Makale

FETVA YE TAKVA

FETVA YE TAKVA*

Yazan: Dr. Muhammed EL-ZUHAYLİ
Tercüme: Mustafa ATEŞ
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Fetva (eftâ), yani ifal babından isimdir, (eftâ fi’l-mes’ele) demek, "o konu hakkındaki hükmü açıkladı" demektir.

İtfa da aynı babtan mastardır. Fetva, fütya ve fütva şeklinde de kullanılır. Çoğulu, fetava ve fetavi gelir. Müstefti (dini bir konu hakkında fetva isteyen kişi)’nin şer’i bir mesele hakkında sorduğu suale Müftü tarafından verilen cevaba "FETVA" denir.

Fetva, hakimin (kadı) verdiği hükmün aksine ilzam edici ve bağlayıcı olmaksızın dini bir hükmü haber vermek manasına da gelir. Hakimin verdiği şer ’i bir hükmün bağlayıcı ve ilzam edici, yani yaptırım gücü olduğu halde fetvanın böyle bir durumu yoktur. Müftü ise halk arasında fetva ile ciddi olarak usulüne uygun bir şekilde meşgul olan, Allah’ın hükmünü onlara açıklayan, din ve şeriatın görüşünü ortaya koyan kişidir. Usulcüler "müftü" kelimesini "müctehid" anlamında kullanmışlardır.

Biz burada fetvanın ve fetva vermenin önemini açıklayacağız, ayrıca müftünün yaptığı işin ve yüklendiği mes’uliyetin ehemmiyeti üzerinde duracağız. Çünkü konu doğrudan doğruya, ahkâm-ı şer’iyyeyle ve öncelikle onu bilmekle ilgilidir ki, bir olay, bir mesele vukua geldiği zaman hükmü beyan edilsin.

FETVANIN ÖNEMÎ:

Fetva makamı, İslam’ın yüce mevki ve mansıplarından biridir. Aynı zamanda dinin yüksek hizmet sahalarından ve şeriatın önemli mevkilerinden birini oluşturur. Çünkü o makama gelen şahıs, Cenab-ı Hakk’ın emirlerini tebliğe memurdur; din ve şeriatın, kendisine tevdi edildiği kişidir. Bu da emanetin şanına layık bir şekilde hıfzını ve sadakatle insanlara tebliğini gerektirir. Çünkü insanlara karşı işlenen yalan ve iftira çok büyük ve fahiş bir cürüm sayılırken Allah’a karşı yapılan bir iftira ve söylenen bir yalan nasıl daha korkunç bir cürüm sayılmasın!... Halkın malına hiyanet, hukukuna karşı su-i muamele, sahibini nasıl cezaya maruz bırakan bir cürüm ise ve bu cürümü irtikab edenler nasıl kötülüğe ve hakarete layık görülürse dini hükümlere ve şer’i davalara hıyanet ve su-i istimal da daha büyük ve daha korkunç bir cürüm ve cinayettir.

Bir devlet reisinin özel temsilcisi olan şahıs, devlet başkanına yetkinliği ile zaman zaman iftihar eder, onun sefiri ve elçisi olduğu için gurur duyar ve onun kendisine tevdi ettiği sırlan korumaya ve görüşlerini ilgili mercilere ulaştırmaya özen gösterir. Müftü de alemlerin Rabbı olan Allah’ın dinini yayma ve İlâhî hükümlerini haber verme konusunda Allah’a niyabet ettiği için daha büyük bir elçi ve daha şerefli bir mümessildir. Çünkü müftünün gördüğü dini hizmet, Peygamberlerin gördüğü risalet hizmetine benzer. Zira alimler, Peygamberlerin varisleridir.

İmam Nevevî; "Biliniz ki bu konu herkesin ihtiyaç duyduğu bir konu olduğu için cidden çok mühimdir." dedikten sonra şöyle devam eder: "Biliniz ki ifta makamı, tehlikeli ve muha- tarlı bir mansıp olmakla beraber fazileti de o ölçüde büyük bir makamdır. Zira müftü, peygamberlerin (Salatü selam ve her türlü ihtiram onlara) varisi, farz-ı kifayeyi yerine getirmekle yükümlü kişidir. Aynı zamanda hata ile de karşı karşıyadır. Bu sebeple ulema: Müftü, Allah tarafından ibtila ve imtihana tabi tutulmuş kişidir demişlerdir."

İbnü’l-Münkedir de şöyle diyor: "Âlim, Allah ile kullar arasında bulunan kişidir, baksın bakalım onların arasına nasıl girecek?”

* Bu yazı, Bağdat’ta yayınlanan "et-TerbiyetU’1-tslâmiye" dergisinin Ağustos 1987 (Zilhicce 1407) tarihli 12. sayısında yayınlanmıştır.

