KUR’AN’DA İFK OLAYI
İfk, yalanın en kötü ve en çirkin olanıdır. Çarpıtılmış ve tersyüz edilmiş sözdür. Hz. Aişe her yönden övgüye lâyıkken, tam tersine kendisine iftira edildiği için bu olaya ifk denilmiştir. İfk, bühtandır, diyenler de vardır (1). İfk, bir anlamda iftiradır.
İftira, yalan uydurmak veya başkasından duyduğu asılsız bir haberi yayarak bir kimseyi suçlamaya çalışmaktır. İftira eden kişiye İslâm literatüründe müfteri denilir. Ayrıca, asılsız suçlamanın meydana getirdiği ferdî ve içtimâi zarara göre de zalim, cânî ve vicdansız gibi kötüleyici niteliklerle damgalanır.
İslâm dini, insan onur ve haysiyetine, izzet-i nefse büyük değer ve önem veren bir dindir. İslam’ın her emri, her yasağı insan oğlunu hayvanlar seviyesine düşmekten korumaya, taşıdığı insanlık sıfatına lâyık bir yücelikte tutmaya yöneliktir. Çünkü insan, yaratıkların en şereflisidir. Nitekim C. Hak : “Biz insanoğlunu kerim ve şerefli kıldık.” buyurmaktadır (2).
Gerçekten şeref, haysiyet, izzet-i nefis, insanoğlunun en değerli manevî varlığıdır. O kadar ki, bir insan iki uzvundan birini kaybettiği zaman yine onuruyla yaşayabilir. Ancak şerefini kaybeden bir insanın insanca yaşaması zordur. Bu yüzden, asılsız yere insan şeref ve haysiyetini kemiren, yıkan ve yok eden iftira, dinimizce yasaklanmıştır ve büyük günahlardan sayılmıştır. C. Hak, bu konuda şöyle buyurmaktadır: "... Bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söylüyordunuz ve iftirayı kolay sanıyordunuz. Hâlbuki iftira, Allah katında pek büyük bir günahtır.” (3)
Müslüman, söyleyeceği sözün doğru olup olmadığına çok dikkat etmelidir. Yalan yanlış her duyduğunu gelişigüzel aktarmamalıdır. Nitekim Peygamberimiz : “Kişiye, her duyduğunu anlatmak, günah olarak yeter.” (4) buyurmaktadır. Unutulmamalıdır ki, başkalarının uydurduğu iftiraları yayan kişi, o iftiranın ortağı sayılır. C. Hak bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Size bir fâsık bir haber getirirse araştırın, tahkik edin. Aksi halde bilmeyerek bir zümreye çatarsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.” (5)
İftira çok çeşitlidir: Evlenecek gençlerle ilgili soru sorulduğunda, bilmeden ve aslı olmadan onları kötülemek, bir iftiradır. Yalan yere “falan adam hileli mal satar”, “falan müşteri, borcunu zamanında ödemez”, “falan tüccarın ticarî durumu sallantıdadır; iflâsını ilân etmesi gün meselesidir.” gibi sözler birer iftiradır. Birlikte çalıştığı kişiyi asılsız yere suçlamak, bir iftiradır. Olduğundan fazla görünmeye çalışan kişinin hayal gücüyle uydurup kendisine mal ettiği süslü yalanlar da, insanın kendisine yaptığı bir iftiradır.
İftira, katmerli bir yalandır. Temelinde, genellikle zan ve kıskançlık vardır. Oysa C. Hak: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçınınız. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.” (6) buyurmaktadır. Peygamberimiz de: “Zandan kaçınız. Zira zan, yalanı en fazla olan sözdür” (7) buyurmaktadır.
İftiranın en çirkin ve en kötü olanı, şüphesiz ırz ve namusla ilgili olanıdır. Nice huzurla dolu sıcak yuvalar bu tür iftiralarla sarsıntı geçirmiş, hatta darmadağın olmuştur. Geride, gözü yaşlı analar, itilip kakılan boynu bükük yavrular ve bağrı yanık babalar kalmıştır.
