Makale

KUR’AN’DA İFK OLAYI

KUR’AN’DA İFK OLAYI

İsmet ERSÖZ
1942 yılında Çumra ilçesi Seçme köyünde doğdu. Küçük yaşta hafız oldu, özel hoca­lardan Arapça okudu. Beş yıl Şam’da dînî öğrenim gördü.
Yurda döndükten sonra İmam-Hâtip Oku­lunu ve Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirdi. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı.
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğ­retim üyesi olarak görevini sürdürürken 21.9.1987’de Devlet Bakanlığı Müşavirliğine atandı.
6 Kasım 1987 tarihinde doçent olan Ersöz’ün yayımlanmış 6 eseri bulunmaktadır.
Doç. Dr. İsmet ERSÖZ
S.Ü. İlahiyat Fak. Öğ. Üyesi

İfk, yalanın en kötü ve en çirkin olanıdır. Çarpıtılmış ve tersyüz edil­miş sözdür. Hz. Aişe her yönden öv­güye lâyıkken, tam tersine kendisine iftira edildiği için bu olaya ifk denil­miştir. İfk, bühtandır, diyenler de vardır (1). İfk, bir anlamda iftiradır.

İftira, yalan uydurmak veya baş­kasından duyduğu asılsız bir haberi yayarak bir kimseyi suçlamaya ça­lışmaktır. İftira eden kişiye İslâm literatüründe müfteri denilir. Ayrıca, asılsız suçlamanın meydana getirdiği ferdî ve içtimâi zarara göre de zalim, cânî ve vicdansız gibi kötüleyici ni­teliklerle damgalanır.

İslâm dini, insan onur ve haysi­yetine, izzet-i nefse büyük değer ve önem veren bir dindir. İslam’ın her emri, her yasağı insan oğlunu hay­vanlar seviyesine düşmekten koru­maya, taşıdığı insanlık sıfatına lâyık bir yücelikte tutmaya yöneliktir. Çünkü insan, yaratıkların en şereflisidir. Nitekim C. Hak : “Biz insanoğlunu kerim ve şerefli kıldık.” bu­yurmaktadır (2).

Gerçekten şeref, haysiyet, izzet-i nefis, insanoğlunun en değerli mane­vî varlığıdır. O kadar ki, bir insan iki uzvundan birini kaybettiği zaman yi­ne onuruyla yaşayabilir. Ancak şere­fini kaybeden bir insanın insanca ya­şaması zordur. Bu yüzden, asılsız ye­re insan şeref ve haysiyetini kemi­ren, yıkan ve yok eden iftira, dini­mizce yasaklanmıştır ve büyük gü­nahlardan sayılmıştır. C. Hak, bu konuda şöyle buyurmaktadır: "... Bil­giniz olmayan şeyi ağızlarınızla söy­lüyordunuz ve iftirayı kolay sanıyor­dunuz. Hâlbuki iftira, Allah katında pek büyük bir günahtır.” (3)

Müslüman, söyleyeceği sözün doğru olup olmadığına çok dikkat et­melidir. Yalan yanlış her duyduğunu gelişigüzel aktarmamalıdır. Nitekim Peygamberimiz : “Kişiye, her duyduğunu anlatmak, günah olarak ye­ter.” (4) buyurmaktadır. Unutulmamalıdır ki, başkalarının uydurdu­ğu iftiraları yayan kişi, o iftiranın ortağı sayılır. C. Hak bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Size bir fâsık bir haber geti­rirse araştırın, tahkik edin. Aksi hal­de bilmeyerek bir zümreye çatarsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.” (5)

İftira çok çeşitlidir: Evlenecek gençlerle ilgili soru sorulduğunda, bilmeden ve aslı olmadan onları kö­tülemek, bir iftiradır. Yalan yere “falan adam hileli mal satar”, “falan müşteri, borcunu zamanında öde­mez”, “falan tüccarın ticarî durumu sallantıdadır; iflâsını ilân etmesi gün meselesidir.” gibi sözler birer iftira­dır. Birlikte çalıştığı kişiyi asılsız yere suçlamak, bir iftiradır. Oldu­ğundan fazla görünmeye çalışan ki­şinin hayal gücüyle uydurup kendisi­ne mal ettiği süslü yalanlar da, insa­nın kendisine yaptığı bir iftiradır.

