Mehmed Âkif Ersoy
Veli ERTAN
Mehmed Akif, Türk Edebiyat tarihimzin mümtaz ve müstesna şairlerinden birisidir. Safahat nâzımıdır. Milli Mücadelenin en çetin bir safhasında yüce milletimizin hissiyatına tercüman olmuş, İstiklâl Marşını yazmıştır.
Bastığın yerleri toprak diyerek, geçme, tanı,
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı,
Sen şehit oğlusun incitme, yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da bu Cennet vatanı.
Kıtası ile vatan sevgisini ne güzel dile getirmiştir.
Matbuat âleminde ilk intişar eden şiiri (Kur’an-ı Kerim) ne hitap manzumesi olmuştur. 1908 tarihinde İkinci Meşrutiyetin ilanından önce yazmış olduğu şiirlerini Safahat’ına almamıştır.
Akif, dürüst, mütevazı, müdakkik ve mefkûreci bir şairdir. İlhamını dinden ve vatan sevgisinden almış, insana insanlığını tanıtmış, edip ve şairler arasında Milli Şair vasfını kazanmıştır.
1908 İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra kaleme aldığı şiirlerini “SAFAHAT” namı altında 7 kitap halinde toplamıştır.
Safahat : (Birinci kitap)
Süleymaniye Kürsüsünde (İkinci kitap)
Hakkın Sesleri (Üçüncü kitap)
Fatih Kürsüsünde (Dördüncü kitap)
Hatıralar (Beşinci kitap)
Asım (Altıncı kitap)
Gölgeler (Yedinci kitap)
12000 mısraya yaklaşan Safahat, genellikle edebiyatta gördüğümüz veçhi ile tasvir ve tahkiye tarzında nazım edilmiştir Onun nazımlarında aruz bir bal mumu gibi istediği kalıba sokulmuş ve tabiileşmişti. Aruz, onun nazımlarında millileşmişti, en temiz bir Türkçe ile Süleymaniye kürsüsünde hitap etmiş. Fâtih kürsüsünde de iki arkadaşı Fâtih yolunda ne güzel konuşturmuştur. Kürsü bulamadığı zamanlarda da bulunduğu yerden seslenmiş ve milletini uyandırmış ve bu nedenle vatanseverliğini göstermiştir.
Otuz altı çeşitli konuları ihtiva eden ve Safahat adını verdiği birinci kitabında mukaddime başlığı altında;
“Bana, sor sevgili kaari, sana söyleyeyim,
Ne hüviyette, şu kargında duran eş’arım.
Bir yığın söz ki, samimiyeti ancak hüneri
Ne tesannu’ bilirim, çünkü ne sanatkârım,
Şiir için “gözyaşı” derler, onu bilmem, yalnız
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım.
Ağlarım anlatamam, hissederim, söyleyemem
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım,
Oku, şayet sana bir hisli yürek lâzımsa
Oku, zira onu yazdım iki söz yazdımsa.”
Akif’in diğer eserleri de bunun gibi tasvir ve tahkiye tarzındadır. Gene bu kitabında Küfeci çocuğun ıstırap ve elemlerini nazmen dile ne güzel getirmiş ve bu nedenle toplumun ilgisizliğinden şikâyet etmiştir. Meyhane, tütsülenen kafalar nedeniyle sönen ve dağılan aile ocaklarını ve çocuklarını ne güzel tasvir etmiştir.
İşte bu Safahatında Mehmed Akif, Meyhaneyi şöyle tasvir etmiştir:
Bitince bir sıra ev, sonra bir de virane
Dikildi karşıma bir han kılıklı meyhane,
Basık tavanlı, karanlık, sefil bir dükkân,
İçinde bir masa yahut civar tabutluktan
Atılma çok ölü görmüş acıklı bir teneşir,
Yanında hurdesi çıkmış bir eski püskü sedir
Sakat, bacaksız on, on beş hasırlı iskemle,
Kırık dökük şişeler, bir de çinko tepsiyle
Beş on kadeh, iki üç desti sonra tezgâhlık
Eden yan üstüne devrilme kirli bir sandık
Sönük sönük yanıyor, rafta isli bir lâmba
Önünde bir küme, fes, takke, hırka, salta, aba
Kımıldanıp duruyorken sefil bir sohbet
Bu isli zulmete vermekte büsbütün vahşet.
Gene Safahatı için Akif,
Arkamda kalırsın, beni rahmetle anarsın,
Derdim sana baktıkça, â biçare kitabım!