Hz. Aişe’yi günlerce ağlatan, Peygamberimizin yüreğini sızlatan da işte böyle bir iftira idi. İfk Olayı diye bilinen bu olay söyle oluşmuş ve gelişmişti :
Hz. Peygamber, bir sefere gitmek istediği zaman hanımları arasında kur’a çeker, kur’a kime çıkarsa Hz. Peygamber’le birlikte yola o giderdi. Beni Mustalık savaşında kur’a, Hz. Âişe’ye çıkmış ve Hz. Aişe Hz. Peygamberin yanında bu savaşa gitmişti. Bu savaş, örtünme ayetinin inişinden sonra olduğundan Hz. Aişe bir mahfeye bindirilmiş, konaklama yerinde de yine mahfesiyle birlikte indirilmişti, Hz. Peygamber savaş dönüşünde Medine yakınlarında bir yere indi. Gecenin bir kısmını orada geçirdikten sonra yola devam edilmesini emretti. Hareket emri verilmesinden sonra Hz. Âişe, ihtiyacını defetmek için yalnız başına ordudan ayrılmış, dönüp geldiğinde Yemen’in göz boncuğundan dizilmiş gerdanlığının koptuğunu görmüş ve geri giderek onu aramaya koyulmuştu. Bununla oyalandığı için de yoldan kalmıştı. Bir ay da kalsalar, mahfemin içinde ben olmadan devemi götüremezler, diye düşünüyordu. Fakat kendisine hizmet edenler, O’nu mahfenin içinde sanıp, mahfesini, bindiği devesinin üzerine yüklemişlerdi. O zaman kadınlar, az yemek yedikleri için kilolu değillerdi. Bu yüzden mahfeyi yükleyen hizmetçiler, O’nun mahfede olmadığını fark edememişlerdi. Özellikle Hz. Aişe o sırada küçük yaşta bir kadındı. Döndüğünde, konaklama yerinde kimsenin kalmadığım gördü. Nasıl olsa beni daha önce bulunduğum yerden ararlar, diye, önceki yerinde beklemeye koyuldu. Bu sırada kendisini uyku bastırmış, bulunduğu yerde uyuyakalmıştı. Sabaha yakın ordunun gerisinde, düşenleri kalanları toplamakla görevli, son derece namuslu ve dürüst sahâbî Muattal oğlu Safvân gelmiş, Hz. Aişe’yi tanıyarak devesini çöktürmüş ve hayret ederek “Biz herhalde Allah’a âidiz ve şüphesiz O’na dönüp varacağız” (8) meâlindeki ayeti yüksek sesle okumuş ve Hz. Âişe bu sesle uyanmıştı. Uyanır uyanmaz da feracesine bürünmüştü. Safvân devesinden inip, Hz. Âişe binsin diye, devesinin ön ayağına bastı. Böylece Hz. Âişe deveye binmiş, Safvan da deveyi önden yederek, öğle sularında orduya, konakladığı yerde yetişmişlerdi. Tam o sırada ordudakiler, Hz. Âişe’nin yokluğunu fark etmiş ve ordu âdeta çalkalanmaya başlamıştı. Herkes O’nu konuşuyordu. Münafıkların başı Selûl oğlu Abdullah iftirayı başlatmış ve bunu fısıltı yoluyla da yaymaya koyulmuştu.
Medine’ye gelindi. Hz. Âişe dönüşten sonra bir ay hastalandı. Ama hiçbir şeyden haberi yoktu. Sadece sevgili eşi, cihanın güneşi Hz. Muhammed (s.a.v.) kendisine karşı soğuk davranıyordu. Yanına giriyor, selâm veriyor ve adını anmadan nasıl o? diyordu. Bu da Hz. Âişe’yi işkillendirmişti. Böylece nekahat devresine girdi.