Ibnü’l-Kayyim de müftünün derecesine ve taşıdığı mes’ulıyete işaret ederek diyor ki: "Hükümdar adına imza atma yetkisinin inkâr edilmez bir üstünlük, kıymet ve ehemmiyeti göz ardı edilemez bir erdemlik olduğu ve bunun rütbe ve derecelerin en yücesi olduğu inkârı kabil değilse, yerlerin ve göklerin Rabbi olan Allah adına imza atma ve onun adına hüküm verme keyfiyeti de onunla kıyas kabul etmeyecek kadar üstün bir fazilet ve rüchaniyettir. Şu bir gerçektir ki böyle bir makama getirilen kişi, elbette bütün hazırlığını yapacak, bu hizmeti görmek için lüzumlu bütün malzemelerini hazırlayacak, oturduğu makamın kıymet ve kutsiyetini bilecek, hakkı sökmekten ve onu açıkça ortaya koymaktan kalbine bir darlık çökmeyecektir. Çünkü onun yardımcısı ve yol göstericisi Allah’tır. Hem nasıl olmasın... O, öyle makamdır ki bizzat deruhte edici mutasarrıfı Allah’tır. Nitekim Cenab-ı Hak:

"Ey Muhammed, kadınlar hakkında senden fetva isterler, de ki; onlar hakkında size fetvayı Allah verir. Bu fetva kitapta size okunan hükümlerdir”.1 Bu ayette Cenab-ı Hakk’ın fetvayı yüce zatına izafe etmesi, şeref ve yücelik bakımından yeter de artar da. Yine Kur’an-ı Kerim’ınde Yüce Allah, başka konuda da fetva verdiğini şu ayetle açıkça ortaya koyuyor:

"Ey Muhammed, senden fetva isterler, de ki; uzak akrabalar hakkında size fetvayı Allah verir".2 Durum böyle olunca Müftü, fetva verirken kime niyabet ettiğini bilmeli ve yarın Allah’ın huzurunda sorumlu tutulacağına yakınen inanmalıdır.

FETVAYA ARIZ OLAN HALLER:

Fetva müessesesinin bu türlü ehemmiyeti yanında bazı kuruluşlarda gördüğümüz rahatsızlıkların benzerleri, zaman zaman fetva müessesesine de arız oluyor. Fetva müessesesinin safvetini bozan, mehabetini gideren, kıymet ve kutsiyetini küçülten, büyüklük ve azametine gölge düşüren bazı şaibeler ve bazı problemler de var. Bazı mahzurları ortaya çıkıyor. Şeriat-ı Garray-ı Ahmediyye’nin mütehassısı olmayan bazı kişilerin fetva vermeye cür’et etmeleri veya ehliyet ve liyakat sahibi olmayan kişilerin fetva makamına oturmaları veya İslam dinini, bütün vüs’at ve inceliğiyle tanıyamayıp basit yönleriyle onu ele alan kimselerin ona cephe almaları ve azar azar bu esasların gayıblara karışması gibi şeyler, fetva müessesesinin maruz kaldığı hastalıklarıdır. Bazan da en basit fıkıh kaidelerinden bile habersiz kişilerin Islâm şeriatına tepeden bakmaları ve dinin temel esaslarında ifrat ve tefrite düşmeleri gibi illetter. Bazan da din ve şeriat meselelerinde ihtisas sahibi olduğu halde sırf

mübalatsızlık ve dini konuları kolaysınmaktan kaynaklanan cüretkârlıkla karşı karşıya kalır, din. Bazan olur ki kişi, şeriatı, şahsi menfaat ve arzularına alet etmek ister, basit gayelerine ulaşmak için onu hedef alır ve o yüzden bir takım kazançlar sağlamak ister. "Diğer bir kısım insanlar da, gelenek ve göreneklerin içine dalar gibi şeriatın koymuş olduğu hükümleri kendi görüş ve düşüncelerine göre yorumlamak isterler ve cesaretle konuların içine dalarlar, bir kısmı belki hüsn-i niyetle İslam üzerine söz sarf ederse de bir kısmı tamamen su-i niyetle konuşur. Bazıları pis zamirlerini ortaya dökerek bayağı şeyler elde etmek isterler. Bazı insanlar da, bir fıkıh kitabı okuyunca veya bir hadis duyunca kendisini bilgin zannedip fetva vermeye kalkar ve halkın suallerine cevap vermeye uğraşır. Dini bir mesele ortaya atılınca "Benim görüşüm şudur, bu meselenin doğrusu şudur vc şu haramdır, bu helaldir veya şu makbuldür, bu değildir" gibi sözler duyarsın, sanki halk onların görüşünü sormuş veya sözüne kulak vermiş gibi ulu-orta konuşur. Bunların maksatları, yukarıda önemini belirtmeye çalıştığımız fetva müessesesini ve onun haber verdiği şer’i hükümleri teşviş etmekten ve karıştırmaktan başka bir şey değildir.

