Makale

İSLÂM VE DOĞUM KONTROLÜ

TAYYAR ALTIKULAÇ
1938’de Devrekânide doğdu. 9 yaşında hafız oldu.
1963’de İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünü bitirince İstanbul İmam-Hatip Lisesinde, İs­tanbul ve Kayseri Yüksek İslâm Enstitüle­rinde öğretim elemanı olarak çalıştı.
Tefsir ve Hadis dalında doktora yaptı. Di­yanet İşleri Başkan Yardımcılığı, Din Eğitimi Genel Müdürlüğü, Talim ve Terbiye Kurulu Üyeliği ve Diyanet İşleri Başkanlığı görevle rinde bulundu.
Bu son görevinden kendi isteği ile emekli oldu.
Halen M.Ü. İlahiyat Fakültesinde Öğretim Görevlisi olan Altıkulaç’ın yayınlanmış üç kitabı vardır.

İSLÂM VE DOĞUM KONTROLÜ

Dr. Tayyar ALTIKULAÇ

DOĞUM KONTROLÜ, AİLE PLÂNLAMASI VE NÜFUS PLÂNLAMASI TABİRLERİNDEN ANLADIĞIMIZ:

Temelde hepsi de doğumla ilgili olan bu tâbirlerle kastedilen şeylerin neler olduğu hususunda tam bir açıklık bulunmamakla bir­likte, bu tâbirlerin aynı mânâya gelmedikleri, aynı maksat için kul­lanılmadıkları, aralarında farklılıkların bulunduğu muhakkaktır.

1. Doğum Kontrolü:

“Doğum Kontrolü” genel bir tâbirdir. Her ne sebeple olursa olsun, gebeliği önlemeye çalışmak, bir doğum kontrolü işidir. Sağ­lık zarureti sebebiyle hâmile kalmak istemeyen ve bunun çarelerine başvuran bir kadının yaptığı şey nasıl bir doğum kontrolü ise, ye­teri kadar çocuğu olan bir âilenin, artık çocuk yapmamak üzere gerekli tedbirlere başvurmaları da bir çeşit doğum kontrolüdür. Dev­letin ve ilgili kuruluşların nüfus artış hızını yavaşlatmak veya durdurmaya çalışmak üzere uyguladıkları politikaların ve tedbirlerin tümü için de aynı şeyi söylemek mümkündür.

Buna göre, “Aile Plânlaması” ve “Nüfus Plânlaması” gibi daha özel maksatlar için kullanılan tâbirleri de, aynı zamanda bir “Do­ğum Kontrolü” saymak imkân dahilindedir.

2. Aile Plânlaması:

“Âile Plânlaması” ise, iki doğum arasındaki zamanı ayarla­mak, arzu edilen sayıda çocuğa sahip olmaya çalışmak veya ba­kabileceğinden ve yetiştirebileceğinden fazla çocuğa sahip olma­mak için karı-kocanın bazı tedbirlere başvurmalarıdır. Âile içi bir meseledir,

3. Nüfus Plânlaması:

“Nüfus Plânlaması” na gelince, bundan maksat, bir ülkenin nü­fus politikası ile ilgili olarak uygulanan tedbirlerin tümü olmak ge­rekir. Nüfus artışını yavaşlatmak veya daha da artmasını teşvik etmek, artırma veya azaltma üzerinde durmaksızın daha sağlıklı ve daha iyi yetiştirilmiş bir nüfus hedefine ulaşmak için ülke ça­pında devletçe veya ilgili kuruluşlarca uygulanan politikalar ve başvurulan tedbirler, herhalde bu tâbirin şümulü içindedir.

DOĞUM KONTROLÜNÜN ÇEŞİTLİ YÖNLERİ:

Doğum kontrolünün hiç şüphesiz tıbbî, siyasî, dinî, ekonomik ve sosyal yönleri vardır. Biz burada, üzerinde durulmaya değer gör­düğümüz diğer yönlerini fikir ve siyâset adamlarımızın tartışmala­rına bırakarak, konunun dinî cephesini incelemeye çalışacağız.

BASINDA VE ÇEŞİTLİ YAYINLARDA DOĞUM KONTROLÜ :

Bilindiği gibi doğum kontrolü meselesi, bilhassa günümüz toplumlarında uzun uzun tartışılan bir meseledir. Gazete ve dergiler­de neşredilen ve daha çok “Nüfus Plânlaması” açısından (bazan da ayırım yapmaksızın) konuyu ele alan çok sayıda makale ve röpor­tajlar bir yana, dilimizde ve çeşitli dillerde bu konu için telif edi­lip yayınlanmış müstakil eserler mevcuttur.

Bunlar içinde konuyu objektif olarak ele alıp şu veya bu so­nuca ulaşanlar yanında, peşin hükümlerle işe başlayan, hissi tartış­maları tercih eden ve kendisi gibi düşünmeyenleri karalamak gibi fikir ve ilim plânında yeri olmayan yollara sapanlar da mevcuttur.

İSLAM’DA AİLE VE ÇOCUK :

İslâm dini, âile müessesesine ve bu kudsî yuvanın meyvesi olan çocuğa özel bir önem vermiş, prensip olarak evlenmeyi ve Müslümanların çoğalmalarını teşvik etmiştir.

Bir âyet-i kerîmede “...Onlar (kadınlar) sizin örtünüz, siz de onların örtülerisiniz...” buyurularak her iki cinsin birbirlerini ta­mamladıklarına, birbirlerine muhtaç olduklarına işaret edilmiştir (1).

Bir başka âyet-i kerimede ise evliliğin ve ailenin bir huzur ve saâdet ortamı olarak görülmesi gerektiğine işaret edilerek şöy­le buyurulmuştur : “İçinizden kendileri ile huzura kavuşacağınız eş­ler yaratıp, aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O’nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, düşünen millet için dersler var­dır” (2).

Zinaya sapma tehlikesi söz konusu olmadığı takdirde Müslümana evlenmek farz olmamakla birlikte (3), imkânı olanlar yuva kurmaya teşvik edilmiş, imkânı olmayanlara da evlenebilmeleri için yardımcı olunması istenmiştir : “İçinizdeki bekarlan, kölelerinizden ve câriyelerinizden sâlih olanları evlendirin. Eğer fakir iseler, Allah onları lutfu ile zenginleştirir...” (4) buyurularak, evlenmek için mad­dî imkânsızlıkların da zorlanması ve karşılaşılacak sıkıntılar için Allaha güvenilmesi yolu gösterilmiştir.

İslâm’ın bu konudaki görüşüne daha da açıklık getirmek üze­re sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) ’in pek çok hadislerinden sadece üçü­nü burada zikretmemiz yerinde olacaktır.

Abdullah b. Mes’ûd’un rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur :

“Ey gençler topluluğu! İçinizden kimin evlenmeye gücü yeter­se evlensin. Çünkü gözü haramdan en çok koruyan, iffeti (ve na­musu) en sağlam şekilde muhafaza eden budur. Kimin de gücü yet­mezse, oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için bir çeşit enemedir (şeh­veti kıran ve bu suretle kişiyi haramdan koruyan bir siperdir). (5).

Enes b. Mâlik’in rivâyet ettiğine göre Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur :

“Kişi evlenmekle dininin yarısını tamamlamış olur. Artık di­ğer yarısı içinde Allah’tan korksun” (6).

Ma’kil b. Yesâr’ın naklettiği bir hadisinde Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Eşine sevgi ile bağlanan ve çocuk doğuran kadınla evlenin. Çünkü ben (kıyamet gününde) diğer ümmetlere karşı sizin çok­luğunuzu arzu ederim” (7).

Sağlam senetlerle rivâyet edilen bu hadisler göstermektedir ki, evliliğin pek çok faydalarından ilk bakışta göze çarpan şeyler ara­sında kişinin şehevî ihtiyacının meşru şekilde tatmin edilmesi, nes­lin devamının sağlanması, huzurlu ve mutlu bir âile birliğinin ku­rulması gibi hususlar vardır.

O halde evlenme çağı gelen ve imkân bulan her genç, gecik­meden evlenip âile yuvasını kuracak, eşi ve çocukları ile huzurlu bir hayat sürmeye çalışacaktır.

Çocuğa gelince, o, anne ve babaya Allah’ın bir emânetidir. Yetişmesi süresince karşılaşılan pek çok zorluklara ve sıkıntılara rağmen Allah, anne ve babaya bütün bu sıkıntılara katlanma gücü vermiş, bunca çilelerine rağmen onu sevgi ve şefkatle kucaklanan, aranan, özlenen bir varlık olarak yaratmıştır.

Bununla birlikte anne ve babalar çocuklarına karşı sadece duy­guları ile baş başa bırakılmamış, bu emânetin gereği gibi korunup yetiştirilmesi için kendilerine bazı sorumluluklar yüklenmiştir.

Anne ve baba bir yandan onun beslenmesine ve sağlığına ge­reken önemi verirken, diğer yandan iyi yetişmesi, manevî ihtiyaç­larının karşılanması, memlekete ve millete faydalı bir insan olarak yetişmesi için gereken tedbirleri de alacaktır. Hüner doğurmakta ve sokağa salmakta değil, cemiyete faydalı bir insan olarak yetiştirilmesindedir.

Bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur : “Ey insanlar! Ken­dinizi ve çoluk çocuğunuzu, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz... ”(8). Çoluk çocuğun ateşten korunmasından maksat, herhalde iyi yetiştirilmeleri, dinî ve ahlâkî terbiyelerinin elden geldiğince eksiksiz verilmeye çalışılması, millet ve memleket için faydalı bir insan olarak hazırlanmasıdır. Ve bu, bir sorumlu­luk olarak anne ve babaya yüklenmiş bulunmaktadır.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in şu uyarılarını da burada ha­tırlamamız yerinde olacaktır :

İbn Ömer’in naklettiği bir hadiste şöyle buyurulmuştur :

“...Kişi aile fertlerinin bir çobanıdır ve onlardan sorumludur. Kadın da kocasının evi ve çocukları üzerinde bir çobandır ve o da güttüklerinden sorumludur...”(9).

Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadis de şöyledir :

“İnsan ölünce bütün işleri sona erer. Ama şu üç kişi müstesna: Sürekliliği olan sadakası (sadaka-i câriyesi, devam eden hayrı), fay­dalanılan ilmi, kendisini duâ ile anan sâlih bir çocuğu” (10).

Görüldüğü üzere hadislerden ilkinde anne ve babanın, dünyaya getirdikleri çocukla ilgili sorumluluklarına açıkça işaret edilmiş, di­ğerinde ise, babasını hayırla anacak iyi yetiştirilmiş bir genç, bir hayır sahibinin asırlar boyu devam edecek hayratı ve bir ilim ada­mının belki de asırlara ışık tutacak keşifleri ve ilmî çalışmaları ile aynı kefeye konmuş, anne ve babalar, bu vasıfta çocuklar yetiştir­me gayreti içinde olmaya davet edilmişlerdir.