İftira, katmerli bir yalandır. Te­melinde, genellikle zan ve kıskançlık vardır. Oysa C. Hak: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçınınız. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.” (6) buyurmaktadır. Peygamberimiz de: “Zandan kaçınız. Zira zan, yalanı en fazla olan sözdür” (7) buyurmakta­dır.

İftiranın en çirkin ve en kötü olanı, şüphesiz ırz ve namusla ilgili olanıdır. Nice huzurla dolu sıcak yu­valar bu tür iftiralarla sarsıntı ge­çirmiş, hatta darmadağın olmuştur. Geride, gözü yaşlı analar, itilip ka­kılan boynu bükük yavrular ve bağrı yanık babalar kalmıştır.

Hz. Aişe’yi günlerce ağlatan, Peygamberimizin yüreğini sızlatan da işte böyle bir iftira idi. İfk Olayı diye bilinen bu olay söyle oluşmuş ve gelişmişti :

Hz. Peygamber, bir sefere git­mek istediği zaman hanımları ara­sında kur’a çeker, kur’a kime çıkar­sa Hz. Peygamber’le birlikte yola o giderdi. Beni Mustalık savaşında kur’a, Hz. Âişe’ye çıkmış ve Hz. Aişe Hz. Peygamberin yanında bu savaşa gitmişti. Bu savaş, örtünme ayetinin inişinden sonra olduğundan Hz. Aişe bir mahfeye bindirilmiş, konaklama yerinde de yine mahfesiyle birlikte indirilmişti, Hz. Peygamber savaş dönüşünde Medine yakınlarında bir yere indi. Gecenin bir kısmını orada geçirdikten sonra yola devam edilme­sini emretti. Hareket emri verilme­sinden sonra Hz. Âişe, ihtiyacını defetmek için yalnız başına ordudan ayrılmış, dönüp geldiğinde Yemen’in göz boncuğundan dizilmiş gerdanlı­ğının koptuğunu görmüş ve geri gi­derek onu aramaya koyulmuştu. Bu­nunla oyalandığı için de yoldan kalmıştı. Bir ay da kalsalar, mahfemin içinde ben olmadan devemi götüre­mezler, diye düşünüyordu. Fakat kendisine hizmet edenler, O’nu mah­fenin içinde sanıp, mahfesini, bindiği devesinin üzerine yüklemişlerdi. O zaman kadınlar, az yemek yedikleri için kilolu değillerdi. Bu yüzden mahfeyi yükleyen hizmetçiler, O’nun mah­fede olmadığını fark edememişlerdi. Özellikle Hz. Aişe o sırada küçük yaşta bir kadındı. Döndüğünde, ko­naklama yerinde kimsenin kalmadı­ğım gördü. Nasıl olsa beni daha önce bulunduğum yerden ararlar, diye, önceki yerinde beklemeye koyuldu. Bu sırada kendisini uyku bastırmış, bulunduğu yerde uyuyakalmıştı. Sa­baha yakın ordunun gerisinde, dü­şenleri kalanları toplamakla görevli, son derece namuslu ve dürüst sahâbî Muattal oğlu Safvân gelmiş, Hz. Aişe’yi tanıyarak devesini çöktürmüş ve hayret ederek “Biz herhalde Al­lah’a âidiz ve şüphesiz O’na dönüp varacağız” (8) meâlindeki ayeti yük­sek sesle okumuş ve Hz. Âişe bu ses­le uyanmıştı. Uyanır uyanmaz da fe­racesine bürünmüştü. Safvân devesinden inip, Hz. Âişe binsin diye, devesinin ön ayağına bastı. Böylece Hz. Âişe deveye binmiş, Safvan da deveyi önden yederek, öğle sularında orduya, konakladığı yerde yetişmiş­lerdi. Tam o sırada ordudakiler, Hz. Âişe’nin yokluğunu fark etmiş ve ordu âdeta çalkalanmaya başlamıştı. Her­kes O’nu konuşuyordu. Münafıkların başı Selûl oğlu Abdullah iftirayı baş­latmış ve bunu fısıltı yoluyla da yay­maya koyulmuştu.

Medine’ye gelindi. Hz. Âişe dö­nüşten sonra bir ay hastalandı. Ama hiçbir şeyden haberi yoktu. Sadece sevgili eşi, cihanın güneşi Hz. Muhammed (s.a.v.) kendisine karşı so­ğuk davranıyordu. Yanına giriyor, selâm veriyor ve adını anmadan na­sıl o? diyordu. Bu da Hz. Âişe’yi işkillendirmişti. Böylece nekahat dev­resine girdi.