FETVANIN TARİHÇESİ:

Umumi manada ifta (fetva verme) vazifesini ilk defa yerine getirenler, Peygamberlerdir. Hususi manada da Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselamdır. O, muttakilerin imamı, Müftülerin pişuvası öncüsü ve rehberidir; Matem-ül Enbiyadır. Allah’ın vahyinin emini, güvenilir simasıdır. Allah’ın dininin mübelliği, insanlara tebliğ edicisidir. Bu sebeple Aley- hisselatü vesselam Efendimiz, Yüce Rabbimizin emirlerini, hükümlerini insanlara tebliğ ediyor, şeriatla ilgili emirlerde ashabın suallerine cevap veriyordu. Müslümanlar her taraftan akın akın Resulullah’ın hane-i saadetine gelip sual soruyor. Özel ve genel işlerinde hep ona müıacaat ediyor, fetva istiyorlar ve Yüce Allah’ın: وان تنازعتم في شئ فردوه الى الله
والرسول ان كنتم تومنون بالله واليوم الاخر ذلك خير وأحسن تأويلا

"Bir şey hakkında birbirinizle şayet uğraşırsanız onu Allah’a ve Rasülüne bırakınız. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, bu hayırlı ve netice itibarıyla en güzel olanıdır." 3 buyruğunu yerine getirmek için ona başvuruyorlardı. Ve onun verdiği fetvalar, tamamen ilahi vahye dayanan Rabbani fetvalardı. Alemlerin Rabb’ından bir tebliğ, ashabına bir tevcih, müslümanlar için bir düsturdu. Böylece O, dinin temellerini atıyor, Islâm’ın metodunu açıklıyordu. Rasülullahın ashabı, bu fetvalara ve bu hükümlere sim sıkı sarılıyor, ondan yan çizmiyorlardı, bunları ruhlarına sindiriyor ve günlük hayatlarında yerine getiriyor ve başkalarına aktarmaya da özen gösteriyorlardı.

Vaktaki Allah’ın Rasuliı, "REFIK-Î A’LÂ"ya yürüdü ve artık vahyin arkası kesildi. Ümmetine Allah’ın kitabı olan Kur’an’ı ve Rasulü’nün sünnetini bıraktı. Ashab-ı Kiram, Allah’ın Rasülü’nden Ahkâm-ı Şer’iyycyi, usulü istinbatı ve içtihadın esaslarını öğrendi. Dost doğru yola yollandılar. Vahy konusundan başka, Rasulullah’ın bütün işlerinde onun halifesi oldular. Sahabenin ululan ve bilginleri fetva işiyle meşgul oldular. Bu mümtaz din hizmetini yerine getirdiler. Diğer sahabe ve tabiinden olan zevat, fetva işini öğrenmek için canla başla çalıştı. Ve onların ilminden azami derecede istifade etmek için onlara gönül bağladılar. Böylece sahabe arasında çok fetva vermekle meşhur olanlar olduğu gibi, çok az fetva verenler ve mutedil yol tutanlar da vardı.

Sahabeden sonra fetva işiyle, imamlar, müctehitler ve kadılar meşgul oldu. Ifta makamı, îslâm devletinde henüz müessese olarak bilinmemekteydi. Onun için de "Kaza"dan ayrılmış, müstakil bir kuruluş değildi. Halk, dini müşküllerini halletmek için bilginlere fakihlere başvuruyor, onlardan fetva alıyor ve hayatlarını buna göre tanzim ediyorlardı. Kendi aralarında meydana gelen ihtilafları onlara soruyor, kendilerine müşkül gelen meselelerde Allah’ın hükmünü arayıp soruyorlardı. Muhasım taraflar çok defa kadılara başvuruyor, ihtilafa düştükleri meselelerde Allah’ın hükmünü onlardan sorup öğreniyorlardı. Bu müşkül meselenin halli hususunda kadının verdiği hükümlerle yetinir, ona sımsıkı sarılır ve nefislerinde onu tatbik ederlerdi. Sonra her mezhebin bilginleri kendilerine sorulduğu takdirde fetva vermeye başladılar. Islâm devletinin işleri genişleyip, idari sistemler ve müesseseler gelişmeye başlayınca, onuncu hicri asırda, Birinci Sultan Selim’in buyruğuyla "IFTA MAKAMI" teşekkül etti ve fetva müessesesi tanzim edildi. Bilginler arasından, ilmi ve ittikasıyla maruf olanlar, müftü olarak seçilmeye başlandı. Bazan da müftü, doğrudan doğruya ulema tarafından seçilirdi. Büyük şehir ve merkezlere gönderilen bir çok müftü de ona yardımcı olurdu. Böylece Ifta Makamı resmi ve dini bir mevki haline geldi. Bu resmi ve dini makamın, dini, siyasi ve İçtimaî hayatta çok önemli bir yeri vardı. Müftülerin bilgisi yalnız halk tarafından kendilerine yöneltilen suallere cevap vermeye münhasır kalmıyor, aynı zamanda, yeni olaylar ve birden bire ortaya atılan hadiseler karşısında, şer’i kanunların va’zında çeşitli meselelerin kaynaklardan içtihat ve istinbatında Allah’ın hükmünün bilinmesi için devletin de başvurabileceği esaslı bir müracaat makamıydı. Açılacak davalarda ve verilecek kararlarda hakimler ve avukatlar çok defa müftülere başvururlardı.

