Makale

Ramazanla Gelenler ve Gidenler

Ramazanla Gelenler ve Gidenler

Prof. Dr. Ali ŞAFAK

  1. GİRİŞ

İslâm’ın beş temel esasından birisi olan Ramazan Orucu; gerek mahiyeti, gerekse taşımış olduğu bir kısım özellikler bakımından, diğer temel ibâdetler­den bir hayli farklılıklar arz etmektedir. Bir kere, kendisi sırf bedene taalluk etmesi nedeniyle vücudumuzun bir zekâtı durumundadır. Ayrıca dünya ni­metlerinden bir süre için el ve eteği çekme açısından nefislere hakimiyet de­recesi, sabır ölçüsünü ispatlama bakımından da bir imtihan alanıdır. Bir ay boyu kısa, ya da uzun günlerde bu sabrı, dayanıklılığı göstermek ise, Allah katında diğer ibâdetlerden farklı bir biçimde mükafatlandırılmaktadır.

İbâdetlerimiz genelde hep müspet hareketlerimizle bilinir, o hareketleri yapınca kişi ibâdetini edâ eylemiş olur. Namaz, zekât ve hac gibi temel ibâ­detler böyledir. Oruç ise bunların tam aksine yapılmadığında, tutulmadığında kişinin oruçlu olmadığına hükmedilir. Oruç tutmayan birisi, orucunu yedi­ğinde ancak anlaşılabilir. Değilse anlamak, da kolay olmaz. Bu menfi, ha­reketle bilinişi de onun diğer ibâdetlerden farklı bir değerlendirilmeye, çok üs­tün bir sevaba kavuşmaya Cenâb-ı Hak vesile kılmıştır.

  1. ORUCUN ÖNEMİ VE HİKMETİ

Bu konuyu açıklamaya geçmeden önce, birkaç hadis-i şerif mânâsını bu­rada kayretmekte yarar vardır. “Ramazan Orucu geldi mi Allah’ın rahmet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur.” (1) "Ey cemaat! Size büyük bir ay yaklaşmaktadır. Bu ay sabır ayıdır. Sabrın sevabı da cennettir. Bu ay yardımlaşma ayıdır. Bu ayda mü’minîn cevabı ar­tırılır.” (2), “Allah (cc), Ademoğlunun her amelî kendisinindir. Yalnız oruç müstesna. Çünkü o benimdir. Onun mükafatını verecek olan da benim, buyur­muştur. Oruç bir kalkandır. Biriniz oruç tuttuğu bir gün olursa o gün kötü bir söz söylemesin ve gürültü çıkarmasın; Şayet kendisine birisi söver yahut kavga ederse, “Ben oruçluyum’’ deyiversin. Muhammedin nefsi kudretinde olana yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu kıyamet günü Allah indinde misk kokusundan daha güzeldir.” (3)

Şu hadislerden de anlaşıldığı üzere; Ramazan ayı gelince sofrada bir bolluk, Müslümanlar arasında bir gönül tokluğu ve kanaatlılık, bazı iş kol­larında diğerlerine oranla, daha bir canlılık, halk arasında sosyal dayanışma ve fakir-fukaraya yardım eli uzatmakta bir yarış ve daha neler görülür. Buna karşılık, kötülük yuvaları müşterisizlik nedeniyle genelde faaliyetlerini dur­durmak zorunda kalır, suç ve suçluların sayısında -özellikle inananlar arasın­da- açık şekilde bir azalma görülür, din ile dini duygularla alay eden, din­dar toplamların en ufak bir davranışını abartarak veren ve bunları amaçla­rından saptıran yayın organları bu mübarek ayda herkesten daha çok din­darmış görünüm ve yarışma girer, dinî duyguları istismar eyleyerek halka Kur’ân mealleri, hadis ya da diğer bazı dinî yayınlar sunmaya girişir.

Sabır ayı olarak nitelenen bu ayda gerçekten, açlığa sabır yanında Allah’ın sayısız nimetleri karşısında nefsine hakim olma, her türlü kötü söz ve nefse hoş gelici ama oruca şeklen etki etmeyen birçok eğlence araçlarına karşı duyarlı ve sabırlı olma da bir hayli önem taşır. Ağzından ballar akar, ağzını maddeten ya da manen pis kokulu hale getiren maddî gıdalar ve ke­limelerden uzak tutar. Başkalarına karşı sözüyle de olsa saldırgan olmadığı gibi, içki, sigara vb. şeyleri kullanan birisi ise, o günlerde bunları terk etmesi nedeniyle bir süre için oruçlunun ahiretteki ağız kokusu, dünyada iken du­yulmaya, koklanmaya başlar.