Bir sürpriz olay, Hz. Âişe’nin, hakkında estirilen iftira furyasını öğrenmesine sebep oldu. Bir gece Mistah’ın annesiyle ihtiyaç için dışarı çıkmıştı. Dönüşte o kadın yün çarşafına sürterek oğlu için “Kahrolsun Mistah” demişti. Hz. Âişe, Bedir’de bulunmuş bir kişiye sövüyor musun? diye buna itiraz etmiş, bunun üzerine o kadıncağız da “Hele şu saf tazeye. Ortada dönen iftiraları duymadın mı?” diyerek, iftiraları Hz. Âişe’ye anlatmıştı. Böylece hastalığına bir hastalık daha yüklenmişti. Ağlayarak evine döndü. Hz. Peygamber yanına gelip “Nasıl O?” diye durumunu sordu. Hz. Peygamber’den, anne ve babasının yanına gitmesi için izin istedi ve gitti. Varır varmaz annesine “Anneciğim! Halk arasında dönen bu dedikodu nedir? diye sordu. Annesi Ümmi Ruman, “Yavrum! Kendini üzme, yemin ederim ki, bir erkeğin, yanında güzel bir hanımı olsun ve ortakları da bulunsun da onun aleyhinde ileri - geri konuşmasınlar; bu nâdirdir.” diye teselli etmeye çalıştı ve “Bu zamana kadar, söylenenleri duymadın mı?” diye teselli etmeye çalıştı ve “Bu zamana kadar, söylenenleri duymadın mı?” diye sordu. Hz. Âişe ağlamaya başladı ve bütün gece sabaha kadar ağladı. Sabahleyin de ağlamaya devam etti. Bu sırada babası Ebu Bekir yanına gelerek, annesine “Bu neye ağlıyor?” diye sordu. Annesi “Bu zamana kadar söylenenlerden haberi yokmuş” dedi. Babası da ağlamaya başladı ve “Sus kızım!” diyerek Hz. Âişe’yi yatıştırmaya çalıştı. Hz. Âişe’nin gözyaşı dinmiyordu. Anne ve babası ciğerinin parçalanmasından korkuyorlardı.
Diğer taraftan Hz. Peygamberin de canı son derece sıkılmış, ashabından Hz. Ali ve Üsâme ibn Zeyd gibi bazılarıyla durumun değerlendirmesini yapmış ve Hz. Âişe’nin hizmetçisi Berîre’den de durumu tahkik etmişti. Bütün bunlar ortaya koymuştu ki, sevgili eşi Hz. Âişe, kuşkuya yer kalmayacak derecede tertemizdi.
Çocuklara taşlatılmasını, dişinin kırılmasını dalga kıran gibi metanetiyle karşılayıp “Kavmim bilmiyor, onlara hidâyet eyle” diyen o yüce Peygamber, iftiranın açtığı derin yara karşısında “Kendisi ile ilgili hayırdan başka bir şey bilmediğim eşim hakkında bana eziyet eden bir şahsa karşı kim bana yardım eder de benim için ondan intikam alır” demekten kendisini alamamıştı. Devamla şöyle demişti; “Bu iftiracılar öyle bir adamın adını ortaya koydular ki, ben bu zat hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Fazilet sahibi bu kişi şimdiye kadar ailemin yanma yalnız girmemiş, ancak benimle beraber girmiştir.”
Bu konuşma üzerine Evs kabilesinden Sa’d ibn Muâz ayağa kalktı, yemin ederek “Size ben yardım edeceğim, eğer iftiracı Evs’dense biz onun boynunu vururuz. Şayet Hazrec kardeşlerimizdense, ne yapılması gerektiğini siz emredersiniz, biz emrinizi yerine getiririz.” dedi. Bu sözler, iki kabile arasında tartışma ve gürültü çıkmasına sebep oldu.
Hz. Aişe’ye gelince, O iki gece ve bir gündür uyumuyor, gözyaşı döküyordu. Hatta ağlamaktan yüreğinin paramparça olduğunu sanmıştı. O kadar ki, O’nun yürekler parçalayan bu ağlamasına, Ensar’dan bir kadın da dayanamayıp O’nunla birlikte gözyaşı dökmüştü. Anne ve babası da kedere boğulmuş vaziyette yanında idiler. O sırada Hz. Peygamber içeri girdi ve Hz. Âişe’nin yanına oturdu. Oysa dedikodu çıkalıdan bu yana Hz. Âişe’nin yanına oturmamıştı. Ayrıca bir aydır beklediği halde kendisine bu konuyla ilgili herhangi bir vahiy de gelmemişti. Hz. Âişe’ye, iftiraları kast ederek: “Ey Âişe! Hakkında benim kulağıma şöyle şöyle sözler geldi. Eğer sen bu dedikodulardan uzak isen yakında Allah seni temize çıkarır; yok, şayet böyle bir günaha yaklaştıysan Allah’a tevbe et bağışlanmanı dile!... Çünkü kul günahını itiraf eder, sonra da tevbe ederse Allah da ona bağışlama ile muamele buyurur” dedi.
