VAKIFLARIN İDARESİ VE TEŞKİLÂT YAPISI ÜZERİNDE DÜŞÜNCELER
Geniş tabanlı Danışma Kuruluna sahip özerk bir yönetim, vakıflar için son bir çare olarak görülmektedir. Belki böylece vakıfları, mukadder olan kötü akıbetten kurtarmak mümkün olabilecektir.
Vakıf birkaç safhadan geçtikten sonra hükmî şahsiyet ve hukuki statü kazanmaktadır. Vakfın tesisinde mahlûkata şefkat, insan sevgisine dayalı fikri tasarı en başta gelmektedir. Bu düşünce noktasında, hizmetin plân ve projesinin tasavvurudur. Duygu ve düşüncenin çizgilere dökülmesinden sonra vakfa konu olan mal ve imkânlar ortaya çıkmaktadır. Artık fizikî plânlama ve vakıf eserlerin inşası safhasına gelinmiştir. Bunu takiben tahakkuku amaçlanan gaye doğrultusunda yapılaşma işlemi bitirilmektedir. Bu iki işlemin tamamlanmasından sonra düşünce ve fizikî yapılaşmalar ışığında geleceğe yönelik tasarılar da dikkate alınarak vakfiyenin yazılmasına geçilmektedir.
Vakfiyelere Allah’a hamd, Resulüne salât ve selâmla başlanmaktadır. Önce vakfa tahsis edilen hayrat ve akar niteliğindeki mallar ile bu mallardan insanların nasıl yararlanacağı, hizmetin nasıl yürütüleceği, görevlilerin nasıl seçileceği, ücretlerin nasıl ödeneceği hususları geniş bir şekilde sayılmaktadır. Vakfı, doğrudan yönetecek mütevellilerin ve hizmetin vakfiye doğrultusunda yapılıp yapılmadığını denetleyecek nâzırların kimlerden ve hangi şartlarla seçileceği, herhangi bir tereddüde mahal kalmayacak şekilde belirtilmektedir.
Vakfiyeler, öngörülen şart ve hizmetlerin sonsuza kadar devam edeceğini kesin bir ifade ile belirttikten sonra, bu kararın aksine davranacakların uğrayacakları olumsuzluklar dile getirilerek, vâkıfın bedduası ile bitmektedir.
Şimdi sıra, vakfiyenin hukuki bir nitelik kazanması için Kadı tarafından tasdikine gelmiştir.
Vakıf kurucuları, vakfiyenin tasdiki konusunda çok hassas davranmışlardır. Tereddüde yol açabilecek hiçbir boşluk bırakmamışlardır. Mahkemenin hükmiyle teşkil edilmeyen vakfın sıhhati hususunda mezhep imamları ve İslam hukuku otoriteleri değişik görüş sahibidirler. İmam-ı Azam vakfı ödünç vermeye benzeterek vâkıfın istediği zaman kararından dönebileceğini söylemektedir. Talebesi İmam Muhammed, vakfı sadakaya benzeterek vâkıfın ancak malı mütevelliye teslim edinceye kadar kararından vazgeçebileceğini, vakfın mütevelliye teslim edilmesiyle icap ve kabulün tahakkuk ettiğini, artık bu noktadan sonra vakfın tesisinden vazgeçmenin mümkün olmadığını belirtmektedir. İmam Ebu Yusuf ise köleyi hürriyetine kavuşturmada olduğu gibi kabule gerek kalmaksızın tek taraflı icapla, yani vâkıfın, “Vakfettim” demesiyle vakıf fiilinin tahakkuk edeceği kanaatindedir. Uygulama, vakfın lehine olan bu görüş doğrultusunda olmuştur (1).
Ancak, vakıf kurucuları vakfın mahkemede tescil işlemini mürafaalı bir celse ile yaparak, her üç hukukçunun görüşüne göre, vakfı sahih kılacak bir tescil işlemini fiilen uygulamışlardır.
Mal mütevelliye teslim edildikten sonra, vakıf kurucusu İmam-ı Azam’ ın görüşünü ileri sürerek kararından dönmek istemekte; mütevelli ise İmam Muhammed’in kanaatine dayanarak, icab ve kabulün tahakkuk ettiğini iddia ederek konuyu kadıya götürmektedir.
Kadı Efendi her iki tarafı ve şahitlerini dinledikten sonra, İmam Muhammed’in görüşünü tercih ederek, geriye dönüşü olmaksızın vakfın tesciline karar vermektedir (2).
Bu hukuki merasimin tamamlanması ve hazırlanan vakıf senedinin kadı ve şahitlerce imzalanmasını müteakip, vakıf hukuki nitelik ve hükmi şahsiyet kazanmaktadır. Artık vakıfla ilgili bütün hizmet ve işlemler tasdikli bu vakfiye esaslarına göre yapılmaktadır.
Binlerce personelin çalıştığı çok geniş iş ve hizmetleri kapsayan vakıflar, vakfiyede sistemin sağlam zeminlere oturtulması sebebiyle 5-6 kişilik bir ekiple mükemmel bir şekilde idare ediliyordu. Bir defa iş baştan sağlam tutularak kalifiye eleman seçiliyordu. Sonra çoğu kez mütevelli vakfın soyundan bir kişi oluyordu. Hizmet mahallen yönetiliyordu. İşlerin gereği gibi yürütülmesini sağlamak ve aksaklıklara meydan vermemek için belirli zamanlarda bütün görevliler toplanarak, idraklerini uyanık tutmak amacıyla vakfiye okunuyor ve bir nevi hizmet için eğitim yapılıyordu. (3)
İlk dört halife (632-661) döneminden başlamak üzere H. VIII asra kadar vakıflar, kadıların kontrol ve murakabesi altında vakıfları veya tayin edilen mütevelli ve nazırlar tarafından idare edilmekte idi. Anadolu Selçuklularında (1077-1308) da durum bundan pek farklı değildi. Bu dönemde vakıflar vakıfların şartlarına göre mütevelliler tarafından idare ediliyor, bunların genel espriler içerisinde tasdik ve murakabelerine ait muameleler kadılık teşkilatı tarafından görülüyordu. (4)
Osmanlı Padişahlarından Orhan Gazi Bursa’da inşa ettirdiği cami ve zaviye vakıflarının nezaretini (H. 760/M. 1356) veziri Sinan Paşa’ya tevcih etmiştir. Yıldırım Bayezid I, her vilâyete birer "müfettiş-i ahkâmı şer’iyye” tayin ederek vakıflar ile nâzırların işlemlerini bu müfettişlere denetletmiştir. Murat ve Fatih Sultan Mehmet zamanlarında, Anadolu Selçuklularında olduğu gibi bütün vakıfların denetimini “Kadı-asker”lerin yaptığını görüyoruz. Bununla beraber büyük hükümdar vakıfların nezaretinin ileri gelen devlet adamlarına tevcihi geleneğine bağlı kalınmıştır. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’da kurduğu vakıfların nezaretini (H. 868/M. 1464) vezirlerinden önce Mahmut Paşa’ya, daha sonra da İshak Paşa’ya tevcih etmiştir (5).
Fatih, Selim I ve Kanuni vakıflarının idaresi sadrazamlara; Bayezid II, Ahmet I’in vakıflarının idaresi ise Şeyhülislamlara verilmiştir.