Kısacası oruç; rahmete, yardımlaşmaya, beden ve ruh temizliğine, sabra ve cennet mükafatına vesiledir. Bu itibarla çok yönlü önemi olan bir ibadettir. Fert, aile ve toplum planında birçok eğitici, düzeltici, güzele yön­lendirici, kötülüklerden uzaklaştırıcı, iyice yönlendirici hikmetleri, oruç be­raberinde getirivermektedir. Bu ve benzeri hikmetlerine binaendir ki, seferde bile orucu bırakma yerine tutmak daha evlâdır, denilmiştir. Zira toplum hâ­linde bir bütünlük içerisinde bu ayın faziletine, sevaplarına ermek, birlikte girip birlikte bayram etmek daha güzel ve daha anlamlıcadır.

  1. ORUCUN FAYDALARI

Bir önceki başlık altında bu konu, bir ölçüde dile getirilmiş olmaktadır. Oruçla ilgili âyetlere ve hadislere bakıldığında orucun birçok maddî ve mâ­nevi faydalar taşıdığını görmekteyiz. İlmî, tıbbî ve sosyal açıdan bir hayli araştırmalar yapılmış ve halen de yapılmaktadır. Âyette Allah (cc) "... Oruç tutmanız, eğer bilirseniz, sizin için en hayırlıdır... Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez...” (el-Bakara, 184 ve 185’ten bazı kısımlar) buyurmak­tadır.

Nedir bu hayırlar? Nedir bu kolaylıklar ve kaldırılan güçlükler? Oruçla nefsini terbiye eyleyen kişi, toplumda iyilik yapıcı bir karakter kazanır, top­lumda saldırgan, kuralları çiğneyen, hak-hukuk tanımayan bir varlık olmak­tan tamamıyla uzaklaşır, örnek bir kişi haline gelmiştir. Hayvânî sıfatların, duyguların üstüne çıkıp maddî ve manevî alanda mutluluğa ulaşmasında oruç en önemli bir basamak ve vasıtadır.

Günümüz tüketici toplumları ve refah düzeyi bakımından oldukça yüksek olan toplumlar daha çok bencil, daha çok tüketmeye eğilim taşıyan ve bu ölçüde de onulmaz sosyal ve tıbbî rahatsızlıkların kol gezdiği bir ortamdır. Moral bakımından yüksek, geçim derdinin ne olduğunu, açlık ve kıtlığın ki­şiler üzerindeki olumsuz etkilerini tadan toplumlar ve üyeleri ise daha çok diğergamdır, daha az saldırgan, buna karşılık daha çok müşfiktir. Dünya üze­rindeki açlar ve tokların oluşturduğu toplumlar arasındaki diyalog kopukluğu işte burada kendini göstermektedir. Açın halini anlamayan tok, açlığı tatmayan varlıklı kişi yoksula ne yapabilir ki? İşte oruç, insan toplumlarında sosyal ve ekonomik dayanışmayı harekete geçirir, güçlendirir.

Oruçlu kişi Ramazan ve diğer aylarda dengeli bir beslenmenin vücudu için ne kadar yararlı, buna karşılık kıt kanaat beslenme ya da obur bir bi­çimde hayat sürmenin de ne kadar zararlı olduğunu fark eder. Asrımızın mi­de ve benzeri organlarla ilgili birçok rahatsızlıkları fazla beslenmeden kay­naklanmaktadır. Bu dertlerden kurtulmanın tek çaresi olarak da perhiz vejetaryen olmak gibi yollar gösterilmektedir. Oysa orucumuz ne güzel bir sağ­lık kaynağıdır. Hem tedâvî hem de sevap ve rahmetler vesilesidir. Yine oruç sayesinde mutfak harcamaları bir plâna girer, aynı plânlı harcama arzusu Ramazan ayı dışında da bir süre de olsa kişilerde yaşar. Değilse, har vurup harman savuran bir tüketim duygusu, plansız yaşayış kişilerin bütçe açıkla­rına ve kanunsuz yollara sapmalarına neden olur.

Oruç, nimete şükür yönünden en baş vesilelerden birisidir. Nankörlük, zengin olma hırsı, maddeye aşırı bağlılık gibi kötü duygular yerine müspet duygular geçmeye, yeşermeye başlar. Her bir nimetin; sağlığın, malın, yiye­cek ve içeceğin kıymeti oruçla daha iyi anlaşılır ve hakları bu ayda en yüksek düzeyde edâ edilmeye, şükrü ifadeye çalışılır. Gerek Allah’ın gerekse kulların hakkı Ramazan ayında daha çok tanınır, bilinir ve gözetilir. Kul belirli vakitlerde nimetlerden mahrum kalmakla bir gün mutlaka bunlardan mahrum kalacağım düşünerek, aczini kavrar ve yaratanına teslim olur.