FETVADAN ÇEKİNME:

Ashap devrinden ve müteakip asırlardan beri bilginler ve fakihler, fetva vermekten çekinmişler ve mes’uliyetinin büyüklüğünü daima takdir etmişlerdir. Fetva vermek durumunda kalınca da son derece ihtiyatkâr davranmışlardır. Hataya düşmekten korktukları için, fetva konusunda son derece çekingen davranmışlardır. Fetva müessesesi kendi uhdelerinde tevdi edilmediği takdirde, ona pek istekli görünmemişlerdir. İlmin gizlenmesinden de fazlaca korktukları için susmayı da tercih etmemişlerdir. Çünkü fetva işlemi bir farz-ı kifayedir. Kişi o makama tayin edildiği takdirde bu husus farz-ı ayma dönüşür. Bilginler fetvanın inceliklerine vakıf olup adabıyla bezendikleri takdirde, o makamı elde etmek için birbirleriyle yarış etmemeliler. Aynı zamanda onun, açıklamasını kolay zannedip hafife almamalılar ve hile yoluna sapmamaklar, doğru ve hak olanın açıklanmasında, birbirleriyle münakaşaya girişmemeliler. Allah’ın hükmünün vuzuha kavuşmasında hiç bir kimsenin kınamasına aldırış etmemeliler. Bir ihsana nail olmak ümidiyle hakkı beyan etmekten vazgeçmeyeceği gibi, bir borçtan, bir diyetten korkarak da hak yoldan sapmamalıdır. Bu hususta pek çok rivayet bize kadar ulaşmıştır. Şimdi onlardan bir miktar iktibas edelim-

Bera bin Azib diyor ki: "Bedir gazasına iştirak eden üç yüz sahabeyi gördüm. Onların içinde arkadaşının verdiği fetvayı yeterli gorup de onu sevmıyen hiç kimseyi görmedim. "Ibn-i Ebi Leylâ da diyor ki: "Ensardan yüzyirmi zata yetiştim, birisine dini bir mesele sorulduğu zaman o, bir başkasına, o da bir başkasına havale ederdi ve mesele döner dolaşır öncekine gelirdi." Bir rivayette de şöyle varit olmuştur: "Onlardan hiç birisi yok ki, kendisine bir söz söylensin, bir haber verilsin de, söylenen o sözü, verilen o haberi kardeşi yeterli bulmayı arzu etmesin veya bir fetva istesin de, verilen o ftvayı kardeşi yeterli görmesin."

Süfyan Bin Üyayne de bu konuda diyor ki: "Halkın en iyi fetva bileni, fetva hususunda en çok sükut edenidir, en cahili de en çok konuşan ve en çok fetva verenidir." O yine şöyle dedi: "Bir çok fakih ve bilgine yetiştim, bunlar fetva vermekten ve sorulan suallere cevap vermekten hoşlanmıyorlardı. Ta ki halk, fetva verecek ondan başka bir şahıs bulamayıncaya kadar. "Yine o şöyle diyor: "Kendilerine tekrar-tekrar sual sorulan pek çok fakih gördüm, kendilerine tevcih edilen suallere cevap vermek istemiyorlardı. Hatta cevap vermekten bağışlanırlarsa, bu kendileri için daha sevimli gelirdi." Tabiinden Ata bin Saib diyor ki: "Kendilerine sual sorulan çok kimseler gördüm ki bunlar cevap verirken mes’uliyetinden korktukları için tır tir titriyordu."

Ibn-i Abbas ve Ibn-i Mesud (Allah her ikisinden de razı olsun) da diyor ki: "Halkın her sorduğu suale cevap veren, ancak delidir." Ebu Husayn el-Esedî de diyor ki: "Onlardan biri, bir mesele hakkında fetva vermek isteyince derdi ki, bu sual, Hattab oğlu Ömer’e tevcih edilseydi de o da, Bedir savaşına iştirak eden ilim ehli Sahabeyi toplayıp cevap verseydi." Ülemanın pek çoğunun şiarı, günah ve haramlara düşmekten korktukları için "Lâ edri-Bilmiyorum" diye cevap vermekten ibaretti. Muhammed bin Aclan da: "Bir bilgin bilmiyorum demekten gaflete düşerse, kendi felaketini hazırlar" diyor.

Kaasım bin Muhammed bin Ebu Bekir’e bir şey soruldu ve "iyi bilmiyorum" diye cevap verdi. Bunun üzerine sual soran adam: "Ben sana geldim, başkasını tanımıyorum” deyince Kaasım: "Sen, benim sakalımın uzunluğuna ve etrafımda dolaşanların çokluğuna bakma, bilmiyorum, Vallahi" dedi. Bunun üzerine Kasım’ın yanında oturan yaşlı bir Kureyşli söze karıştı ve "Ey kardeş çocuğu, bu suale lütfen cevap ver. Vallahi bugün bu mecliste, senden bilgili, senden faziletli kimseyi görmüyorum." dedi. Kasını da şu cevapta bulundu: "Bilmediğim bir mesele hakkında konuşmaktansa dilimin, dilim dilim doğranmasını tercih ederim."

imam Malik de şunları söylüyor: "Dini bir suale cevap verecek kimse, cevap vermeden önce, kendisini cennete ve cehenneme arzetmelidir. Kıyamette bunun vebalinden nasıl kurtulacak ve nasıl cevap verecek, bunu düşünmelidir.” "Imam-Malik Hazretlerine bir mesele soruldu, o da "bilmiyorum" diye cevap verdi. Bu cevabı duyanlar dediler ki: Bu çok kolay bir meseledir, ya İmam, bunu bilmeyecek ne var... denilince, son derece kızarak "ilimde hafiflik olmaz, Cenab-ı Hakkın: “ انا سنلقى عليك قولا ثقيلا ”Doğrusu biz sana, taşıması ağır bir söz. indireceğiz" ayetini işitmediniz mi? ilinin hepsi ağırdır. Özellikle kıyamet günü sığaya çekilecek konulan daha da ağır."