DEVLET VE ÇOCUK :

Biraz önce âilelerin çocukları ile ilgili sorumluluklarından söz ederken yer verdiğimiz İbn Ömer hadisinin (yani İbn Ömer’in Hz. Peygamber’den rivâyet ettiği hadis-i şerifin), devlet ve devlet adam­larının konuya ilişkin sorumlulukları hakkındaki —yukarıda yer almayan— ilk cümleleri şöyledir : “Haberiniz olsun ki, hepiniz bi­rer çobansınız ve hepiniz güttüklerinden sorumludur. İnsanlar üze­rinde emir mevkiinde bulunan (devlet ve hükümet başkanları, vali, ordu komutanı, öğretmen vs.) kişi de bir çobandır ve idaresi altın­da bulunanlardan sorumludur...” (11).

Bu hadis-i şeriften açıkça anlaşılacağı üzere milletin idaresi so­rumluluğunu üzerine alanlar ve halkın karşısına çıkıp bu sorumlu­luğun altına omuz vermek üzere yarışanlar, millete ait her şeyden ve her işten sorumlu oldukları gibi, geleceğin teminâtı sayılan ço­cukların ve gençlerin eğitim ve öğretimlerinin en iyi şekilde yapıl­masından ve iyi birer vatandaş olarak cemiyete kazandırılmaların­dan da sorumludur.

Çocuklarına henüz yeteri kadar okul verememiş, verdiği oku­lunda sırasını, araç-gerecini ve öğretmenini temin edememiş idarecilerin, kalabalık nüfuslarla övünmeleri, üzerinde tartışılabilecek bir konudur.

İslâm’ın öğrenmeye ve çocukların eğitim ve öğretimlerine ver­diği önemi anlamak için Bedir savaşında ele geçen esirler hakkında yapılan uygulamayı bilmek herhalde yeterli olacaktır :

Bu savaşta elde edilen esirlerin serbest bırakılmaları için 4000 dirhem fidye ödemeleri şart koşulmuş, bu parayı ödeyemeyecek durumda olanların, Medineli 10 çocuğa okuma-yazma öğretme­si kaydıyla fidye ödemeden de serbest bırakılacağı ilân edilmişti (12). Çünkü Mekkeliler ticaretle meşgul olduklarından yazı yazmayı ve hesabı daha iyi biliyorlardı. Medineliler ise daha çok tarımla meş­gul insanlardı. Özellikle Ensâr” denilen esas Medineli Müslümanlar arasında okuyup yazanlar çok azdı. Böyle bir ortamda Rasûlüllah (s.a.s.), Mekkeli esirlerin bizzat bilgi ve kültürlerini gani­met olarak görmüş, onlardan öğretmen olarak yararlanmayı dü­şünmüştü. Nitekim bu uygulama yapıldı, pek çok Müslüman ço­cuk bu fırsattan istifade ederek okuma ve yazmayı öğrenmiş oldu.

Ne ibret verici bir misâldir ki, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in va­hiy kâtiplerinden olan, O’nun vefatından sonra Hz. Ebû Bekir ta­rafından henüz dağınık durumda olan Kur’ân âyetlerini iki kapak arasına toplayıp ilk Mushaf’ı meydana getirmek şerefine eren, daha sonra da Hz. Osman tarafından Kur’ân nüshalarının çoğaltılması için teşkil edilen heyete başkanlık eden Zeyd b. Sâbit adındaki bü­yük sahâbî de, henüz 13 yaşında iken okuma ve yazmayı bu esir öğretmenlerden öğrenen şanslı çocuklar arasında idi(13).

ÎSLÂM VE AİLE PLANLAMASI :

“Âile Planlaması” tabirinden, “İki doğum arasındaki zamanı ayarlamak, arzu edilen sayıda çocuğa sahip olmaya çalışmak veya bakabileceğinden ve yetiştirebileceğinden fazla çocuğa sahip olma­mak için karı-kocanın bazı tedbirlere başvurmalarını” anladığımızı ve bunun bir aile içi mesele olduğunu daha önce belirtmiştik. Bu­rada konunun dinî cephesini bu sınırlar içinde ele almış olacağız.

Hemen ifade edelim ki, her meselede olduğu gibi bu meselenin dinî cephesini de incelemeye başlarken herhalde ilk başvuracağımız kaynaklar, Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm ile O’nun Rasûlü (s.a.s.)’nun sünneti olacaktır.

Kur’ân-ı Kerîm’i incelediğimizde, —daha önce de belirttiğimiz üzere— İslâm’ın prensip olarak aile müessesesine verdiği önemi be­lirten âyetlere rastlamakla birlikte, aile içinde ve karı-koca arasında çocuk sayısını sınırlamaya çalışmayı ve bu maksatla bazı ted­birlere başvurmayı teşvik eden veya yasaklayan herhangi bir hük­mün mevcut olmadığını görüyoruz.

Bu durum karşısında yapılacak şey, konu ile ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)’den gelen haber ve rivayetleri incelemek, ilk asırlardan zamanımıza kadar çeşitli mezheplerde ve İslâm müctehidlerinin ictihadlarında meseleye nasıl yaklaşıldığını, değerlendir­menin ne şekilde yapıldığını anlamaya çalışmaktır.

  1. Hz. Peygamber (s.a.s.)’den Rivayet Edilen Sahih Haber ve Hadislerden Bazıları:

a. Ebû Saîd el-Hudrî anlatıyor :

‘‘Rasûlüllah (s.a.s.)’in yanında azilden söz edilmişti (14).

—‘Sizden herhangi biriniz bunu niçin yapar?’ buyurdu. ‘Hiç­biriniz bunu yapmasın’ demedi ve devamla :

—‘Gerçek şu ki, yaratılması takdir olunmuş her nefsi Allah yaratır’, buyurdu” (13).

b. Yine Ebû Saîd el Hudrî anlatmıştır :

“Hz. Peygamber (s.a.s.)’den azl’in hükmü sorulmuştu da şöy­le buyurmuştu:

—‘Bunu yapmamanız size vacip değildir (isterseniz azil yapa­bilirsiniz). O ancak kadere bağlı bir iştir (takdir edilmişse, dünya­ya gelecek olan gelir) ”(16).

c. Ebû Saîd el-Hudrî’den bir başka rivayet :

Mustalık oğulları gazvesinde Rasûlullah (s.a.s)’le beraberdik. Gazve sonunda birçok Arap güzelini esir almıştık. Kadınlardan ay­rı kalmamız hayli uzun sürmüş (onlara olan arzumuz artmıştı). Bu kadınlar üzerinden fidye almayı arzu ettiğimiz için, hem onlara yaklaşıp yararlanmayı, hem de (gebe kalmasınlar diye) azil yap­mayı arzu ettik (17). Aramızda şöyle konuştuk : ‘Bir iş yapıyoruz da, Rasûlüllah (s.a.s.) aramızda olduğu halde O’na sormuyoruz?’ Nihayet konuyu Allah’ın Rasulüne (s.a.s.) açtık. Şöyle buyurdu :

—‘Azil yapmamanız size vacip kılınmamıştır (isteyen yapabi­lir). Ancak, Allah’ın kıyamete kadar yaratılmasını yazdığı her ne­fis meydana gelecektir” (18).

d. Câbir b. Abdillah anlatıyor :

“Bir adam Rasûlüllah (s.a.s.)-’e geldi ve şöyle dedi:

—‘Benim bir câriyem var. O hem bizim hizmetimizi görür, hem de suyumuzu taşır. Ben ona yaklaşıyorum, ama gebe kalmasını da istemiyorum’. Peygamber (s.a.s.) buyurdu ki :

—‘İstiyorsan ondan azil yap. Ancak takdir olunan muhakkak ona gelecektir. Bir süre sonra aynı adam gelip şöyle dedi :

—‘Câriye gebe kaldı’. Rasûlullah (s.a.s.) de :

—‘Takdir olunanın onun başına geleceğini ben sana haber ver­miştim’, buyurdu”(19).

e. Yine Câbir b. Abdillah anlatıyor :

“Peygamber (s.a.s.) zamanında, Kur’ân nazil olup dururken biz azil yapıyorduk” (20).

Bu haberin rivâyet zincirindeki isimlerden Süfyân’ın şu görü­şüne, rivâyetin sonunda yer verilmiştir: “Yasaklanacak bir şey ol­saydı, Kur’ân onu bize muhakkak yasaklardı” (21).

f. Câbir b. Abdillah’ın bir başka rivâyeti de şöyle :

“Biz Rasûlüllah (s.a.s.) zamanında azil yapıyorduk. Allah Rasulü bundan haberdar oldu, ama bizi bundan menetmedi” (22).

g. Câbir b. Abdillah’dan nakledeceğimiz sonuncu rivâyet :

“Bir adam Peygamber (s.a.s.)’e şöyle sordu :

— Ey Allah’ın Rasulü, benim bir câriyem var. Gebe kalmasını istemediğimden ve bu konuda herkesin düşündüğü gibi düşündüğüm­den ondan azil yapıyorum. Yahûdîler ise azlin küçük mev’ûde (23) olduğundan söz ediyorlar?’. Rasülûllah şu cevabı verdi:

—‘Yahûdîler yalan söylemişlerdir. Allah onun yaratılmasını dileseydi, onu önlemeye senin gücün yetmezdi” (24).

h. Cudâme’nin rivâyeti :

Cudâme adındaki bu hanım, “Bazı kişilerle birlikte Rasûlüllah (s.a.s)’in huzurunda bulundum” dedikten sonra, Hz. Peygamber’in hâmile kadınla ilişki konusundaki açıklamasını naklediyor ve şöy­le devam ediyor : “Sonra O’na azli sordular. Rasûlüllah (s.a.s.) de:

—‘Bu, çocuğu diri diri gömmenin, gizli şeklidir’, buyurdu” (25).

  1. Ashâb’ın Anlayış ve Uygulamaları ile İlgili Haberler :

Amir b. Sa’d’in, babası Sa’d b. Ebî Vakkâs’tan naklettiğine göre, ashâb’ın ileri gelenlerinden olan bu zât (yani Sa’d b. Ebî Vakkâs), gebeliği önlemek için azil yapıyordu (26).

b. İbn Eflah, İstanbulluların aziz misafiri Ebû Eyyûb el-Ensârînin kendisinden çocuğu dünyaya gelen câriyesinden rivâyet et­tiğine göre bu büyük sahabi (yani Eyüp Sultan diye tanıdığımız bu zât) da aynı maksatla, yani âile içi plânlamanın gereği olarak azil yapıyordu (27).

c. Haccâc b. Amr b. Ğâziyye’nin anlattığına göre bu zat, asha­bın ileri gelenlerinden Zeyd b. Sâbit’in yanında bulunuyordu. Bu sırada şâhid olduğu bir olayı ve görüşmeyi şöyle hikâye etmiştir :

“Biz oturuyorken Yemen’den İbn Kahd adında biri çıkageldi ve (Zeyd b. Sâbit’e) şu soruyu sordu :

—‘Yâ Ebâ Saîd(28), benim câriyelerim var. Beraber olduğum karılarımın hepsinden aynı derecede hoşlanmıyorum. Hepsinden ço­cuğum olsun da istemiyorum. Azil yapabilir miyim?’. Zeyd b. Sâbit bana hitaben:

—‘Haccâc, ona sen fetva ver’, dedi. Ben de :

—‘Allah hayrını versin, biz senden öğrenmek için bu mecliste bulunuyoruz’, dedim. O yine :

-—‘Ona sen fetva ver’, diye ısrar etti. Ben de bu kişiye şu ce­vabı verdim :

—‘O senin tarlandır. İster sularsın, ister sulamazsın. Çünkü ben Zeyd’den böyle işittim. Bunun üzerine Zeyd :

—‘Doğru söyledi, dedi (ve beni te’yid etti)’(29).

d. Eshâb’dan İbn Abbâs’a azlin hükmü sorulmuştu. İbn Abbâs şu cevabı verdi :

—“Ben onu uyguluyorum” (30).

e. İbn Ebî Şeybe’nin rivayet ettiğine göre ashâbdan Ubeyy b. kâ’b, Râfi b. Hadîc, Enes b. Mâlik gibi zâtlar da azil yapıyor­lar veya azil yapmakta beis görmüyorlardı (31).

f. İbn Kayyim el-Cevziyye de bu noktada şu bilgiyi vermektedir:

“Azil yapmakta ruhsat bulunduğu, ashâb’dan 10 kişiden riva­yet edilmiştir. Bunlar : Ali, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Ebft Eyyûb, Zeyd b. Sâbit, Câbir, İbn Abbâs, el-Hasen b. Ali, Habbâb b. el-Eret, Ebû Saîd el-Hudrî ve Abdullah b. Mes’ûd’dur’(32).

g. Ashâbdan Abdullah b. Ömer azil yapmıyor- ve yapılmasını da hoş görmüyordu (33).

h. Yine ashabdan Ebû Bekir, Ömer b. el-Hattâb, Ali b. Ebî Tâlib ve Ebû Umâme el-Bâhilî, azli mekrûh sayıyorlardı (33).