Bir sürpriz olay, Hz. Âişe’nin, hakkında estirilen iftira furyasını öğ­renmesine sebep oldu. Bir gece Mistah’ın annesiyle ihtiyaç için dışarı çıkmıştı. Dönüşte o kadın yün çar­şafına sürterek oğlu için “Kah­rolsun Mistah” demişti. Hz. Âişe, Bedir’de bulunmuş bir kişiye sövüyor musun? diye buna itiraz etmiş, bunun üzerine o kadıncağız da “Hele şu saf tazeye. Ortada dönen iftiraları duy­madın mı?” diyerek, iftiraları Hz. Âişe’ye anlatmıştı. Böylece hastalı­ğına bir hastalık daha yüklenmişti. Ağlayarak evine döndü. Hz. Peygam­ber yanına gelip “Nasıl O?” diye du­rumunu sordu. Hz. Peygamber’den, anne ve babasının yanına gitmesi için izin istedi ve gitti. Varır varmaz an­nesine “Anneciğim! Halk arasında dönen bu dedikodu nedir? diye sor­du. Annesi Ümmi Ruman, “Yavrum! Kendini üzme, yemin ederim ki, bir erkeğin, yanında güzel bir hanımı olsun ve ortakları da bulunsun da onun aleyhinde ileri - geri konuşma­sınlar; bu nâdirdir.” diye teselli etmeye çalıştı ve “Bu zamana kadar, söylenenleri duymadın mı?” diye te­selli etmeye çalıştı ve “Bu zamana kadar, söylenenleri duymadın mı?” diye sordu. Hz. Âişe ağlamaya başla­dı ve bütün gece sabaha kadar ağla­dı. Sabahleyin de ağlamaya devam etti. Bu sırada babası Ebu Bekir yanına gelerek, annesine “Bu neye ağlı­yor?” diye sordu. Annesi “Bu zama­na kadar söylenenlerden haberi yok­muş” dedi. Babası da ağlamaya baş­ladı ve “Sus kızım!” diyerek Hz. Âişe’yi yatıştırmaya çalıştı. Hz. Âişe’nin gözyaşı dinmiyordu. Anne ve ba­bası ciğerinin parçalanmasından korkuyorlardı.

Diğer taraftan Hz. Peygamberin de canı son derece sıkılmış, ashabın­dan Hz. Ali ve Üsâme ibn Zeyd gibi bazılarıyla durumun değerlendirme­sini yapmış ve Hz. Âişe’nin hizmet­çisi Berîre’den de durumu tahkik et­mişti. Bütün bunlar ortaya koymuştu ki, sevgili eşi Hz. Âişe, kuşkuya yer kalmayacak derecede tertemizdi.

Çocuklara taşlatılmasını, dişinin kırılmasını dalga kıran gibi metane­tiyle karşılayıp “Kavmim bilmiyor, onlara hidâyet eyle” diyen o yüce Peygamber, iftiranın açtığı derin ya­ra karşısında “Kendisi ile ilgili ha­yırdan başka bir şey bilmediğim eşim hakkında bana eziyet eden bir şahsa karşı kim bana yardım eder de be­nim için ondan intikam alır” demek­ten kendisini alamamıştı. Devamla şöyle demişti; “Bu iftiracılar öyle bir adamın adını ortaya koydular ki, ben bu zat hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Fazilet sahibi bu kişi şimdiye kadar ailemin yanma yalnız girmemiş, ancak be­nimle beraber girmiştir.”

Bu konuşma üzerine Evs kabile­sinden Sa’d ibn Muâz ayağa kalktı, yemin ederek “Size ben yardım ede­ceğim, eğer iftiracı Evs’dense biz o­nun boynunu vururuz. Şayet Hazrec kardeşlerimizdense, ne yapılması ge­rektiğini siz emredersiniz, biz emri­nizi yerine getiririz.” dedi. Bu söz­ler, iki kabile arasında tartışma ve gürültü çıkmasına sebep oldu.