Bu sözler karşısında, Hz. Âişe’nin âdeta kanı donmuş gözyaşı kesilmişti. Bir damla akmıyordu. İftiradan yüreği kavrulmuştu. Konuşacak durumda değildi. Babasından ve annesinden, Hz. Peygamber’in bu sözlerine karşı, kendi adına cevap vermelerini İstedi. Fakat her ikisi de, “Hz. Peygamber’e ne diyeceğimizi bilmiyoruz” diyerek bu isteği yerine getiremediler. Bunun üzerine yine kendisi konuşmaya mecbur kaldı:
Biliyorum ki, siz halkın dedikodusunu duyup büyülttünüz ve ona inandınız. Size, ben bu hususta temizim, desem —Allah biliyor ki ben tertemizim— beni doğrulamazsınız. Günahı işledim desem, kuşkusuz hemen tasdik edersiniz. Ama Allah biliyor ki, ben bu hususta günahsızım.”
“Sizinle benim şu durumuma örnek olarak Yusuf’un babası Yakub’u buluyorum: Yusuf’un kardeşleri, O’nun gömleği üzerinde sahte kan lekesi getirdikleri zaman, babası Yakup, ‘‘Şimdi işim sabr-i cemîldir. Söylediklerinize karşı da sığınağım Allah’tır” demişti”
Hz. Âişe ciğerinden birer parça gibi dökülen bu sözlerden sonra yatağına döndü. Kendisinin Allah tarafından temize çıkarılmasını bekliyordu. Fakat bunun, kıyamete kadar okunacak bir vahiy ile değil de, Hz. Peygamber’in göreceği bir rüyâ ile gerçekleşeceğine muhakkak gözüyle bakıyordu.
Hz. Âişe bu düşünceler içindeyken, daha kimse bulunduğu yerinden ayrılmadan O’nun tertemiz olduğuna dair Nûr sûresinin on birinci ayetinden itibaren on ayet nazil oldu.
Âyetler inerken Hz. Peygamber’de Vahyin iniş sırasındaki haller görüldü. Kendisine bir örtü Örtüldü ve başının altına da bir yastık konuldu. Hz. Âişe, kendisinden emin, güven içinde bekliyordu. Fakat anne ve babasının dedikodulara hak verecek bir vahyin gelmesi korkusuyla nerde ise kalpleri duracaktı.
Nihayet Hz. Peygamber açıldı. Gülüyordu. İlk söylediği söz şu oldu: “Ey Âişe! Müjdeler olsun. Bilmiş olasın ki, vallahi Allah seni kesin bir şekilde temize çıkardı.” Bunun üzerine annesi, “Kalk Resûlullah’a teşekkür et” dedi. Hz. Âişe ise, “Vallahi, ne O’na, ne de beni temize çıkaran Allah’tan başkasına teşekkür ederim” diye karşılık verdi.
Nûr sûresinden on ayetin inişine sebep olan İfk Olayı, tefsir ve hadis kitaplarından genellikle bu şekilde rivâyet edilmiştir (9).
