Makale

İnfâka Dâir (Zengin - Fakir İlişkilerinde Adâb)

İnfâka Dâir (Zengin - Fakir İlişkilerinde Adâb)

M. Zekî DUMAN
Erc. Ü. İlahiyat Fak. Öğr. Gör.

İnsanlar, şekil ve görünüş ba­kımından birbirlerinden farklı olduklan gibi, rızık (zenginlik-fakir­lik) bakımından da birbirlerinden farklıdırlar.

Bu farklı oluş, bir cihetten ça­lışıp çalışmamanın bir neticesi ol­duğu gibi, bir cihetten de müslümanları, Allah Teâla’nın zenginlik ve fakirlikle de imtihan etmek için, özellikle birbirinden üstün yarat­masının da sonucu olabilmektedir.

“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vartır”,(1) anlamındaki âyet-i kerime, zengin veya fakir olmanın çalışmaya bağ­lı olduğunu ifade ettiği gibi; ’‘Allah (C.C.), rızık (konusun) da kiminizi kiminizden üstün kılmıştır."(2) anlamında âyet-i celile de zengin veya fakir olmanın Allah’ın bir lütfü olduğunu beyan etmekte­dir.

Binâenaleyh, zengin, Allah ver­diği için zengindir. Fakir de verme­diği için fakirdir, ikisi de halleriyle imtihan olunmaktadırlar.

"Andolsan ki, biz sîzleri kerim, açlık, mal, can ve meyvelerin nok­sanlığı ile imtihan ederiz. Sabredenleri müjdele”.(3) âyeti ile Allah Teâlâ her an için insanların imtihanla karşı karşıya olduklarım belirtmek­tedir.

Bu gerçekleri dikkate alarak zengin zenginliği ile övünüp böbürlenemeyecegi gibi, fakir de fakirli­ğinden dolayı yetinmemelidir. Her­kes kendi halinden dolayı şükür ve sabırla Yüce Mevlâ’nın tevfikini is­temelidir.

Biliyoruz ki, Allah Teâlâ’nın vermiş olduğu nimetlere karşı in­sanın vazifesi şükürdür.

Şükür ise, ancak onu gerekli kı­lan şeyin bir kısmından tasadduk et­mekle mümkündür. Hamd gibi değil. Zira "Elhamdülillah" diyen, hamdetmiş olabilir. Fakat, "Şükür’’ de­mekle şükredilmiş olunmaz. Mutla­ka, kendisine yeteninden fazlasını, olmayanlara vermesi lazımdır.

Vermenin ölçüsüne gelince; İs­lâm Dini, her konuda belli bir ölçü ve normal bîr kaide koymuştur. Herşey bu ölçü ve kaidelere göre ol­malıdır.

Allah Teâlâ’nın harcama konu­sundaki ölçüsü: “Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme. Büsbütün de açıp tutumsuz olma. Yokta açıkta kalır, pişman olursun.” (4) Ne üstten sıkıp alttan yalayacak kadar cimri ne de kendisi başkalarına muh­taç hale gelecek kadar savurgan ol­mak; ikisi de doğru değil.

Rivayet edildiğine göre; bir a­dam, gazada elde ettiği altından bir miğferle Hz. Peygamber (s.a.v.) e geldi.

— Ya Rasulallah! Bunu benden sadaka olarak kabul et, dedi, Efen­dimiz kabul etmedi. Sonra Rasûlullâh’ın sağından solundan gelerek tekrar tekrar arzedince Hz. Pey­gamber (s.a.v.) kızdı ve:

— Getir onu bana, dedi. Ve al­dı öyle bir fırlattı ki, şayet birine isabet etseydi ya yaralar veya bir yerini kırardı. Sonra şöyle buyurdu:

—- Herhangi biriniz, elindeki malının tamamını getirip tasadduk ediyor. Sonra da oturup insanlara el açıyor. Sadaka ancak fazla olandan verilir’. (5)

Bu hadis-i şeriften de anlaşıldığı gibi, başkasına muhtaç olacak derecede infak uygun değildir. Nor­mal olan şekil: Furkan sûresinde belirtildiği üzere: “Onlar sarfettikle­ri zaman ne israf ederler ne de cim­rilik; bu ikisi arasında orta bir yol tutarlar.”(6)

Nefisleri ve ehli iyallerinîn za­ruri ihtiyaçlarından fazla olanını, öncelikle akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve (yolda kalmış) yolcu­lara, saçıp savurmamak şartıyla vermelidirler. (7) Şayet kazançtan ençok kendine ve ailesine yetiyor, bir şey artmıyorsa, o halde iken, vermekle hiçbir müslüman mükellef de­ğildir.