XVI. Yüzyılda Mısır, Suriye, Kuzey Afrika ve Arabistan’ın fethedilmesinden sonra, Harameyn (Mekke ve Medine) Vakıfları önem kazanmıştır. Bu vakıflara nezaret etmek üzere oldukça geniş bir teşkilât meydana getirilerek önce “Kapı Ağaları” sonra “Bab’us-Saade ve Dar’us-Sâade Ağaları” nâzır sıfatı ile bu teşkilâtın başına geçirildi. “Harameyn Evkaf Nezareti” H. 995/M. 1587 tarihinde kuruldu ve Dar’us-saade Ağası" Habeşi Mehmed Ağa Nâzırlığa tayin edildi. Harameyn Vakıfları Nezareti’nin kuruluşundan sonra bu teşkilâta Padişah ve eşlerinin vakıfları ile Dar’us-saade ve mensupları vakıflarının katılmasıyla yönetim daha da önem kazandı. Bu gelişmelerden sonra, Evkaf-ı Hümayun Müfettişliği, Muhasebeciliği ve Dâr’üs-saade yazıcılığı adları ile dört birim kurularak teşkilât genişletildi (6). Harameyn Evkaf Nezareti, tevliyete müdahale etmiyor, yalnız mütevellilerin denetlenmesi ve vakıfların idarelerini kontrol ile meşgul oluyor ve velâyet-i amme ile hareket ediyordu (7).
Abdülhamid I, Hamidiye Vakıfları adı ile kurduğu (H. 1188/M. 1774) vakıflarının nezaretini "Dâr’us-saade Ağaları”na, kaymakamlıklarını da yazıcılara şart kılmak suretiyle üç sorumlu memuriyetten teşekkül eden müstakil bir yönetim haline getirmiştir. Abdülhamid’ in kendi vakfı hakkında kurduğu yönetim biçimi sonradan Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin esasını teşkil etmişse de, Hamidiye vakıfları ilk teşekkülünde Harameyn Evkaf Nezareti’nin bir şubesi olarak kurulmuştur.
Çeşitli değişikliklerden sonra, Mahmud II, kurduğu vakıflarını Abdülhamid I’in Hamidiye vakıflarına katmış ve böylece aynı yönetime bağlı vakıf sayısı elliye ulaşmıştır. Bu vakıflar topluluğunun idaresi Padişah tarafından Darphane-i Amire Nezareti’ne verilmiştir.
Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra (H. 1241/1825-26) tarihinde; Hamidiye, Yeniçeri ve Sekbanbaşı Ağaları vakıfları ile bu vakıflara bağlı diğer vakıfların yönetimi Hamidiye Vakıfları mütevelli kaymakamlığına devredilmiştir. Böylece Padişah ve kurumlar vakıflarının bir araya toplanmasıyla oluşturulan teşkilât çok genişlemiş ve idaresi de güçleşmiştir, Bu gelişmeler üzerine 12 Rebiülevvel H. 1242/M. 1826 tarihinde bu vakıfların yönetimi Darphane-i Amire Nezaretinden alınarak yeni kurulan Evkâf-ı Hümayun Nezareti’ne verilmiş, Darphane-i Âmire Nâzırı ve Mütevelli Kaymakamı el-Hac Yusuf Efendi Nazırlığa getirilmiştir.
Şehir suları genelde vakıf olduğu için H. 1253/M. 1837’de Su Nezareti, H. 1254/M. 1838 tarihinde de Harameyn Evkaf Nezareti Evkaf-ı Hümayun Nezaretine bağlanmıştır. Mehmet Hasib Paşa’nın ikinci Nezaret döneminde H. 1254/ M. 1838’de Evkaf-ı Hümayun Nâzırları, “Meclis-i Hass-i Vükela”ya, bugünkü deyimle “Bakanlar Kurulu”na dâhil olmuşlardır. Nezaret, Bakan Müsteşar Vakıflar Meclisi iki Genel Müdür, Hukuk Müşavirliği ve dokuz daire müdürü ile iki encümenden meydana gelmektedir. Taşra teşkilâtı Bölge Müdürlüğü esasına göre düzenlenmiştir (8).
Vakıfların yönetimi bu statü ve teşkilât yapısı ile Şer ’iye ve Evkaf Vekâlet’inin 1924 tarihinde kaldırılışına kadar devam etmiştir.
Yukanda anlattıklarımıza bakılırsa mütevelliler eliyle bağımsız bir şekilde yönetilmekte olan vakıflann tabiî bir seyir içinde, hatta biraz da tarihin zorlaması sonucu, merkezî hükümetin idaresine kaydığı görülmektedir. Muhakkak, bu gelişmelerde hakikat payı var. Ancak konu o günkü dünya siyaseti ile birlikte biraz derinlemesine tetkik edilirse, bugüne kadar bize anlatılanların işin zahiri yönü olduğu, gerçekte vakıfları merkezi hükümet içerisine almanın dış güçlerin zorlamasıyla oluşan bir de gizli sebebinin bulunduğu anlaşılmaktadır.
Osmanlı topraklarına göz diken Avrupalı çeşitli yolları deneyerek bu topraklara sahip olmak istiyordu. 23 Şevval 1274/1858 tarihinde kabul edilerek yürürlüğe giren, "Ahkâm’ul-Arazi Batılıların isteğini sağlamaya yetmedi. Zira Osmanlı topraklarının 1/3 vakıftı. Bu kanunda vakıf kendi statüsü içerisinde bırakılmıştı ve yönetimi devletin müdahalesinden uzaktı. Batılılar çeşitli vesilelerle Osmanlı Yönetimini etkileyebiliyordu. Fakat tek tek vakıf mütevellileri ile meşgul olması mümkün değildi. İşin bir başka yönü de, toprakların vakıf niteliği devam ettiği sürece savaş zoru ile beldeler zapt edilse bile vakıf hukukunun sağladığı hukuki durumlar sebebiyle bu topraklara sahip olunamıyordu. Nitekim Cezayir ve diğer Kuzey Afrika topraklarını işgal eden Fransa, bu durumla karşılaştığı için, vakfın mevcut sağlam statüsünü değiştirmek amacı ile yüzlerce araştırmalar yapmış, bu konuda kitaplar yazdırmıştır.
Bab-ı Ali 1860 yılında borç almak üzere Londra’ya başvurmuştu. İngiliz Hükümeti aşağıdaki şartları ileri sürdü:
1. Devletin tasarrufunda bulunan araziye Osmanlı tebaasının tâbi olduğu şartlar dâhilinde yabancılara tasarruf hakkının tanınması,
2. Tahsil edilecek paraya karşılık bir istikraz akdedilmesi,
3. Vakıf sisteminin kaldırılması,
4. Osmanlı mâliyesinin kontrolü için milletler arası bir komisyon kurulması, Bâb-ı âli o gün için bu şartları kabul etmemiştir. (9).
