İnfâka Dâir (Zengin - Fakir İlişkilerinde Adâb)
İnsanlar, şekil ve görünüş bakımından birbirlerinden farklı olduklan gibi, rızık (zenginlik-fakirlik) bakımından da birbirlerinden farklıdırlar.
Bu farklı oluş, bir cihetten çalışıp çalışmamanın bir neticesi olduğu gibi, bir cihetten de müslümanları, Allah Teâla’nın zenginlik ve fakirlikle de imtihan etmek için, özellikle birbirinden üstün yaratmasının da sonucu olabilmektedir.
“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vartır”,(1) anlamındaki âyet-i kerime, zengin veya fakir olmanın çalışmaya bağlı olduğunu ifade ettiği gibi; ’‘Allah (C.C.), rızık (konusun) da kiminizi kiminizden üstün kılmıştır."(2) anlamında âyet-i celile de zengin veya fakir olmanın Allah’ın bir lütfü olduğunu beyan etmektedir.
Binâenaleyh, zengin, Allah verdiği için zengindir. Fakir de vermediği için fakirdir, ikisi de halleriyle imtihan olunmaktadırlar.
"Andolsan ki, biz sîzleri kerim, açlık, mal, can ve meyvelerin noksanlığı ile imtihan ederiz. Sabredenleri müjdele”.(3) âyeti ile Allah Teâlâ her an için insanların imtihanla karşı karşıya olduklarım belirtmektedir.
Bu gerçekleri dikkate alarak zengin zenginliği ile övünüp böbürlenemeyecegi gibi, fakir de fakirliğinden dolayı yetinmemelidir. Herkes kendi halinden dolayı şükür ve sabırla Yüce Mevlâ’nın tevfikini istemelidir.
Biliyoruz ki, Allah Teâlâ’nın vermiş olduğu nimetlere karşı insanın vazifesi şükürdür.
Şükür ise, ancak onu gerekli kılan şeyin bir kısmından tasadduk etmekle mümkündür. Hamd gibi değil. Zira "Elhamdülillah" diyen, hamdetmiş olabilir. Fakat, "Şükür’’ demekle şükredilmiş olunmaz. Mutlaka, kendisine yeteninden fazlasını, olmayanlara vermesi lazımdır.
Vermenin ölçüsüne gelince; İslâm Dini, her konuda belli bir ölçü ve normal bîr kaide koymuştur. Herşey bu ölçü ve kaidelere göre olmalıdır.
Allah Teâlâ’nın harcama konusundaki ölçüsü: “Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme. Büsbütün de açıp tutumsuz olma. Yokta açıkta kalır, pişman olursun.” (4) Ne üstten sıkıp alttan yalayacak kadar cimri ne de kendisi başkalarına muhtaç hale gelecek kadar savurgan olmak; ikisi de doğru değil.
Rivayet edildiğine göre; bir adam, gazada elde ettiği altından bir miğferle Hz. Peygamber (s.a.v.) e geldi.
— Ya Rasulallah! Bunu benden sadaka olarak kabul et, dedi, Efendimiz kabul etmedi. Sonra Rasûlullâh’ın sağından solundan gelerek tekrar tekrar arzedince Hz. Peygamber (s.a.v.) kızdı ve:
— Getir onu bana, dedi. Ve aldı öyle bir fırlattı ki, şayet birine isabet etseydi ya yaralar veya bir yerini kırardı. Sonra şöyle buyurdu:
—- Herhangi biriniz, elindeki malının tamamını getirip tasadduk ediyor. Sonra da oturup insanlara el açıyor. Sadaka ancak fazla olandan verilir’. (5)
Bu hadis-i şeriften de anlaşıldığı gibi, başkasına muhtaç olacak derecede infak uygun değildir. Normal olan şekil: Furkan sûresinde belirtildiği üzere: “Onlar sarfettikleri zaman ne israf ederler ne de cimrilik; bu ikisi arasında orta bir yol tutarlar.”(6)
Nefisleri ve ehli iyallerinîn zaruri ihtiyaçlarından fazla olanını, öncelikle akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve (yolda kalmış) yolculara, saçıp savurmamak şartıyla vermelidirler. (7) Şayet kazançtan ençok kendine ve ailesine yetiyor, bir şey artmıyorsa, o halde iken, vermekle hiçbir müslüman mükellef değildir.