Şa’biye bir mesele soruldu, "bilmiyorum" diye cevap verdi. "Bilmiyorum demekten bir bilgin olarak utanmıyor musun, halbuki Irak halkının fakihısin sen denilince" Şa’bî "Fakat melekler Ey Yüce Rabbimiz senin bize öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur” demekten utanmadılar," dedi.

İmam Malik diyor ki: "Rasulullah’ın ashabı müşkül bir meseleyle karşı karşıya kalınca hepsi de kamil manada nezafet ve taharet üzere bulundukları, doğruluk ve dürüstlükten nasiplendikleri ve Cenab-ı Hakk’ın Tevfikat-i Sübhaııiyesine mazlıar oldukları halde, arkadaşlarının fikrini sormadan, onların görüşlerini almadan o müşkül soruya cevap vermezlerdi. Nerde onlar, nerde hatalar vc günahlarla kalpleri çepe çevre kuşatılmış bizler...”

FETVANIN HÜKMÜ:

Şer’i hükümlerden en az beşi, fetvanın konusuna girer. Binaenaleyh, fetva bazen vacip, bazen mendup, bazan mubah, bazan mekruh, bazan da haram olur. Bu hükümlerin şüphesiz en mühimmi, vücup ve hürmet iktiza eden fetvalardır. Çünkü büyük ecir ve mükafat veya büyük günah ve büyük felaket, daha çok bu ikisi üzerine terettub eder.

Demek oluyor ki fetva, farz ve vacip bir hüküm ifade eder. Zira fetva, Allah’ın din vc şeriatını tebliğin, ahkâmını ta’lımin, usul ve erkanını beyan etmenin dayanağı ve kuvvet kaynağıdır. Şu halde fetva hizmetlerini hakkıyle ikame eden ve sıhhatli bir şekilde yerine getiren kimse sevaba nail olur. Çünkü Abdullah Bin Mesud (R.A.) şöyle rivayet eder: "Allah’ın Rasülünden şöyle dediğini işittim: Bir hadisi benden duyup da aynen duyduğu gibi rivayet eden kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Kendilerine hadis nakledilen nice kişiler vardır ki, onu, duyandan daha iyi muhafaza eder.” Bu duruma göre sorulan dini sualleri cevapsız bırakmak bilginlere haramdır, ilmim gizlediği ve cevaptan yüz çevirdiği için de kıyamet günü Allah’ın huzurunda cezaya çarptırılacaktır. Zira bu konuda Ebu Hureyre (R.A.) Peygamberimiz’in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kendisine bir mesele bir hüküm sorulan kimse bildiği halde onu gizlerse, ağzına ateşten bir gem vurulur."

Bir beldede de bir tek müftü varsa, fetva verme onun üzerine farz-ı ayn olur. Çünkü o, bu hizmet için tayin edilmiştir. Ama bir beldede de birden çok müftüler varsa, fetva verme görevi, bunlardan her birine farz-ı kıfaye olur, bunlardan birisi görevi yerine getirirse maksat hasıl olmuş, hedef yerini bulmuştur. Mesalih-i amme için önemli olan bu hizmeti, hep birden terk ederlerse, hepsi birden günahkar olur. Bilginlerin ve gerçek müftülerin çok bulunduğu zaman, fetva işini bunlardan vera sahibi olanlara bırakmak, fetva hizmetinde ihmalden ve icra edememekten korkan kimselere terk etmek daha iyidir. Ama kişi konulara vakif değilse veya ahkam-ı şeriyyenin zır cahiliyse fetva vermesi haramdır, buna cür’et eden de âsi ve günahkardır. Çünkü Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur:

ولا تقولوا لما تصف السنتكم الكذب هذا حلال وهذا حرام لتفتروا على الله

ان الذين يفترون علي الله الكذب لا يفلحون

"Dilleriniz yalana alışmış olduğu için şu helaldir, şu haramdır demeyiniz. Zira Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar ise felaha kavuşamazlar." 4

Müftü vereceği fetvada sabr-u sebat üzere olmalıdır. Meseleyi enine boyuna araştırmalı, fetvadan meram ve maksadın ne olduğunu anlamaya çalışmalı, onu muhtelif cihetlerden evirip çevirmelidir. Sonra bu hususta vand olan şer’ı hükmü iyice araştırmalı, eksiksiz ve fazlasız; tebdilsiz vc tahrifsiz; düzensiz ve dolambaçsız onu halka açıklamalıdır. Hükm-i Şer’iyi geciktirmeksizin hilesiz ve dubarasız veya aşırı hoş görülü olmaksızın haber vermelidir. Çünkü müstefti, ancak Allah’ın hükmünü arar, onu ister ve şeriatın vereceği hükmü öğrenmek diler, yoksa doğrudan doğruya müftüyü, hocayı ve fakihi kastetmez. Bunların kim olduğu onu ilgilendirmez. Verilecek cevap, soranın maksadına uygun arzusuna muvafık ve gözettiği meııfeata mutabık olmasa da, fetva bu hususlar dikkate alınarak verilmelidir.