Aynı konuda, Fransa Sefirlerinden Engelhardt, hatıratında şunları yazmaktadır: “Bu maksatlarla siyaset-i hariciye tesirini göstermeye başladı. Zaten hükümet aynı hedefe doğru gidiyordu. Bu babta hükümet için ilk hatt-ı harekât evkaf üzerinde sahib-i nüfuz olabilecek bir vaziyet almak idi. Bu gelişmeler üzerine tahsisat kabilinden olan vakıflar “Hazine-i Maliye” ce zapt olundu. Hazine ile ilgisi kolay olmayan vakıflar için Evkaf Nezareti teşkil olundu” (10).
Uzun yıllar, Darülfünun Üniversitesi, Mülkiye Mektebi’ (Siyasal Bilgiler Fakültesi) nde “Ahkâm’ül-Evkâf” dersleri okutan Elmalılı Hamdi (Yazır), ise daha sonraki gelişmelere de bakarak, Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin kuruluşu ile yabancıların Osmanlı topraklarında gayrimenkul edinme isteklerini irtibatlandırarak şunları anlatmaktadır:
“...Rusya’nın savaşla istila etme eğilimine meydan vermeksizin, şeklen meşru gibi görünen ve efkâr-ı basite için ilk başta mahzurlu görülmeyen yolları deneyerek İngiltere, Fransa ve Almanya maksatlarına ulaşmak istiyordu. Avusturya ise vaziyetten vaziyete geçiyordu. Fakat hepsi, meşru bir vesile ihdası ile müdahale esasında birleşiyorlardı. Avrupalılar gayelerine ulaşmak için, Osmanlı topraklarında serbestçe dolaşma, iktisadî üstünlük sağlama “arazi-î Osmani” yede mülk sahibi olma, daha önce elde ettikleri hükmi şahsiyetler kanalıyla istimlâk yapabilme hakkını elde etme hususlarında, değişik metotlarla faaliyete geçtiler.
Bu gelişmelerden sonra, "teb’a-i ecnebiye”nin emlâk-ı gayrimenkule istimlâk etmesini temin için, Osmanlı Hükümetine bir kanun neşrettirildi. Fakat bu kanun istenilen neticeyi vermiyordu. Çünkü Osmanlı topraklarında, serbestçe hukukî tasarrufta bulunulacak arazi pek azdı. Bunlardan bir kısmı arazi-i emiriye”de mühim bir kısmı da evkaf idi. Her ikisinde de rakabe istimlâk olunamıyor, intifa hakkının devrinde ise büyük müşkülat çıkıyordu. Şu kadar ki, arazi-i emiriye” de müsait kanun yapmak için hükümet yetkili görülüyor ve istendiği zaman baskı ile arzu edilen sonucun alınabileceği umuluyordu. Fakat vakıflar hükümetin nüfuzundan uzaktı. Avrupa arzu ederdi ki, “arazi-i emiriye ve arazi-i evkaf” tamamen satışa çıkabilecek. Bir mal halinde bulunsun ve bunlar üzerinde toplumun manevî bağlılığı şiddetli olmasın.
Avrupalılar her vesilede, —bilhassa devletin malî durumu söz konusu olduğu zaman— bu görüşlerini teklif ediyordu. Paris, Londra, Berlin muahedelerinde bu nokta-i nazarlar gözetilmiş ve kongrelerde bu husus dile getirilmiştir” (11).
Şu ya da bu sebeple ihdas edilen Evkaf-ı Hümâyun Nezareti’nin 1826 tarihinde kuruluşuna kadar bütün vakıflar vakfın vakfiye senedinde belirlediği kurallara uygun olarak icra organı sıfatı ile mütevelliler tarafından yönetilmekte; iş ve hizmetlerin belirtilen esaslar doğrultusunda yapılıp yapılmadığı yine vakfiyede gösterilen nâzır tarafından denetlenmekte idi. Devletin iç ve dış siyasetine uygun olarak aldığı genel kararların dışında, hükümetlerin vakfın idaresinde herhangi bir müdahalesi yoktu.
İsterseniz bu tespitten sonra Evkaf-ı Hümâyun Nezaretinde işlerin nasıl yürüdüğüne bir göz atalım: Mustafa Nuri Paşa (1824-1889), Tanzimat yıllarının vakıflarını şöyle anlatmaktadır: “Tanzimat’ın ilânı ile birlikte bil-cümle selâtin ve diğer devlet yöneticilerinin vakıf topraklan Maliye Hazinesi tarafından zapt edildi. Birinci yıl bu topraklardan elde edilen 44000 keseye ulaşan gelir aylara bölünerek hazinece vakıflara ödendi. Fakat daha sonra “muvazene-i umumiye”de görülen açığı kapatmak için Fuad Paşa tarafından bu gelir vergi olarak devlet hazinesine katıldı.
Vakıf gelirlerinin hazinece alınması sonucu pek çok vakıf hayrat eser, gözler önünde harap ve perişan oldu (12).
Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nde 20 yıldan fazla hizmet görmüş olan vakıflar idare Meclisi Başkâtibi İsmail Sıdkı da, Nezaretin kurulması ve çalışmaları hakkında şunları söylemektedir: “Tanzimat-ı Hayriye’den sonra, devletin bil-cümle muamelâtını tanzim için her dairenin görevleri ile ilgili düzenlemeler yapıldığı sırada müteferrik bir şekilde idare edilmekte olan vakıfların bir “daire-i mahsusa”ya tevdi-i tensip olunarak, Evkaf Nezareti kurulmuştur. Fakat ifa olunacak muamelât, maslahat-ı selameti temin edecek surette tayin ve tehdit edilmediği gibi değişik tarihlerde akıl ve mantığa maslahat ve adalete hiçbir surette uymayan bir takım usuller ile yönetim içinden çıkılamayacak bir hale getirilmiştir (13).
Evkaf yönetiminin ıslahı için önerilerde bulunan bir diğer şahıs da, II. Meşrutiyle dönemi başında, “birkaç ay Mısır Evkaf Nezareti’nde bulunduktan sonra” emekliye ayrılan Hammâdezade Halil Hamdi Paşa’ dır. Paşa önce Ayan Meclis üyeliği ile İstanbul’a getirilmiş ve 1909’da Evkaf Nazırı olmuştur. Bir yıl dolmadan görevinden ayrılan bu şahsın, vakıfların ıslahına ait bir layihası vardır. Matbu olan bu layihada (14) Halil Hamdi Paşa, Nezaretin içinde bulunduğu durumdan uzun uzadıya bahsederek, “kayıtların perişanlığı” memur fazlalığı sebebiyle "Nezaret binasının panayır yerine benzediği” gibi hususları vurguladıktan sonra; esas olarak, vakıfların “ferdiyeti”nin Nezaret bünyesi içerisinde erimemesi gerektiğini, başta Maliye olmak üzere Milli Eğitim ve diğer kamu kuruluşlarına devredilmiş bulunan vakıf mal varlığının tekrar Nezarete verilmesini, icareteynli ve mukataalı vakıf yerlerin nakit ile satılmasını istemektedir. (15)
Vakıflar konusuna kafa yoranlardan bir tanesi de, hiç şüphesiz M. Hamdi’ (Yazır) dir. Hocamız Evkaf-ı Hümâyun Nezareti’nin kuruluş sebeplerinde olduğu gibi yönetim tarzında da değişik düşünmektedir. H. Yazır’a göre vakıf idaresindeki dağınıklık ve çeşitliliğin sebebi “Vaktiyle İmam-ı Azam’ın, vakfın tescili hakkındaki görüşüne ehemmiyet verilmemiş olması ve bu konuda İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed görüşlerinin tercih edilmiş olmasıdır (16).
