müslüman ülkeye batılılaşma hareketleri sonunda gelmiştir. Müslümanlıkta din ve devlet teşkilatı ayrı ayrı olmadığı için, laikliğin Müslüman bir devletin devlet anlayışına intibak ettirilmesi gerekmiştir. Böylece Hristiyan ülkelerdeki laik devlet anlayış ve tatbikatından farklı bir durum ortaya çıkmıştır.
Bu farklılık, tabii, içtimai, hatta siyasi bir zarurettir. Tarihteki İslâm devletlerinde hiçbir zaman din-devlet teşkilatı ayrı ayrı düşünülmemiş, birlik ve bütünlük içinde yürütülmüştür. Bu anlayış, Tevhid anlayışının içtimai ve siyasi sahaya akseden bir tezahürüdür. Türkiye Cumhuriyeti de müslüman bir milletin yaptığı istiklal mücadelesinden sonra, kurduğu bir devlettir. Bu devletin de zikri geçen tarihi ve içtimai anlayışa zıt veya ondan farklı bir anlayışa veya kuruluşa yönelmesi mümkün değildi. Onun için laik TC. Devleti’nde dini fonksiyonları ifa edecek Diyanet İşleri Teşkilatı, devlet içinde ve devletle birlik ve bütünlük içinde mütalaa edildi. Eğer Avrupa’daki gibi bir din ve cemaat teşkilatı ayrımına gidilseydi; iki ayrı otorite ortaya çıkardı, onun için Cumhuriyetin kurucuları yukarıda belirtilen şartları dikkate alarak dini teşkilatı devlet içinde ve devlete bağlı olarak kurmuşlardır.(10)
Türk toplumu, batılı manada laik bir toplum değildir, olması da gerekmez. Batı toplumları Hristiyandır. Türk toplumu ise büyük çoğunluğu ile Müslümandır. Dünya’da tek laik Müslüman ülke Türkiye’dir. Türk laikliği örnek olarak batı ülkelerindeki uygulamayı almamıştır. Alması mantıki olmadığı gibi vakıaya da uygun düşmezdi.
Bu açılardan değerlendirildiğinde; din işlerinin topluma bırakılması çözüm getirmez. Toplumumuzun buna hazırlıklı ve yapımızın bu tür bir uygulamaya hazır olduğu da söylenemez:(11)
Türk devlet sisteminde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın veya din hizmeti gören şahısların genel idare içinde yer alması, amme intizamı esasından ortaya çıkmış bir düşüncedir. Bu düşünce; din hürriyetini korumak, suistimallere meydan vermemek için ortaya çıkmıştır.(12)
Din, Türk hukuk sisteminde ferdi ve toplumsal bir kurum olarak kabul edilmektedir. Bu düşüncenin bir sonucu olarak, anayasalarımızda din tıpkı sağlık, ulaşım, eğitim, bayındırlık vs. gibi bir kamu hizmeti olarak gözönüne alınmış ve bu doğrultuda düzenlemeler yapılmıştır. Türk hukuk düzeninde din, varlığından vazgeçilmesi imkansız ferdi ve toplumsal bir kurumdur. Bundan dolayı kendine özgü bir kamu hizmeti alanıdır. Dinin bu niteliği onun himayesini zorunlu kılmıştır. Bu maksatla da ceza kanunlarımızda çeşitli hükümlere yer verilmiştir. (13)
Bütün bu mülahazaların ışığında Anayasa Mahkemesi açılan bir dava sonunda verdiği kararda; Diyanet İşleri Başkanlığı’nı dinî bir teşkilat olmaktan öte idari bir teşkilat olarak görmekte, bu teşkilatta görev alan kimseleri de devlet memuru saymaktadır.
Üçüncü Görüş:
Devlete, siyasî partiler hükümetlerine bağlı din sistemi, bazı kimselelerin kafalarındaki çarpık laiklik anlayışı ile vicdanları sızlatan değerlendirmelere, görüş ve düşüncelere de konu olabilmektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın "Milli Piyango haramdır", ’Yılbaşı kutlamaları dinimize göre uygun değildir." tarzındaki açıklamalarından çok rahatsız olduğu anlaşılan günlük gazetelerden birinin meşhur köşe yazarı aynen şöyle yazıyor:
’Türkiye Cumhuriyeti’nde Diyanet İşleri Başkanı bir devlet memurudur. Tayinini hükümet yapar. Resmen başına bir O sarık sarabilir, ama fetva verme yetkisi yoktur.