Bu ayetlerden birincisi şöyledir: “O uydurma iftira haberi getirenler içinizden mahdut bir zümredir. O yalanı sizin için bir şer sanmayıp. Bilakis o, sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese kazandığı günah nisbetinde ceza vardır. Onlardan günahın büyüğünü deruhde eden ve irtikâp eden o adam yok mu? İşte en büyük azap onundur.” (10)
Ayet-i Kerime’de geçen (…) kelimesi, İbn Abbas’tan bir rivayete göre 3, diğer bir rivâyete göre de 3-10 sayılarını ifade eder. İbn Uyeyne 40, Mücahid de 10-15 sayılarını ifade ettiğini söylemişlerdir (11). 10-40 sayılarını ifade ettiği de ileri sürülmüştür(12). Arapça’da bu kelimenin aslı, birbirine omuz verip arka çıkan grup demektir. Bu kelimenin ifade ettiği “mahdut zümre”den maksat, başta münafıkların başı Abdullah ibn Ubey olmak üzere, Hassân, Mistah ibn Üsâbe ve Hamne bint-i Cahş’dır. Nitekim Hz. Âişe temize çıktıktan sonra bunlara iftira cezası uygulanmıştır. Abdullah ibn Ubey’e bu cezanın uygulanıp uygulanmadığı hususunda çeşitli rivayetler vardır. Kuşeyrî’nin kaydettiğine göre İbn Abbas, Abdullah’ın seksen değnekle cezaya çarptırıldığını söylemiştir(13). Ancak meşhur olan rivayetlere göre cezalandırılmamıştır. Bunun sebebi de, Tahâvî’nin belirttiğine göre, Allah’ın ona ahirette büyük bir azap hazırlamış olmasıdır. Şayet cezaya çarptırılmış olsaydı, yaptığının karşılığını dünyada çekmiş olacak, cezası ahirete kalmayacaktı. Çünkü Hz. Peygamber, çekilen cezaların işlenilen günahlara kefaret olduğunu, açıklamıştır (14). Bazıları da, Abdullah’ın cezalandırılmamasını, mensup olduğu kavminin kalbini kazanmak, fitne uyandırmamak ve samimî bir Müslüman olan oğlunu incitmemek gibi sebeplere bağlamışlardır (15).
Hayır, faydası zararından; şer de, zararı faydasından çok olandır, iftira olayının şer zannedilmeyip sonuç itibariyle hayır olması şu şekilde açıklanabilir:
Hz. Aişe, kendisine isnad edilen iftiradan uzak olduğunu aile fertlerine kabul ettirme ve onları ikna etmede zor durumda kalmıştır. O’nun bu durumu aynen Hz. Yakub’un durumuna benzemektedir. O da, oğlu Yusuf’un sağ olduğunu bildiği halde, ağız birliği edip Yusuf öldü diyen diğer çocuklarına, doğru bildiği bu gerçeği anlatamamıştı. Bu mürekkep teşbihteki benzer taraflar şunlardır: Gerek Hz. Âişe, gerekse Hz. Yakup karşılarındakilere bildikleri ve inandıkları doğruyu anlatmada zorluk çekmişlerdir. Diğer yandan Hz. Yusuf’un kardeşlerinin uydurdukları yalanın aslını ve doğrusunu bildikleri ölçüde Hz. Âişe’nin aile fertleri de O’nun temizliğini biliyorlar, Yusuf’un kardeşleri gibi bildiklerini söylemeyip, konunun vahiyle aydınlatılmasını bekliyorlardı. Fakat vahiy de gecikmişti. Yapacağı başka bir şey de yoktu. Çaresiz kalan Yakup gibi O da “Sabrun cemîl” deyip Allah’a sığınmıştı. Bunu derken Hz. Peygamber dahil bütün beşeriyetten sıyrılıp olanca varlığıyla Allah’a yönelmişti. Bunun sonucu olarak da hakkında vahiy inip temize çıkartılmıştı. Yani kul daralmış, Hızır yetişmişti. Çektiği sıkıntılara bakıldığında şer gibi görünen iftira olayı, kıyamete kadar okunacak ayetlerle ortadan kaldırılarak, sonuç itibariyle hayır olmuştu.