Anne ve babam, şahsın ehlinden sayılacağı için öncelikle onlara ye­dirmesi Allah Teâlâ’nın emr-i İlâhi­si olduğu gibi akrabalara da öncelik tanınması sıla-i rahmin bir gereği­dir. Sonra yetimler, sonra miskinler (hiç yiyeceği olmayacak derecede fakir), sonra da yolda kalmış yolcular, sırasıyle verilecek kimselerdir.

“İnsanoğlunun iki vadi dolusu malı olsa, mutlaka bir üçüncüsünü de ister. Ademoğlunun karın boşluğunu ancak (bir avuç) toprak dol­durur’’. (8) buyuran Rasûlullah (s.a.v), her insanın mutlaka mala karşı, hem de en çok ve güzeline karşı bir zafiyetinin olduğunu belirtmektedir. Allah Teâla’nın "înfak ediniz” em­rine karşı verebildiği ise, bu zafiye­tine rağmen gönlünden koparabildi­ği şeydir. Sevdiği ve kendisinin ol­masını şiddetle arzu ettiği şeyi ver­mesi ise infakın en zor, o derecede de rıza-yı Bâriye yaklaştıran en gü­zelidir. İşte bunu vermek âyet-i ke­rimede: "Birre ulaşmak” (Hayrın en güzeline nail olmak) la tavsif e­dilmektedir.

“Sevdiğiniz şey’den vermedikçe bir’e (gerçek hayra) ulaşamazsı­nız”.(9)

Zamanımızda da olduğu gibi ba­zı müslümanlar getireceği hayrı idraktan yoksun oldukları için nefisle­rine aldanarak mallarının iyisinden vermeğe kıyamazlar, artık ve çü­rüklerinden vermeyi adet haline ge­tirmişlerdir. Halbuki, verdiklerini, Allah’a borç olarak verdiklerini ve mutlaka ona göre da iâde edileceğine inanamazlar. Dolayısıyla Allah Teâla’nın: “Kim Allah’a bir karz-ı hasen verirse, ona yediyüz misline kadar artırılarak ödüncü geri iade edilecektir” (10) va’dine rağmen mallarının tezyidi değil, tenkisi söz ko­nusu olmaktadır. Çünkü verilen, Hakk’ın rızasına uygun olarak verilmiyor. Bakınız Yüce Mevla bu konuda ne buyuruyor; “Kendinizi göz yummadan alıcısı olmadığınız pek adi ve bayağı şeyleri vermeye kalkmayınız.”(11)

Verilse tenezzül edip almayaca­ğımız şeyleri Allah rızası için ver­mek acaba gerçek hayra ulaştırabi­lir mi? Hazreti Aişe’den (R.A) nakledildiğine göre, bir gün Rasulullaha bir keler (kertenkele) ye­meği getirilmiş idi. Rasul-i Ekremin Al-i tab’ı bu müstekreh yeme­ği yemek istemedi. Kimseye de bu­nu yemeyiniz, demedi. Ben:

— Ya Rasülallah, bunu miskinlere yediriniz, dedim. Rasul-i Ek­rem "Sakın kendinizin yemediği yemekle fukarayı it’am etmeyiniz", buyurdular. (12)

Rivayet edildiğine göre, Ashabdan Rebi felç olmuştu. Canı tavuk eti istemiş, kırk gün sabretmişti. Nihayet dayanamayıp hanımından istemiş. Hanımı da pişirip önüne getirince gelen dilenci Allah nzası için sadaka istemiş. Henüz bir lok­ma dahi yemediği tavuğu hanımının ısrarla “Ona parasını verelim gitsin başkasını alsın” demesine rağmen olduğu gibi fakire vermiş ve Allah Teâla’nın” Sevdiğiniz şeyden vermedikçe birre ulaşamazsınız” (13) âyet-i celilesini okumuş.

Bu ve benzeri nice olaylar gösteriyor ki, selef infak hususunda ne kadar cömert ve de sevaba la­yık idiler. Bizlerin çeşitli tevil ve hilelerle bu güzel hasletten uzaklaş­masına hayret etmemek elde değil­dir....

Şüphesiz sadaka ve iyilikler, müslümanlar arasında sevgi ve bağ­lılığın tezyidi içindir. Bu sebeble ve­riliş şekli çok önemlidir.

Bu konuda dikkat edilecek husus; verenin, verdiği ile tekebbür ve gurur hislerine kapılmaması, faki­ri verilenleri alması sebebiyle mah­cubiyete düşürmemesidir. Çünkü, veren el alan elden üstün olsa dahi, her ikisi de Allah Teâla’nın emrinin ifasıyla meşguldürler. Dini bir ve­cîbe yerine getirilmektedir. Dolayısıyla bundan Allah’ın rızasından başka teşekkür dahi beklenilmemelidir.