  1. Hz. Peygamber (s.a.s. )den ve Ashâbdan Gelen Haberlerin İncelenmesi :

Doğumun kontrol altında tutulmasını ve karı-kocanın istedik­leri sayıda çocuk sahibi olmak ve iki doğum arasındaki zamanı ayar­lamak üzere şu veya bu tedbire başvurmalarını yasaklayan herhan­gi bir âyet-i kerîmenin bulunmadığına daha önce işaret etmiştik.

Konuya ışık tutacak uyarı ve uygulamaları, Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm’den sonra başvuracağımız ikinci kaynak olan sünnet-i seniyye’de ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’in örnek neslinde araş­tırdığımız zaman da, belli başlılarına yukarıda yer verdiğimiz ay­dınlatıcı tabloları buluyoruz.

Bu tablolardan, İslâm fakîh ve müctehidlerinin konumuza ışık tutacak ne gibi sonuçlar çıkardıklarına geçmeden önce, ilk bakışta dikkatimizi çeken bazı hususlara kısaca işaret etmek istiyoruz :

a. Hemen her aileyi ilgilendiren çocuk sayısı meselesi, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in zamanında da gündeme gelmiş, çeşitli vesile­lerle tartışılmış, Allah Rasûlü (s.a.s.)’den, gebeliği önleyici tedbir olarak azil yoluna başvurmanın câiz olup olmadığı öğrenilmek is­tenmiştir.

b. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu sorulardan hiçbirine yasaklayı­cı şekilde cevap vermemiş, aksine —İslâmiyet prensip olarak evlen­meyi ve Müslümanların çoğalmalarım teşvik ettiği halde-— azil ya­pılabileceğini, yani istenmeyen durumlarda gebeliğin önlenmesi için tedbire başvurulabileceğini ifade buyurmuştur. Ancak, olayların hemen hepsinde gördüğümüz üzere, hangi tedbir alınırsa alınsın, Allah takdir etmişse doğacak olanın dünyaya, geleceğini beyan etmiş, bu suretle yüzde yüz oranda bir korunmanın mümkün olmadığına işa­ret buyurmuştur. Ve O’nun bu görüşü bugün de geçerliliğini koru­maktadır. Zira bugünün tıbbı da, uygulanan tedbirlerden hiçbiri için yüzde yüz oranında bir garantiden söz edememektedir. Kaldı ki gebeliği önlemede azlin verdiği sonucun, ancak yüzde 40 civarında olduğu yetkililerce ifade edilmektedir. Şu halde Rasûlüllah (s.a.s.) bir yandan çoğalmalarını arzu ettiği ashabına “azil yapmayabilseniz daha iyi olur” demeye getirirken, diğer yandan takdir olunanın zaten vücut bulacağına işaret ederek, modern çağların tedbirlerinin de takdirin önüne geçemeyeceğini anlatmış olmak­tadır. Hiç şüphesiz takdir sözünden, tedbirin bir şey ifade etmeyeceği sonucunu çıkarmak yanlıştır. Zira önce deve bağlana­cak, sonra Allah’a güvenip devenin âkibeti O’nun takdirine ha­vale edilecektir (35).

c. Müslümanların sayılarının henüz bir avuç olduğu, artmala­rına şiddetle ihtiyaç duyulduğu bir dönemde dahi azlin, yani gebe­liğin önleyici tedbirlere başvurmanın yasaklanmamış olması dik­kat çekicidir. İslâm, böyle bir yasaklamayı insan tabiatına aykırı görmüş, herkesin yerine getiremeyeceği, herkesin şartlarının ve im­kânlarının farklı olacağı bir konuda menedici bir hüküm ortaya koymayı uygun görmemiştir.

d. Bu hadislerden sadece sonuncusunun, yani “Azil, çocuğu diri diri gömmenin gizli şeklidir.” mealindeki Cüdâme hadisinin, ilk bakışta bu konuda yasaklayıcı bir mânâ taşıdığını ileri sürmek müm­kün görülmekte ise de, her biri sahih senetlerle rivayet edilen di­ğer hadisler karşısında böyle bir sonuç çıkarmamıza imkân bulun­mamaktadır. Buradaki çocuğu gömmekten maksad, câhiliyye devri Araplarının yaptığı gibi fakirlik veya utanma duygusu ile kız ço­cuğunu gerçekten diri diri gömmek değil, —daha sonra zikredece­ğimiz dinî ictihadlarda da yer alacağı üzere— daha hayırlı olan bir şeyi terk etmektir. Tâbiîdir ki buradaki “daha hayırlı olma” duru­mu da normal şartlar içindir, imkânsızlıklar ve diğer zarûretler bu­nun dışında olmak gerekecektir.

Diğer sahîh hadislere karşı gibi görünmüş olması sebebiyle bu hadisin zayıf ve şaz olduğundan da söz edilmiş ise de, biz burada hatıra gelen başka hususları araştırıcıların inceleme ve tartışmala­rına sunmakta fayda görüyoruz :

Hadisi rivayet eden Cudâme adındaki hanım, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in huzurunda ashâbdan bir toplulukla birlikte bulunduğu sırada bu hadisi duyduğunu söylemekte ise de, kendisinden başka mezkûr topluluktan bu hadisi rivâyet eden olmamıştır. Rivayetini ondan duyan ve nakleden de Hz. Aişe’dir.

Bu hadis, bu hanımın rivâyet ettiği tek hadistir. Başka bir ri­vayeti mevcut değildir(36).

Bu hanımın kimliği üzerinde de değişik görüşler mevcuttur. Adının Cudâme veya Cuzâme olarak telaffuz edilmesi bir yana(37), hadisi rivâyet edenin Vehb kızı Cudâme mi, Cendel kızı Cudâme mi, yoksa Cundeb kızı Cudâme mi olduğu hususu —her ne kadar Müs­lim’in es-Sahihinde Vehb kızı Cudâme olarak mezkûr ise de— ih­tilaflıdır (38). Kendisinden bu hadisi nakledenin Hz. Âişe olduğu dik­kate alınarak bu ihtilâfın önemsenmemesi gerekeceği ileri sürülebi­lir ise de, hadisin Hz. Peygamber (s.a.s)’den sonraki ilk kaynağı üzerinde yeterli bilgiye sahih olmadığımız kesindir. İsmi ile ilgili ih­tilâfın hangi yanını tercih edersek edelim, bu hanımın “sahâbiyye” olması bir yana, bilgisi, hıfzı ve aklı hakkında, yani Rasûlüllah (s.a.s.)’den bu meseleyi doğru anlayıp doğru hikâye edebildiğinden şüphe etmek —bu hadisin diğer bütün sahih hadislere nazaran farklı gibi görünen bir sonuç ortaya koyduğu da dikkate alındığın­da— kanaatimizce bir hak olmaktadır.

Bir başka nokta da azil gibi karı-kocayı yakından ilgilendiren bir meselede Hz. Peygamber(s.a.s.)’den, yani sevgili eşinden nak­ledilen bir haberle ilgili olarak Hz. Âişe’nin sadece Cudâme’den duy­duğu haberi hikâye etmesi, böyle bir meselede ehliyetle konuşabile­cek kişinin hiçbir şey söylememiş olması veya söylediğinin nakle­dilmemiş bulunmasıdır.

Bütün bunlar Cudâme hadisinin birtakım kapalı ve zor yanla­rıdır. Tek başına bile olsa, bu hadisle azlin yasaklandığına hükmet­mek mümkün olamayacağına göre, diğer hadis ve haberlerdeki sa­rahat karşısında azlin ve gebeliği önleyici tedbirlere başvurmanın yasaklanmadığı sonucuna varmak bir zaruret olmaktadır. Nitekim İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu —biraz sonra görüleceği üzere— bu görüştedir. Onlar içinde bu hadisin sıhhatini kabul edenler da­hi onu, azli ve gebeliği önlemeyi yasaklayıcı görmemekte, olsa olsa bu hadisteki benzetmenin tenzihi keraheti ifade edeceğini belirtmek­tedirler.

e. Bu meselede sahâbîlerin anlayış ve uygulamaları ile ilgili haberlere gelince, görüldüğü üzere Rasûlüllah (s.a.s.)’den sonra on­lar içinde de bu konunun haram olduğunu söyleyen kimse yoktur. Aksine, azil yapmak suretiyle gebeliği önlemekte bir mahzur olma­dığına fetvâ verenler bulunduğu gibi, “Ben onu uyguluyorum” di­yenler bile mevcuttur. Şüphesiz onlar içinde azli hoş görmeyenler, bunu takvâlarına aykırı buldukları için —ama herhalde ihtiyaç ve zarûret de duymamış olmaları sebebiyle— azil yapmayanlar da var­dır. Ama bu tercihlerini bütün toplum için dînî bir yasak gibi gö­ren hiç yoktur.

f. Rasûlüllah (s.a.s.)’den sonra onun sahâbîlerinde gördüğü­müz bu manzara, azille ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)’den ge­len rivâyetler arasında herhangi bir nâsih-mensûh tartışmasına da kanaatimizce kapıyı kapatmaktadır. Şayet böyle bir şey olsaydı, bu, İslam ümmetine gizli kalmaz, sahâbîler bu meselede bu kadar rahat olamazlardı.