Anne ve babam, şahsın ehlinden sayılacağı için öncelikle onlara yedirmesi Allah Teâlâ’nın emr-i İlâhisi olduğu gibi akrabalara da öncelik tanınması sıla-i rahmin bir gereğidir. Sonra yetimler, sonra miskinler (hiç yiyeceği olmayacak derecede fakir), sonra da yolda kalmış yolcular, sırasıyle verilecek kimselerdir.
“İnsanoğlunun iki vadi dolusu malı olsa, mutlaka bir üçüncüsünü de ister. Ademoğlunun karın boşluğunu ancak (bir avuç) toprak doldurur’’. (8) buyuran Rasûlullah (s.a.v), her insanın mutlaka mala karşı, hem de en çok ve güzeline karşı bir zafiyetinin olduğunu belirtmektedir. Allah Teâla’nın "înfak ediniz” emrine karşı verebildiği ise, bu zafiyetine rağmen gönlünden koparabildiği şeydir. Sevdiği ve kendisinin olmasını şiddetle arzu ettiği şeyi vermesi ise infakın en zor, o derecede de rıza-yı Bâriye yaklaştıran en güzelidir. İşte bunu vermek âyet-i kerimede: "Birre ulaşmak” (Hayrın en güzeline nail olmak) la tavsif edilmektedir.
“Sevdiğiniz şey’den vermedikçe bir’e (gerçek hayra) ulaşamazsınız”.(9)
Zamanımızda da olduğu gibi bazı müslümanlar getireceği hayrı idraktan yoksun oldukları için nefislerine aldanarak mallarının iyisinden vermeğe kıyamazlar, artık ve çürüklerinden vermeyi adet haline getirmişlerdir. Halbuki, verdiklerini, Allah’a borç olarak verdiklerini ve mutlaka ona göre da iâde edileceğine inanamazlar. Dolayısıyla Allah Teâla’nın: “Kim Allah’a bir karz-ı hasen verirse, ona yediyüz misline kadar artırılarak ödüncü geri iade edilecektir” (10) va’dine rağmen mallarının tezyidi değil, tenkisi söz konusu olmaktadır. Çünkü verilen, Hakk’ın rızasına uygun olarak verilmiyor. Bakınız Yüce Mevla bu konuda ne buyuruyor; “Kendinizi göz yummadan alıcısı olmadığınız pek adi ve bayağı şeyleri vermeye kalkmayınız.”(11)
Verilse tenezzül edip almayacağımız şeyleri Allah rızası için vermek acaba gerçek hayra ulaştırabilir mi? Hazreti Aişe’den (R.A) nakledildiğine göre, bir gün Rasulullaha bir keler (kertenkele) yemeği getirilmiş idi. Rasul-i Ekremin Al-i tab’ı bu müstekreh yemeği yemek istemedi. Kimseye de bunu yemeyiniz, demedi. Ben:
— Ya Rasülallah, bunu miskinlere yediriniz, dedim. Rasul-i Ekrem "Sakın kendinizin yemediği yemekle fukarayı it’am etmeyiniz", buyurdular. (12)
Rivayet edildiğine göre, Ashabdan Rebi felç olmuştu. Canı tavuk eti istemiş, kırk gün sabretmişti. Nihayet dayanamayıp hanımından istemiş. Hanımı da pişirip önüne getirince gelen dilenci Allah nzası için sadaka istemiş. Henüz bir lokma dahi yemediği tavuğu hanımının ısrarla “Ona parasını verelim gitsin başkasını alsın” demesine rağmen olduğu gibi fakire vermiş ve Allah Teâla’nın” Sevdiğiniz şeyden vermedikçe birre ulaşamazsınız” (13) âyet-i celilesini okumuş.
Bu ve benzeri nice olaylar gösteriyor ki, selef infak hususunda ne kadar cömert ve de sevaba layık idiler. Bizlerin çeşitli tevil ve hilelerle bu güzel hasletten uzaklaşmasına hayret etmemek elde değildir....
Şüphesiz sadaka ve iyilikler, müslümanlar arasında sevgi ve bağlılığın tezyidi içindir. Bu sebeble veriliş şekli çok önemlidir.
Bu konuda dikkat edilecek husus; verenin, verdiği ile tekebbür ve gurur hislerine kapılmaması, fakiri verilenleri alması sebebiyle mahcubiyete düşürmemesidir. Çünkü, veren el alan elden üstün olsa dahi, her ikisi de Allah Teâla’nın emrinin ifasıyla meşguldürler. Dini bir vecîbe yerine getirilmektedir. Dolayısıyla bundan Allah’ın rızasından başka teşekkür dahi beklenilmemelidir.