Bazılarının yaptıkları gibi, ve­rip arkasından da minnet altında bı­rakmak, yapılan iyiliğin sevabını ancak ibtal eder. Değerini düşürür. Bu sebeble Selef-i Salihin, sadakala­rım verirken ya fakirin yanına ka­dar gider (yanlarına çağırmazlar) orada verirler veya geçeceği yola, görebilecek şekilde koyar, almasını temin ederlerdi. Veyahut da karan­lıkta avucunun içine sıkıştırırlardı. Çünkü bu şekilde veriş, hem vereni riya ve gösteriş hislerinden uzak kı­lıyor, hem de alanı mahcubiyete sevk etmiyordu. Herkesin yanında ve görebilecekleri şekilde vermek, sonra da zaman zaman verdiğini hatırtatıcı davranışlarda bulunmak hoş olmayan, verilenin değerini ve sevabını yok eden bir haldir. Allah Teâlâ : "Ey iman edenler; Allah’a ahiret yününe iman etmedikleri halde, sırf insanlara gösteriş olsun di­ye mallaranı sarfedenler gibi sada­kalarınızı başa kakma ve eziyet ile bosaçıkarmayınız.” (14) âeyt-i celilesiyle buna işaret etmiştir.

DİLENCİLİK

Mü’min, izzet-i nefis sahibi olan kimsedir. Hali ne olursa olsun şahsiyyetini muhafaza etmek en büyük vazifesidir.

İnsan fakir olabilir, ancak fa­kirlik nefsini tahkire sebeb sayıla­maz. Bu nedenle fakiri, isteyecek kadar ihmal etmek, zengin müslümana nasıl yakışmazsa; mal sahi­bini bizar edecek kadar taleb de fakire yakışmaz. Hele hele zaruret içerisinde olmadığı halde istemek asla caiz değildir. Allah’u Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’inde isteyebilecek kimseyi şu şekilde tavsif eder: “Kendilerinin mecburen çalışmaktan alıkoyan sebeblerden ötürü çalışamayan; buna rağmen efendilik ve faziletlerinden dolayı başkalarından yardım istemekten çekinen her muh­taç mümine muvafıktır, ki, iffet ve şahsiyetinden dolayı başkaları onlan zengin sansınlar. Ama onlar yine de belli olurlar” (15)

Gerçek fakir, iffetiyle beraber yaşayandır. Karnını doyuracak ka­dar yiyeceği olan ve buna rağmen dilenenler değildir, Rasûlullah (S.A.V). “Nefsim yed-î kudretimle olan Allaha yemin olsan ki, herhangi bi­rinizin ipini alıp ormana gitmesi ve sırtıyla odun getirip satması, bir adama gelipte vereceği ya da def­edip vermeyeceği şeyi istemesinden daha hayırlıdır.” (16) Hadis-i şerifleriyle yüz kızartıcı mahiyette olan di­lencilikten menetmiştir.

Başka bir Hadis-i şeriflerinde de ancak şu üç gurup insanın dile­nebileceğin! beyan buyurmuşlardır:

1 — Kefalet altına, giren kim­se ki, kefaletini ödeyinceyee kadar dilenmesi helâldir. Sonra bundan vazgeçer.

2 — Bir felâkete maruz kalıp da bütün malı helak olan kimse. Geçmişini düzene koyuncaya kadar dilenebilir.

3 — Fakr-u zaruret içerisinde olan kimse ki, o da kabilesinden üç kişinin "Kalan gerçekten fakirdir" diye şehadet etmesiyle sabit olur. İhtiyacını giderinceye kadar dilene­bilir. Dilenmenin bundan ötesi ha­ramdır. Dilenen onu haram olarak yemiş olur”.(17)

(1) En-Nevm (53), 39.

(2) Nahl 71.

(3) Bakara (2), 165.

(4) İsrâ, 29

(5) Keşşaf, I/360.

(6) El-Furkan, (25), 67.

(7) Bakara (2), 215.

(8) Müslim, es-Sahih, K. Zekat,. 39, II. No: 2048, II/725.

(9) Al-i İmrân 92.

(10) Bakara 2, 245.

(11) Bakara, (2), 267.

(12) Tecrid-i Sarih Trc. V/197, 98,

(13) Bursevi, Rû’hu’l Beyan, 2/63, 64.

(14) Bakara, 2, 264

(15) Bakara, 2, 273

(16) Müslim, K. Zekat, B. 35 H. 11/721, 1042

(17) Müslim, Kitab-ı zekat B. 35. H. No: 1040 II/722