Peygamber (as) “Oruç tutunuz ki, sağlık bulasınız.” (4) buyurmuştur. Vü­cut ve ruh sağlığının en iyi kaynağı ve koruyucusu, kavratıcısı, oruçtur. Oruç ibâdeti ruh ve beden arasında dengeyi kurar, kişisel iradeyi daha da güçlen­dirir. Kötülüklere sabırla mukâvemette bulunur. Kötülüğe karşı kötülüğün ancak denk olduğu düşüncesini bırakır. Yine Rasullullah (as); “Her şey için bir zekât vardır. Cesedin zekâtı da oruçtur.” (5) buyurur. Daha önce de belir­tildiği gibi malî yükümlülükler yanında bedenî yükümlülükler de hiç şüphesiz vardır ve yerine getirilmesi de nefis, beden ve toplum açısından yararlı sonuç­lar doğurur.

  1. ORUÇ SEVABINI AZALTICI BAZI HUSUSLAR

Dünyevî ve uhrevî işlerimizin tam değerini kazanabilmek, karşılığını ek­siksiz görebilmek ancak bunların gerekli şartlarına uygun olarak yerine getirilmesiyle mümkündür. İşte oruç için, bu şartlar; onu bozan, sevabını azaltan hususlardan kaçınmaktır. Bunların neler olduğu, fıkıh kitaplarında ayrıntılı bir biçimde ifade edilmiştir. Burada ancak birkaç aktüel konuya yer verilecektir. Orucun bozulması biçimleri kısaca şöyledir:

  1. Oruç, tam bir fiil olarak bozulur; bu durumda hem kaza hem de kefaret gerekir. Bu durumda; kendisinde gıda (besin), ilâç ve lezzet vasfı bulu­nan, vücuda yararlı bir şeyi yemek veya yutmakladır. Vücut bunlardan bes­leniyor, direkt olarak yararlanıyorsa ve örfe göre de beslenme olarak adlandırılıyorsa tam bozma söz konusudur.

  1. Oruç eksik bir fiil olarak bozulur; vücuda gıda yerine geçen, endirekt olarak besin sayılan bir şeyin yutulmadan mideye veya beyne varması ya da besin hükmünde olmayan bir şeyin yutulmasıdır. Bu tür maddelerin vücuda girmesi durumunda örfe göre doğrudan bir beslenme söz konusu değildir. Mutadın dışında anormal bir şekilde, direkt besin olmayan bir şeyin vü­cuda girmesi söz konusudur. Bu durumda yalnız kaza söz konusudur

  1. Cima (cinsî temas) durumu; iki türlü meydana gelebilir; birisi tam cima halidir ki, hem kaza hem de kefareti gerektirir. Diğeri ise, eksik cima halidir. Dıştan temasla inzal meydana gelmesidir. Böyle durumlarda oruç bo­zulur yalnız kazası gerekir.

Anılan durumlardan kefaret cezasının doğabilmesi için ayrıca şu ek şart­ların da bulunması zorunludur: 1. Oruca vaktinde niyetlenmek, 2. Hasta ya da yolcu (misafir olmak), 3. Orucu zorla bozmamış olmak, 4. Orucu bilerek bozmuş olmak.

Bu temel ölçülerden sonra işte başa gelen durumları değerlendirmek ve sonuçlarını ona göre çıkarmak gerekecektir. Şöyle ki; meselâ bir yörede yenilmesi mutad olan bir şeyi yemek, yutmak gibi fiiller orucu bozar hem kaza hem de kefaret gerektirir. Toprak, buğday, ayva, yaprak, ot ve az miktarda tuz vb.leri böyledir. Ama çiğken, hamken veya kuruyken yenilmesi alışkanlık haline gelmemiş, mutad olmamış bir şeyi yeme veya yutma orucu bozar fa­kat yalnız kazası gerekir. Kuru pirinç, arpa, tohumluk daneler, çok miktarda tuz ve zeytin çekirdeği gibi.

Demek oluyor ki, geçmişte örfe veya alışkanlığa göre yenilmesiyle yutul­masıyla beslenme olarak nitelenen, gıda sayılan bir şey zamanla mutadın dı­şına çıkmış, terkedilmiş ise o zaman bu madde yalnız orucu bozucu sayıla­caktır. Geçmişte örfe göre gıda veya gıdalarıma sayılmayan bir madde de zamanla gıda, besin haline gelmiş, mutad besinlerden sayılmışsa onun da ye­nilmesi ve yutulmasıyla oruç bozulup hem kaza hem de kefaret gerekecek­tir. İşte kitaplarda maddeler halinde ayrı ayrı ve ayrıntılı bir şekilde sıralanan diğer pek çok hususlar bu temel kritere dayanmaktadır.

Kaza ve kefareti gerektiren bir şeyle orucu bozulan bir kimse, aynı gün iftardan önce orucu bozmayı mubah kılan bir hastalık meydana gelir, yahut kadın âdet görür veya lohusa olursa kendisinden kefaret cezası düşer. Ancak burada dikkat edilecek önemli bir husus; kişinin kendisi kötü ve art niyetli olarak hastalığa sebep olmamalı, yolculuğa çıkmamalı. Kişi seferdeyken (yolcuyken) orucunu bozarsa yalnız kazası gerekir. Fakat seferi olmadan önce kasten orucu bozma durumu tahakkuk eden kefaret cezasını düşürmez.