Kim derdi ki “sen çök de senin arkana kalsın
Uğrunda harâb eylediğim ömr-i harâbım.
mısraları duygularını ne güzel belirtmiştir.
Gene Safahat kitabında, bayram meydanında oynayan, sevinen gocukları ne güzel ifade etmiş. Kocakarı İle Ömer tahkiye tarzında yazılmış, başlı başına bir şâheserdir.
Bu manzumede vaka Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamanına rastlamaktadır. Halife Hazret-i Ömer; arkadaşı Hazret-i Abbas ile Medine’de dolaştıkları bir sırada şehrin dışında bulunan bir çadır önüne geldiklerinde, içerde çocukların açız açız diye bağırmalarını işitmişler ve müsaade alarak çadırın içine girmişlerdi,
Akif görmüş olduğu hali şöyle dile getirir.
Ocak başında oturmuş bir ihtiyar kadın,
"Açız, açız” diye feryat eden çocuklarının,
Karıştırıp duruyorken pişen nevalesini.
Çıkardı yuttuğu yaşlarda çırpınan sesini,
Durundu, yavrularım, işte şimdicek pişecek...
Fakat ne hal ise bir türlü pişmiyordu yemek!
Kadın, gelenin kim olduğunu bilmiyordu. Halifeye atıp tutuyordu.
Halife, arkadaşı ile oradan ayrıldı. Hazineden bir çuval un, bir desti yağ ile tekrar çadıra döndü, fakat kadın ve çocuklar yorgunluktan uyumuşlardı.
Akif devamla:
— Galiba teyze uykusuz kaldın!
İşte bağlanmak üzeredir nafakan
Alacaksın her ay gelip buradan
Şimdi afv eyledin, değil mi beni?
— Böyle göster fakat adaletini.
Akif’in Safahat’ında gördüğümüz çeşitli konulardaki manzumeleri hep bu üslupta, tahkiye ve tasvir usulüne dayanmaktadır.
İslam Şairi Akif, Safahatı için gene Safahat’ında şöyle der:
Safahatımda, evet, şiir arayan hiç bulamaz,
Yalnız, bir yeri hakkında “hazin işte bu" der
Küfel, yok, kahve, hayır hasta? Değil. Hangisi ya?
Uç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömre heder.
İstiklâl Harbi sırasında Yunanlıların işgal ettikleri yerlerden ve bilhassa Bursa ve Balıkesir’den gelen acı ve üzücü haberlerden müteessir olan İslâm Şairi Mehmed Akif, Safahat’ının yedinci kitabını teşkil eden “Gölgeler” isimli eserinde “Bülbül” manzumesi, ruhlarımızı heyecanlandıran, galeyana getirmeye bir vesile olmuştur.
Akif der ki:
O Zümrüt tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun.
Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun,
Bugün bir yemyeşil vadi, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin hânumanın şen, için şen, kâinatın şen.
Devamla:
Neden öyleyse matemlerle eyyamın perişandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman huruşandır?
Hayır, matem senin hakkın değil, matem benim hakkım;
Asırlar var ki, aydınlık nedir hiç bilmez âfakım!
Teselliden nasibim yok, hâzan ağlar baharımda,
Bugün bir hânümansız serseriyim öz diyarımda!
Ne hüsrandır ki, şarkın ben vefasız, kansız evladı,
Serâbâ, garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdadı!
Hayalimden geçerken çimdi fikrim hercü merec oldu,
SALAHADDÎN-İ EYYUBÎ’Ierin, FATİH’lerin yurdu.
Ne zillettir ki: Nakûs inlesin beyninde OSMAN’ın
Ezan sussun, fezalardan silinsin yâd-ı MEVLA’nın
Ne hicrandır ki, en şevketli bir mâzi serâb olsun,
O kudretler, o satvetler harab olsun, türab olsun!
Çökük bir kubbe kalsın mabedinde YILDIRIM Han’ın
Şenâetlerle çiğnensin muazzam kabri ORHAN’ın
Devamla:
"Dolaşsın, sonra İslâm’ın harem-gâhında namahrem.
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil, matem!"
mısraları o günün çetin mücadelelerini ve derin ıstırabını ne güzel dile getirmiştir.
Mehmed Akif, İslâm’ın hayat dini olduğunu söyler. İşte bu nedenle Safahat’ında bu hususu şöyle dile getirir:
“İnmemiştir hele Kur’an günü hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.”