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, bizde vakıflar üzerinde yapılan düzenlemelerin ilmî araştırmalara ve gerçeklere uygun olmadığını, bütün düzenlemelerin siyasi sebeplerle yapıldığını söylemektedir. Yazır’a göre, her vakfın tüzelkişiliğinin korunması, gelir ve giderinin iyi hesaplanması ve meşrutun lehleri dikkate alınarak gerektiğinde bir ayıklamanın yapılması ve mahallen yönetim şeklinin benimsenmesi gerekmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Islahat arayışı yıllarında yetişen Mustafa Kâmi vakıf konusunda M. Hamdi’ (Yazır) yi destekler mahiyette görüşler ileri sürmektedir.
Mustafa Kâmi’ ye göre; vakıf, Türklere bu toprakları kontrol hakkı tanımaktadır. Topraklar üzerinde mülkiyet ve tasarruf hakkını Müslüman Türklere sağlayan vakıflar hakkında gereken hassasiyet gösterilmemiştir.
Bundan memleketimizde yaşayan yabancılar yararlanmıştır. “İslam emlâki”ni ele geçirmek için faizsiz krediler açan örgütlerden ve vakıfların kötü yönetiminden azınlıklar fazlasıyla istifade etmişlerdir. Yazır’a göre, Evkaf Nezareti’nin kurulmasından sonra, vakıf malların büyük bir bölümü gayrimüslimlere şüpheli müzayedeler ile satılmıştır. Vakıf taşınmazların tasarruf hakkının devri işlemlerinin “Defter-i Hakani’ye verilmesi de vakıfların lehine olmamıştır. (17)
Mustafa Kâmi, bu çöküşün durdurulması ve vakfa yeni bir dinamizm kazandırılması için uygun bulduğu çareleri de şöyle sıralamaktadır. Vakıfta asıl olan vakfiye şartlarıdır. Bunlara uyulmalıdır. Ayrıca vakıflar, vakıf mümessillerinden seçilmiş bir idare heyeti tarafından yönetilmelidir. (18)
Görülüyor ki vakıfların ıslahı hakkında görüş beyan eden şahıslar, yapılacak ıslahatın nasıl olması gerektiği noktasında birleşemeseler bile, bu konuda bir çalışmanın yapılmasında hemfikirdirler.
Buraya kadar, vakıfların idaresinin merkezi hükümet içerisine alınmasının sebepleri ile bu tarz yönetimin vakıflar üzerinde meydana getirdiği olumsuzlukları, bazı yazarlardan aktarmalar yaparak anlatmaya çalıştık. İsterseniz şimdi de, yapılan eleştirilerin etkisiyle veya yöneticilerin bizzat aksaklıkları görmesi sonucu vakıflar idaresinde yapılan reform çalışmalarına bir göz atalım:
Bu konuda ilk teşebbüsün birçok yeniliklerin sahibi bulunan ve 1909 - 1915 tarihleri arasında dört defa Evkaf-ı Hümayun Nâzırı olan Mustafa Hayri Efendi’den geldiğini görüyoruz.
Mustafa Hayri Efendi, Evkaf-ı Hümâyun Nezareti’nin genel durumu ve yönetim şekli hakkında, devletin çeşitli kademelerinde hizmet görmüş ve tecrübe sahibi bazı kimselere mektuplar göndererek bu konudaki görüşlerini sormuştur. Maalesef, bugün eski sadrazamlardan Saîd Paşa’nın Viyana’dan yazdığı mektubun haricinde diğer görüşler ile ilgili bir belgeye sahip değiliz.
Said Paşa mektubunda, Evkaf Nazırlarının kabineye dâhil olmasının, vakıflarla ilgili düzenlemelerin mecliste savunulması açısından bazı yararları bulunduğunu kabul etmekle birlikte, vakıfların yönetiminde Hükümetin aracılığına gerek olmadığı kanaatindedir. Said Paşa’ya göre, XIX. asır ortasına kadar selâtin vakıflarının haricindeki diğer bütün vakıflar tam bir bağımsızlık içerisinde vakfiyelerine uygun olarak mütevellileri tarafından yönetilmişlerdir. Şimdi kalıntılarını görerek, harabiyetine ve yok olmalarına üzüntü ile baktığımız çok çeşitli hayır müesseseleri, o bağımsızlık döneminde meydana getirilmiştir. Mevcut yönetim Hasip Paşanın Nazırlık döneminde kabul ettirdiği muhtesattandır. Vakıflar mütevellileri tarafından veya “Kanun-i Esasi" de açıklandığı üzere şehirlerde seçilecek cemaat meclisleri tarafından yönetilmelidir. Nezaret, bir üst kontrol görevi yapmalıdır (19).
Vakıfların içinden başlatılan yönetimi geliştirme ve idarî reform çalışmalarının ilkinden köklü bir sonuç alınamamıştır.
Vakıflar, mevcut yönetim şekli ile Osmanlı imparatorluğundan, Cumhuriyet Hükümetine merkezî hükümet içerisindeki statüsü ile intikal etmiştir.
1920’de Vakıfların meşihatle birleşerek ilk kabinede “Şeriye ve Evkaf Vekâleti” ismiyle yer aldığını görmekteyiz. 1924 tarih ve 429 sayılı “Şeriye ve Evkaf ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletlerinin ilgasına Dair” kanun (20) un 7. maddesi ile getirilen "Evkaf umuru milletin hakiki menafiine muvafık bir şekilde halledilmek üzere, bir Milliyet-i Umumiye şeklinde Başvekâlete tevdi edilmiştir” hükmüyle bugünkü teşkilât yapısına kavuşmuştur.
1920’ den, 2762 Sayılı Vakıflar Kanunu’nun 1935 yılında kabulüne kadar vakıflar, eski mevzuat hükümleri, bütçe kanunları ve zaman zaman çıkartılan özel kanunlarla idare edilmiştir.
17.6.1938 tarih ve 3461 sayılı teşkilât Kanun’unun, 20.6.1956 gün ve 6760 sayılı kanunla yenilenip geliştirilmesine ve bu kanunun 1. maddesi ile "Vakıflar Genel Müdürlüğü tüzelkişiliğe sahip katma bütçeli bir kamu kuruluşudur” diye tarif edilmesine rağmen, vakıflar yeni bir statü ve idarî yapı arayışını sürdürmüştür.
1945 yıllarından itibaren Türkiye’de çoğulcu demokrasiye geçişle birlikte Vakıflar Genel Müdürlüğü yeniden Vakıflar Kanunu ile Vakıflar Kurumu Kanun tasarılarını hazırlayarak gerekçeleri ile birlikte o dönemin hukukçularının tetkikine sunmuş ve kanun tasarıları hakkında görüşlerini istemiştir.
Tasarılar hakkında görüş bildirenlerden Ebulûlâ Mardin, Sıddık Sami Onar ve Ali Himmet Berki’nin raporları elimizde mevcuttur.