  1. FİDYE VE ISKAT-I SAVM NEDİR?

Müslümanlığın temel ibâdetlerinden yalnız oruç ibâdetinde, bir ibâdet ye­rine, bir başka edâ biçimi bazen kabul edilmektedir. Âyet ve hadislerde yal­nızca oruç tutamama halinde fidyeden, bir mâlî harcamadan söz edilmektedir. Namaz, zekât veya hac için böyle bir ikâme, yerine getirme şekli yoktur. Fidye, fedâ etme, birisinin yerine bir başka şeyi edâ etme, yerine getirme de­mektir. Istılahta, ise, fakirin sabah-akşam bir günlük yiyeceği demektir. Bu yiyecek o yörede mutad olarak bir kimsenin günlük sabah-akşam tükettiği gıda maddeleri tutarı ya da kendisi olmaktadır.

Oruçla ilgili âyette “… ihtiyarlıktan ya da şifâ ümidi kalmamış hastalıktan ötürü oruca güç (zorlukla) dayananların fidye vermesi, bir yoksulu doyurması lâzımdır.” (el-Bakara, 184) buyurulmuştur. Burada fidyenin ne olduğu ve kimlere verileceği kısaca belirtilmiştir.

Güçsüzlüğü süren ve aşırı yaşlı denilen pîr-i fâniler farz, vacip ve de­vamlı tutmak istedikleri nezir oruçlarından her birisi için fidye verirler. Tutulamayan oruç borçlarından her gün için verilen fidyenin miktarı; bir sadaka-ı fıtır tutarıdır. Bunun miktarı da her yıl değişen fiyatlara göre tespit olunur. Fıtra olarak verilecek malın yaklaşık üç kilosu veya bunun para olarak tutarı o senenin fıtrasıdır. Fidyenin hesabında da bu miktar esas alınır.

Fidye veren kimse daha sonra şifa bulsa, oruç tutabilecek bir hâle, sağlığa kavuşsa o zaman tutamadığı oruçlarını tutar. Böyle yapması tercihe değer. Zira verilen fidye kendisini yalnızca borçtan kurtarır ama orucun mânevi sevabının tam olarak kazanılmasına vesile olamaz. Bu ancak oruç tutmakla mümkündür.

Fidye, kendisine zekât verilebilecek fakir ve miskin kişilere verilir. Her gün sabah-akşam yedirilebileceği gibi bu gıdaların bedeli de verilebilir. Fidye bir tek kişiye bir defada verilebileceği gibi birkaç kişiye de paylaştırılabilir. Fidye verilen kişi, bunu almaya, lâyık değilse ya da layık olmadığı biline bi­line yine de verilmişse, vecibe (ödev) yerine getirilmemiş olduğu gibi alan da sorumluluk altına girer. Bu ve benzeri nedenlerledir ki, borcun yerine ge­tirilmesinde kişi, gerekli özeni göstermek zorundadır.

Iskât kelimesi düşürmek, yerinden ayırmak demektir. Iskât-ı savm ise, hayattayken meşru veya gayr-ı meşrû sebeplerle tutulamayan ve ölünün zim­metinde kalan farz ve vacip oruçlara taalluk eden borcun ödenmesi, ödenmesiyle orucun zimmetten düşürülmesi anlamındadır. Burada da yine her gün­lük oruca bir fidye vermek gerekir. Fidye ödemekle sağ kişi Allah’a olan oruç borcundan kurtulduğu gibi, Iskât-ı savmı verilmekle de ölü kişi geride bıraktığı oruç borcundan kurtarılmış olmaktadır.

Burada kişi, mirasının üçte birinden, tutamadığını bildiği oruç borçlarının düşmesini sağlamak amacıyla orucun ıskatını vasiyet eyler. Böylece verilecek fidye nedeniyle fikirlerin hoşnutluğu kazanılacak ve Allah (cc) dan, ölünün affı ümidi temin edilmiş olacaktır. Vasiyette bulunmayan ölünün ıskatı sav­mını varisi veya bir başkasının yerine getirmesi de caizdir. O nedenledir ki, oruç borcu olanın bunu iyi düşünüp sağlığında bu borcundan kurtulmaya ça­lışmalı ya da vasiyette bulunmalıdır. Ölen kişinin malının üçte biri vasiyette bulunduğu oruç fidyelerinin edasına yetmezse artık hesabı Allah’a kalmıştır. Bugün uygulamada karşılaşılan ıskat-ı savm ve ıskat-ı salat nasıl oluyor, na­sıl açıklanabilir konusunun fıkhî geçerlilik ve açıklamasını en iyi onu yapan­lara sormalıdır. Fiilen kaç tane fidye veriliyorsa kişi o kadar gün oruç borcundan kurtuluyordur. Namazlar için verilen ıskat ise kişinin namaz bor­cunu düşürür diye kesin bir kural yoktur. Ancak halisane bir temenni vardır.