Akif, daima birlik ve beraberliği dile getirmiş, çalışmanın yolunu birlik olmakta göstermiştir. Nitekim Safahat’ında; Kur’an’dan ilham alarak:
“Sus ey Divane, durmaz kâinatın seyr-i mutâdı
Ne yaptın “Leyse lilisani illa mâseâ" vardı.
Mehmed Akif, mefkûre sâhibi müdakkik bir İslâm şairidir. Yalnız Batının pozitif ilmi ve tekniğini benimser, teşvik eder, işte gene Safahat’ında;
“Alınız ilmini garbın alınız san’atını
Veriniz mesainize hem de son sür’atını.”
Akif, İslam’ın kuvvetini ancak gerekli maddeye sahip olmak ile mümkün olacağı kantatındadır. İslâm yardımlaşma ve dayanışma dinidir. Bu nedenle Müslümanlara birliği ve beraberliği tavsiye etmiştir.
Gene Safahatında:
“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol,
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol”
Akif’in en büyük eseri hiç şüphesiz Safahat’ının, altıncı kitabı “Âsım” da Çanakkale şehitleri için yazdığı manzumedir. Bu manzume Safahat’ının altıncı kitabı “Asım” dadır.
Bu kitabın adını alan "Asım’’ merhum Tahir Efendi’nin tilmizlerinden köse imamın oğludur. Birinci Cihan savaşında (1914-1918) yedek subaylar en çetin savaşlara girmişler ve ölüm ile pençeleşmişlerdi. İşte Asım böyle durumlarda bile asla ümidini kaybetmemişti. Bir gün memleketinin kurtarılacağına güveni vardı. Çünkü o sarsılmaz bir imana sahipti. İşte bu nedenle Çanakkale savaşı tarihimizin en parlak sayfalarından biridir. Başlı başına dillere destan olan tarihî bir olaydır.
Bu savaşın azametini ve Türk askerinin eşsiz kahramanlığını İslâm ve İstiklal marşı şairi Mehmed Akif Safahat’ının altıncı kitabı olan “Asım” ında şöyle dile getirmiştir:
Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi
Tepeden yol bularak geçmek İçin Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya,
Ne hayâsızca tahaşşüt ki ufuklar kapalı
Nerede gösterdiği vahşetle “bu, bir Avrupalı”
Dedirir yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa, gelmiş, açılıp mahpesi yahut kafesi
Eski dünya, yeni dünya, bütün akvam-i beşer,
Kaynıyor kum gibi, Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihanın duruyor karşında
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar deriler rengârenk.
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindü kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ.
Hani tâûna da züldür bu rezil istilâ.
Dedikten sonra devamla:
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini!
Şarkın en sevgili sultanı SALAHADDİN’ i,
KILIÇ ASLAN gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslam’ı kuşatmış boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın!
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın!
Sen ki, âsâra gömülsen taşacaksın... Heyhat!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...
Ey şehid oğlu şehld, İsteme benden makber
Sana âğüşunu açmış duruyor PEYGAMBER.
Safahat’ının yedinci kitabı “Gölgeler” dir. Bu eser muhtelif tarihlerde çeşitli başlıklar altında nazmen yazılmış kırk kadar mevzuu ihtiva etmektedir.
“Gölgeler” adlı eserin her manzumesinde ibret alınacak mısraları dikkate sayandır.
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
“Tarih’i ’tekerrür” diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Gene aynı eserde Şehitler Abidesi başlığı altında:
Gök kubbenin altında yatar, al kan içinde,
Ey yolcu, şu topraklar için can veren erler.
Hakkın bu veli kulları taş türbeye girmez;
Gufrana bürünmüş, yalnız FÂTİHA bekler.
Gene “Gölgeler” eserinde, Resmim için başlığı altında:
Dış yüzüm böyle ağardıkça ağarmakta, fakat
Sormayın iç yüzümün rengini, yüzler karası!
Beni kendimden utandırdı, hakikat, şimdi,
Bana hiç benzemeyen suretimin manzarası!
Mehmed Akif aynı zamanda vaizdi. Balıkesir’de Zağanos Paşa, Kastamonu’da Nasrullah Camii şeriflerinde ve Kastamonu kazalarında yapmış olduğu vaazları, milli mücadele sırasında teksir edilmiş, vatanın dört bir tarafına dağıtılmıştır. İşte böylece içinde bulunduğumuz nazik durum karşısında uyanmalarına vesile olmuştur.
Zağanos Paşa Camii şeriflerinde irad etmiş oldukları meviza da:
Ey Müslüman (1)
Cihan alt üst olurken seyre baktın, öyle durdun da
Bugün bir serserisin, derbedersin sen kendi yurdunda!