Müftünün, soruyu iyice anlamadan, konuyu iyice kavramadan, vereceği cevabı etraflıca düşünmeden alelacele cevap vermesi, meseleyi hafife alması emektir ki haramdır.

Ne söyleyeceğini düşünmeden, bu konuda fikir ve görüşleri iyice kavramadan cevap vermekte konuyu ciddiye almamaktır. Çünkü Peygamberimiz, böyle durumlara düşmekten sakındırmış ve buyurmuştur ki: (أجرو كم علي الفتوى أجرو كم علي النار ) "Fetva vermeye en cüretli olanınız, ateşe atılmaya en layık ve en cüretkar olanınızdır." 5Aynı zamanda fetvayı kolaysınmakla tanınan kişilerden fetva istemekte haramdır.

Müftünün, halka ve hakimlere, onların maksat ve arzularına uygun, maslahatlarına muvafık fetva vermesi de haramdır. Çünkü bunda helali haram, haramı helal kılma ve hukuku gerçek sahiplerinden başkasına verme tehlikesi vardır. Müftü bu sahada, tamamen hakim gibi davranmak ve hakkı konuşmak, adaletle hükmetmek ve Allah’ın kanununu ikame etmek durumundadır. Hasımına karşı müsteftiye temayül göstermekten de müftü son derece sakınmalıdır. Din işlerinde böyle hilekarlığa sapan İsrailoğulları, lanete müstehak olmuşlardır. İmam Buhari ve imam Müslim, sahih bir hadiste Peygamberimiz’in şöyle buyurduğunu rivayet ettiler: "Allah, Yahudilere lanet etsin ki onlar, kendilerine haram kılınan iç yağını eritip sattılar ve bedelini yediler." Bu gibi hallerde soruyu soran kimse hüsn-i niyet sahibi ise, en büyük günah müftüye ait olur. Yok eğer müstefti hüsn-i niyetli değilse günahta ikisi de ortak olur. lbn-El Sem’ani diyor ki: "Şu üç şartı kamil manada nefsinde cem’cden kimse ancak müftü olur: O da ictihad, adalet, ruhsat ve meseleyi kolaysınmaktan çekinmektir."

Bunlar ayııı zamanda Imam el-Sahnun’un sakındırdığı esaslar cümlesindendir. O diyor ki: "insanların en bedbahtı, en şakisi ahiretini dünyası için satandır. Ahiretini satanların en bedbahtı da başkalarının dünyası için ahiretini yıkanlardır." Bu tıpatıp, başkasının dünyası için ahiretini satan müftülerin durumuna uygun gelmektedir. Mesela, yemininde hanis olan bir adam veya karısını boşayan bir kişi müftüye gelir, durumunu arz eder ve fetva ister. Bunun üzerine müftü her ne sebeple olursa olsun "bir şey lazım gelmez” derse yemininde hanis olan kimse, keffaret vermeyerek, malından, öteki de karısından faydalanmaya devam eder. Ve fakat vebali müftünün üzerine kalır. Bir gün imam Sahnun’a bir adam bir mesele sordu, imam tam üç gün tereddüt etti, meseleye cevap vermedi ve dedi ki: Aziz dostum ne yapacağımı bilmiyorum. Çünkü sorduğun bu mesele oldukça çetin. Üzerinde değişik kaviller var, ben de tereddüt içindeyim. Adam dedi ki, Allah iyiliğini versin, bütün çetin meseleleri çözme gücü varken sen mi tereddüt ediyorsun? Bunun üzerine Sahnun: "Heyhat ey kardeşimin oğlu, senin bu sözün yüzünden ben kendimi cehennem ateşine atamam." diye cevap verdi. Sonra Sahnun’a: "Sana bir mesele soruldu cevap vermiyorsun. Halbuki aynı mesele senin arkadaşlarına sorulsaydı, cevap verirlerdi. Sen ne demeye duraklıyorsun" denildi. Cevaben "Doğru-Dürüst verilen bir cevabın doğuracağı fitne bile, mal ve mülkün doğuracağı fitneden daha tehlikelidir" dedi.

Fetva konusu olan bir meselede acelecilik hataya yol açar ve sürçmelere sebep olur. Bu sebeple Halil bin Ahmed diyor ki: "Kişiye bir mesele sorulduğunda cevabında acele ederse, isabet etse bile onu kötülerim, ama acele cevap vermez, sabır ve titizlik gösterirse hata etse bile beğenirim" Ebu Bekir Hatib Bağdadi de konuya şöyle yaklaşıyor: "Fetvaya karşı aşırı ilgi duyanların sayılan azalır ve kendilerine onu meşgale bilip devamlı uğraşanların sayısı giderek azaldığı takdirde onların arasında muvaffak olanların sayıları da gittikçe azalır ve bundan dolayı adamın intizamı da bozulur. Kişi fetva makamını hoş görmediği ve ihtiyar etmediği halde bundan kurtulma çaresini bulamaz ve aynı zamanda bu hizmeti başka birine havale etme imkanına da sahi değilse, bu takdirde Allah tarafından bol bol avn ü inayete mazhar olur. Verdiği cevap ve fetvalarda maslahata daha muvafık bulunur.”