Sıddık Sami Onar 27.12.1949 tarihli raporunda, vakıfların kurum halinde teşkilatlanması hususunda şunları söylemektedir: “Vakıflar Kurumu Kuruluş Kanunu tasarısı kanaatimce büyük bir ehemmiyeti haizdir. Vakıflar idaresini eski bürokratik ve uyuşuk zihniyetinden kurtarmak, organları gayenin ehemmiyetini kavrayacak ve bunun için çalışacak şahıslarla takviye etmek, çalışma usullerini basitleştirerek idareye hareket imkânlarını vermek zaruridir. Bu bakımdan tasarının idareye verdiği bünye ve gösterdiği organlar çok muvafıktır.”
Diğer hukukçular da hemen aynı mahiyette görüş bildirmişlerdir.
Kurum kanun tasarısı elimizde yoksa da raporlarda yapılan tahlillerden şu hususları anlamaktayız.
Üniversiteler çeşitli kamu kurum ve kuruluş temsilcilerinden meydana gelen ve yılda en az iki defa toplanacak olan bir genel kurul, bu genel kurul tarafından 4 yıllığına seçilecek 7 kişilik yönetim komisyonu oluşturulmaktadır. Genel Müdürün Genel kurul tarafından gizli oy ve mutlak ekseriyetle seçilmesi öngörülmektedir. Tasarıda genel ve yönetim kurullarının icraî kararlar alması üzerinde durulmaktadır.
İhtisası gerektiren işlerde sözleşmeli mütehassıs eleman istihdamına imkan sağlanmaktadır. Ayrıca memur statüsünde personel çalıştırmak da mümkündür. Kurum muhasebe, personel ve ihale kanunlarına tâbî olmayacak, yönetim komisyonunun teklifi ve Genel Kurulun kararı ile hükmî şahsiyeti haiz bu kuruma bağlı yeni işletme ve iştirakler kurabilecektir.
Yapılan bu çalışmalardan mutlak bir sonuç alınmadığı ortadadır. Ancak daha sonra bu görüşlere dayanılarak Vakıflar Genel Müdürlüğü teşkilât kanununa; Genel Müdürlük, Devlet Plânlama Teşkilatının uygun görüşünü aldıktan sonra Vakıflar İdare Meclisinin kararı ile ticarî, sınai, zirai alanlarda işletmeler ve en az sermayesinin %51’i vakıflara ait olmak üzere şirketler kurabilir veya sermayesi vakıflar hissesi ile Devlet Kamu İktisadi Teşebbüslerinin hisse toplamı %51’den az olmamak üzere kurulmuş veya kurulacak iştiraklere katılabilir" (21) hükümleri konulmuştur. Ayrıca 11 Ocak 1954 tarih ve 6219 sayılı kanunla %75 sermayesi vakıflara ait “Türkiye Vakıflar Bankası Türk Anonim Ortaklığı” adıyla özel hukuk hükümlerine tâbi bir banka kurulmuştur.
Ne var ki, bütün bu gelişmeler, Vakıfları istenilen sonuca götürmeye yetmemiştir. Vakıflar ise mevcut imkânlar nispetinde statü arayışlarını sürdürmüştür.
1961 Anayasasının getirdiği özerklik anlayışı ve Mektap projesi ışığında, Vakıflarda geniş kapsamlı bir çalışma daha başlatılmıştır.
Genel Müdürlükçe çözüm bulunması gereken hususlar, aşağıdaki üç maddede toplanmıştır:
1 — Vakıflara yeni bir hüviyet, yeni bir çalışma zihniyeti vermek ve elindeki gayrimenkul serveti en iyi bir şekilde işletmek ve birer sanat ve medeniyet eserlerimiz olan eski eser ve abidelerimizi biran evvel imar, ihya ve muhafaza etmek gayelerine uygun bir şekilde yaşatmak ve istifade etmek için vakıflar mevzuatında ne gibi değişiklikler yapılmalıdır?
2 — Bu maksadın tahakkuku için yeniden ne gibi teşkilât kurulmalı? (Bu teşkilâta idari ve malî muhtariyet mevzularında ne gibi hak ve salahiyetler tanınmalıdır?)
3 — Vakıflar Bankası ile Genel Müdürlüğün düşünülecek yeni çalışma zihniyeti içinde münasebeti ne suretle tanzim olunmalıdır
Bu suallerle birlikte, 2762 Sayılı Vakıflar Kanunu, 6760 Sayılı Vakıflar Genel Müdürlüğü Teşkilât Kanunu ve 6219 Sayılı Türkiye Vakıflar Bankası Kuruluş Kanunu; vakıf konusuna kafa yormuş ve bu müesseseye hizmet etmiş şahıslara, konu ile ilgili üniversite öğretim üyelerine gönderilmiştir. Daha sonra bununla da yetinilmeyerek oluşturulan geniş kapsamlı bir komisyon marifetiyle vakıf konusu uzun uzadıya tartışılmış ve tartışma neticesinde elde edilen hususlar, bir rapor haline getirilmiştir.
Raporda, acil ve geniş vadede olmak üzere iki tedbir paketi önerilmektedir.
-
Acil Tedbirler:
a. Plânlı ve programlı bir şekilde, elde tutulmasında yarar görülmeyen vakıf taşınmazları satarak, rant yatırımlar yapmak.
b. Kira kanununda bir değişiklik yapılarak vakıf taşınmazların kiralarını günün rayiç seviyesine yükseltmek (22).
c. Vakıf arsalara, hakiki veya hükmî şahıslar tarafından, kira karşılığında inşaat yapılmasını mümkün kılacak kanun çıkartmak.
d. Vâkıfları tanıtıcı yayın, sergi ve seminerler yapmak üzere döner sermaye kanunu tedvin etmek.
e. Yukarı Gureba adıyla anılan ve bugün Çapa Tıp Fakültesi kampüsü içerisinde kalan vakfa ait binaların geri alınması veya bedellerinin tahsili hususunda tedbir almak (23).
2. Geniş vadede kademeli bir şekilde alınacak tedbirler:
“Vakıfların üzerine tevdi edilen vazifeleri tam manası ile yapabilmesi, ancak faaliyetlerini zirai, sınai, ticari teşebbüslere sirayet ettirmesi, şirketler ve işletmeler kurması veya mevcut olanlara iştirak etmesi ve bunlara yeterli sermayeyi ayırmasıyla mümkündür.
Bu teşebbüslerde bulunabilmenin ise mevcut kanunların dar hükümleri dışında ve daha serbest bir idare ve mevzuat rejimi içinde mümkün olabileceği düşünülmektedir.
Milyarlarla ifade edilen vakıf mallar topluluğunu sadece gayrimenkul alım ve satımı ile kayıtlayıcı bir takım mevzuat İle değerlendirmenin imkân dâhilinde bulunmadığı açıktır.
Bu düşünce ve kanaatlerden mülhem olarak, yukarıda işaret olunan faaliyetlere imkân sağlayacak ve bu meyanda, Muhasebe-i Umumiye Devlet İhale kanunlarına tabi olmayacak tarzda, Vakıflara yeni bir statü kazandıracak, hukukî bir düzenlemeye ihtiyaç bulunmaktadır.
Uzun vadede düşünülen tedbirleri bu ifadelerle özetlemek mümkündür.