“Günahın büyüğünü deruhde eden “kimdi? Bazıları bunun Hassan olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bir grup, olaydan sonra Hassan’ın yakasına yapışıp O’nu Hz, Peygamber’e getirmiş, Hz. Peygamber de O’nun hırpalanmasına müsaade etmişti. Ayrıca Hassan gözlerini kaybettiği zaman Hz, Âişe, Allah’ın vadettiği büyük azab bu olsa gerektir demiş, diğer yandan; günahın büyüğünü deruhde edenin Hassan olduğunu da söylemiştir. Hz. Âişe’den nakledilen başka bir rivayette ise, Hz. Âişe, o kişinin, Abdullah ibn Ubey olduğunu söylemiştir ki, bu doğrudur. Nitekim Kurtubî de durumu böyle kaydetmişti (16). Çünkü Abdullah, Safvan’ın Hz. Âişe’nin devesinin yularından tutup getirdiğini görünce, mal bulmuş mağribî gibi, “Yemin ederim ki, bunlar birbirinden kurtulamamıştır.”, ‘‘Peygamberinizin karısı, bir erkekle geceyi geçirmiştir.” (17) demekten kendini alamamıştır. Ayrıca, bulunduğu meclislerde durup dururken olayı ortaya atmış, böylece yayılmasına sinsice çalışmıştır.
C. Hak birinci ayette, olayın iftira, sonunun hayır olduğunu, olayı tezgahlayanın büyük bir cezaya çarptırılacağını özet olarak vurguladıktan sonra, konuyu açarak, bulunması gereken motifleri açıklamaya şöyle devam etmektedir:
“O iftirayı işittiğiniz vakit erkek müminlerle kadın müminlerin, kendi vicdanları önünde (kendileri hakkında) iyi bir zanda bulunup da “Bu, apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi ?(18)
Elbette gerekirdi. Gerek kadın, gerek erkek müminler, önce kendilerinin inanmış bir kişi olarak, böyle bir günahı işleyip işleyemeyeceklerini düşünmeleri, yani önce iğneyi kendilerine sonra çuvaldızı başkasına batırmaları gerekirdi. O halde kendileri böyle bir işi kötü gördüğüne ve kınadıklarına göre, kendilerinden fazilet bakımından kat kat üstün olan Hz. Âişe ve Safvan hakkında böyle bir durumu nasıl düşünebilirler? Üstelik Hz. Âişe müminlerin anasıdır. Safvan da O’nun oğlu durumundadır. Anne, oğlu ile böyle bir işi nasıl yapabilir?!... Kendiniz, yani annemiz hakkında nasıl böyle bir işi düşünebilirsiniz ?!...
Ayet-i Kerime’de belirtildiği şekilde düşünenler de yok değildi. Nitekim Ebu Eyyüp el-Ensârî’nin hanımı O’na, “Söylenenleri işittin mi?” dedi
Ebu Eyyüp, “Evet, bu bir yalandır” dedikten sonra “Sen bunu yapabilir misin?” diye hanımına sordu. Hanımı, “Yemin ederim ki, hayır!” deyince, O, “Allah’a yemin ederim ki, Âişe senden daha faziletlidir” diye karşılık verdi. Hanımı da O’nu “Evet” diyerek tasdik etti(19).
C. Hak, iftira karşısında müminlerin almaları gereken tavrı bu şekilde açıkladıktan sonra, dedikoduların peşine düşülmemesini, mutlaka delil istenmesini, hele ırz ve namusla ilgili konularda sıradan bir delil değil, dört şahidin getirilmesinin gerektiğini vurgulayarak şöyle devam etmektedir:
“Buna karşı dört şahit getirmeli değil miydiler? Mademki onlar bu şâhitleri getiremediler, o halde onlar Allah indinde yalancıların ta kendileridir” (20).
Zamanımızda nice yuvaların basit dedikodularla yıkıldığı bir gerçektir. Görüldüğü gibi, Kur’ân’a göre zina isnadı ancak dört şahitli bir nisable sabit olabilmektedir. Üç şahit bile olsa bunların iddiaları yalan sayılmaktadır. Bu da, İslâm’ın namusa ve aile müessesine verdiği önemi ortaya koymaktadır.
Bir insan, zina isnadında bulunsa, isnadında doğruyu dahi söylese, ancak bunu delille ispat edemese, yine Allah indinde yalancı mı sayılır? Ayetteki “Allah indinde yalancı sayılır” sözünü, Allah’ın dünyada geçerli olmak üzere koyduğu hükme göre yalancı sayılır, şeklinde anlamak gerekir. Bu duruma göre o kişi Allah indinde değilse de, Allah’ın koyduğu hüküm karşısında yalancı sayılır. Çünkü dünyada geçerli hükümlerin, görünen duruma göre verileceği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır (21).