Aynı zamanda müftü için fetva gibi dini ve şeri bir müessesede haram kılınmış ya da mekruh sayılmış hile yollarını araştırmak ta haramdır. Kotu maksatlara ulaşmak için şüpheli şeylere sarılmak, menfaat umduğu veya yakınlık kurmak istediği birine ruhsat yolunu iltizam ederek veya kolay tarafını göstererek fetva vermek de haramdır. Kendine göre iyilik yapmak ve maharet göstermek düşüncesiyle hareket etmek de haramdır. Bir şahsa zarar vermek ve rencide etmek maksadıyla şiddet ve kabalık göstermek de müftüye haramdır. Böyle davranılırsa fetva, Allah korusun, kötü maksatlara, arzu ve heveslere, şahısların menfaatine alet edilmiş olur. Eğer bir müftü yukarıda anlatılan olumsuz davranışları gösterirse, adalet şartını kaybeder ve fasıklar zümresine dahil olur.

Ama müftü, müsteftiyi, içinde bulunduğu çetin ve müşkül durumdan kurtarmak için şüphe ve tereddüt bulunmayan, baş vurulduğu takdirde bir kötülük terettüb etmeyen çarelere başvurabilir. Bu çarelere başvurmak müftü için caizdir. Nitekim Cenab-ı Hak, Hz. Eyyüp Aleyhisselam için böyle bir yol gösteriyor. Eyyüp Peygamber, hanımına yüz değnek vurmak için yemin etmişti. Halbuki kadın bu cezayı çekmeye mütehammil değildi. Allah (C.C.) Eyyüp Peygambere hitaben şöyle buyurdu: "Ya Eyyüp, eline bir demet sap al onunla vur ve yeminini bozma"^. Bu sebeple Süfyan-ı Sevri de şöyle diyor: "Bize göre ilim, güvenilir kaynaklardan bize ulaşan ruhsatlardır. Şiddet yoluna gelince onu herkes yapar."

Fetva, ayrıca maddi ve manevi menfaatlerle kuşatılmış olursa yine haramdır. Riya ve gösteriş maksadıyle fetva vermek, fazilet abidesi ve gerçekten asil kişilere karşı üstünlük taslamak, ilimde ve fazilette gerçekten rüsuh kazanmış geçmiş imamların mevkilerine göz dikmek, mütebahhir bilginlerin ve meşhurların makamlarına yükselmek gibi hareketler, fetvayı ve fetva makamını saran tehlikelerdir, ki haramdır.

Bunlardan bazıları halkın kendi etraflarında kümelenmelerinden gurur duyarlar. Bakışların kendi üzerlerinde toplanması, cahillerin kendilerine karşı gösterdikleri aşırı teveccüh, avamın sitayişkar ifadeleri, ulufe dağıtır gibi cömertce hak etmeyenlere sıfat ve lakap bağışlayanların sahte gösterileri bunları böyle bir gurura sevk ediyor. Bu müftülerin en günahkarı cumhurun ve milletin önünde müftülük makamına tayin edilip de hakimlere ve mesul makamdakilere onların istediği fetvaları verenlerdir. Böylece helali haram kılar, haramı helal kılarlar ya da emr-i bilmaruf ve nehyi anil münker yapmakla mükellef oldukları halde, batıl karşısında susmayı tercih ederler.

Bu sebepledir ki, gerçek bir bilgi ile Allah’ın koyduğu hükümleri bilmeyen cahillerin

fetva vermesi haram kılınmıştır. Böyle cahil kişiler, müftünün ve müftülüğün gerektirdiği şartları, ehliyet, dirayet ve liyakat gibi vasıfları taşımadıkları için verecekleri fetvalardan dolayı günahkar olurlar. Çünkü bunlar, doğruyu yanlıştan sağlamı sakattan ayıracak ilmi güce sahip değillerdir. Dolayısıyla Allah’a iftira eder, arzularına göre hüküm verirler. Halbuki Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak bu türlü hareketlerden insanları sakındırıyor: "Ya Muhammed, eğer sana cevap vremezlerse, onların sadece kendi heva ve heveslerine uyduklarını bil, Allah tarafından bir yol gösterici bulunmadan kendi arzusuna uyan kimseden daha sapık kim vardır? Doğrusu Allah zalim milleti doğru yola kılavuzlamaz."7

Nitekim imam Ahmed bin Hanbel ile Ibn-i Mace’nin Peygamberimizden rivayet ettikleri Hadis-i Şerif de bunu teyid ediyor: "Bir kimse fetva konusunu yazıp kaydetmeden fetva verirse onun günahı, o fetvayı verene aittir." imam Ahmed’in ve Ebu Davud’un lafzı da şöyledir: "Bir kimse bilgisi olmadığı halde fetva verirse bunun vebali o fetvayı veren kimseye racidir." Ibn- ül Cezvî de şu Hadis-i Şerifi rivayet ediyor: "Kim ilmi olmadığı halde halka fetva verirse göklerde sakin olan meleklerin ve yer yüzünde bulunan meleklerin laneti onun üzerine olsun." Burada zikredilen bu uç hadisin zayıf olduğu biliniyor. Fakat biz daha önce zikredilen ayet-i kerimenin ve sahih hadislerin manasını te’kıt ve daha fazla açıklık getirsin diye bunları zikretmiş bulunuyoruz.

