Makale

Ecdadımızın Çocuk Eğitimine Verdiği Önem

Ecdadımızın Çocuk Eğitimine Verdiği Önem

DOÇ. DR. NESİMİ YAZICI / Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi

Daru’l-Fünûn Edebiyat Bölümü Başkanı Mahmut) Cevad Ibnü’ş-Şeyh Nafî, Matbaa-i Âmire’de 1338/ 1922’de basılan ve günümüzde de önemini koruyan Maarif-i Umûmiyye Nezâreti Tarihçe-i Teşkilât ve icrââtı adlı 524 sahife-lik eserine, II. Mahmud (1808-1839)’un 1240/1825 tarihli bir fermanı ile başlıyor. Yapmış olduğu çok sayıda yenilikle bir bakıma Tanzimat’ın gerçek hazırlayıcısı olan II. Mahmud’un bu fermanı İstanbul Kadısı’na gönderilmiş olmakla birlikte, birer sureti Eyüp, Galata ve Üsküdar kadılarına da ulaştırılmıştır. Kapsamı dolayısıyla Esnaf Kethüdalarına, Mektep Hocalarına ve Mahalle İmamlarına, bunlar yanında ebeveynlere ve toplumun tamamına, küçük çocukların dönemin şartları içerisinde eğitim-öğretimlerini eksiksiz tamamlamalarının sağlanması yönünde bazı hususları hatırlatmakta, bazı mükellefiyetler getirmektedir. Toplumumuzun, günümüzden yüzyetmiş sene öncesine bir pencere aralamanın faydalı olacağı düşüncesiyle bu fermanı, kısmen özetleyerek ve sadeleştirerek sizlere sunmak istedik. Böylece değişik konular yanında, o dönemde bir müslüman çocuğun hayatını bir sanatla kazanmak istediğinde veya esnaf olmayı arzuladığında, alması düşünülen asgarî dinî kültür görüleceği gibi, yetim ve kimsesiz çocukların da eğitiminin unutulmadı-ğı, ayrıca bugünün cami imamlarının geçmişteki fonksiyonlarının hiç değilse bir veçhesi ortaya konmuş olacaktır.
Padişah, fermanına; Ümmet-i Muhammed’in her şeyden önce dinini, iman ve ibadet esaslarını öğrenmesi gerektiğini, ancak bundan sonra geçimini sağlamak üzere hangi mesleği isterse seçebileceğini vurgulamakla başlıyor. Fakat bir müddetten beri bazı veliler, sanki Cenâb-ı Hakk’ın, bütün yaratıkların rızkını vereceğini bilmiyormuşçasına, kendileri ana ve babalarının dikkatsizliği yüzünden cahil kaldıkları gibi, çocuklarını da beş altı yaşına geldiğinde hemen bir zanaatkarın yanına vererek, sanat öğrenmesini arzulamakta, dolayısıyla onların dinlerini diyanetlerini öğrenmelerine fırsat ve imkân bırakmamaktadırlar. Tabiatıyla bu çocuklar küçüklükten bir şey öğrenmediklerinden, büyüdüklerinde de öğrenmenin lüzumunu idrak edememektedirler. Bu durumun hem bu dünyada ve hem de kıyamet günündeki mesuliyeti ana ve babalar üzerindedir. Fakat bu mesuliyet yalnızca velîlerin nedameti sonucunu doğurmakla da kalmayacaktır. Dinini, diyanetini bilmeyen insanların çoğalması, Allah’ın mü’minler üzerine hak olan nusretini göndermemesine sebep olabilecektir. Bütün inananları bu kötü sonuçtan korumak elzemdir. Bunun için ne yapılabilir?
Dinî ’konularda utanma yoktur. Bu nedenle genç/ihtiyar, bugüne kadar okuyamamış olanlar, cahilliğin her iki cihandaki vehâmetini düşünerek, günlük maîşetlerini kazanma sırasında dinî bilgilerini tamamlamalı, halktan değil Hak’tan utanmalıdırlar. Tabiatıyla dinî bilgilerin öğrenilmesi esas olarak çocuklukta olacaktır. Bugünden itibaren bu konuya herkes, azamî dikkat ve itinayı göstermelidir. Bunun için çocuklar akıl ve baliğ oluncaya kadar, mekteplerde ilmihal bilgileriyle diğer öğrenmeleri gereken şeyleri lâyıkıyla tahsil edeceklerdir. Çocuk her hangi bir sanat öğrenmek için bir ustaya verilecekse, ancak bundan sonra verilebilecektir. Bu durumun tesbiti kadıya bırakılmıştır. Çocuk İstanbul’da oturuyorsa İstanbul; O sırada bilâd-ı selâse diye adlandırılan Eyüp, Galata, Üsküdar’da oturuyorsa oraların kadılarına, babası, mektep hocası da beraber olduğu halde, götürülecek ve oradan bu durumu bildirir resmî bir belge alınacaktır. Esnaf ve zanaatkar ancak bu belgeyi gördükten sonra bir çocuğu çırak olarak alabileceklerdir. Burada Esnaf Kethüdasına da görev düşmektedir.