Laiklik, kavram olarak çok tartışma kaldıran, tarifi çeşitli şekilde yapılan bir ilkedir. Ancak, hiç kimse tarafından reddedilemeyecek bir gerçek vardır. Laik devlet, fetvaya yer bulunmayan devlettir.
Türkiye Cumhuriyeti, geçerli anayasanın 2. maddesine göre laik devlettir. Aynı anayasanın 4. maddesine göre cumhuriyetin bu niteliği değiştirilemez.
O halde Diyanet İşleri Başkanı Mustafa Yazıcıoğlu, fetva yerme yetkisini nereden alıyor? Üstelik görülüyor ki, ilk denemesinde kulağı hiç olmazsa bükülmedi-ğinden cesaretle fetvalarını sürdürmektedir. "(14)
Dördüncü Görüş:
Diyanet İşleri Başkanlığı için Türkiye’nin ve Türk toplumunun tarihi, kültürel ve toplumsal yapısından kaynaklanan sebepler dikkate alındığında; din ve vicdan hürriyetleri, laiklik ilkesi ile daha iyi bağdaşır bir dördüncü hal tarzı da ileri sürülmektedir. Bu görüşü paylaşanlara göre:
Laik sistemde din ile devlet birbirinden ayrılacak demek, bunlar birbirlerine lakayd, birbirine rakip, hatta birbirine yabancı olacak demek değildir. Dinin de devletin de en yüksek hedefi, fert ve toplumu huzura erdirmektir. Din, bu hedefe ferdin iç alemini, hükümet ise dış münasebetlerini tanzim etmek suretiyle yürürler.
Bu sebeple; bugün yapılacak işlerin en önemlilerinden biri, hiç olmazsa Diyanet İşleri Başkanlığı’nı üniversiteler gibi muhtar hale getirmektir. Bunda hem siyasetin hem de devletin faydaları vardır. Bu sayede Diyanet, her an değişen siyasetin ve hükümetin baskısından kurtulacak ve kendine sahip, kendi mukadderatına kısmen de olsa hakim bir müessese halini alacaktır. Böylece devletin laiklik umdesi de rayına oturmuş olacak, bugünkü mantıksız ve kaypak konumundan kurtulmuş olacaktır.
Türkiye’de bugün Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatı, doğrudan doğruya Başbakanlığa bağlıdır. Diyanet İşleri Başkanı ve O’na bağlı teşkilat ve personel, Başbakanın, binnetice bir siyasî r\ partinin emri altındadır. İller teşkilatı personeli müftüler, vaizler, imam-hatipler, il ve ilçelerde hükümetlerin siyasî tercihlere dayalı politikalarını uygulamakla mükellef olan valilerin emri altında çalışmaktadırlar. Diyanet İşleri Başkanı’nı ve tüm personelini doğrudan veya dolaylı olarak tayin eden, işten el çektiren, sicilini veren hükümet veya hükümetin emrindeki kimselerdir. Bütün bunlara rağmen Türk Devleti laiktir.(15)
Teklif edilen uygulama ile hiç olmazsa bu sakıncalar giderilebilir. Bu uygulama 1982 anayasasının 136.ncı maddesine de uygun düşer. Bu maddede; "Diyanet İşleri Başkanlığı’nın laiklik ilkesi doğrultusunda bütün siyasî görüş ve düşüncelerin dışında kalarak" görevlerini yerine getireceği vurgulanmıştır.
1. DİN ŞURASI’NIN KARARI
Diyanet İşleri Başkanlığının statüsü konusu, T.C. Diyanet İşleri Başkanlığınca 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun 19. maddesi ve bu maddeye dayanılarak çıkarılan Tüzük gereğince 4 Kasım 1993 günü Ankara’da toplanan 1. Din Şurası’nda da müzakere konusu yapılmıştır. Yapılan müzakerelerden sonra Şura Genel Kurulunda alınan 23 numaralı karar metni şöyledir:
"23. Anayasa’nın âmir hükmü gereğince, Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Kanunu bir an önce çıkartılmalı, bu çalışmalar çerçevesinde özellikle,
a) Diyanet İşleri Başkanlığı’na YÖK, TRT vb. kurumlarda olduğu gibi özerklik verilmesi,
b) Diyanet İşleri Başkanı’nın seçim esasına göre belirlenmesi,
c) Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Cumhurbaşkanlığı makamına bağlı hale getirilmesi,
için gerekli hukukî düzenlemeler yapılmalıdır."(16)
Bugün yapılacak işlerin en önemlilerinden biri, hiç olmazsa Diyanet İşleri Başkanl iği’m üniversiteler gibi muhtar hale getirmektir. Bunda hem siyasetin hem de devletin faydalan vardır. Bu sayede Diyanet, her an değişen siyasetin ve hükümetin baskısından kurtulacak ve kendine sahip, kendi mukadderatına kısmen de olsa hakim bir müessese halini alacaktır.