Hz. Aişe’ye gelince, O iki gece ve bir gündür uyumuyor, gözyaşı döküyordu. Hatta ağlamaktan yüre­ğinin paramparça olduğunu sanmış­tı. O kadar ki, O’nun yürekler par­çalayan bu ağlamasına, Ensar’dan bir kadın da dayanamayıp O’nunla birlik­te gözyaşı dökmüştü. Anne ve babası da kedere boğulmuş vaziyette yanın­da idiler. O sırada Hz. Peygamber içeri girdi ve Hz. Âişe’nin yanına o­turdu. Oysa dedikodu çıkalıdan bu yana Hz. Âişe’nin yanına oturmamış­tı. Ayrıca bir aydır beklediği halde kendisine bu konuyla ilgili herhangi bir vahiy de gelmemişti. Hz. Âişe’ye, iftiraları kast ederek: “Ey Âişe! Hakkında benim kulağıma şöyle şöyle sözler geldi. Eğer sen bu dedikodulardan uzak isen yakında Allah seni temize çıkarır; yok, şayet böyle bir günaha yaklaştıysan Allah’a tevbe et bağışlanmanı dile!... Çünkü kul gü­nahını itiraf eder, sonra da tevbe ederse Allah da ona bağışlama ile muamele buyurur” dedi.

Bu sözler karşısında, Hz. Âişe’­nin âdeta kanı donmuş gözyaşı ke­silmişti. Bir damla akmıyordu. İfti­radan yüreği kavrulmuştu. Konuşa­cak durumda değildi. Babasından ve annesinden, Hz. Peygamber’in bu sözlerine karşı, kendi adına cevap vermelerini İstedi. Fakat her ikisi de, “Hz. Peygamber’e ne diyeceğimizi bilmiyoruz” diyerek bu isteği yerine getiremediler. Bunun üzerine yine kendisi konuşmaya mecbur kaldı:

Biliyorum ki, siz halkın dediko­dusunu duyup büyülttünüz ve ona inandınız. Size, ben bu hususta temi­zim, desem —Allah biliyor ki ben tertemizim— beni doğrulamazsınız. Günahı işledim desem, kuşkusuz he­men tasdik edersiniz. Ama Allah bi­liyor ki, ben bu hususta günahsızım.”

“Sizinle benim şu durumuma ör­nek olarak Yusuf’un babası Yakub’u buluyorum: Yusuf’un kardeşleri, O’nun gömleği üzerinde sahte kan le­kesi getirdikleri zaman, babası Yakup, ‘‘Şimdi işim sabr-i cemîldir. Söylediklerinize karşı da sığınağım Allah’tır” demişti”

Hz. Âişe ciğerinden birer parça gibi dökülen bu sözlerden sonra ya­tağına döndü. Kendisinin Allah tara­fından temize çıkarılmasını bekliyor­du. Fakat bunun, kıyamete kadar okunacak bir vahiy ile değil de, Hz. Peygamber’in göreceği bir rüyâ ile gerçekleşeceğine muhakkak gözüyle bakıyordu.

Hz. Âişe bu düşünceler içindey­ken, daha kimse bulunduğu yerinden ayrılmadan O’nun tertemiz olduğuna dair Nûr sûresinin on birinci ayetinden itibaren on ayet nazil oldu.

Âyetler inerken Hz. Peygamber’de Vahyin iniş sırasındaki haller görüldü. Kendisine bir örtü Örtüldü ve başının altına da bir yastık ko­nuldu. Hz. Âişe, kendisinden emin, güven içinde bekliyordu. Fakat anne ve babasının dedikodulara hak vere­cek bir vahyin gelmesi korkusuyla nerde ise kalpleri duracaktı.

Nihayet Hz. Peygamber açıldı. Gülüyordu. İlk söylediği söz şu oldu: “Ey Âişe! Müjdeler olsun. Bilmiş olasın ki, vallahi Allah seni kesin bir şekilde temize çıkardı.” Bunun üze­rine annesi, “Kalk Resûlullah’a te­şekkür et” dedi. Hz. Âişe ise, “Valla­hi, ne O’na, ne de beni temize çıka­ran Allah’tan başkasına teşekkür ederim” diye karşılık verdi.

Nûr sûresinden on ayetin inişine sebep olan İfk Olayı, tefsir ve hadis kitaplarından genellikle bu şekilde rivâyet edilmiştir (9).