4. İslâm Fakîh ve Müctehidlerinin Görüşleri:

Burada akla ilk gelecek isimler, hiç şüphesiz meşhur dört mez­hebin imamlarıdır. Önce bu dört mezheb imamının görüşlerine kısa­ca temastan sonra, muhtelif asırlardan birkaç otoritenin görüşle­rini nakletmeye çalışacağız. Son olarak da Zahirî mezhebinden İbn Hazm’in, karşı görüşüne yer vereceğiz.

a. Ehl-i sünnet’ten olan meşhur dört mezhebin imamlarından Ebû Hanîfe (öl. 150/767), Mâlik b. Enes (öl. 179/795) ve Ahmed b. Hanbel’e (öl. 241/855) göre, gebeliğin istenmediği durumlarda eşin de rızasıyla azil yapmak caizdir. Eşin rızası yoksa caiz değil­dir. Şafiîlerde ise, prensip olarak azil câiz görülmekle birlikte eşin izninin gerekli olup olmadığı konusunda iki ayrı görüş vardır. An­cak daha kuvvetli sayılan görüşe göre eş rıza göstermese de azil yapmak caiz görülmüştür (39).

b. Hanefî fâhiklerinde Ebû Ca’fer et-Tahâvî (öl. 321/933)’nin görüşü şudur :

Bu hadislerden anlaşılan odur ki, azil yapmak mekrûh de­ğildir. Çünkü sahâbiler, azil yaptıklarını Rasûlüliah(s.a.s.)’e haber verdiklerinde buna karşı çıkmamış onları bu fiillerinden men etmemiştir (40).

Tahâvî, üzerinde durduğumuz Cudâme hadisine de temas etmiş ve onu, azli yasaklayan bir metin olarak görmemiştir. Bu konudaki ifadesi aynen şöyledir : “Bu hadis sebebiyle bazıları azli mekruh saymışlarsa da, diğer bazıları onlara karşı çıkmış, hür olan kadı­nın, kocasına (azil için) izin vermesi halinde bunda hiçbir beis görmemişlerdir. Kadın izin vermezse, erkeğe eşinden azil câiz ol­mayacaktır”(41).

c. İmam Gazâlî (öl. 505/1111) de azlin mubah olduğu görüşün­dedir Gazâlî, Tahâvî’nin yaptığı gibi, mevcut sahih hadisler karşısın­da azlin caiz ve mubah olduğunu söylemekle kalmamış, Cudâme hadisini de —sıhhati veya za’fı üzerindeki tartışmalara girmeden— izah etmeye çalışmıştır. Buna göre bu hadisin hükmü, azlin mekrûh olmasıdır. Ancak “mekruh” ta üç ayrı mânâ için kullanılan bir te­rimdir. Birincisi : Tahrîmen mekruh (harama yakın) olmaktır. İkin­cisi : Tenzîhen mekruhtur. Üçüncüsü ise: Faziletin terkedilmesi manasınadır. Azilden, bu üçüncü mânâda söz edilebilir. Nitekim meselâ camide boş oturan, ibâdet, zikir gibi işlerle zamanını de­ğerlendirmeyen kişinin durumu da bu mânâda mekrûh hükmünde­dir. Burada mekruhtan maksat, sadece evlâ olanın yapılmamış ol­masından ibarettir. Tahrîmî veya tenzîhî kerahaten söz edilemez. Çünkü ortada ne bir çocuk düşürme, ne de doğan çocuğu diri diri gömme vardır. Döllenme dahi henüz meydana gelmiş değildir (42).

d. İbn Kayyim el-Cevziyye (öl. 751/1350) de azil konusu üze­rinde duran âlimlerden biridir. Ve ilgili hadisleri naklettikten sonra “Bu hadisler açıkça azlin câiz olduğunu göstermektedir.” demiş, ayrıca azille ilgili ruhsatın kendilerinden rivayet edildiği on sahabinin isimlerine de yer vermiştir. İbn Kayyim, Cudâme hadisi üze­rinde de durmuş, bu hadisin, konu ile ilgili pek çok hadise muhalif olduğunu söylemiştir. Özellikle “Yahûdîler azlin, ‘küçük mev’ûde’ olduğundan söz ediyorlar?”, sorusu üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.)’in “Yahûdîler yalan söylemişlerdir.” şeklindeki buyruğuna dikkat çekmiş, bu hadisin rivayet zincirinde yer alan kişilerin hep­sinin “sika” (güvenilir) vasfını taşıyan hadis hâfızları olduklarına işaret etmiştir (43).

Buraya kadar verilen bilgilerden anlaşılacağı üzere, İslâm fakîh ve müctehidleri, gebeliğin arzu edilmediği durumlarda azil ted­birinin uygulanabileceği görüşünde büyük bir çoğunlukla ittifak ha­lindedirler. Farklı görüş, azlin mekrûh sayılıp sayılmayacağı, eşin izninin gerekli olup olmadığı, kadının hür veya —bugün örneği bu­lunmasa da— câriye olması... ile ilgilidir.

Azil ve dolayısıyla gebeliği önleme konusunda buraya kadar zikredilen görüşlere temelde aykırı olan ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’in konu ile ilgili hadislerini değişik şekilde ele alan görüş de vardır. Bu aykırı görüşü aşağıda müstakil olarak ele almış olacağız :

5. Ebû Mulıammed Ali b. Ahmed b. Hazm (öl. 456/1064)’in Görüşü :

Önceleri şâfiî olan îbn Hazm, daha sonra bu mezhebi terk edip Zâhiriyye mezhebine intisab etmiştir. “Çağında hâkim olan sunnî İslamcılık anlayışına karşı Zahirî muhalefetini temsil eden”(44) bu zât, Islâm fakîh ve müctehidlerine karşı hakarete kadar varan ağır ifadeler kullanmıştır (45).

Pek çok değerli eserlerin de sahibi olan İbn Hazm, azil konu­suna ve dolayısıyla gebeliği önleyici tedbirlere karşı çıkanların ba­şında yer alır. O’na göre Cudâme hadisi, azlin mubah ve câiz ol­duğunu gösteren diğer bütün hadisleri neshetmiş, geçersiz hale ge­tirmiştir. O halde azil yapmak veya gebeliği önleyici herhangi bir tedbire başvurmak haram hükmündedir (46).

İbn Hazm’in bu görüşüne verilecek cevaplar, bir ölçüde de olsa daha önce zikrettiğimiz görüşler içinde mevcut ise de, İbn Kayyim el-Cevzî’nin doğrudan İbn Hazm’e ve O’nun gibi düşünenlere cevaben serdettiği görüşlerine burada yer vermek faydalı olacaktır.

İbn Kayyim, İbn Hazm’in nesihle ilgili görüşlerini (yani, Cudâme hadisinin, konu ile ilgili diğer bütün hadisleri neshedip hü­kümsüz hale getirdiği şeklindeki fikirlerini) ele almış ve şu görüş­leri ortaya koymuştur :

“Bu tez, iki hadisten herhangi birinin diğerinden sonra söylen­diğini ortaya koyan kesin bir târihî bilgiye ihtiyaç gösterir. Mevûde (diri diri gömülen kız çocuğu) hükmünün, ancak 7 merhaleden son­ra gerçekleşeceği konusunda Hz. Ömer’le Hz. Ali’nin ittifakı or­tada iken bunlar bunu nasıl ileri sürerler? Nitekim Kadı Ebû Yâ’lâ’nın senediyle birlikte Ubeyd b. Rifâa’dan rivâyet ettiğine göre, bu zâtın sahâbî olan babası Rifâa b. Râfi’ şöyle anlatmıştır :

—‘Ali, Zubeyr ve Sa’d (Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında) —Al­lah onların hepsinden razı olsun— Ömer’in huzuruna gelip ashâbdan bir grupla birlikte oturdular, azil meselesini müzâkere ettiler. Sonunda onu yapmakta bir mahzur olmadığını ifâde ettiler. Orada bulunanlardan biri:

— Onlar (Yahûdîler) azlin mev’ûde-i suğrâ (küçük mev’ûde) olduğuna inanıyorlar? dedi. Bunun üzerine Ali (r.a.) şu açıklamayı yaptı:

— 7 merhale gerçekleşmeden mev’ûde olmaz (diri diri göm­me hükmü gerçekleşmez). Önce süzme çamurdan yaratılır, sonra nutfe olur, sonra kan pıhtısı olur, sonra bir çiğnemlik hale gelir, sonra kemikler olur, sonra et olur, sonra bir başka yaratılış mey­dana gelir (47), dedi. Bu açıklamadan sonra Ömer (r.a.) :

— Doğru söyledin. Allah ömrünü artırsın, buyurdu” (48).

6. Azil Yerine Başka Tedbirlerin Uygulanmasının Hükmü :

Azilden maksadın, gebelik meydana gelmesin diye cinsî birleş­me sırasında erkeğin menisinin dışarıya akıtılması olduğunu daha önce belirtmiştik.

Rasûlüllah(s.a.s.) ve O’nun sahâbîleri zamanında gebeliği ön­lemek için başka bir metot uygulanıp uygulanmadığını bilmiyoruz. Bildiğimiz, meselenin her seferinde gündeme azil diye gelmiş ol­masıdır.

Azil dışında kadınların, rahim ağzını şu veya bu usulle kapa­ma yoluna da başvurmuş olmalarının, çok eskilerden beri uygulan­mış olduğunu tahmin ediyoruz. Nitekim bazı fakîhler bundan söz etmişler, azle kıyas ederek cevâzına fetva da vermişlerdir (49).

Bu kısa açıklamalardan sonra diyebiliriz ki, gebeliği önlemek üzere :

a. Çeşitli tecrübelerle geliştirilen, özellikle günümüz tıbbının tavsiye ettiği ilâç ve metotlardan yararlanmak da azil hükmündedir. Ancak, kullanılacak ilâç veya metodun, insan sağlığına zararlı ol­maması, kullanımının meşruiyet sınırları içinde cereyan etmesi esas­tır.

b. Doğumu temelli önleyici, yani kadın ve erkeği veya onlar­dan herhangi birini kısırlaştırıcı bir ilâç veya operasyona başvu­rulmasını, İslâm’ın temel prensipleri ile bağdaştırmak imkânı yok­tur. Zira bu, Allah’ın yarattığı yapıyı tebdil etmek anlamına gele­cektir ki, bir âyet-i kerîmede fıtratı bozmaya ve hilkati değiştir­meye kalkanlar kınanmışlar, lânetle anılmışlardır (50). Sağlık zarûretinden kaynaklanan durumlar elbette bunun dışındadır.

c. Doğumu önlemek için rahimde gerçekleşen döllenmenin sona erdirilmesine veya bunun aldırılmasına (kürtaj) gelince, bazı müteahhir fakîhler, döllenmeyi takip eden ilk 120 gün içinde —ruh verilmesinin (51) ve canlanmanın bundan sonra olacağı düşüncesiy­le— bunun caiz olduğuna fetva vermişler ise de(52)., delilleri yeterli ve makul değildir. Zira döllenme ile ceninin hayatı (53) zaten başla­mıştır. Bundan sonrası, yaratılışın kemâle ermesi ile ilgili safha­lardır. O halde bu yol, âile planlamasının tabiî ve meşru yollarından biri olarak görülmemelidir. Annenin ve emme çağında olan çocu­ğunun sağlığı gibi zorlayıcı sebeplerin bulunduğu durumlarda ve anne için hayati tehlikenin söz konusu olması halinde hüküm elbet­te farklı olacaktır. Anne için hayâtî tehlike varsa, bu takdirde 120 günden sonra da olsa gerekli müdahale elbette yapılabilecek, hayat­ta olan ve âile müessesesinin direği durumunda bulunan annenin can güvenliği, henüz dünyaya gelmemiş olan cenine tercih edile­cektir.