Oturum tutanakları incelendiğinde vakıflar için arzu edilen yönetimin, genel hükümler çerçevesinde murakabeye tâbi, özel hukuk hükümlerine göre idare olunacak, merkezî yönetimin bürokratik usullerinden uzak bir müessese olduğu anlaşılmaktadır.
Buraya kadar olan çalışmalarımızda, vakıfların yönetim şekillerini tarihi bir kronoloji içerisinde sizlere aktarmaya çalıştık. Ve gördük ki 1826 yılına kadar bağımsız bir şekilde yönetilen vakıflar, Evkaf-ı Hümâyun Nezareti’nin kurulmasıyla merkezî hükümet içerisine alınmışlardır.
Bu yönetim tarzının vakıf esprisi ile iyi bağdaşmadığı ve istenilen neticeyi vermediği açıktır. Birincisi Osmanlı imparatorluğu döneminde olmak üzere, bugüne kadar üç defa ciddi çalışmaya konu edildiği ve fakat sonuç alınamadığı anlaşılmaktadır.
Çeşitli dallarda ilmi kariyer sahibi kişilerden meydana gelen “Vakıf Şurası” üyeleri, kültür mirasımızın en büyük müessesesi olan vakıfları, her yönüyle tartışacaktır. Vakıfları, mazisine yakışır bir statüye kavuşturacak yönetim şeklinin ve teşkilât yapısının nasıl olması gerektiği hususunu tespit edecektir. Ben konuyu bir defa daha huzurlarınıza getirmek istiyorum.
Vakıfları, tekrar mütevellilerine iade etmek veya cemaat meclislerini kurmak zamanı geçmiştir. Hiç kimse vâkıfları mezarından kaldıramaz. Ancak vakfiyeler, hukukî düzenlemeler ve vakıf esprisi ortadadır. Bizler, 20. yüzyılın son çeyreğini yaşıyoruz. Vakıf bize ait bir müessesedir ve ecdat tarafından bizlere emanet edilmiştir.
Müsaade edilirse, yukarıda arza çalıştığımız bilgiler ışığında alınması gereken tedbirler noktasında, konuyu toplamak istiyorum.
Vakıf kişinin sahip olduğu imkânlardan diğer insanların da pay almasını temin etmek amacıyla malının bir bölümünü kamunun hizmetine sunmasıdır.
Vakfa konu edilen mal, şahsın öz mülküdür. Bu mal, kişinin insanî duygularla aldığı hukukî kararlar sonucu vakıflaştırılmıştır. Vakfa konu malın kazanılmasında ve kişinin insani duygularla aldığı kararlarda, devletin veya üçüncü şahısların herhangi bir tesiri bulunmamaktadır.
Vakıflaştırılan mal, şahsın hukuk kurallarına uygun bir irade beyanı ile tüzelkişilik kazanmaktadır. Artık bu mal varlığı, sürekli bir şekilde insanlığın hizmetindedir ve devletin yükünü hafifletici gayelerle kullanılacaktır.
Vakıf müstakil bir mamelek topluluğudur. Bunun sahibi devlet değildir. Bu hükmî şahsiyete sahip bir medeniyet eserleri manzumesi ve ona bağlı gelir kaynaklarından oluşan bir servet topluluğudur. Bu topluluk merkezî idarenin içinde onun merkeziyetçi sistemine göre iyi bir şekilde idare edilememektedir.
1826 tarihinde Evkaf-ı Hümayun Nezareti kuruluncaya kadar, bütün vâkıflar vâkıfın vakfiye senedinde belirlediği kurallara uygun olarak icra organı sıfatı ile mütevelliler eliyle yönetilmekte, iş ve hizmetlerin belirtilen esaslar doğrultusunda yapılıp yapılmadığı vakfiyede gösterilen nazırlar tarafından denetlenmekte idi. Devletin iç ve dış siyasetine uygun olarak aldığı genel kararların dışında, hükümetlerin vakfın idaresinde herhangi bir müdahalesi yoktu.
Elmalılı Hamdi Yazır, “Bugün hayranlıkla izlediğimiz ve dünya şaheserleri arasında bulunan Türk-İslam sanatının ölümsüz örnekleri olan haşmetli yapıların” Vakıfların müstakil idarelere sahip olduğu dönemlerde inşa edildiğini” belirttikten sonra; “yönetimin merkezi hükümet içerisine alınmasından sonra, değil böyle eserler meydana getirmek, onların onarımlarının bile hakkıyla yapılamadığını” söyler.
Temelde hür irade beyanı ve serbest ekonomi kuralları içerisinde insanlığa hizmet sunan vakıflar, mazbutiyet kararları ile adeta hareketsizliğe mahkûm edilmiştir.
1955 yılında çıkartılan 2762 Sayılı Vakıflar Kanunu, vakıfların süreklilik kavramını korumasına ve bilhassa akar nev’inden vakıf malların özel hukuk hükümlerine tâbî olması gerektiği hususlarını ihtiva etmesine rağmen, vakıfları idare eden Vakıflar Genel Müdürlüğünün bir kamu kurumu olması ve bütçe birliği esprileri içerisinde yapılan hukukî yorumlarla vakıf malları âdeta bir kamu malı niteliğine sokulmuştur.
Diğer katma bütçeli idarelerin aksine %90’ın üzerinde gider ve gelirlerini kendi öz kaynaklarından temin ettiği halde, Anayasa’nın devlete bir görev olarak verdiği eski eserlerin onarımı için Hazine’den vakıflara yapılan bir miktar yardımdan dolayı Genel Müdürlük katma bütçeli kurumlar arasına alınmıştır. Bu durum, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün devletin her türlü bürokratik usullerine uyması mecburiyetini doğurmuştur. Kaldı ki, Genel Müdürlüğün bağımsız bütçe sistemine kavuşturulması halinde de, devlete ait bir görev olan eski eserlerin onarımı için Hazine yardımı yapılmasına herhangi bir engel bulunmamaktadır.
Hazineden sonra en büyük mal varlığına sahip olan vakıflar, yukarıda bahsettiğimiz sebeplerle kolları bağlı bir "dev” gibi hareketsiz hale gelmiştir.
Bu durgunluğun sonucu yönetim atalete düşmüş, vakıf mal varlığı tutanın elinde kalmıştır. Genelde alınan kararlar yüzünden parası, projesi ve yeterli elemanı bulunduğu halde yatırımları durmuş, bütçe prensiplerinden kaynaklanan harcama zorluğu sebebiyle vakfiye şartları yerine getirilemez hâle gelmiştir.
Sırf bu yüzden Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne hayırsever halkımızdan maddi - manevi hiçbir destek gelmemektedir. Açık bir ifade ile Genel Müdürlük, halkın güven ve desteğini kaybetmiştir.
Her müessesenin gelişip büyüdüğü günümüzde, üzülerek ifade edelim ki vakıflar günden güne küçülmektedir.
Vakıflar, şehirlerin en güzel yerlerinde yatırım bekleyen arsaları ve üzerinde köyler, mahalleler ve hatta şehirler kurulan gecekondu problemiyle bir kurtarıcı beklemektedir.