  1. FITIR SADAKASI

Halk arasında, dilimizde; fitre, fıtra, sadaka-ı fıtır gibi adlarla anılan bu mâlî, vecibe lügatte, yaratılış, yaratılıştaki sağlıklı, temiz durum, orucu açmak, Ramazan ayını tamamlamak anlamlarındadır. Sadaka, terimi ise, doğ­rulamak, haklı sarfta, harcamada, bulunmak, bir şeyi harcamak anlamlarındadır. Fıkıhta ise; Ramazan ayını yaşama, onun ecir ve mükafaatına, bere­ketine kavuşmanın bir şükrân ifadesi olarak, verilen bir mal, bir harcama­dır. Ramazanın sonuna yetişen ve temel ihtiyaçlarından başka en az nisab miktarı (yaklaşık. 80 gr. altının kıymeti tutarı) bir malı bulunan hür, Müslü­man için vacip türünden bir sadakadır.

Fıtır Sadakası, hicretin ikinci yılında vacip kılınmıştır. Bunu yerine getiren kişi yoksullukla karşılaşmaz, aksine muhtaçların bir kısım malî ihtiyaç­tan da karşılanmış olarak hep birlikte eşit refah düzeyine yaklaştırıcı, millî gelirden yoksulların da az da olsa payını almış olarak Bayrama girmeleri sağ­lanmış olmaktadır. Verene göre az bir miktar olan bu yardım, alana göre oldukça önemlicedir. Asla küçümsenmemelidir. Fitre sâyesinde ramazanda işlenilen bazı günahlar da affa uğrar.

Hz. Muhammed (as) bir hadisinde “Fıtrası ödenene kadar oruç, kul ile Rabbi arasında askıdadır. Fıtra verilince o, Rabbi katına yükselir, kişinin amel defterine yazılır.” (6) buyurur. Bu hadise göre mektupla pul arasında ilişki ne ise oruçla sadaka-ı fıtır arasındaki ilişki de öyledir. Bu vecibe de yerine getirilirken niyet gerekir. Bazı fıkıh mezheplerine göre, zengin olan çocuk ve delinin malından da fıtra ödenir. Bayram sabahı namazından önce ödenmesi faziletlidir. O vakitten sonraya kalmışsa bile mükellef kimselerce, yine borcun ödenmesi gereklidir.

Baş tarafta tanımında da belirtildiği gibi sadaka verecek kişi, temel ih­tiyaçları dışında belirli bir miktar malvarlığına malik olmalıdır. Aslî ihtiyaç­ları dışındaki bu malların çoğalan, gelir sağlayan cinsinden olması şart de­ğildir. Ev, tarla ve benzeri mallar da mükellefiyetin hesabında göz önünde tu­tulur. Ayrıca nisabın üzerinden bir kamerî yılın geçmesi, yıllanması şart de­ğildir. Ramazan ayında o nisaba malik bulunmak yeterlidir. Bu fikrin delili ise; “Sadaka-ı fıtır vererek bugün muhtaçları muhtaçlıktan kurtarın.” (7) ha­disidir.

Fitre verilecek mallar, maddeler, temel gıda maddeleri, günlük hayatta en çok tüketilen maddelerdir. Ülkemiz açısından konu her yıl illerdeki müftülüklerce tespit edilmektedir. Mevcut verilere göre, buğday, arpa, buğday ve arpa unu, kuru üzüm, peynir, patates vb.leri ülkemizde fitre için esas kabul edilmelidir.

Gıda maddelerinin seçim ve tespitinde amaç; muhtaç kişinin en az bir günlük iki öğüne yetecek kadar zarurî ihtiyacını karşılamaktır. Buna göre de her mükellef günlük hayatında evinde en çok hangi gıda maddesini tüketiyorsa ondan 1 Sa’ (ölçek) verecektir. İsteyen kişi bu maddeyi aynen verir, isteyen de günlük satış bedeli ne kadar tutuyorsa onu verir. 1 Sa’ ise, yaklaşık 2920 gr. eder. İşte günümüzde kişi başına fitre miktarı, temel gıdaların her birisinden yaklaşık 3 kg. veya bunun bedelidir. Hangisini tercih edeceği konusu kişinin kendisine aittir. En az miktar budur, fazlası mükellefin takdirine bağlıdır. Burada şunu belirtmekte yarar vardır. Peygamber (as) zamanında ve ondan sonraki devirlerde fitre verilen temel gıda maddeleri; hurma, üzüm, arpa, buğday, un ve benzeriydi. Bugün ise içinde yaşadığımız toplumda temel gıda maddeleri bunlar kadar bunların dışındakilerdir de. İşte hesaplamada gerek müftülükler, gerekse mükellefler bu durumlarını göz önünde bulundurmalıdırlar ki, ibâdetten beklenilen sevap tam olarak elde edilsin.