Gebeliği önlemek üzere tedbir alma konusunda çok rahat olan ve kadının güzelliğinin bozulmaması arzusunu dahi azlin (yani ge­beliği önlemenin) meşru gerekçeleri arasında zikreden (54) İmâm Gazâlî’nin, düşük yapmak veya aldırmak (kürtaj) konusundaki gö­rüşlerini birlikte okuyalım :

“Azil, cenini düşürmek veya çocuğu diri diri gömmek gibi de­ğildir. Zira bunlar (düşürmek veya diri diri gömmek), meydana gelmiş bir varlığa karşı işlenmiş cinayet hükmündedir. Bu cina­yetin de dereceleri vardır. Varlığın ilk safhası, meninin rahme ulaş­ması ve kadının yumurtası ile birleşmesi suretiyle hayata hazır ha­le gelmesi (döllenmenin gerçekleşmesi) dir. Onun bu varlığını boz­mak bir cinayettir. Pıhtılaşmış kan ve et parçası haline geldikten sonra onu düşürmek daha ağır bir cinayettir. Ona ruh verildikten ve rahimdeki yaratılışı tamamladıktan (uzuvları şekillendikten) son­ra düşürmek ise daha da ağır bir cinayet hükmündedir. Ona karşı işlenecek cinayetlerin en ağırı ise, doğduktan sonra onu öldürmek­tir” (55).

Görüldüğü üzere Gazâlî, hangi safhada olursa olsun cenine müdahale edilmesine karşıdır. Ancak, müdahalenin yapıldığı dönem itibariyle mes’uliyet farklıdır. Gebeliğin 4’ncü ayından, yani cenine ruh verilmesinden ve uzuvlarının yaratılmasının tamamlanmasından sonra onu düşürmekle, meselâ 40 gün içinde iken, henüz bir kan pıhtısından ibaret olduğu dönemde düşürmenin veya aldırmanın mes’uliyet ve günahı elbette farklı olacaktır. Ama netice olarak her iki halde de cenine müdahalenin meşruiyetinden ve mubah ol­masından söz edilemeyecektir. Zaruret durumları elbette yine bu hükmün dışında olacaktır.

Mâliki fatihlerinden Ibn Cuzeyy (öl. 741/1340) de bu konuda Gazâlî gibi düşünmekte ve şöyle demektedir :

Rahim menîyi kaptıktan (döllenme gerçekleştikten) sonra ar­tık ona müdahale câiz olmaz. Yaratılış gerçekleştikten sonra ona müdahale daha da ağırdır. Bundan da ağır olanı, ruh verildikten sonra (gebeliğin 120’nci gününden sonra) onu düşürmektir. Ve bu, bir nefsi öldürmektir ki, bunda âlimlerin ittifakı vardır (56).

7. Aile Plânlaması İnsanlık Kadar Eskidir :

Bir aile içi mesele olarak gebeliği önleme ihtiyacının duyul­ması —bu ihtiyacı hissettiren sebep ne olursa olsun— herhalde in­sanlık kadar eskidir. Kişi varlıklı olmuş, sağlıklı olmuş, ama me­selâ çok evli ise eşlerinden birinden olabildiği kadar çocuğu olma­sını isterken, diğerinden veya câriyelerinden —kendisince geçerli gerekçelerle— çocuğu olsun istememiş ve gebeliği önlemeye çalışmış­tır. Bazen varlık-yokluk, açlık-tokluk hesabı yapmış, geçindiremeyeceğini düşünmüş, fazla çocuğu olmasını arzu etmemiş, bildiği ted­birleri uygulamaya çalışmıştır. Bazen de eşinin iki doğum arasında biraz kendini toparlamasını dilemiş veya eşi aynı şeye ihtiyaç duy­muş, meselâ 2-3 yıl çocuğu olmasın diye düşünmüştür. Kişi bazen de eşinin genç ve taze kalması arzusuyla aynı ihtiyacı duymuştur. Çocuklarını iyi yetiştirip terbiye edememek, zamanın ve çevrenin ahlâkî çöküntüsünü düşünerek iyi bir evlât yetiştirememek endi­şesiyle bu ihtiyacı duyanlar da olmuştur.

Bütün bu düşünceler herhalde insanla birlikte doğmuş, insanla birlikte ve onun tabiatının bir parçası olarak —İslâm’ın da engellemesine mâruz kalmadan— günümüze kadar gelmiştir.

İslam prensip olarak Müslümanların çoğalmalarını telkin et­mekle birlikte, onun tabiatında olan bu ihtiyaca yasak koymamış, bu işi karı-kocanın takdir ve sorumluluğuna bırakmıştır.

Bu plânlama, günümüzün her yönden ağır olan sosyo-ekonomik şartları içinde tabiî olarak vardır. Olmadığını, olmaması lâzım gel­diğini söylemek yanlıştır. Bu konuyu tartışmak, kanaatimizce tar­tışılacak şeyi iyi belirleyememekten, belki de “Âile Plânlaması” ile münakaşaya açık ve İslâm’ın tecviz etmediği yanları bulunan “Nüfus Plânlaması” tabirlerini birbirine karıştırmaktan kaynaklan­maktadır.

Bugünün tıbbının söylediğine göre, normal yaşta başlamış ve devam etmiş bir evlilikte herhangi bir tedbirin uygulanmaması ha­linde bir kadın 15-20 çocuk dünyaya getirebilmektedir (57). Pek çok ailelerde çocuk sayısı 3-5’i geçmediğine göre, bu ailelerin gebeliği önleyici bazı tedbirler uyguladıklarında şüphe yoktur. Bu manadaki plânlama kıyamete kadar da devam edecek, mümin kullar —inşaallah— bu uygulamalarından dolayı sorumlu tutulmayacaklardır.

İSLÂM VE NÜFUS PLÂNLAMASI :

  1. Nüfus Planlaması Fikrinin Doğuşu :

Hemen ifade edelim ki “Nüfus Plânlaması” fikri, “Aile Plân­laması’”nın aksine yenidir. Son iki asra girdiğimiz tarihlerden bu yana konuşulagelen bir meseledir.

Meşhur İngiliz iktisatçısı Malthus, 1798 yılında neşrettiği bir yazısında bu çeşit bir fikir üzerine dikkatleri ilk defa üzerine çeken kişidir. Malthus o yıllarda İngiltere’de nüfusun normalin üzerinde artış yaptığını görmüş, yeryüzündeki yerleşime elverişli yerlerin ve istifade edilir kaynakların sınırlı olduğunu düşünmüş, bu gidişe dur denmez ve nüfus artışını yavaşlatacak tedbirler alınmazsa ileride meydana gelecek nüfus yoğunluğu karşısında hayatın yaşanmaz hale geleceğini ileri sürmüştür. Evlenmelerin ileri yaşlara kadar geciktirilmesi fikri de, tedbir olarak ortaya attığı teklifler arasın­dadır.

Malthus’un fikirleri, onun yaşadığı zaman dilimi ve muhiti ile sınırlı kalmamış, değişik şekil, gerekçe ve tekliflerle önce Fransa, daha sonra Amerika ve diğer batılı ülkelerde tartışılmaya devam etmiştir (58).

Nüfus planlaması meselesi bugün de dünya kamuoyunu en çok meşgul eden, fikir ve siyâset adamlarının tartışmalarına konu olan meselelerden biridir. Bazı ülkeler bu planlamayı nüfuslarını daha da artırmak şeklinde uygularken, diğer bazıları da nüfuslarını azalt­ma veya artış hızını yavaşlatma şeklinde ele almaktadır. Uzak do­ğudaki iki komşu ülke, bu söylediğimizin göze çarpan misalleridir: Malezya ve Endonezya. Bunlardan ekonomik bakımdan zengin kay­naklara sahip ve henüz 13-14 milyon nüfuslu Malezya’da nüfusu artırma yarışı sürdürülürken, 170 milyona yaklaşmış ve fert ba­şına yıllık gelir henüz 400 dolarlarda seyreden Endonezya’da ise devlet, bütün gönüllü kuruluşların da desteğini sağlayarak nüfus artış hızını yavaşlatmaya çalışmaktadır. Konunun Çin’de, Hindis­tan’da, Japonya’da, Avrupa ülkelerinde ele almış şekilleri, nüfusu artırmak veya artış hızını yavaşlatmak için alınan tedbirler elbette farklıdır.

2. Uygulanan Nüfus Politikaları:

Nüfus plânlaması ile ilgili olarak çeşitli ülkelerde uygulanan tedbirleri üç ayrı politikadan biri içinde düşünmek mümkündür :

a. Eğitim Politikası : Bu bir aydınlatma işidir. Arzu ettiği sayıda çocuğa sahip olmak isteyen veya doğumlar arasındaki za­manı uygun fâsılalarla ayarlamayı arzu eden ailelerin çeşitli aydın­latıcı programlarla eğitilmesi, gerekli tıbbî malzeme ve ilâç ihtiyaç­larının karşılanması gibi faaliyetler, bu politikayı tercih eden ülke­lerin yapacakları işlerdir.

b. Yönlendirme politikası : Nüfusu artırmaya veya azaltma­ya yönelik propaganda ve telkin çalışmaları yapmak, bu politika­nın icâpları arasındadır.

c. Caydırma politikası : Az çocuk yapmayı özendirici, fazla çocuk yapmaktan caydırıcı, meydana gelmiş gebelikleri sona erdir­mek üzere kürtaja zorlayıcı tedbirler; çocuk sayısını sınırlayıcı ka­nunî düzenlemeler de bu politikanın icapları cümlesindendir.

Denilebilir ki, nüfus artış hızını yavaşlatmayı veya durdurma­yı, ya da sağlıklı bir artışı politika olarak tespit etmek isteyen ülkelerde alınacak tedbirler bu üç politika dışında olmayacaktır.

3. İslâm’ın Konuya Yaklaşımı :

İslam, Müslüman milletler için nüfus politikası olarak azalma­yı değil, çoğalmayı tercih eder. Çoğalmanın sağlıklı olması, yetişti­rilecek nesillerin ruh ve beden sağlığı açısından güçlü olmaları da esastır. Kuvvetli ve sağlıklı müminin, güçsüz ve zayıf olandan daha hayırlı olduğu, bizzât Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından ifade bu­yurulmuştur (59).

İslam’ın bu temel görüşü sebebiyledir ki, İslam ülkelerinde “Nü­fus Plânlaması” meselesi gündeme geldiğinden bu yana, İslam dün­yasının tanınmış bazı ilim adamları bu fikre karşı çıkmış, ülke ça­pında bir plânlama düşüncesinin Müslümanlıkla bağdaşmayacağını ileri sürmüşlerdir. Mısır’da Muhammed Ebû Zehrâ (60), Pâkistan’da Ebû’l-Âlâ el-Mevdûdî(61) bu fikre karşı çıkan tanınmış isimler ara­sındadır. “Nüfus Plânlaması” fikrinin bugün için arkasında Ameri­ka’nın bulunduğu, gerek bu ülkenin, gerekse batılı diğer ülkelerin, İslam dünyasının çoğalmalarını siyasi hesaplarına aykırı bulduğu gerekçesiyle projeyi destekledikleri, hâlbuki kendi ülkelerinde uy­guladıkları nüfus politikaları ile nüfuslarını artırmaya çalıştıkları bu din otoritelerinin eserlerinde üzerinde hassasiyetle durulan gö­rüşler arasındadır.