Bu ayetlerden birincisi şöyledir: “O uydurma iftira haberi getirenler içinizden mahdut bir zümredir. O ya­lanı sizin için bir şer sanmayıp. Bila­kis o, sizin için bir hayırdır. Onlar­dan herkese kazandığı günah nisbetinde ceza vardır. Onlardan günahın büyüğünü deruhde eden ve irtikâp eden o adam yok mu? İşte en bü­yük azap onundur.” (10)

Ayet-i Kerime’de geçen (…) kelimesi, İbn Abbas’tan bir rivayete göre 3, diğer bir rivâyete göre de 3-10 sayılarını ifade eder. İbn Uyeyne 40, Mücahid de 10-15 sayılarını ifade ettiğini söylemişlerdir (11). 10-40 sayılarını ifade ettiği de ileri sürülmüştür(12). Arapça’da bu kelimenin aslı, birbirine omuz verip arka çıkan grup demektir. Bu kelimenin ifade ettiği “mahdut zümre”den maksat, başta münafıkların başı Abdullah ibn Ubey olmak üzere, Hassân, Mistah ibn Üsâbe ve Hamne bint-i Cahş’dır. Nitekim Hz. Âişe temize çıktık­tan sonra bunlara iftira cezası uygu­lanmıştır. Abdullah ibn Ubey’e bu cezanın uygulanıp uygulanmadığı hu­susunda çeşitli rivayetler vardır. Kuşeyrî’nin kaydettiğine göre İbn Abbas, Abdullah’ın seksen değnekle cezaya çarptırıldığını söylemiştir(13). Ancak meşhur olan rivayetlere göre cezalandırılmamıştır. Bunun sebebi de, Tahâvî’nin belirttiğine göre, Al­lah’ın ona ahirette büyük bir azap hazırlamış olmasıdır. Şayet cezaya çarptırılmış olsaydı, yaptığının kar­şılığını dünyada çekmiş olacak, ceza­sı ahirete kalmayacaktı. Çünkü Hz. Peygamber, çekilen cezaların işleni­len günahlara kefaret olduğunu, açıklamıştır (14). Bazıları da, Abdul­lah’ın cezalandırılmamasını, mensup olduğu kavminin kalbini kazanmak, fitne uyandırmamak ve samimî bir Müslüman olan oğlunu incitmemek gibi sebeplere bağlamışlardır (15).

Hayır, faydası zararından; şer de, zararı faydasından çok olandır, iftira olayının şer zannedilmeyip so­nuç itibariyle hayır olması şu şekilde açıklanabilir:

Hz. Aişe, kendisine isnad edilen iftiradan uzak olduğunu aile fertle­rine kabul ettirme ve onları ikna et­mede zor durumda kalmıştır. O’nun bu durumu aynen Hz. Yakub’un du­rumuna benzemektedir. O da, oğlu Yusuf’un sağ olduğunu bildiği halde, ağız birliği edip Yusuf öldü diyen di­ğer çocuklarına, doğru bildiği bu gerçeği anlatamamıştı. Bu mürekkep teşbihteki benzer taraflar şunlardır: Gerek Hz. Âişe, gerekse Hz. Yakup karşılarındakilere bildikleri ve inan­dıkları doğruyu anlatmada zorluk çekmişlerdir. Diğer yandan Hz. Yu­suf’un kardeşlerinin uydurdukları ya­lanın aslını ve doğrusunu bildikleri ölçüde Hz. Âişe’nin aile fertleri de O’nun temizliğini biliyorlar, Yusuf’un kardeşleri gibi bildiklerini söyleme­yip, konunun vahiyle aydınlatılması­nı bekliyorlardı. Fakat vahiy de ge­cikmişti. Yapacağı başka bir şey de yoktu. Çaresiz kalan Yakup gibi O da “Sabrun cemîl” deyip Allah’a sı­ğınmıştı. Bunu derken Hz. Peygam­ber dahil bütün beşeriyetten sıyrılıp olanca varlığıyla Allah’a yönelmişti. Bunun sonucu olarak da hakkında vahiy inip temize çıkartılmıştı. Yani kul daralmış, Hızır yetişmişti. Çek­tiği sıkıntılara bakıldığında şer gibi görünen iftira olayı, kıyamete kadar okunacak ayetlerle ortadan kaldırı­larak, sonuç itibariyle hayır olmuş­tu.