Fitre verme mükellefiyeti bulunmayan her gerçek kişi (insan) Müslümana fıtra verilir. Bir kimse usûl ve furuundan birisine fıtra veremez, koca karı­sına fıtra veremez. Fitre verecekler, öncelikle, yakın çevresinden başlayarak uzaklara doğru muhtaç kişilere fitresini verir. Yakın çevrede, akrabalar ara­sında fitreye muhtaç birisi varken uzaklara gitmek yerinde değildir. Müslü­man, iyi ahlâk sahibi, aldığını helâl yolda harcayacak kişilere vermek gerekir. Bir ailenin yetişkin, ahlâklı çocuğuna zekât verilebileceği gibi fitre de verilir. Fıtra verilirken "Kimin fitresi olduğu, hangi yılın ramazanının fitresi olduğu" kalben ve zihnen belirlenmeli ve ona göre teslimi, devri yapılmalıdır. Kişilerin teker teker refaha erdiği toplumlarda sosyal refah ve kalkınma da kendiliğin­den gerçekleşmiş olur. Âyette; "Sadakaları açıkça verirseniz o ne güzel, eğer onları yoksullara gizlice verirseniz sizin için daha hayırlıdır.” (el-Bakara 271) buyurulur.

  1. RAMAZAN VE İTİKAT

Ramazan ayında yaşanılan durumlardan, yerine getirilen ibâdetlerden bi­risi de İtikaf’tır. Kelime olarak bir şey üzerinde sabretme, bekleme mânâlarındadır. Fıkıh terimi olarak ise, ibâdet amacıyla bir kimsenin bizzat kendisinin bir camide veya bir ibâdet yerinde, belirli bir süre devamlı bulunmasıdır.

İtikafa genellikle ramazanın son on gününde girilmesi sünnettir. İtikafa giren kişinin oruçlu olması lâzımdır. Kadınlar için itikâf yeri kendi evinin bir odasıdır. Bu ibâdet de Kitap, Sünnet ile sabittir. “Mescitlerde itikafı seçtiğinizde kadınlara yaklaşmayınız. Bu hükümler Allah’ın yasak sınırlarıdır.’’ (Ba­kara 187). Hz. Aişe (ra) de Peygamberimizin itikafı hakkında şöyle buyur­muştur. "Rasulullah (as) ramazanın son on gününde îtikafa girerdi. Bu âdeti vefatlarına kadar devam etti. İrtihalinden sonra zevceleri itikaf etmişlerdir.” (8)

Gereği gibi yerine getirilen itikâf, faziletli ibâdetlerden birisidir. Çün­kü kalpler bir süre için de olsa dünyadan uzak kalarak Allah’ın evinde, mescitlerde, ibâdet yerlerinde Cenabı Hak’tan başka bir şeyle meşgul olmamak­tadır. Böylece mutekif (itikafa giren kişi) Allah (cc)’a daha fazla yaklaşma imkânı bulmuş, adetâ Hak Teâlânın misafiri olmuştur. Günümüzde vücût ter­biyesi, beden ve moral eğitimi bakımından birçok kişiler, uzak doğu dinle­rinin bazı perhiz ve yoga yöntemlerini araştırmakta günlerini, aylarını sırf bu iş için ayırmakta, incelemeler yapmaktadır. Belki de ta oralara, bir kısım ne olduğu bilinmeyen şeyleri incelemeye gitmektedir. Oysa işte Müslümanlı­ğın orucu ve işte itikafı böyledir. Yap ve sayısız sevaba eriş.

İtikâfın dînî hükmü bakımından çeşitleri;

a) Vacip olan itikâf; şartlı veya şartsız olarak nezredilen, adanan itikaflardır.

b) Sünnet olan itikâf; kifâye yoluyla bir müekked sünnettir. Ramazan ayının son on gününde yapılan itikattır. Bir meskûn mahalde bir kişi tara­fından yerine getirilince sorumluluk diğer Müslümanlardan kalkar ama ka­zanılan sevap yalnızca itikâfa giren kimseye aittir.

c) Müstehab olan itikâf; vacib ve sünnet itikaflardan başka, ramazan dışında ibâdet maksadıyla yapılan itikâflardır.

Görülüyor ki, Müslüman’ın, Rabbine karşı daha çok konsantrasyonunu sağ­layan, daha çok yönelmesine imkân veren, dünyadan uzaklaşıp Rabbe yönel­ten ibâdet itikâf olmaktadır. Burada namaz, oruç, dua, tefekkür dünyadan ilişki­yi kesip yoğun bir ibâdet ortamında yaşama söz konusudur. Sürekli bir mağara hayatı, sürekli bir perhiz, sürekli şekilde bir tek gıda ile beslenme diye bir şey Müslümanlıkta asla söz konusu değildir.