Padişah, fermanında belirttiği hususlara riayet edilmemesi durumunda yapılacak işlemi de belirlemiştir. Buna göre; şayet bir çocuğu anası ve babası böyle izin belgesi olmadan çırak olarak verir, esnaf da kabul ederse, okuduğu mektebin hocası veya oturduğu mahallenin imamı doğrudan durumu kadıya bildirmek zorundadır. Bu konu din-i mübîn-i İslâm’ın ihyâsı meselesi olduğundan, kadılar da araştırma yapacaklar ve izin belgesi olmaksızın sanata verilmiş küçük yaştaki çocukları belirlerlerse, hem kabul edeni, hem vereni ve hem de o esnafın kethüdasını, haber vermediği için de mektebin hocasını, cezalandırılmak üzere Bâb-ı Âlî’ye bildireceklerdir.
Padişahın fermanında anası babası olmayan yetim çocuklar da dikkate alınmış ve kimsesizliği dolayısıyla bakıp yetiştirmesi için esnaftan veya halktan birine verilmiş bu gibi çocukların da eğitim-öğretimleri öngörülmüştür. İleride ilk örneğini 1863 sonlarında Niş’te göreceğimiz ve yalnızca yetim çocuklara ayrılmış Islahhane ve 1873te İstanbul’da açılıp günümüzde de varlığını koruyan Daruşşafaka gibi kurumların bulunmadığı bu sırada yetim çocuklar da diğer akranları gibi, dönemin imkânları ölçüsünde eğitimlerini tamamlayacaklardır. Bunun için bu gibi çocukların sırf hizmet etmek ve sanat öğrenmekle değil, günde iki defa mektebe gönderilerek âkil ve buluğa erinceye kadar buraya dinî bilgileri almak üzere devamları öngürülmüştür.
Fermanın yayınlandığı tarihte çalışmakta olan çocuklar ise, aynen daha önce anlatıldığı gibi ana babaları, yoklarsa yani çocuk yetimse ustası tarafından mektebe gönderilecektir.
Mektepte hocalar, kendilerine gönderilen çocuklara öncelikle Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı öğreteceklerdir. Bunu müteakip çocuğun kabiliyet ve istidadına göre Tecvid, İlmihal bilgileri ile akâid-i İslâmlyyeyi öğrenmelerini temin edecek çeşitli küçük kitapları okutacaklardır. Böylece onlar dinlerini, diyanetlerini öğrendikleri gibi, ilerideki hayatlarında ve içerisinde yaşadıkları cemiyette kendilerine gerekli olan bilgileri elde etmiş olacaklardır.
Padişah fermanının sonunda kadılardan, bölgelerindeki bütün mahalle imamlarını, mektep hocalarını ve esnaf kethüdalarını çağırarak onlara bu konuyu önemine münasip biçimde anlatmalarını, ayrıca fermanın imzalı birer suretini de vermelerini istemektedir. Bu suretleri alan imamlar mahalleleri ahâlisine, kethüdalar esnaflara okuyup anlatacak, mektep hocaları da bilip herkes gereğini eksiksiz olarak yerine getirecektir.
İşte ülkemizde ilköğretimi mecburî hale getiren II. Mahmud’un 1240/1825 tarihli fermanının muhtevası bunlardan ibarettir. Bu ferman bu sırada hemen ve eksiksiz uygulanamadıysa da, hem padişahın düşüncelerini bizlere ulaştırması ve hem de kısa süre sonra hayata geçirilmiş bulunması dolayısıyla önem arzetmektedir.