C. Hak, dört şahit getirme prensibine uyulmayarak, İfk Olayında ileri - geri konuşulduğunu, bununla da büyük bir azabı hak ettiklerini fakat fazıl ve rahmetinin bunu engellediğini belirterek şöyle devam etmektedir:
“Eğer dünyada ve ahirette Allah’ın fazıl ve rahmeti üstünüzde olmasaydı içine daldığınız bu yaygaradan dolayı sizi herhalde büyük bir azap çarpardı.” (22)
C. Hak devamla, iftiranın büyük günah olduğunu, yayılmaması gerektiğini, hele onun basit bir günah gibi görülmemesini, İfk Olayına karışanların böyle yaptıklarını belirterek, adeta başkalarının benzeri hatalara düşmemelerini içeren bir talimat mahiyetinde şöyle buyurmaktadır:
“O zaman siz o iftirayı dillerinizle birbirinize yetiştiriyordunuz, hiçbir bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söylüyordunuz ve bunu kolay sanıyordunuz. Hâlbuki bunun günahı Allah indinde büyüktür.” (23)
Mademki iftira Allah indinde büyüktür. O halde bunu duyar duymaz kalplerin ürpermesi ve inanmış kişilerin onu ağza almaktan çekinmesi gerekirdi. Ayrıca onun uluorta konuşulmasını hoş karşılamazdı. Özellikle, Peygamberinin namusuna sürülmek istenilen bir leke olunca onu duyduğu zaman şöyle demesi gerekirdi:
“Onu duyduğunuz zaman: “Bunu söylememiz bize yakışmaz. Hâşâ. Bu, büyük bir iftiradır” demeniz lâzım değil miydi?”(24)
Lâzımdı ama gereken yapılmamıştı. Bu ise büyük bir hata idi. Bu hata kalpleri derinden sarsacak ve titretecek bir şekilde hatırlatılıyordu. Bir daha tekrar edilmesi de şu şekilde yasaklanıyordu:
“Eğer siz iman eden kimselerseniz böyle bir şeye hayatta bulunduğunuz müddetçe bir daha dönmenizi Allah haram kılıyor.” (25)
Bu ayette haram kılma, öğüt verme anlamına da gelebilecek bir kelime ile ifade edilmiştir. Çünkü ortam ibret almak için son derece elverişlidir. Namusuna dil uzatılabilecek en son kişi olmasına rağmen Hz. Aişe hakkında dedikodu çıkarılmış, insanlar onun hakkında bile ileri geri konuşabilmişlerdir. Bu duruma göre bu işe bir son verilmeli ve önüne bir set çekilmeli idi. C. Hak öğütle karışık bir şekilde barajı koydu ve böyle bir şeye bir daha dönülmesini yasakladı; hem de imanı bu yasağa bağlayarak.
Böylece C. Hak, İfk Olayında geçenleri, bu olayın gerisindeki tertibi, bu olay sebebiyle işlenilen suç ve hataları açıkladığını vurgulayarak şöyle buyuruyordu:
“Ve işte size ayetlerini açık açık bildiriyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.”(26)
İnsanları yaradan O’dur. Dolayısıyla onların niyetlerini, amaçlarını, içgüdülerini ve her türlü hallerini en iyi bilen de yine O’dur.
İfk Olayı, Kurân’ı Kerim’de bu şekilde anlatılmıştır. Bu olay ile Müslümanlara verilen mesajları şu şekilde özetlemek mümkündür:
İftira büyük bir günahtır. Onu başlatanın mutlaka bir art niyeti vardır, Müslümanın böyle bir kötülüğe, bilmeyerek de olsa, bulaşmamaya dikkat etmesi gerekir. Aksi takdirde suç ortağı olur, cezasını da çeker.