İdaresinde köklü bir değişiklik yapmak suretiyle vakıflar, kendi bünyesine uygun bir yönetim tarzına kavuşturulmalı ve böylece müteşebbis bir tüccar gibi davranacak, basiretli yöneticilerin elinde gelirin ve hizmetin genişlemesi sağlanmalıdır.
Yapılacak bu düzenlemede müessesenin isminin ne olacağı pek önemli değildir. Buna ister Vakıflar Genel Müdürlüğü, ister Vakıflar Kurumu Genel Müdürlüğü densin.
Bugün demokratik ülkelerde Vakıf sistemi, bizim 150 yıl önce terk ettiğimiz tarzda çalışmaktadır.
Vakıfların alacağı yeni yönetim şekli, doğrudan devletin müdahalesi olmayan fakat onun murakabe ve kontrolü altında, vakfiye esasları ve hukuki düzenlemeler ışığında olgunlaştırılacak bir sistem olmalıdır. Zira yapı itibariyle vakıflar, ne şirket ne bir dernek ne de bir devlet kuruluşudur. O insanlığa hizmet gayesi ile bırakılan tüzelkişiliğe sahip eserler ve inallar topluluğudur.
Biz, yapılacak yeni bir mevzuat düzenlemesi ile mevcut vakıf mal varlığını, serbest ekonomi kuralları içerisinde işletmeye imkân sağlayacak bir usul arıyoruz. Bu müesseseyi, mazisine ve Batıdaki benzer idare tarzına uygun bir yönetim şekline kavuşturarak, iyi işlemeyen merkeziyetçi sistemden uzaklaştırmak istiyoruz. Çünkü vakıf mâmeleki, devlet malından ayrı, tamamen müstakil bir mâmelektir. Bunun üzerinde, genel prensiplerin dışında hükümetin ve devletin herhangi bir tasarruf hakkı olmaması gerekir.
Gerçek böyle olmasına rağmen uygulama tamamen bunun aksine olmuş, âdeta vakfın tahrip ve imhasında yetkililer iş birliği yapmışlardır. Mülkî Amirler ve Belediye Başkanları, yıllardır şehirlerin imar plânlarını değiştirerek yeşil saha ve yolları, vakıf arsa ve biraların bulunduğu yerlerden geçirmişlerdir. Çok cüz’i bir istimlâk bedeli ödemek için, çoğu zaman kale gibi sağlam binaları mâil-i inhidam kararları ile yıktırmışlar, tedbir kararı alınmasını önlemek için mâil-i inhidam kararlarını, Cumartesi gününün son dakikasına isabet ettirmişlerdir.
Esasen vakfın hakları sürekli ihlâl edilmiştir. Devlet aşarı kaldırılmıştır. Hâlbuki aşarın bir kısmı vakıftı. Aşarın yerine konulan vergiden vakfa pay ayrılmamıştır. Bu suretle vakıflar, büyük bir gelir kaybına uğramıştır. Ferağ ve intikal vergileri ve daha niceleri böyle olmuştur. Daha garibi, vakıf servetlerin bir bölümü sebepsiz yere vakfın elinden alınmıştır. Vakıf orman ve madenlerin devletleştirilmesi bunun bir misalidir.
Bugünkü şartlarda vakıflar, kendi iradesinin dışında yönetilmektedir. Alınan kararlarda, vakfiye hükümleri ve idarenin menfaati en son hatırlanmaktadır. Bu da isabetsiz kararların alınmasına sebep olmaktadır.
Yönetim şekli ve hizmet alanlarının değişmesi sonucu vakıflar, asli hüviyetini kaybetmiştir. Bu durum kamu için var olan vakıfların, cemiyetle arasının açılmasına yol açmıştır. Vakıfların açmazdan kurtarılması için mevzuat ve personel sisteminde köklü değişiklikler yapılması gerekmektedir.
Vakıflar, bugünkü teşkilât yapısı ile beklenen hizmeti yapmaya muktedir değildir. Mevcut durumda sorumluluk ye murakabe sistemi iyi işlememektedir. Bugün gerektiğinde tenkit ve muaheze edecek, sırası geldiğinde yararlı icraatı takdir ve teşvik eyleyecek ve gerekli tedbirleri alacak muktedir bir merci yoktur. Teşkilâtta esaslı bir bünye değişikliği olmadan, sathi düzenlemelerle bir sonuç alınması mümkün görülmemektedir.
İlmî araştırmalar ve yüz elli yıllık uygulama, Vakıflar Meclisine karşı sorumlu olacak bağımsız bir idare tarzının denenmesini, vakıflar için son şans olarak göstermektedir. Devlet, doğuş esprisine uygun olarak bu emaneti bir an önce sahibine tevdi ve teslim etmelidir.
Vakıflar çok çeşitli iş ve ihtisas sahalarını kapsamaktadır. Kültür, eğitim, sağlık, sosyal hizmet, teknik, ekonomi, işletmecilik ve hatta reklâm ve pazarlamacılık bile bu müessesenin iştigal sahasına girmektedir.
Her biri birer sanat şaheseri olan mimari yapıların restorasyonu için ihtiyaç duyulan kaynağı bulmanın zorluğu yanında, kalifiye eleman yetersizliği yüzünden parası bulunan yatırımlar da gerçekleştirilememektedir. Mevcut personel sistemi ile belirli miktarın üzerinde ayrılan ödeneğin harcanması, mümkün görülmemektedir.
Bugün biz, mevzuatı en ideal bir şekilde yeniden düzenlesek bile, kemiyet ve keyfiyet yönünden yeterli eleman yetiştirmedikçe, yine müspet bir sonuç almak mümkün olmayacaktır.
Müessesenin bugünkü bürokratik yapısı, kendiliğinden hiçbir yenilik ve ıslahat yapacak nitelikte değildir. Yönetimde dar ve katı bir muhasebecilik zihniyeti hâkimdir.
Bu anlayışın sonucu, çok iyi niyetlerle gelen üst yöneticiler, bir müddet sonra ister istemez mevcut havaya uymak durumunda kalmaktadır. Bu durum başarısızlığa, başarısızlık da sık sık yönetici değişikliğine yol açmaktadır.
Geniş tabanlı Danışma Kuruluna sahip özerk bir yönetim, vakıflar için son bir çare olarak görülmektedir. Belki böylece vakıfları, mukadder olan kötü akıbetten kurtarmak mümkün olabilecektir.
Bu yönetim tarzının teşekkülünde bize yol gösterecek ne Batı’daki tatbikat ve ne de şahsi fikirlerdir. Vakfiyelerimizde, bu sistem mevcuttur. Her vakfiyede icra hizmetini yürüten mütevellilik ve denetim hizmetini gerçekleştiren nazırlık sistemi yer almaktadır.
Yapılacak bu düzenleme sayesinde Vakıflar Kurumu, vakfiye hükümleri ve vicdani kanaatlerine göre karar verecek nâzır rolündeki Vakıflar Meclisi, mütevelli yerine icraat yapacak Kurum Genel Müdürlüğü ve her iki organ için istişari mahiyette yeni ufuklar belirleyecek Danışma Kurulu ile yepyeni bir bünyeye kavuşmuş olacaktır.