“Günahın büyüğünü deruhde eden “kimdi? Bazıları bunun Hassan olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bir grup, olaydan sonra Hassan’ın ya­kasına yapışıp O’nu Hz, Peygamber’e getirmiş, Hz. Peygamber de O’nun hırpalanmasına müsaade et­mişti. Ayrıca Hassan gözlerini kay­bettiği zaman Hz, Âişe, Allah’ın vadettiği büyük azab bu olsa gerek­tir demiş, diğer yandan; günahın büyüğünü deruhde edenin Hassan ol­duğunu da söylemiştir. Hz. Âişe’den nakledilen başka bir rivayette ise, Hz. Âişe, o kişinin, Abdullah ibn Ubey olduğunu söylemiştir ki, bu doğrudur. Nitekim Kurtubî de duru­mu böyle kaydetmişti (16). Çünkü Abdullah, Safvan’ın Hz. Âişe’nin devesinin yularından tutup getirdiğini görünce, mal bulmuş mağribî gibi, “Yemin ederim ki, bunlar birbirinden kurtulamamıştır.”, ‘‘Peygamberinizin karısı, bir erkekle geceyi geçirmiş­tir.” (17) demekten kendini alama­mıştır. Ayrıca, bulunduğu meclisler­de durup dururken olayı ortaya at­mış, böylece yayılmasına sinsice ça­lışmıştır.

C. Hak birinci ayette, olayın if­tira, sonunun hayır olduğunu, olayı tezgahlayanın büyük bir cezaya çarptırılacağını özet olarak vurgula­dıktan sonra, konuyu açarak, bulun­ması gereken motifleri açıklamaya şöyle devam etmektedir:

“O iftirayı işittiğiniz vakit er­kek müminlerle kadın müminlerin, kendi vicdanları önünde (kendileri hakkında) iyi bir zanda bulunup da “Bu, apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi ?(18)

Elbette gerekirdi. Gerek kadın, gerek erkek müminler, önce kendile­rinin inanmış bir kişi olarak, böyle bir günahı işleyip işleyemeyecekleri­ni düşünmeleri, yani önce iğneyi ken­dilerine sonra çuvaldızı başkasına batırmaları gerekirdi. O halde kendi­leri böyle bir işi kötü gördüğüne ve kınadıklarına göre, kendilerinden fazilet bakımından kat kat üstün olan Hz. Âişe ve Safvan hakkında böyle bir durumu nasıl düşünebilir­ler? Üstelik Hz. Âişe müminlerin anasıdır. Safvan da O’nun oğlu du­rumundadır. Anne, oğlu ile böyle bir işi nasıl yapabilir?!... Kendiniz, yani annemiz hakkında nasıl böyle bir işi düşünebilirsiniz ?!...

Ayet-i Kerime’de belirtildiği şe­kilde düşünenler de yok değildi. Nite­kim Ebu Eyyüp el-Ensârî’nin hanımı O’na, “Söylenenleri işittin mi?” dedi

Ebu Eyyüp, “Evet, bu bir yalandır” dedikten sonra “Sen bunu yapabilir misin?” diye hanımına sordu. Hanı­mı, “Yemin ederim ki, hayır!” de­yince, O, “Allah’a yemin ederim ki, Âişe senden daha faziletlidir” diye karşılık verdi. Hanımı da O’nu “Evet” diyerek tasdik etti(19).

C. Hak, iftira karşısında mümin­lerin almaları gereken tavrı bu şe­kilde açıkladıktan sonra, dedikodu­ların peşine düşülmemesini, mutlaka delil istenmesini, hele ırz ve namus­la ilgili konularda sıradan bir delil değil, dört şahidin getirilmesinin ge­rektiğini vurgulayarak şöyle devam etmektedir:

“Buna karşı dört şahit getirme­li değil miydiler? Mademki onlar bu şâhitleri getiremediler, o halde onlar Allah indinde yalancıların ta kendi­leridir” (20).

Zamanımızda nice yuvaların ba­sit dedikodularla yıkıldığı bir ger­çektir. Görüldüğü gibi, Kur’ân’a gö­re zina isnadı ancak dört şahitli bir nisable sabit olabilmektedir. Üç şahit bile olsa bunların iddiaları yalan sayılmaktadır. Bu da, İslâm’ın na­musa ve aile müessesine verdiği önemi ortaya koymaktadır.