Allah’ın Rasulü bizi, daima, cahil bilginlerin şerrinden sakındırmış ve bunların hem kendilerine hem de ümmeti Muhammede verecekleri zararları açıklamıştır. Buhari, Müslim ve Tir- mizi’nin rivayetleri şöyledir: "Allah Teala, ilmi, kullarının sinesinden silip atmak suretiyle değil, fakat ulemanın ruhunu kabzetmek suretiyle kaldıracaktır. Hiç bir bilgin kalmayınca halk, bir takım cahil kimseleri kendilerine reis edinecekler. Bunlara sualler sorulur, onlar da ilimleri olmadıkları halde fetva verirler, dolayısıyla hem kendileri dalalete düşer, hem de halkı dalalete sürüklerler.

Bilginlerin başkasına, ister kendisi için olsun, ister başkaları için olsun, fetva vermek nasıl haram ise, bizzat o kişinin meselesini ilim erbabına sorması da vaciptir. Fakihler, cahil müftülerin cezalandırılmasını kararlaştırmışlar, Emevileriıı yaptığı gibi devlet reisinden onun görevden alınmasını istemişlerdir. Onun cezasını, fakihler, insanı canından eden cahil doktorların ve servetini iyi kullanmayıp da malı üzerinde tasarruftan men edilen müflislerin cezasıyla bir tutmuşlardır. Zira doktor, bedenin rahatsızlıkları için reçete yazar, ilaç düzer. Halbuki müftü, ruhu ve canı tedavi etmek için ilaç hazırlar. O, fert ve cemiyeti ve ümmetin bütününü tedaviye memurdur. Onlara Rabbanî ilaçlar ve devalar tavsiye eder. Hem doktor, yanlış bir ilaç tavsiyesiyle yalnız hastanın canına ve bedenine eza verebilir. Fakat müftünün yaptığı bir yanlışlık, halkın hepsini birden zarara sokabilir. Bu sebeple Süleyman Ebudderda hazretlerine yazdığı mektupta şöyle diyordu: "Doktor bulundurduğunu haber aldım, dikkatli

ol, müslümanların canına kıymaktan seni men’ederim." Ibn-i Bedran da şunları söylüyor: "ilmiyle temayüz etmeyen kimseler veya halleri meçhul olan kişiler, bize göre fetva vermekten men edilir ve devlet reisinin böylelerini görevden men etmesi lazımdır. Rabia da diyor ki: "Bazı müftüler vardır ki, zindana atılmaya, hırsızlardan daha çok müstehaktırlar.”

Son olarak şunu söylemek lazımdır ki, ister avamdan biri olsun, ister müftü, her mezhep

ten kendi işine kolay gelen hükmü almak ve ruhsat kitaplarını fazla zorlamak caiz değildir. Bu cüretkârlığı ulema hiç kabule yanaşmamıştır. Şafii mezhebinin büyüklerinden Ebu Ishak Mervezi, bunları fasıklıkla ittiham ediyor, İmam Beyhaki Evzaiden şunu rivayet ediyor: "Kim Ulemanın mu’tad harici, şaz ve nadir kavilleriyle amel ederse daire-i Islamdan çıkar." Beyhaki, İsmail el-kaadıden şunu hikaye ediyor: "Halife el-Mutazıd’ın yanına girdim. Bakmam için bana bir kitap verdi. Bu kitapta, alimlerin sürçmelerinden ibaret olan ruhsatlar ve herkesin kendisine hüccet kabul edeceği sözler toplanmıştı. Halife Mu’tezide: Bu kitabın yazarı kimse zındıktır dedim. Hem ayağı kaymayan İliç bir alim yoktur. Kim alimlerin zellelerini toplar, sonra onlarla amel etmeye kalkarsa dini elden gider” diye ilave ettim. Bu mütalaam üzerine Halife, kitabın yakılmasını emretti.

Sonra şu bilinmelidir ki fetva verme işi büyük ve soylu bir iştir. Fakat o nisbetle de muha-tarlı ve bir takım mahzurlarla adeta sarılmış bir hizmettir. Onun içindir ki mültü, Allah’ın nuruyla bakmalı ve meselelere onun nuruyla nazar etmelidir. Sırat-ı Müştekimden ibaret olan Allah’ın şeriatını daima göz önünde bulundurmalıdır. Eğer buna sımsıkı sarılırsa dosdoğru yol üzerinde bulunuyor demektir. Yok eğer bu yoldan saparsa cehenneme yuvarlanacaktır.

Biz Cenab-ı Haktan afv ü mağfiret, sıhhat ve afiyet niyaz eder, bizi doğru yola iletmesini ve tevfikine mazhar buyurmasını diler, Kitab-ı Kerim’ine ve Sünnet-i Peygamberiyyesine mülazemeti bize nasip kılmasını gönülden isteriz.

1) Nisa Suresi, âyet: 127.

2) Nisa Suresi, âyet: 176.

3) Nisa Suresi, âyet: 59

4) Nahl Suresi, âyet: 116

5) Süncn-i Darimi, c.l, s. 57.

6) Sad Suresi, âyet: 44

7) Kasas Suresi, âyet: 50.