Kanaatimizce, vakıfları kurtarmanın tek yolu, onu genel hükümler dairesinde murakabeye tâbi, özel hukuk hükümlerine göre idare olunur. Müstakil bir müessese haline getirmektir.
Millet olarak ona gerekli itinayı gösterdiğimiz gün, vakıflar tekrar ayağa kalkacak ve eski fonksiyonunu çok kapsamlı bir şekilde icra edecek hale gelecektir.
DİPNOTLAR
(1) Öztürk Nazif, Menşei ve Tarihi Gelişim Açısından Vakıflar, Ankara, 1983, s. 53.
(2) Tetkik ettiğimiz bütün vakfiyelerde, vakıf ile mütevelli arasında ihdas edilen ihtilaf ve bu hususta mahkemenin karan zikrolunmaktadır.
H.933/M. 1526 tarihinde tesis edilmiş olan Sinan Paşa vakfiyesinde bu konuda şunlar yazılıdır: "İş hal bu raddeye gelince mezkûr vâkıf İmam-ı Azam Ebu Hanife Numan bin Sabit Hazretlerinin (âdem-i lüzum) içtihadına binaen mezkûr vakfından rücu edip mülkünü almak İstedi. Mezkûr mütevelli dahi, evet İmam-ı Azam indinde mezbur akarat gayri lâzım ise de, İkinci İmam Ebu Yusuf indinde yalnız vakfettim kavli ile Şeybanlı Muhammed bin Hasan indinde malın mütevelliye teslimi ile vakıf lâzım ve sahihtir cevabı ile mukabele ederek, vakfiyenin bâlâsını tevki eden hâkimden İmameyn içtihadına binaen hüküm istedi. Mumaileyh hakim dahi inceden inceye düşündükten sonra, vakıf canibini evlâ ve ahrâ görerek, imamlar arasında cereyan eden ihtilafları bilerek bu vakfın sıhhat ve lüzumuna hüküm eyledi. Binaenaleyh vakfı sahih-i şer’i müseccel ve hapsi sarih-i mer’i-i müebbed oldu" (V.G.M. Arşivi, 628 numaralı Ankara Esnaf Defteri, D. 539. Sıra: 286)
(3) Bu konuda H. 973/M. 1565 tarihli Hüsrev Paşa vakfiyesinde şöyle denilmektedir: “Görevliler iman ve güzel ahlâk sahibi, işlerini bilen kimselerden seçilecektir. Vakfiye şartlarına noksansız uyulması için her üç ayda bir görevliler toplanacak ve vakfiye imam tarafından okunacaktır.” (V.G.M., Arşiv Def. No: 581, Sayfa 170, sıra 185)
(4) Sultan İzzeddin Keykâvus I’in Sivas Dar’üş-şifası vakfiyesi H. 617/M. 1220) ve Celâleddin Karatay’ın (H. 651/M. 1224) tarihli vakfiyesi gibi bu tarihlerde tesis edilen vakıfların altında “Kadı-asker”lerin imzası bulunmaktadır. (Geniş bilgi için bkz. Öztürk Nazif Menşei ve Tarihi Gelişimi Açısından Vakıflar, Ankara 1983, s. 58)
(5) İbn’ül-Emin Mahmud Kemal (İnal) Hüseyin Hüsameddin; Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin Tarihçe-i Teşkilâtı ve Nuzzârın Teracüm-i Ahvali, İstanbul 1335, s. 11-12.
(6) İbn’ül Emin Mahmud KEMAL (İnal) - Hüseyin Hüsameddin: a.g.e., s. 15-16.
(7) Berki, Ali Himmet; Vakıflar Kitap I, İstanbul, 1940. s. 26.
(8) Evkaf Nezareti İdare-i Merkeziyesi Teşkilât ve Vezaifini Hâvi 7 Temmuz 1328/1912 Tarihli Nizamname Madde 2 Evkaf-ı Hümayun Nezareti, 1328/ 1912 Senesi Muharreratı Umumiye Mecmuası, s. 60)
(9) Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, c. VI. B. 2, Ankara, 1979, s. 212.
(10) Ed. ENGELHARDT (çev. Ali Reşat): le Turguie ve Tanzimat, İstanbul, 1912.
(11) M. Hamdi (Yazır): Ahkâm-ı Evkaf (taş basma), İstanbul 1327, s. 125-134 (Özetlenerek alınmıştır).
(12) NURİ, Paşa Mustafa: Netâyic’ül Vukûât, C. IV, İstanbul 1327, s. 101.
(13) Sıdkı, İsmail: “Hâtırât: Memâlik-i Osmaniye’de Kâin Evkafın Sureti İdaresi Hakkında Bazı Mutalaâtı Havidir” İstanbul, 1324. (Milli Kütüphane, Ankara, 1948, A 3420, s. 8.
(14) Hamdi, Hammâdezade Halil, Evkaf Hakkında Sadarete Takdim Edilen (AYINA Sureti” 3 Cemaziyel 1327 - 10 Mayıs 1325 / 1909, Selanik Matbaası, (Milli Kütüphane Ankara, 1949, A 39).
(15) Hamdi, Hammâdezade Halil, a.g.e., s. 12-69 özetlenerek alınmıştır.
(16) Hamdi, M. (Yazır): Ahkâm-ı Evkaf (taş basma), İstanbul 1330, s. 170-173) matbu diğer bir eserinden aktararak vermektedir. Bkz. Medeni Hukuk Tüzelkişileri. C. I, İstanbul 1979. s. 375-376, dn. 458.
(17) Kami Mustafa, Evkaf Nedir? İstanbul 1339 (Milli Kütüphane - Ankara 1946 A. 423) s. 16.
(18) Kami Mustafa, a.g.e., s. 24. Aynı eserin değerlendirilmesi için bkz. Hatemi Hüseyin, Medeni Hukuk Tüzelkişileri, C. I, İstanbul, 1979, s. 376-378.
(19) Said Paşa’nın H. 1329/M. 1911 tarihli Viyana’dan yazdığı mektup (İbn’ül- Emin Mahmud KEMAL (İnal) - Hüseyin HÜSAMEDDİN. Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin Tarihçe-i Teşkilatı ve Nuzzarın Teracüm-i Ahvali, İstanbul 1335 s. 240-242.
(20) Resmi Ceride: 6 Mart 1340, s. 63; Düstur: 3, Tertip, C. V (III/s) s. 320.
(21) 6760 Sayılı Vakıflar Genel Müdürlüğü Görev ve Kuruluşu Hakkında Kanuna 21.5.1970 tarih ve 1262 sayılı kanunla eklenen, Ek.2’nci madde ile getirilmiştir.
(22) Bu temenni, 6570 sayılı Gayrimenkul Kiraları Hakkındaki Kanuna bir geçici madde eklenmesine dair 2912 sayılı kanunla gerçekleşmiştir. (Bu değişiklik, 13 Ekim 1983 tarih ve 18190 sayılı R.G.’ de yayımlanmıştır).
(23) Evkaf Nazırı Mustafa Hayri Efendi zamanında yaptırılan hasta hane binaları, Cerrahpaşa Tip Fakültesinden geri alınamamış. 12.000.000 TL karşılığında Fakülteye devredilmiştir. Tespit edilen bu bedel taksitlerle ancak 1975’lere kadar tahsil edilebilmiştir.