Bir insan, zina isnadında bulun­sa, isnadında doğruyu dahi söylese, ancak bunu delille ispat edemese, yine Allah indinde yalancı mı sayı­lır? Ayetteki “Allah indinde yalan­cı sayılır” sözünü, Allah’ın dünyada geçerli olmak üzere koyduğu hükme göre yalancı sayılır, şeklinde anla­mak gerekir. Bu duruma göre o kişi Allah indinde değilse de, Allah’ın koyduğu hüküm karşısında yalancı sayılır. Çünkü dünyada geçerli hü­kümlerin, görünen duruma göre ve­rileceği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır (21).

C. Hak, dört şahit getirme pren­sibine uyulmayarak, İfk Olayında ileri - geri konuşulduğunu, bununla da büyük bir azabı hak ettiklerini fakat fazıl ve rahmetinin bunu en­gellediğini belirterek şöyle devam etmektedir:

“Eğer dünyada ve ahirette Al­lah’ın fazıl ve rahmeti üstünüzde ol­masaydı içine daldığınız bu yaygara­dan dolayı sizi herhalde büyük bir azap çarpardı.” (22)

C. Hak devamla, iftiranın bü­yük günah olduğunu, yayılmaması gerektiğini, hele onun basit bir gü­nah gibi görülmemesini, İfk Olayına karışanların böyle yaptıklarını be­lirterek, adeta başkalarının benzeri hatalara düşmemelerini içeren bir talimat mahiyetinde şöyle buyurmak­tadır:

“O zaman siz o iftirayı dilleri­nizle birbirinize yetiştiriyordunuz, hiçbir bilginiz olmayan şeyi ağızları­nızla söylüyordunuz ve bunu kolay sanıyordunuz. Hâlbuki bunun günahı Allah indinde büyüktür.” (23)

Mademki iftira Allah indinde büyüktür. O halde bunu duyar duy­maz kalplerin ürpermesi ve inanmış kişilerin onu ağza almaktan çekin­mesi gerekirdi. Ayrıca onun uluorta konuşulmasını hoş karşılamazdı. Özellikle, Peygamberinin namusuna sürülmek istenilen bir leke olunca onu duyduğu zaman şöyle demesi ge­rekirdi:

“Onu duyduğunuz zaman: “Bu­nu söylememiz bize yakışmaz. Hâşâ. Bu, büyük bir iftiradır” demeniz lâ­zım değil miydi?”(24)

Lâzımdı ama gereken yapılma­mıştı. Bu ise büyük bir hata idi. Bu hata kalpleri derinden sarsacak ve titretecek bir şekilde hatırlatılıyor­du. Bir daha tekrar edilmesi de şu şekilde yasaklanıyordu:

“Eğer siz iman eden kimselerse­niz böyle bir şeye hayatta bulundu­ğunuz müddetçe bir daha dönmenizi Allah haram kılıyor.” (25)

Bu ayette haram kılma, öğüt verme anlamına da gelebilecek bir kelime ile ifade edilmiştir. Çünkü or­tam ibret almak için son derece el­verişlidir. Namusuna dil uzatılabile­cek en son kişi olmasına rağmen Hz. Aişe hakkında dedikodu çıkarıl­mış, insanlar onun hakkında bile ile­ri geri konuşabilmişlerdir. Bu duru­ma göre bu işe bir son verilmeli ve önüne bir set çekilmeli idi. C. Hak öğütle karışık bir şekilde barajı koydu ve böyle bir şeye bir daha dö­nülmesini yasakladı; hem de imanı bu yasağa bağlayarak.

Böylece C. Hak, İfk Olayında geçenleri, bu olayın gerisindeki ter­tibi, bu olay sebebiyle işlenilen suç ve hataları açıkladığını vurgulaya­rak şöyle buyuruyordu:

“Ve işte size ayetlerini açık açık bildiriyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.”(26)

İnsanları yaradan O’dur. Dolayısıyla onların niyetlerini, amaçlarını, içgüdülerini ve her türlü hallerini en iyi bilen de yine O’dur.

İfk Olayı, Kurân’ı Kerim’de bu şekilde anlatılmıştır. Bu olay ile Müslümanlara verilen mesajları şu şekilde özetlemek mümkündür:

İftira büyük bir günahtır. Onu başlatanın mutlaka bir art niyeti vardır, Müslümanın böyle bir kötülü­ğe, bilmeyerek de olsa, bulaşmamaya dikkat etmesi gerekir. Aksi takdirde suç ortağı olur, cezasını da çeker.

