Makale

ZAVALLI BABACIĞIM

HİKÂYE

ZAVALLI BABACIĞIM
Üzeyir Gündüz

ANNEMİN ölümünden sonra İstanbul’a taşındık. Babamın fikriydi bu... Ağabeyimle beni okutup adam edecek, kız kardeşim Emine’yi de dikiş kurslarına gönderip iyi bir terzi yapacaktı. Duvarcı ustasıydı babam. Aynı zamanda, iyi bir dülgerdi. Bütün sermayesi de, kemerinin arasından eksik etmediği sapı kırık bir keserle, paslı bir maladan ibaretti. Babamın İstanbul’a taşınma fikri yeni değildi. On yıldan beri hayalini kurardı. Ama rahmetli annem hep karşı çıkar:
"- Bre efendi, derdi. Koskoca şehir yerinde, biz ne yeriz, nasıl geçiniriz? Otur oturduğun yerde. Şu köyde herkes seni hatırı sayılır bir usta bilir. Kiminin çatısını aktarırsın, kiminin damını yaparsın. Şehir yerinde kim ne yapsın senin paslı malanla, sapı kırık keserini?"
O zaman babam öfkeyle atılır:
"- Öyle söyleme hanım, sanat altın bileziktir, demişler. Ben de bu sanat varken, şehir yerinde de para kazanmasını bilirim" derdi.
Babamla annem arasındaki bu münakaşa, annemin ölümüyle son buldu. Artık babama itiraz eden olmayınca da, tası tarağı toplayıp istanbul’a yerleştik. Şehir merkezine üç otobüsle ancak ulaşabildiğimiz kenar semtlerin birinde, küçük bir gecekondu kiraladık. Her tarafı tirit gibi, dökülen bir yerdi. Ama babamın elinden geldiği için, orayı oturulur bir hale getirdi. Hazır somya ve kanepelerimiz bulunmadığından, köyden getirdiğimiz eski tahtalardan bir iki sedir uydurdu. Akşam olunca yataklarımızı onların üzerine seriyorduk.
Kız kardeşim Emine, dokuz yaşında olmasına rağmen, artık bize analık ediyordu. Beceriksiz elleriyle hazırladığı basit yemekleri, büyük bir iştahla yiyorduk. Yemeğin zehir gibi tuzlu olduğu zamanlarda bile babam: "Aferin Emine, çok güzel olmuş eline sağlık, sen ileride iyi bir ahçı olacaksın" diye övgüler yağdırıyordu.
Babam, ağabeyimle beni aynı ortaokula yazdırmıştı. Otobüsle gidip geliyorduk. Emine ilkokula gittiği için, böyle bir derdi yoktu. Mahalledeki ilkokul evimize çok yakındı.
Babam sabahın köründe kalkar, kapının arkasında hazır bekleyen alet torbasını sırtına aldığı gibi evden çıkardı. Kahvaltıyı bile beklemezdi. Zavallı babama acır dururdum. Ne yer, ne içerdi? işlerinin yolunda olduğunu söylerdi hep "Çok şükür elli-yüz kazanıyoruz" derdi. Cebimizi hiç harçlıksız bırakmazdı.
Sabahları zinde bir vaziyette işe çıkan babamı, akşam dönüşlerinde sanki bir canlı cenaze gibi bulurdum. Hafif sakallı çehresi, bal mumu gibi sapsarı olurdu. Elleri buz gibi soğuk, dudakları mosmor görünürdü. Akşam yemeğinden sonra, bizimle hemen hiçbir şey konuşmazdı. Her zamanki köşesine oturup, önce bir sigara yakardı. Daha sonra, sigara dumanları arasında, cebinden çıkardığı kurşun kalemle defteri önüne alır, beceriksiz el yazısıyla bir yığın hesaplar yapardı.
Bazen, alnını kırıştırıp gözlerini bir noktaya diker ve uzun uzun düşünürdü. Onun bu hali beni hep tedirgin eder dururdu. Ya hasta olursa diye ödüm patlıyordu.