Bazılarının yaptıkları gibi, verip arkasından da minnet altında bırakmak, yapılan iyiliğin sevabını ancak ibtal eder. Değerini düşürür. Bu sebeble Selef-i Salihin, sadakalarım verirken ya fakirin yanına kadar gider (yanlarına çağırmazlar) orada verirler veya geçeceği yola, görebilecek şekilde koyar, almasını temin ederlerdi. Veyahut da karanlıkta avucunun içine sıkıştırırlardı. Çünkü bu şekilde veriş, hem vereni riya ve gösteriş hislerinden uzak kılıyor, hem de alanı mahcubiyete sevk etmiyordu. Herkesin yanında ve görebilecekleri şekilde vermek, sonra da zaman zaman verdiğini hatırtatıcı davranışlarda bulunmak hoş olmayan, verilenin değerini ve sevabını yok eden bir haldir. Allah Teâlâ : "Ey iman edenler; Allah’a ahiret yününe iman etmedikleri halde, sırf insanlara gösteriş olsun diye mallaranı sarfedenler gibi sadakalarınızı başa kakma ve eziyet ile bosaçıkarmayınız.” (14) âeyt-i celilesiyle buna işaret etmiştir.
DİLENCİLİK
Mü’min, izzet-i nefis sahibi olan kimsedir. Hali ne olursa olsun şahsiyyetini muhafaza etmek en büyük vazifesidir.
İnsan fakir olabilir, ancak fakirlik nefsini tahkire sebeb sayılamaz. Bu nedenle fakiri, isteyecek kadar ihmal etmek, zengin müslümana nasıl yakışmazsa; mal sahibini bizar edecek kadar taleb de fakire yakışmaz. Hele hele zaruret içerisinde olmadığı halde istemek asla caiz değildir. Allah’u Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’inde isteyebilecek kimseyi şu şekilde tavsif eder: “Kendilerinin mecburen çalışmaktan alıkoyan sebeblerden ötürü çalışamayan; buna rağmen efendilik ve faziletlerinden dolayı başkalarından yardım istemekten çekinen her muhtaç mümine muvafıktır, ki, iffet ve şahsiyetinden dolayı başkaları onlan zengin sansınlar. Ama onlar yine de belli olurlar” (15)
Gerçek fakir, iffetiyle beraber yaşayandır. Karnını doyuracak kadar yiyeceği olan ve buna rağmen dilenenler değildir, Rasûlullah (S.A.V). “Nefsim yed-î kudretimle olan Allaha yemin olsan ki, herhangi birinizin ipini alıp ormana gitmesi ve sırtıyla odun getirip satması, bir adama gelipte vereceği ya da defedip vermeyeceği şeyi istemesinden daha hayırlıdır.” (16) Hadis-i şerifleriyle yüz kızartıcı mahiyette olan dilencilikten menetmiştir.
Başka bir Hadis-i şeriflerinde de ancak şu üç gurup insanın dilenebileceğin! beyan buyurmuşlardır:
1 — Kefalet altına, giren kimse ki, kefaletini ödeyinceyee kadar dilenmesi helâldir. Sonra bundan vazgeçer.
2 — Bir felâkete maruz kalıp da bütün malı helak olan kimse. Geçmişini düzene koyuncaya kadar dilenebilir.
3 — Fakr-u zaruret içerisinde olan kimse ki, o da kabilesinden üç kişinin "Kalan gerçekten fakirdir" diye şehadet etmesiyle sabit olur. İhtiyacını giderinceye kadar dilenebilir. Dilenmenin bundan ötesi haramdır. Dilenen onu haram olarak yemiş olur”.(17)
(1) En-Nevm (53), 39.
(2) Nahl 71.
(3) Bakara (2), 165.
(4) İsrâ, 29
(5) Keşşaf, I/360.
(6) El-Furkan, (25), 67.
(7) Bakara (2), 215.
(8) Müslim, es-Sahih, K. Zekat,. 39, II. No: 2048, II/725.
(9) Al-i İmrân 92.
(10) Bakara 2, 245.
(11) Bakara, (2), 267.
(12) Tecrid-i Sarih Trc. V/197, 98,
(13) Bursevi, Rû’hu’l Beyan, 2/63, 64.
(14) Bakara, 2, 264
(15) Bakara, 2, 273
(16) Müslim, K. Zekat, B. 35 H. 11/721, 1042
(17) Müslim, Kitab-ı zekat B. 35. H. No: 1040 II/722