Böyle bir durum karşısında Müslümana düşen, iftiranın peşine düşmek değil, iyi düşünmek ve hüsn-ü zanda bulunmaktır. Çünkü müminler kardeştir. Kendisini kardeşinin yerine koyarak olayı o şekil­de değerlendirmek zorundadır. İnan­madığı takdirde de, bu olamaz, diye tavrını ortaya koyması gerekir. Ö­zellikle iftira namusla ilgili olursa, ispatı için gerekli dört şahit nisabını mutlaka aramalıdır, iftirayı basit zannetmeyip ondan kesinlikle kaçınmalıdır.

Ayrıca unutulmamalıdır ki ifti­ra, geri tepen bir silâhtır, iftiraya uğrayanın bedduası mutlaka tutar. Nitekim bir Hadîs-i Şerîf’te belirtil­diği gibi Küfe vâlisi Sa’d, kendisine iftira eden Üsâme ibn Katâde’ye: "Allahım! O’nun ömrünü uzat, fakir­liğini çoğalt, fitnelere uğrat.” (27) di­ye bedduada bulunmuş ve bu beddua aynen tutmuştur.

Ayrıca, iftira edenin tevbesi, an­cak, iftiraya uğrayandan helâllik di­lemek şartıyla kabul olunur,

İslam dinine göre, müminler kar­deştir. Birbirinin kurdu değildir. Müslüman, Peygamberimizin buyur­duğu gibi “Diğer Müslümanların e­linden ve dilinden zarar görmediği”(28) kişidir.

Müslüman, inancının bir parçası olan, yazıcı meleklerin her sözünü tespit ettiğini unutmaz. C, Hakk’ın şu buyruğunu daima göz önünde tutar; “İnsan bir söz söylemeye görsün, mutlaka yanında hazır bir gözcü vardır.” (29)

“Peygamberimizin şu hadisi ku­laklarımıza küpe olmalıdır: “Herkesi Cehennem’de yüzüstü düşüren dilleri­nin biçtikleri ve kazandıklarından başkası mı zannedersiniz ?”(30)

(1) el-Cevherî, es-Sıhâh, Mısır (tarihsiz), IV/1572, 73; eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, Beyrut (tarihsiz), IV/12.

(2) el-İsrâ, 70.

(3) Nûr sûresi, 15.

(4) en-Nevevî, Riyâdu’s-Sâlîhin, Mısır (tarihsiz), s. 514.

(5) Hucurât : 6.

(6) Hucurât : 12.

(7) Muhammed ibn İsmail el-Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, İst. 1315, III/188.

(8) el-Bakara, 156.

(9) Bkz, Taberî, Camiu’l-Beyan an Te’vîl-i Âyi’l-Kur’an, Mısır 1954 (İkinci baskı), XVIII/90-92; İbn Kesir,

Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut 1969, III/268-272; Kurtubî, el-Câmi’li Ahkâmi’l-Kur’-an, Kahire 1967, XII;/198-199; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İst. 1960, V/3485- 3489; Buharî, â.g,e., c. III/154- 158; Müslim, Sahih-i Müslim, İst. 1332, c. VIII/112-118; İbn Hişam, es-Siyratü’n-Nebeviyye. Beyrut (tarihsiz), c. III/310-316.

(10) Nûr Sûresi, 11.

(11) Kurtubî, a.g.e. XII/198.

(12) Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, IV/12.

(13) Kurtubî, a.g.e. XII/201.

(14) Kurtubî, a.g.e. XII/202.

(15) Şevkânî, a.g.e. IV/13.

(16) Kurtubî, a.g.e. XII/200.

(17) Kurtubî, a.g.e. XII/199.

(18) Nûr sûresi, 12.

(19) Kurtubî, a.g.e. XII/202; Taberî, a.g.e. XIII/96.

(20) Nûr sûresi, 12.

(21) Kurtubî, a.g.e. XII/203.

(22) Nûr sûresi, 14.

(23) Nûr sûresi, 15.

(24) Nûr sûresi, 16.

(25) Nûr sûresi, 17.

(26) Nûr sûresi, 18.

(27) ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih, tercüme; Ahmet Naim, İst. 1928 (Birinci baskı), II/589.

(28) Buharî, a.g.e. 1/8.

(29) Kaf sûresi, 18.

(30) İbn Mâce, Sünen, Mısır 1953, II/1315.