SONUÇ
Din, fert ve toplumların vazgeçemeyeceği bir kurumdur. Din ve dini hayat Türk toplumlarının hayatında da önemli bir manevî unsur olarak varlığını sürdüregel-miştir. Özellikle müslüman olduktan sonra din unsuru Türk toplumlarının hayatında, Türk milli. kimliğinin oluşmasında birinci de-’ recede rol oynamıştır. Dinin bu rolünün geleceğe doğru da tüm canlılığı ile devam edeceği gözlenmektedir.
Bu sebeplerle; Türk milletinin dinî hayatının düzenlenmesi ile ilgili işleri yürütmekle görevli ve yükümlü olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Türk toplumundaki, yeri ve önemi yıldan yıla artan bir hızla devam edecektir. Bu itibarla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın statüsü, görev ve yetkileri en kısa zamanda ele alınmalı, Türk toplumu için gelecekte ifade edeceği öneme uygun olarak yeniden düzenlenmeli, bu maksatla gerekli yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
Konu 1. Din Şurası’nda yetkili uzmanlar tarafından geniş bir şekilde incelenmiş ve en uygun bir sonuca varılmıştır. Şura kararlarının incelenmesinden de anlaşılacağı gibi; Diyanet İşleri Başkanlığı,
a) Cumhurbaşkanlığına bağlı,
b) Başkanı seçim usulü ile tesbit edilen,
c) YÖK ve TRT gibi idarî özerkliği olan bir kurum haline getirilmelidir.
(1) BaşgllProf. Dr. Ali Fuat, Din ve Lâiklik, 1st. 1962.S.134.
(2) Çam Ömer, Milli Eğitim ve Din Eğitimi İlmî Semineri, Mayıs 1981, Ankara, s. 1985.
(3) Zaman 8.4.1995, s. 14, sütun 3.
(4) 15 Haziran 1972 gün ve 14216 sayılı Resmi Gazete.
(5) Yenişafak 2.4.1995, s.4.
(6) Belge Murat, Laiklik Nedir, Ne Değildir? Cumhuriyet, 4.3.1990, s.6, sütun 1-8.
(7) Dinger Nahit, Milli Eğitim ve Din Eğitimi Milli Semineri, Mayıs 1981, Ankara, s. 189-190.
(8) Yayla Prof. Dr. Yıldızhan, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Ekim 1986, s.10, sayfa 10-11.
(9) Özek Ali, Laiklik İlkesi ve Türkiye’deki uygulanışı, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Ekim 1986, s.10, s.26-27.
(10) Tahralı Dr. Mustafa, Milli Eğitim ve Din Eğitimi İlmi Semineri, Mayıs 1981, Ank. s.193-194.
(11) Yazıcıoğlu Prof. Dr. M. Sait, Laiklik Nedir, Ne Değildir? Cumhuriyet 9.3.1990, s.6, sütun 1-7.
(12) Armağan Prof. Dr. Servet, Milli Eğitim ve Din Eğitimi İlmi Semineri, s. 197.
(13) Hafızoğulları Doç. Dr. Zeki, Laiklik ve T.C.K.’nun 163. maddesi üzerine, Ank. Ün. SBF Dergisi, Cilt XLII, Ocak-Aralık 1987, s.212.
(14) Toker Metin, Bu zatı şerif kendini nerede zannediyor? Milliyet
1.1.1990, s. 8, sütun 1.
(15) Başgil Prof. Dr. Ali Fuat, Din ve Laiklik, 1962,1st. s.168 ve 203.
(16) 1. Din Şurası Kararları, Ankara 1993, s.9-10.