Bu görüşlerin aşırı yanları olup olmadığı hususundaki tartışma­lar bir yana, meseleyi ifrat ve tefrit noktalarından ayıklamak su­retiyle İslam’ın bu konudaki görüşü ne olmak gerekir?

Biz, başta da ifade ettiğimiz gibi siyâsî, millî, ekonomik ve sosyal tarafları da olan bu tartışmalara girmek, “Nüfus Plânlaması” fikrine peşinen ve kestirme yoldan “evet” veya “hayır” demek ye­rine, meseleyi biraz önce tespit ettiğimiz politikalar açısından ele almakta fayda görüyoruz.

a. Eğitim Politikası Açısından :

İstenmeyen durumlarda karı-kocanın ortak kararıyla gebeliği önleyici tedbirlerin uygulanmasında cumhûr-i ulemâya (fakîh ve müctehidlerin çoğunluğuna) göre dinî bir mahzur bulunmadığı dik­kate alınırsa, sağlık kaidelerine uygun korunma tedbirlerini öğren­meye ihtiyacı bulunan eşleri eğitmekte, onları bu konuda aydınla­tarak sağlıksız ve hattâ tehlikeli ve iptidâi usullere başvurmak zo­runda kalmaktan kurtarmakta bir beis olmamak gerekir. Gebe kalmayayım diye veya gebe kalmışsa bundan kurtulayım düşüncesiyle nice hanımlarımızın yanlış işler yaptıkları, bazan da hayatlarından oldukları her gün her yerde duyulan olaylar arasındadır. Durum bu olunca, gebeliğin istenmediği durumlarda alınabilecek sıhhî ve meşru tedbirler konusunda halkın eğitilmesi ve aydınlatılmasını devletin bir görevi olarak da görmek imkân dahilindedir.

b. Yönlendirme Politikası Açısından :

Bu politikanın iki şekilde ele alınıp uygulanması ihtimal dahi­lindedir :

(1) Ailelerin özel şartları, imkânları ve sosyal farklılıkları ne olursa olsun, “kalkınmanın zorlaşacağı, işsizliğin çoğalacağı ge­çim şartlarının ağırlaşacağı...” gibi gerekçelerle nüfusu azaltmaya yönelik propagandaların yaygınlaştırılması, bazı ülkelerde görüldüğü gibi yapılan ilânlar ve asılan afişlerle meselâ “sadece iki çocuk!” veya “sadece bir çocuk!” gibi sloganlarla bütün halkın yönlendiril­mesi... gibi ülke çapında sürdürülen faaliyetler bu cümledendir. Bu genelleyici yönlendirme politikasının, İslâm’ın nüfusla ilgili temel ilkeleri ile bağdaştırılabileceği söylenemez.

(2) Çoğalmak kadar, doğan çocukların iyi bir şekilde terbi­ye edilmesinin de lüzumuna ve herkesin bakıp besleyebileceği, eği­tip iyi bir insan, iyi bir vatandaş ve faziletli bir mümin olarak ye­tiştirebileceği kadar çocuk sâhibi olmasının gereğine işaret eden, besleyip büyütebilecek ve eğitip yetiştirebilecek olanları daha çok doğuma teşvik eden, buna gücü yetmeyenlere, doğan her çocuk için sorumluluklarını hatırlatan, âile planlamasına ihtiyaç duyan aile­lere eğitici programlarla yol gösteren çalışmalar da bu cümleden olabilir ki, İslam’ın yalnız nüfus politikasını değil, bütün prensip ve politikalarını ele aldığımızda, bu mânâdaki yönlendirme ve aydın­latmada da din açısından bir mahzur bulunmamak gerekir.

c. Caydırma Politikası Açısından:

Az çocuk yapmayı çeşitli tedbirlerle özendirici hale getirmek, meselâ bu gibi aileleri çeşitli şekillerde mükâfatlandırmak, öncelik­le iş, lojman vb. şeyler vermek, aksine çocuğu fazla olan ailelerin yükünü daha da artırıcı ve ağırlaştırıcı tedbirler uygulamak bu nok­tadan hatıra gelen hususlar arasındadır. Hatta çıkarılacak kanunlarla âilelerin çocuk sayısını sınırlamak, alınan tedbirlere rağmen meyda­na gelen gebeliklerde anneleri kürtaj uygulamasına zorlamak... bu politika içinde ele alınabilecek tedbirler cümlesindendir. Hiç şüp­hesiz Allah’ın, ferdin irâdesine ve takdirine bıraktığı bu konuda devletin yapacağı bu çeşit müdahaleleri İslâm’ın tecviz etmesi, hat­tâ insanın şeref ve haysiyeti ile bağdaştırması mümkün değildir.

MISIR MÜFTÜSÜ NE DİYOR?

Hâlen Mısır Müftüsü bulunan tefsir sahibi Dr. Muhammed Seyyid et-Tantâvî’nin, gerek “Âile Plânlaması”, gerekse “Nüfus Plânlaması” ile ilgili gördüğümüz ve ses kaydı elimizde mevcut olan 21.11.1987 tarihli konuşmasından bazı pasajları da burada naklet­mek istiyoruz :

“Âile planlaması, ortada bir zaruretin veya bir maslahatın (aile veya toplum için şu veya bu faydanın) bulunması halinde İs­lâm’ın tecviz ettiği bir meseledir. Nitekim sahih bir hadiste sabit olduğu üzere bir sahâbî ‘Biz Rasûlüllah (s.a.s.) zamanında azil ya­pıyorduk. Haberdar olduğu halde bizi bundan yasaklamadı’ demiştir. Azil, bir çeşit aile planlamasıdır”.

“Kadının sağlık durumu fazla çocuk yapmaya elverişli olma­yabilir. Aynı şekilde ailenin diğer fertlerinin sağlık durumları, an­nenin daha çok ilgisini gerekli kılabilir. Halbuki kalabalık bir aile­de onlar üzerine gereği kadar ihtimam etmek onun gücünü aşar. Bu ve buna benzer durumlarda âile planlaması uygulamakta hiç­bir beis yoktur. Ve bu planlama, Allah’ın kaza ve kaderine de ay­kırı düşmez. Allah bize dini bütün, aklı ve bedeni güçlü ve sağlıklı nesiller yetiştirmemizi emretmiştir... Kısaca söylemek gerekirse, is­ter sağlık açısından, ister sosyal açıdan böyle bir planlamaya ih­tiyaç gösteren bir durum varsa aile planlamasına gitmek veya ço­cuk sayısını belli bir sınırda tutmakta herhangi bir mahzur söz ko­nusu değildir”.

“Şu da belirtilmelidir ki, konu şahıstan şahsa, aileden aileye, toplumdan topluma farklılık arz eder. Misal olarak Suudi Arabistan’ı ele alalım. Bu ülke, arazisi geniş ve zengin bir ülkedir. Çalışıp üre­tecek, iş yapacak pek çok insana ihtiyacı vardır. Bu ülke için bir nüfus plânlamasından söz etmek akılsızca bir iş olur. Başka bir ülke düşünelim, orada da fevkalâde nüfus yoğunluğu vardır. Arazi dar­dır. İşsizlik çoğalmıştır. Böyle bir ülkede ise nüfus planlamasından söz etmek mümkündür. Çünkü bizler öyle bir asırda yaşıyoruz ki, bu asırda milletler artık nüfuslarının çokluğu ile ve kemmiyetle iler­lemiyorlar. Biz artık milletlerin kemmiyetten önce keyfiyetle kalkı­nıp ilerledikleri bir asırda bulunuyoruz. Bazen bakıyorsunuz küçü­cük bir millet... Ama fertleri bilgili, akıllı ve üretici insanlar... İşte bu küçük millet, nüfusu kalabalık, ama ilim ve kültürden na­sibini alamadığı için geri kalmış nice milletlerin önüne geçebilmiştir”.

“Bu konularda hükümetlerin direkt olarak birtakım emirler ve yasaklarla işin içine girmesi zararlı olur. Bizim bu konudaki gö­rüşümüz odur ki, hükümetler halka yol göstermeli ve toplum yararı neyi icap ettiriyorsa —tartışmalara taraf olmadan— o istikamette millet fertlerini yönlendirmeye çalışmalıdırlar”.

DİYANET NE DİYOR?

Konuyu noktalamadan önce, gebeliğin önlenmesi ile ilgili ola­rak Diyanet İşleri Başkanlığının görüşüne de burada yer vermek istiyoruz.

Gebeliği önlemenin, dolayısıyla doğum kontrolünün dinî hük­mü meselesi, Cumhuriyet döneminde Diyanet İşleri Başkanlığına üç ayrı tarihte resmî makamlar tarafından intikal ettirilerek görüş istenmiştir. Her seferinde konu, Başkanlığın yetkili ilim heyet­lerince incelenmiş, dinî görüş tespit edilmiştir. Vatandaşlardan ay­nı maksatla gelen yüzlerce soru, elbette bunun dışındadır. Bu konu­da cereyan eden resmî yazışma ve çalışmalar özetle şöyledir :

1. Müşavere ve Dini Eserler İnceleme Kurulunun İncelemesi:

Gebeliği önlemek üzere tedbir uygulamanın din açısından hük­münün ne olduğu hususu, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığının 13.12.1960 gün ve 10456 sayılı yazısı ile Diyânet İşleri Başkanlığından sorulmuştur. Zamanın Diyanet İşleri Başkanı merhum Ömer Nasûhî Bilmen, bu konudaki Başkanlık görüşünün hazırlanması için bu yazıyı Müşavere ve Dinî Eserler İnceleme Kurulu’na havâle et­miştir. Bugünkü Din İşleri Yüksek Kurulu’nun görevlerini yapan bu Kurul konuyu incelemiş ve 538 sayı ile şu kararı almıştır :

“Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Sağlık İşleri Umum Mü­dürlüğünün ilkahla mani tedbir almanın İslâmiyet nokta-i nazarın­dan caiz olup olmadığı hakkmdaki 13.12.1960 tarih ve 10456 sayılı yazısı Yüksek Başkanlıktan 16.12.1960 tarih ve 35739 sayı ile Ku­rulumuza havâle buyuruhnakla keyfiyet incelendi :

İlkah’ı(62) önleme tedbiri diye ifâde edilebilecek olan azil, ashabdan bazılarının ve onlara tâbi olan bazı âlimlerin kerih görmüş olma­larına rağmen, içlerinde Hazreti Ali, Sa’d b. Ebî Vakkas, Zeyd b. Sabit, E’bû Eyyûb el-Ensârî, Câbir, İbn Abbâs, Hazreti Hasan, Habbâb b. Erett, Ebû Saîd el-Hudrî, Abdullah b. Mes’ud gibi ze­vatın da dâhil bulunduğu ulemây-ı ashâb(63) ve onlara ittibâ eden cumhûr-i ulemâ tarafından caiz görüldüğünün,

Ve şu kadar ki, ilkâh’a mani tedbir almakta kadının rızası şart olup, zaman icabı çocuğun kötü yetişmesi, harp veya sefer içinde bu­lunmak ve benzeri sebeplerle bu şartın da sakıt olacağının Yüksek Başkanlığa arzına karar verildi. 19.12.1960”.