Böyle bir durum karşısında Müslümana düşen, iftiranın peşine düşmek değil, iyi düşünmek ve hüsn-ü zanda bulunmaktır. Çünkü müminler kardeştir. Kendisini kardeşinin yerine koyarak olayı o şekilde değerlendirmek zorundadır. İnanmadığı takdirde de, bu olamaz, diye tavrını ortaya koyması gerekir. Özellikle iftira namusla ilgili olursa, ispatı için gerekli dört şahit nisabını mutlaka aramalıdır, iftirayı basit zannetmeyip ondan kesinlikle kaçınmalıdır.
Ayrıca unutulmamalıdır ki iftira, geri tepen bir silâhtır, iftiraya uğrayanın bedduası mutlaka tutar. Nitekim bir Hadîs-i Şerîf’te belirtildiği gibi Küfe vâlisi Sa’d, kendisine iftira eden Üsâme ibn Katâde’ye: "Allahım! O’nun ömrünü uzat, fakirliğini çoğalt, fitnelere uğrat.” (27) diye bedduada bulunmuş ve bu beddua aynen tutmuştur.
Ayrıca, iftira edenin tevbesi, ancak, iftiraya uğrayandan helâllik dilemek şartıyla kabul olunur,
İslam dinine göre, müminler kardeştir. Birbirinin kurdu değildir. Müslüman, Peygamberimizin buyurduğu gibi “Diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği”(28) kişidir.
Müslüman, inancının bir parçası olan, yazıcı meleklerin her sözünü tespit ettiğini unutmaz. C, Hakk’ın şu buyruğunu daima göz önünde tutar; “İnsan bir söz söylemeye görsün, mutlaka yanında hazır bir gözcü vardır.” (29)
“Peygamberimizin şu hadisi kulaklarımıza küpe olmalıdır: “Herkesi Cehennem’de yüzüstü düşüren dillerinin biçtikleri ve kazandıklarından başkası mı zannedersiniz ?”(30)
(1) el-Cevherî, es-Sıhâh, Mısır (tarihsiz), IV/1572, 73; eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, Beyrut (tarihsiz), IV/12.
(2) el-İsrâ, 70.
(3) Nûr sûresi, 15.
(4) en-Nevevî, Riyâdu’s-Sâlîhin, Mısır (tarihsiz), s. 514.
(5) Hucurât : 6.
(6) Hucurât : 12.
(7) Muhammed ibn İsmail el-Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, İst. 1315, III/188.
(8) el-Bakara, 156.
(9) Bkz, Taberî, Camiu’l-Beyan an Te’vîl-i Âyi’l-Kur’an, Mısır 1954 (İkinci baskı), XVIII/90-92; İbn Kesir,
Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut 1969, III/268-272; Kurtubî, el-Câmi’li Ahkâmi’l-Kur’-an, Kahire 1967, XII;/198-199; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İst. 1960, V/3485- 3489; Buharî, â.g,e., c. III/154- 158; Müslim, Sahih-i Müslim, İst. 1332, c. VIII/112-118; İbn Hişam, es-Siyratü’n-Nebeviyye. Beyrut (tarihsiz), c. III/310-316.
(10) Nûr Sûresi, 11.
(11) Kurtubî, a.g.e. XII/198.
(12) Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, IV/12.
(13) Kurtubî, a.g.e. XII/201.
(14) Kurtubî, a.g.e. XII/202.
(15) Şevkânî, a.g.e. IV/13.
(16) Kurtubî, a.g.e. XII/200.
(17) Kurtubî, a.g.e. XII/199.
(18) Nûr sûresi, 12.
(19) Kurtubî, a.g.e. XII/202; Taberî, a.g.e. XIII/96.
(20) Nûr sûresi, 12.
(21) Kurtubî, a.g.e. XII/203.
(22) Nûr sûresi, 14.
(23) Nûr sûresi, 15.
(24) Nûr sûresi, 16.
(25) Nûr sûresi, 17.
(26) Nûr sûresi, 18.
(27) ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih, tercüme; Ahmet Naim, İst. 1928 (Birinci baskı), II/589.
(28) Buharî, a.g.e. 1/8.
(29) Kaf sûresi, 18.
(30) İbn Mâce, Sünen, Mısır 1953, II/1315.