Okula giderken, ara sıra otobüsün camından çevreme bakardım. Adım başına bir inşaat vardı. Gökyüzüne doğru yükselen beton blokların çevresinde, kulakları sağır eden bir gürültüyle, hani harıl çalışan iş makineleri döner dururdu. Üç hamlede, on tonluk bir kamyonu toprakla dolduran kepçe makinelerine hayretle bakardım. Ve kendi kendime, "Helâl olsun babama" diye düşünürdüm. "Bu kadar makinalara rağmen, kendisine bir ustalık bulabiliyor."
Ama bir gün gerçeğin böyle olmadığını apaçık gördüm: Belediye otobüsü, iki yanı yüksek apartmanlarla çevrili bir sokaktan geçiyordu. Birden gözlerim babama ilişti: Sırtında kocaman bir küfe taşıyordu. Küfenin içi ağzına kadar sebze ve meyvelerle doluydu. Babamın önünde yürüyen, süslü ve genç bir bayan ona emir ve talimatlar vererek apartmanlardan birine girdi. Zavallı ba-bacağım, ustalık umuduyla geldiği bu koca şehirde, resmen hamallık yapıyordu.
Oysa kendi köyümüzde, çevresindeki işçi ve amelelere o emir yağdırırdı. Yük altında titreyen çelimsiz bacaklarını ve gerilen boyun kaslarını görmemek için başımı yere eğdim.
Kimseye birşey söylemiyordum ama içimi bir sıkıntı basmıştı. Babamın aile içerisindeki yükünü azaltmak için bir çare olmalıydı. Saçımı kestirmeye gittiğim bir berber dükkanında müşterilerden birinin, üstünü fırçalayan çırağa önemli bir miktar bahşiş verdiğini gördüm. 0 andan itibaren, berber çıraklığı yapmayı aklıma koydum. Akşam eve gelince hiçbir şey düşünmeden:
"- Baba, dedim. Ben berber çırağı olmak istiyorum. Ağabeyim isterse okusun, Hem böylece ailemizin bütçesine de bir katkım olur."
Berber dükkanında gördüklerimi de anlattım. Babamın bu işe memnun olacağını sanmıştım. Birden öfkelenip küplere bindi:
"-Sen neler saçmalıyorsun ukalâ", diye bağırdı. Sonra "sana mı düştü evin gelirini temin etmek hâ? Ben sizi buraya okutup adam etmek için getirdim. Bir daha böyle şeyler duyarsam kemiklerini kırarım."
0 akşam babama kırgın olarak yatağa girdim. Emine’yle ağabeyim çoktan uyudukları halde, benim gözümü uyku tutmamıştı. Bunun farkına varan babam, lâmbayı karartıp yanıma sokuldu.
- Sen uyumadın mı daha?
diye sordu. Bir taraftan da saçlarımı okşuyordu. 0 anda içimi bir hıçkırık dalgası sardı. Ağlaya ağlaya babamın boynuna sarıldım.
- Dur hele, dedi babam fısıltıyı andıran bir sesle. Niçin ağlıyorsun?
- Ama ben seni gördüm,
dedim,
- Nerede gördün?
- Sırtında küfe vardı. Hamallık yapıyordun... Artık sana duvarcı Fazlı Usta demeyecekler. Ben de sana yardım etmek istemiştim. Ama sen beni azarladın.
O zaman babam da benimle birlikte hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir taraftan da beni göğsüne bastıkıp:
- Hayırlı oğlum benim, düşünceli yavrum, diyordu... Bırak da babalık vazifesini ben yapayım, sen okumana bak. Duvarcı Fazlı Usta demezlerse, hamal Fazlı desinler. Helâl para kazanıyorum ya, sen ona bak.
Sonra birbirimize sarılıp uzun uzun ağlaştık. Sabaha karşı uyandığımda, babam yine kapıdan dışarı çıkıyordu. Ama bu kez, alet torbası kapının arkasında duruyordu.