Hasan Hüsnü Erdem Şehid Oral

(imza) (imza)

A. Hamdi Kasaboğlu İ. Hakkı Gürsoy

(imza) (imza)

UYGUNDUR REİS

Ömer Nasûhî Bilmen imza

2. Din İşleri Yüksek Kurulunun Birinci İncelemesi :

Gebeliğin önlenmesi konusundaki dinî görüşün öğrenilmesine 1980’li yıllarda T.B.M.M. Sağlık ve Sosyal İşler Komisyonu Başkan­lığınca ihtiyaç duyulmuş, 25.1.1980 gün ve 57/26669 sayılı yazı ile Diyanet İşleri Başkanlığından görüş istenmiştir. Konuyu zamanın Din İşleri Yüksek Kurulu incelemiş, hazırlanan metin üyeler tarafın­dan imza edilerek Başkanlığın 29.1.1980 gün ve 189 sayılı yazısı ekin­de, adı geçen Komisyon Başkanlığına gönderilmiştir. Bu metin aynen şöyledir :

“1. İslâm, prensip olarak evlenip çoğalmayı teşvik etmiştir.

2. Çeşitli nedenlerle doğum istenmediği durumlarda, gebeliği önleyici tedbirlere başvurulması, ashâb-ı kiram ile İslâm müctehid ve bilginlerinin, çoğunluğu tarafından câiz görülmüştür. Sahâbe-i kirâmın bir kısmı ile onların görüşlerine katılan bazı İslâm müctehid ve âlimleri ise gebeliği önleyici tedbirler almayı hoş görmemişlerdir.

3. Çocuk doğurma, çocuk sayısının sınırlandırılması, iki gebe­lik arasındaki sürenin ayarlanması, kısırlığın tedavi ettirilmesi... gibi konularda da, karı-kocanın ortak isteğine göre meşrû ve emin çare­lere başvurulması İslâm âlimlerinin çoğunluğunca câiz görülmekte­dir, Ancak, devamlı kısırlığa yol açan ilaç ve âletlerin kullanılması, sıhhî kesin bir zaruret bulunmadıkça tecviz edilmemiştir.

4. Henüz dört aylık olmayan gebeliğe son verilebileceği görü­şünde olan ve bu görüşlerini kanaatimizce sağlam delillere dayandı­ranınmış bulunan bazı fakîhler varsa da, gebe kalındıktan sonra —dört aylık süre içinde de olsa— bir zaruret olmaksızın, rahimde­ki nutfe veya ceninin gerek ilaç, gerekse diğer etki ve işlemlerle dü­şürülmesi veya aldırılması (kürtaj), İslâm bilginlerinin büyük ço­ğunluğu tarafından câiz görülmemiştir. Dört aylıktan sonra ise, annenin hayatının kurtarılması dışında bir nedenle gebeliğe son ver­menin, kürtajın haram ve cinayet hükmünde olduğunda İslâm müc­tehid ve fakihleri ittifak etmişlerdir.

Sonuç olarak denilebilir ki, gebeliği önleyici tedbirlere başvur­mak, doğumu kontrol altında bulundurmak, istenmeyen durumlar­da gebeliğe engel olmak câiz ve mümkündür. Ancak, gebelikten sonra haklı, kesin ve meşrû bir zaruret olmaksızın, düşürmek veya aldırmak (kürtaj) yolu ile bir canlının hayatına son verilmesinin câiz olmaya­cağı mütalâa olunmuştur.”

İrfan Yücel Recep Akakuş Mehmet Kaymakçı

imza imza İmza

Dr. Ahmet Baltacı İbrahim Atay Kemal Güran Hasan Ege

imza İmza imza imza

3.. Din İşleri Yüksek Kurulunun İkinci İncelemesi:

Yukarıda yer alan Din İşleri Yüksek Kurulu görüşünün T.B.M.M.’e gönderilmesinin üzerinden henüz bir yıl geçmeden bu defa da Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, 21 yıl önce sorduğu soruyu ye­nilemek suretiyle konuyu yeniden gündeme getirmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığından 2.12.1980 gün ve 3720-2258 sayılı yazı ile gebeliği önlemenin dinî hükmünü sormuş, —Başkanlık bu defa konuyu genişli­ğine incelemeye aldığı ve bu yüzden cevâbı geciktirdiği içindir ki— 19.2.1981 gün ve 3720-472 sayılı yazısı ile de isteğini te’kid etmiştir.

Konu, sözü edilen yazılardan ilki üzerine bu defa Din işleri Yük­sek Kurulu Başkanlığınca üyelerden Sayın İrfan Yücel’e havâle edi­lerek bir inceleme yazısı hazırlaması sağlanmış, Sayın Yücel’in bu çalışması, Kurul tarafından incelendikten sonra mevcut üyeler tarafından parafe edilerek Başkanlığın 23.3.1981 gün ve 349 sayılı yazısı ekinde soru sahibi Bakanlığa gönderilmiştir. Bu inceleme yazısının “Sonuç” başlığını taşıyan bölümü aynen şöyledir :

“Sonuç :

1. Toplumun temeli ailedir. Ailenin devamlılığını çocuk sağlar. Dinimiz prensip olarak evlenip yuva kurmayı ve çoğalmayı teşvik et­miştir. Meşrû mazeret olmadan gebeliğin ve doğumun önlenmesi uygun değildir.

2. Çocuk aileye ve topluma Allah’ın emanetidir. Bu itibarla her aile ancak bakıp yetiştirebileceği sayıda çocuk edinmelidir.

3. Çeşitli nedenlerle çocuk istenmediği durumlarda, karı-koca­nın ortak istekleriyle gebeliği önleyici tedbirler alınması caizdir. Do­ğum yapma, çocuk sayısının sınırlandırılması, iki doğum arasındaki sürenin ayarlanması, kısırlığın tedavi ettirilmesi... gibi konularda da, karı-kocanın ortak isteğine göre meşrû ve emin çarelere başvurulma­sı câizdir. Ancak sağlığa zararlı veya devamlı kısırlığa yol açan ilaç ve âletlerin kullanılması câiz görülmemiştir.

4. Dinen meşrû bir mazeret olmadıkça çocuk düşürmek veya aldırmak (kürtaj) haram ve cinâyet hükmündedir. Çocuk düşürmek ve aldırmak, gebeliği önleyici tedbirlerden değildir.

5. Gebeliği önleyici tedbir alınması veya ailede çocuk sayışının sınırlandırılması hususu, ailelerin kendi imkân ve isteklerine bağlı olmalıdır. Bunun kanunla sınırlanması dinen câiz değildir. Bu ko­nuda devletin görevi vatandaşları eğitmek, meşrû ve emin çareleri öğretmek, gerekli ilâç ve âletlerin temini hususunda kolaylık sağ­lamaktır.

Görüldüğü üzere, gebeliği önleyici meşru ve emin çarelere baş­vurmak, doğumu kontrol altında bulundurmak, istenmeyen durum­larda gebeliğe engel olmak, karı-kocanın isteğine göre çocuk sayısını sınırlamak dinen câiz ve mümkündür. Ancak gebelikten sonra, yu­karıda açıklanan kesin ve meşrû mazeretlerden biri olmadıkça düşür­mek veya aldırmak (kürtaj) yolu ile bir yavrunun dünyaya gelmesi­nin önlenmesi, her selim vicdanı sızlatacağı gibi, dinen de câiz de­ğildir”.

Paraflar : İrfan Yücel, Recep Akakuş, Mehmet Kaymakçı, Ke­mal Güran, Yakup İskender, Dr. Ali Arslan Aydın.

Üyelerden Dr. Ali Arslan Aydın, parafının yanına “Metin üze­rinde bazı mülâhazalarım mevcuttur.”, diye bir not düşmüş ise de, bu mülâhazalarını yazılı olarak vermediği anlaşılmıştır.

BİBLİYOĞRAFYA

Ahmed b. Hanbel (öl. 241/855), el-Musned, I-VI, Beyrut, 1389 h/1969 m.

Aynî, Bedruddin Mahmûd b. Ahmed (öl. 885/1451), Umdetu’l-karî, IX, İstanbul, tarihsiz (Âmire tab.).

Buhârî, Muhammed b. İsmail (öl. 256/870), es-Sahîh, I-VIII, İstanbul, 1315 h.

Cezîzî, Abdurrahman (öl. 1360/1941), Kitâbu’l-fıkh ale’l-mezâhibi’l-erbaa, V, Mısır, tarihsiz (5. baskı).

Ebû Dâvûd, Süleyman b el-Eş’as (öl. 275/888), es-Sünen, nşr. M.M. Abdulhamîd, I-TV, Dâru ihyâi’s-sunneti’n-nebeviyye.

Ebû Zehra, Muhammed, Tanzîmu’l-usra ve tanzîmu’n-nesl, Kahire, tarihsiz (Dâru’l-fikrî’l-arabî).

Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed (öl. 505/1111), îhyâu ulûmi’d-dîn II, Mısır, tarihsiz (el-Mektebetu’t-ticâriyyeti’l-kubrâ).

Goldziher, Ignaz, Zâhirîler, trc. Cihad Tunç, Ankara, 1982.

İbn Âbidîn, Muhammed Emin (Öl. 1252/1836), Raddu’l-muhtâr, II, Mısır, 1272 (Bulak tab.).

İbn Cuzeyy, Muhammed b. Ahmed el-Kelbî (Öl. 741/1340), el-Kayânînu’İ- fıkhıyye, Beyrut, tarihsiz (Dâru’l-fikr).

İbn Hacer, Ahmed b. Ali el-Askalânî (öl. 852/1448), el-îsâbe, IV, Kahire, 1328 h.

İbn Hacer, Tehzîbu’t-tehzîb, XII, Haydarâbâd, 1327 h.

İbn Hazm, Ali b. Ahmed (öl. 456/1064), el-Muhallâ, X, Beyrut, 1352 h.

İbn Kayyım, Muhammed b. Kayyim el-Cevziyye (öl. 751/1350), Zâdu’I-meâd, IV, Mısır, 1369 h/1950 m.

İbn Mâce, Abdullah b. Muhammed (öl. 275/888), es-Sünen, nşr, M.F. Abdulbâki, I-II, Kahire, 1372 h/1952 m.

Ibn Sa’d, Ebû Abdillah Muhammed (öl. 230/845), et-Tabakatu’l-kubrâ, I-VIII, Beyrut, 1376-1380 h/1957-1860 m.

İnsan ve Kâinat, Eylül 1987.

Mâlik b. Enes (öl. 179/795), el-Muvatta’, I-H, Beyrut, tarihsiz.

Mevdûdî, Ebu’La’lâ, Hareketu tahdîdi’n-nesl, Dimeşk, 1385 h/1965 m.

Murtedâ, Muhammed b. Muhammed ez-Zebîdî (öl. 1205/1790), îthâfu’s-sâdeti’l- muttekîn, V, Kahire, 1311.

Müslim b. el-Haccâc (öl. 261/875), es-Sahîh, nşr. M.F. Abdulbâkİ, I-V, Kahire, 1374-1375 h/1955-1956 m.

Nesâî, Ahmed b. Ali b. Şuayb (öl. 303/916), es-Sunen bişerhi’s-Suyûtî, I-VIII, Kahire, 1348 h/1930 m.

Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Yahya b. Şeref (öl. 676/1277), Sahîhu Müslim bişerbi’n- Nevevî, X, el-Matbaatu’l-mısriyye, 1349 h.