İtikafa giren kişi güzel elbiselerini giyerek kokular sürünerek itikâf ye­rine çekilir. Mutekif hayır söz söylemeli, Kur’ân, hadis, peygamberlerin ha­yatlarıyla ilgili eserleri okumalıdır. Daha önce de belirtildiği gibi itikâfa niyetlenen kişi camide veya bu hükümde bir yerde ibâdete başlar. Cemaatle na­maz kılınan herhangi bir yer de olabilir Vacip olan itikâfta oruçlu olunma­lıdır.

  1. SUÇLAR ÜZERİNE ETKİSİ BAKIMINDAN

Yazımızın başında da belirtildiği gibi, ramazan geldiğinde kötülükler ka­pısı kapanmakta, rahmetler, güzellikler ve her türlü sevap kapılan açılmak­tadır. Pek tabiî buralardan girmeye aday olanlar için durum böyledir. Ama Ramazandan, anlamından, orucun ne olduğunu takdirden uzak ve âciz olan­lar için durumda bir değişiklik olmamaktadır.

Ramazan orucunun suçlar ve suçlular üzerine etkisini yıllar önce yine Diyanet Dergisinde istatistiklere dayalı olarak anlatmaya, ifadeye çalışmış­tık Ondan sonra günümüze kadar durumda bir değişiklik olup olmadığını yine istatistiklere göre tespite çalıştık. Ne var ki, 1973-1977 istatistiklerinde yalnızca cezaevine girenler ve çıkanların aylara göre dökümü var, suçların ay­lara göre miktarını gösteren listeler yer almamaktadır. Ondan sonraki yıllar­da ise işlenilen suçlar ile cezaevine giren ve çıkanların aylara göre listeleri hiç yer almamaktadır. Yalnızca giren ve çıkan açısından bile diğer aylara oranla bir azalma söz konusudur.

Şöyle ki;

Aylar

I

II

III

IV

V

VI

VII

VIII

IX

X

XI

XII

Gen. Top.

1974 giren:

25995 3116

2511

3102

3216

1845

1027

1029

1361

1652

1739

2628

2738

1975 giren:

45247 3692

3735

3723

3683

3568

3517

3648

3354

3611

3868

4449

4326

1976 giren:

50469 5061

4756

5244

4320

3928

3629

3974

3784

3387

3974

3719

4616

1977 giren:

36271 3557

3471

3418

2749

2466

2467

2629

2656

2716

3063

2644

3983

Bilinmeyen miktarlar: 1974’te 31, 1975’te 73, 1976’da 77, 1977’de 452

Ramazan ayı ise, 1974 de Eylülde, 1976 da Ağustos-Eylülde

1975 de Ağustos-Eylülde 1977 de Ağustosta idi.

Bu durumda yalnızca cezaevine girenler açısından bile bu VIII ve IX. aylarda cezaevine girenlerin sayısında diğer aylara göre bir ölçüde azalmama olduğu görülür.

Meseleye intiharlar açısından bakılacak olursa durum şöyledir;

Aylar meçhul

I

II

III

IV

V

VI

VII

VIII

IX

X

XI

XII

Gen. Top.

1974

618

28

52

67

55

60

56

57

62

43

38

48

42

1975

788

2

60

46

82

74

68

81

95

66

62

52

46

54

1976

829

1

50

46

77

84

80

79

84

80

79

65

50

54

1977

824

2

68

73

84

79

83

86

86

59

62

63

52

27

Ramazan ayı 74’de Eylül (IX)’de, 1975’de Ağustos (VIII Eylül IX) de 1976 da Ağustos-Eylülde

1977 de ise Ağustos’ta idi.

Bu durumda intiharlar açısından meseleye bakıldığında burada daha çok mevsimlerin etkisi olmakta, aylara göre bir mukayese yapma isabetli bir sonuca ulaştırmamaktadır.

Aylara göre boşanmaların tespit edilebildiği yıllardaki istatistikler ise şöyledir:

Aylar

I

II

III IV

V

VI

VII

VIII

IX

X

XI

XII

Gen.

Top.

1973

10737

861

931

1071

1054

989

852

681

623

489

412

313

2461

1974

11547

859

938

1136

1097

1052

892

738

603

551

448

426

2809

1975

12926

779

1150

1355

1315

1113

981

822

732

567

517

439

3155

1976

14732

1419

1230

1490

1275

1220

1279

1172

876

1410

1138

1200

1023

Boşanmayla ilgili bu istatistiki verilere göre, genellikle yaz aylarında ve özellikle de Ramazan ayının rastladığı aylarda boşanmalar ve boşanma dava­larında önemli derecede bir azalma görülmektedir. Zira 1973 de Ramazan Eylülde 1975 de Ağustos-Eylülde, 1974 de Ramazan, Eylülde, 1976 da yine Ağustos Eylülde idi.

