Makale

ÇEYİZ SANDIĞINDAKİ PORTAKAL KABUĞU Mehmet Ali C

ANI

ÇEYİZ
SANDIĞINDAKİ
PORTAKAL
KABUĞU
Mehmet Ali Cengiz

Elbisesinin kuşağına iple bağlı ve cebine sarkıtılmış iyice siyahlanan anahtara hepimizin gözü takılır dururdu. Hele uzun kış gecelerinde, anamın elini cebine uzatıp arar gibi yaptıktan sonra kalkıp "kışevin’e doğru gittiği zaman hepimizi ayrı bir sevinç sarardı. Biraz sonra "çirtikli” bakır sahan içerisinde getirip ortaya koyduğu dut pestili, bastık, çekirdek ve ceviz içinden oluşan “çerezden hem yiyip ve hem . de derslerimizi hazırlamamız bizim en büyük zevkimiz ve hem de akşamı beklememizin sebebi idi.
Evimize ilk gelen komşunun gelini, yahut akrabadan gelinlik bir kızın gelmesinde de anam yine elini anahtarın ip sapına uzatır, bir taraftan anahtarı çıkarmaya çalışırken, öte yandan "yüklük’ün yan tarafına yerleştirdiği sandığını açar ve o gençleri sevindirmek için mendil, yazma, bir şişe koku... gibi şeyleri getirip hediye ederdi. Komşular da arkasından:
- Osmanlı kadın canım, gençleri gönüller... derlerdi.
Yaşı doksana yaklaşmıştı. Anamı kaybettik. Allah rahmet etsin inşallah...
Epey zaman sonra, iple bağlı, siyahlaşmış ve hatta pas tutmuş anahtarı alıp sandığa yaklaştığımız zaman bizim için artık kutsal gibi bir şey olan sandığı heyecanla açtık. Bu tahta sandığın içindekiler o kadar güzel yerleştirilmiş ki, her şey yerli yerinde. Hemen kapağın altında küçük bir bölmesi var. Burada iğnesi, ipliği ve çok eskilerden kalma kemik düğmeler yanında bir de muşambaya sarılı küçük "mushaf’ı duruyor.
- Dokuz yaşında aktardığımda babam vermişti bunu... der, bizlere bile el sürdürmezdi. Her perşembe çıkarır, okur sonra muşambasına dolar, sandığına yerleştirirdi.
Son yıllarda çıkarmaz olmuştu bu mushafı. Gözlüğünü değiştirdiği halde, gözleri seçemiyor, daha büyük yazılı Kur’an dan okuyordu.
Sandığın bu küçük bölmesinde tülbende sarılı bir şey daha vardı. Merakla açıldı. İçerisinden kupkuru bir portakal kabuğu çıkmasın mı?..
Herkes birbirinin gözüne bakıp, buna bir anlam vermeye çalışırlarken:
- Durun, dedim...
Portakal kabuğunu elime alıp, bu kuru, incelmiş, fakat renginden hiçbir şey kaybetmemiş şeyi burnuma götürüp uzun uzun koklayıp içime çektikten sonra, bana merakla bakanlara başladım anlatmaya:
"Bu portakal kabuğu altmış yıllıktır. Şurada, köşedeki evde Hacı Dayı derdik birisi otururdu. Bu adamın çok zamanı gurbette geçerdi. Daha çok Çukurova’ya giderdi. Bahar gelince dönerdi.
Malatya’ya trenin ilk geldiği yıl, Hacı Dayı Çukurova’dan trenle döner. Heybesine gelirken birazda portakal koyar. Malatya’ya iner ama, şiddetli bir kış var. Her taraf kar, buz. Geleceği yer 18 saatlik bir yol. 0 devirde yol yok, araba yok. Hacı Dayı atar heybesini omuzuna düşer yola.
Yolboyu kaldığı misafir evlerinde birer ikişer portakal ikram ettiğinden, Hacı Dayı evine ancak iki portakal getirebilir. Hepsi iki portakal. Hangi komşuya verilebilir ki?
Hanımı Şerife Teyze cebine sıkıştırdığı işte bu portakal kabuğunu bize de getirdi.
Aman Safiye Abla, gurbanın olayım. Yoktu ki kendisini getireyim. Ne olur, sandığına koy da koksun diyerek büyük bir sevinçle anama verdi. Biz de yerlerimizden fırlamıştık. Portakalın kabuğunu görecektik. Anam hepimizin burnuna sıra ile tuttuktan sonra götürüp işte bu sandığa koydu. Çamaşır günleri kabuğu çıkarır, hepimizin burnuna tutup koklattıktan sonra yine sandığına yerleştirirdi...
Orada bulunanlar, gelinler, torunlar büyümüş gözleri, süzülmüş yüzleri ile adeta kendilerinden geçmişlerdi. Ben de anamın yaptığı gibi portakalın kabuğunu herkese ayrı ayrı koklattım. Geçmiş günleri böylece anarken, cümle geçmişlerimizi rahmetle saygıyla anıp, Rabbimize şükürlerimizi arzettik.