Şiblî, Mevlânâ, Asr-ı Saadet, I, İstanbul, 1346 h/1927 m.

Tahâvî, Ebû Ca’fer Ahmed b. Muhammed (öl. 321/933), Şerhu meâni’l-âsâr, III, Kahire, 1388 h/1968 m.

Tebrîzî, Muhammed b. Abdillah (öl. 737/1337), Mişkâtu’l-mesâbîh, nşr. M.N. el-Elbânî, II, Dimeşk, 1381 h/1961 m.

Tirmîzî, Muhammed b. İsâ (öl. 279/892), es-Sünen, I-V, Kahire, 1356-1385 h/1937-1965 m.

Zehebî, Muhammed b. Ahmed (öl. 748/1374), Siyeru a’lâmi’n-nubelâ, I-XXIII, Beyrut, 1405 h/1985 m.

Ziriklî, Hayruddin, el-A’lâm, İÜ, tarihsiz (3. baskı).

(1) el-Bakara, 2 : 187

(2) er-Rûm, 30 : 21.

(3) Fazla bilgi için bk. Cezîrî, el-fıkh ale-l-mezâhibi’l-erbaa, IV, 4-11.

(4) en-Nûr, 24 :32.

(5) Buhârî, es-Sahîh, VI, 117 (Nikâh, 2); Müslim, es-Sahîh, II, 1018 (Nikâh, 1); Ebû Dâvûd, es-Sünen. II, 219 (Nikâh, 1); İbn Mâce, es-Sunen, I, 592 (Ni­kâh, 1); Ebû Dâvûd, es-Sunen, II, 219 (Nikâh, 1); İbn Mâce, es-Sunen, I, 592 (Nikâh, 1); Nesâî, es-Sunen, IV, 169-171 (Sıyâm, 43), VI, 57, (Nikâh, 3).

(6) Tebrîzî, Mişkâtu’l mesâbîh, II, 161 (Hadis: 3096).

(7) Ebû Dâvûd, es-Sunen, II, 220 (Nikâh, 4); Nesâî, es-Sünen, VI, 66 (Nikâh, 11); Hâkim, el-Mustedrek, II, 162 (Nikâh).

(8) et-Tahrîm, 66 : 6.

(9) Buhârî, es-Sahîh, I, 215 (Cum’a, 11); Müslim, es-Sahîh, III, 1459 (İmâra, 20)

(10) Müslim, es-Sahîh, III, 1255 (Vasiyye, 14).

(11) Buhârî, es-Sahîh, I, 215 (Cum’a, 11); Müslim, es-Sahîh, III, 1459 îmâre, (20).

(12) İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-kubrâ, II, 22; Şiblî, Asr-ı Saâdet, I, 346.

(13) bk. Ibn Sa’d, Aynı eser ve yer. (Zeyd b. Sâbit’in hayâtı için bk. Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nubelâ, II, 426; Ziriklî, el-A’Iâm, III, 95)

(14) Azil (azl) : Cinsî ilişkinin sonunda erlik suyunun (meninin), kadının cinsî organının dışına akıtılmasıdır. Bundan maksat, ilişki sonunda kadının gebe kalmasının önlenmesidir.

(15) Müslim, es-Sahîh, II, 1063 (Nikâh, 132); Ebû Dâvûd, es-Sunen, II, 251 (Nikâh, 49).

(16) Buhârî, es-Sahîh, III, 172 (Tevhîd, 18); Müslim, es-Sahîh, II, 1062 (Nikâh, 130); İbn Mâce, es-Sunen, 620 (Nikâh, 30).

(17) Esir kadınlardan azil yaparak yararlanmak istemelerinin sebebi, hâmile kadınların satılamamalıdır. Halbuki onlar bu kadınlardan hem yararlanmak istiyor, hem de sonunda onları satıp para elde etmeyi düşünüyorlardı.

(18) Buhârî, es-Sahih, III, 122 (Itk, 13); Müslim, es-Sahîh, II, 1061. (Nikâh, 125); Mâlik, el-Muvatta’, II, 594 (Talâk, 95); Ebû Dâvûd, es-Sunen, II, 252 (Nikâh, 49).

(19) Müslim, es-Sahîh, II, 1064 (Nikâh, 134).

(20) Buhârî, es-Sahîh, VI, 153 (Nikâh, 96); Müslim, es-Sahîh, II, 1065 (Nikâh, 136); Tirmizî, es-Sunen, III, 434 (Nikâh, 39); İbn Mâce, es-Sunen, I, 620 Nikâh, 30).

(21) Müslim, es-Sahîh, n, 1065 (Nikâh, 136).

(22) Müslim, es-Sahîh, II, 1065 (Nikâh, 138).

(23) Mev’ûde : Diri olarak toprağa gömülen kız çocuğu demektir. Besleyip büyütememek korkusundan veya kız babası olmayı âr konusu saymaların­dan dolayı bazı câhiliyye devri Arapları bu vahşeti irtikâb ediyorlardı. Azle “küçük mev’ûde” denmesine karşılık, diri diri gömülen kız çocuğuna da “büyük mev’ûde” denmiştir, (bk. Aynî, Umdetu’l-Karî, IX, 495).

(24) Ebû Dâvûd, es-Sunen, II, 252 (Nikâh, 49). Ayrıca bk. Tirmizi, es-Sunen, III, 434 (Nikâh, 39); Ahmed, el-Musned, III, 33, 51, 53.

(25) Müslim, es-Sahîh, II, 1067 (Nikâh, 141); İbn Mâce, es-Sunen, I, 648 (Nikâh, 61); Ahmed, el-Musned, VI, 361, 434.

(26) Mâlik, el-Muvatta’, II, 595 (Talâk, 96).

(27) Mâlik, el-Muvattâ’, II, 595 (Talâk, 97).

(28) “Ebû Saîd”, Zeyd b. Sâbit’in künyesidir.

(29) Mâlik, el-Muvatta’, II, 595 (Talâk, 99).

(30) Mâlik, el-Muvatta’, II, 596 (Talâk, 100).

(31) Aynî, Umdetu’l-kâ’rî, IX, 494.

(32) îbn Kayyim, Zâdu’l-meâd, IV, 16.

(33) Mâlik, el, Muvatta’, II, 595 (Talâk, 98).

(34) Aynî, Umdetu’l-Kârî, IX, 494.

(35) Tirmizî’nin “garîb” kaydiyle Enes b. Mâlik’ten rivâyet ettiği bir hadis şöyledir :

“Bir adam geldi ve şöyle dedi :

— ‘Ey Allah’ın Rasûlü, devemi bağlayayım da Allah’a öyle mi tevekkül edeyim? Yoksa salıvereyim de mi tevekkül edeyim? Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s.) :

— ‘Onu bağla, sonra tevekkül et’, buyurdu” (bk. Tirmizî, es-Sünen, IV, 668, Kıyâme, 60).

(36) bk. İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-kubrâ, VIII, 243.

(37) Bu ismi bazı kaynaklar “zâl” ile Cuzâme olarak zikretmişler ise de, îbn Hacer bunun yanlış olduğuna işâret ederek doğrusunun Cudâme olduğunu söylemiştir (bk. İbn Hacer, Tehzîbu’t-tehzîb, XII, 405).

(38) bk. İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 258-259; Tehzîbu’t-tehzîb, XII, 405; İbn S’a’d, et-Tabakâtu’l-kubrâ, VIII, 243 (îbn Hacer, onun Cendel kızı Cudâme el-Esediyye olduğu görüşünü tercih etmektedir).

(39) bk. Zebîdî, Ithâfu’s-sâde, V, 379; Nevevî, Şerhu Müslim, X, 9;

(40) Tahâvî, Şerhu meâni’I-âsâr, III, 34.

(41) Aynı eser, III, 30.

(42) bk, Gazâlî, el-îhyâ, II, 51-52.

(43) îbn Kayyım, Zâdu’l-meâd, IV, 16-17.

(44) Goldziher, Zâhirîler, s. 99.

(45) bk. Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nubelâ, XVIII, 186.

(46) bk. îbn Hazm, el-Muhallâ, X, 70-71.

(47) Hz. Ali bu açıklaması ile el-Mu’minûn sûresinin 12-14’ncü âyetlerine işâret etmiştir ki, mealleri şöyledir: “Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülâsadan yaratmışızdır. Sonra onu sarp ve metin bir karargâhta bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik, derken o kan pıhtısını bir çiğnem et yaptık, o bir çiknem eti de kemiklere kalbettik de, o kemiklere de et giydirdik. Bilâhere onu başka bir yaratılışla inşâ ettik. Sûret yapanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir”.

(48) İbn Kayyim, Zâdu’l-meâd, IV, 17-18; Ayrıca bk. Gazâlî, el-İhyâ, II, 52; Tahâvî, Şerhu meâni’l-âsâr, III, 32.

(49) Misâl olarak bk. İbn Âbidîn, Reddu’l-muhtâr, II, 380.

(50) en-Nisâ, 4 : 118-119.

(51) Abdullah b. Mes’ûd’un rivayetine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyur­muştur: “Kişinin yaratılışı (ana ve baba maddeleri) 40 gün zarfında ana karnında toplanır (yaratılışa, insan sûreti kazanmaya elverişli bir halde tahammür eder, oluşur). Sonra o maddeler bir o kadar zaman (40 gün) içinde kan pıhtısı hâlini alır. Sonra yine o kadar zaman (40 gün) içinde bir çiğnem ete dönüşür. Sonra Allah bir melek gönderir ve ona şu dört kelimeyi yazması emredilir: Onun işini, rızkını, ecelini, kötü veya iyi bir kul olaca­ğını yaz, denilir. Sonra ona (cenîn’e) ruh verilir....” (Buhârî, es-sahîh, IV, 78, Bed’ul-halk, 6; Müslim, es-Sahîh, IV, 2036, Kader, 1; Ebû Dâvûd, es-Sunen, IV, 228, Sunne, 16).

(52) bk. İbn Âbidîn, Reddu’l-muhtâr, II, 380.

(53) Cenin : Cinsî birleşme sonundaki döllenme ile vücut bulan varlıktır. Döl­lenmeyi takip eden dönemler itibariyle değişik vasıflarla zikredilir. Tâmmü’l-hilka olan cenin, tâmmü’l-hilka olmayan cenin... gibi.

(54) bk. Gazâlî, el-îhyâ, II, 51.

(55) Gazâlî, el-îhyâ, II, 51.

(56) Ibn Cuzeyy, el-Kavânînu’l-fıkhiyye, s. 183.

(57) Babuna, Kürtaj Kimin için? İnsan ve Kâinât, s. 11, Eylül, 1987.

(58) bk. Mevdûdî, Hareketu tahdîdi’n-nesl, s. 2-3.

(59) bk. Müslim, es-Sahîh, IV, 2052 (Kader, 34); İbn Mâce, es-Sunen, I, 31 (Mukaddime, 10).

(60) Tanzîmu’l-usra ve tanzîmu’n-nesl adlı eseriyle,

(61) Hareketu tahdîdi’n-nesl adlı eseriyle.

(62) ilkah ; Gebe bırakmak, döllemek, döllenmek.

(63) Ulemây-ı ashâb : Sahâbilerin âlim olanları.