Bu ayların rakamlarına bakınca diğer aylara göre bir hayli düşüş görül­mektedir. Gerçi bu sayılara bir de adlî tatilin de etkisi olabilirse de açılan dava bakımından tatilin önemli bir role sahip olduğu tartışmalı sayılabilir.

Devlet İstatistik Enstitüsü verileri ile konumuza yaklaşış ancak bu ka­dardır. Daha sağlıklı bir sonuç ortaya koymaya, eldeki istatistikler yetersiz­dir. Ancak 1970’li yılların Diyanet Dergisi sayısındaki yazımızda bu konuya daha iyi bir sağlıklı yaklaşımda bulunulmuştu. Varılan netice odur ki, dini şuurun, yaşayışın daha canlı olduğu günler ve aylarda, Ramazanlarda cürüm ve kabahat türünden suçlarda bir hayli azalmalar görülmekte, gazeteler bile bu ayda genel havaya uygun olarak sütunlarını cinayetler, seksi konular yerine dini konulara tahsis etmektedir. Onların bu tutumunu değerlendirme, belki ekonomik ve sosyal gerekçelerle olabilir. Ama kitlenin genel arzusu o yönlerde olduğundan, bu genel arzuya hiç şüphesiz onlar da ayak uydurmak zorunda kalmaktadır.

SONUÇ

Buraya kadar açıklanan konulardan da anlaşılacağı üzere Ramazan ayın­da, kitleleri kemiren bir kısım kötülükler gitmekte, onlara son verilmekte, iyi­liklerde, yardımlaşmalarda, dini yaşayışlarda bir canlılık görülmektedir. Evet cen­net kapılarının açılmasının, cehennem kapılarının kapanmasının yer yüzün­deki görünümü hemence mümkün olmaktadır. Âhiretin tarlası dünyada bunları görmek mü’minleri mutlu kılmaktadır. Yine Ramazanda yerine getirilen bazı ibâdetlerimizi lâyihayla, kusursuz yerine getirmek istiyorsak bazı davranışla­rımıza mâlî ve bedenî ibâdetlerimize dikkat etmek zorundayız, özellikle, oru­cu bozan maddeler, fidye, ıskât-ı savm ve fıtra, itikaf bunların başında gelmektedir. Ancak gösterilecek böyle özen sayesinde kitlelerde şeâir-i İslâmın ya­şatılması mümkün olur. Yalnızca görenek halinde, taklîdî bir yaşayış biçimi değil, şuurlu, anlamlı bir hareket tarzı bize daha çok yakışmaktadır. Gönlü İslam’a yeni ısınanlar da elbette kararlarını bizim davranış biçimlerimize göre vereceklerdir.

(1) Davudoğlu, A; S. Müslim Tercemesi, c. 6, hadis no 2, İst. 1983.

(2) Davudoğlu A; ae. c./sayfa 10.

(3) Davudoğlu A., ae. c. 6, hadis no 163.

(4) Muttaki el-Hindî; Kenzül-Ummâl, s. 8/s. 450, Halep 1391/1971.

(5) İbnu Mace, savm 44.

(6) Muttaki el Hindî, ae. c. 8/s. 522.

(7) Buharî, zekât 18. Dârimî, zekât 18. Müsnedü Ahmed c. 2/s. 501 vs.

(8) Miras, Kâmil; Tecrid Tercemesi, c. 6, hadis no: 952, 6. baskı, Ankara 1982.

KAYNAKLAR

İbnu Abidîn, c. 2/365-449, 2. baskı, Mısır 1386/1966.

Zeylaî, Tebyiynü’l-Hakayık, c.1/306-312, Beyrut 1313.

Mehmet Zihni Efendi, Nimet-i İslâm, c.2/2-116, Diyarbakır Ofset Baskı. Cürcavî, Hikmetü’t-Teşri cüz 1/194-240, 5. baskı, Kahire 1381/1961.

Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dinî Kur’ân Dili, c. 1, Bakara sûresi âyet 183-187, tefsiri, İstanbul 1960,

Kardavî, Fıkhu’z Zekât, c.2/s. 915-993, 6. baskı Beyrut 1401.

Şafak, Ali, “Altın ve Gümüş Fiyatları Karşısında Zekât-Sadaka-ı Fıtır ve Kur­banın Edâsı”, İslâm Medeniyeti Mecmuası, 1968/sayı 8, sayfa 18-22, İs­tanbul.

Münip Yeğin ve arkadaşları; ‘İslâmî Oruç Üzerine Biyokimyasal Bir Araştır­manın Sonuçlan”, Ata. Üni, Diş Hekimliği Fakültesi Yıllığı, sayı 4, Er­zurum.

Devlet İstatistik Enstitüsü, Adalet, İntihar ve Boşanma İstatistikleri.