Hayat elbette hakkın... lâkin ettir haykırıp ihkak
Sağırdır kubbeler, bir ses duya, davayı istihkak
Bu milyarlarca davadan ki inler dağlar, enginler
Oturmuş ağlayan avare bir masum kim dinler?
Emeklerken sabi tavrıyla topraklarda sen hâlâ
Beşer doğrulmuş etmiş, bir de baktın cevr-i istila
Yanar dağlar uçurmuş gezdirir beyninde Dünya’nın
Cehennemler batırmış yüzdürür kalbinde Dünya’nın
dedikten sonra devamla:
Desen bir kere “insanım” o, kanmaz hem niçin kansın?
Ya sen hürriyetin, hakkın masûn oldukça insansın
Bu hürriyeti bu hak bizden bugün ahenk sa’y ister
Değil üç dört alından, hep alınlardan boşalsın ter
mısralarını okuduktan sonra:
Hayat herkesin hakkıdır. Evet, bütün mahlûkat-i İlâhiye hakk-ı hayata maliktir. O halde Allah’ın diğer mahlûkları arasında bizde yaşamakta haklıyız. Lâkin bilirsiniz ki haklı olmak başka haklı çıkmak gene başkadır. Herhangi hak olursa olsun ihkak olunmadıkça sahibine hiçbir menfaat temin etmez. Bugün hangi milletin mahkeme-i adaletine koşsanız elinizde kuvvetiniz varsa derdinizi duyurabilirsiniz. Yok, böyle yapmaz da ağlarsanız onun hiss-i insaniyetine, hüsn-ü medeniyetine ilticaya kalkarsanız hüsrandan başka bir netice elde edemezsiniz. İstihkak davasını yükseltebilirsiniz. Herhangi bir mahkemeye gitsen haklısın.
Devamla:
— Yaşamak hakkımdır, bu hakkı benden kimse alamaz.
diye haykırıp dururken senin, benim gibi bir miskin bir köşede ağlamış. İnlemiş, merhamet dilenmiş, hiç tesiri olmaz hatta duyulmaz, çocuk yürümezden evvel bilirsiniz ki emekler. Biz Müslümanlarda tıpkı henüz doğrulamayan, yürüyemeyen sabiler gibi yerlerde emekler dururken bir de gözümüzü açtık gördük ki etrafımızdaki milletler, göklerde uçuyorlar, gelip çöllerdeki masumların tepesine ateşler yağdırıyorlar. Biz Bandırma’dan İstanbul’a kadar adam akıllı vapur işletemezken herifler Bahr-ı altından geçiyorlar, Nevyork’tan dalıyorlar Hamburg’tan çıkıyorlar ki aradaki mesafe bizim vapurların ayağı ile bir aylık yoldur. Berlin’den uçuyorlar, Trabzon’a konuyorlar. Biz ise hâlâ yeryüzünde yürümeyi temin edemedik.
Diyen Büyük Şair Vaiz Akif Kur’an-ı Kerîm’den ayetler okuyarak, mealini vererek devamla:
İslâm bundan 1300 sene kadar evvel Dünya’nın en ücra bir köşesinde karanlıklar arasından bir kandil gibi parladı, pek az zaman içinde o kandil büyüdü, Bedir oldu, daha büyüdü Güneş oldu. Nuru bütün kâinatı kapladı dedikten sonra gene devamla:
Ey Ceraaat-ı Müslimin, memleketlerinizi kurtarmak için devam eden mücahedatınızda bir noktaya son derece dikkat etmelisiniz. Bu hareketlerin bu himmetlerin sırf müdafa-i din ve vatan gayesine müteveccih olduğu yar ve ağyar nazarında tamamıyla anlaşılmalıdır. Dedikten sonra devamla:
Cemaat içinde herkesin uhdesine düşen bir vazife-i vataniye bir fariza-i diniyye vardır ki onu îfada zerre kadar ihmal göstermek caiz değildir. Bu hususta hiçbir fert kenara çekilerek seyirci kalamaz. Çünkü düşman kapılarımıza kadar dayanmış, onu kırıp içeri girmek, harim-i namus ve şerefimizi çiğnemek istiyor. Bu namert taarruza karşı koymak kadın, erkek, çoluk çocuk, genç, ihtiyar her fert için farz-ı ayn olduğu bir lahza hatırdan çıkarılmamalıdır. Devamla;
Rumeli’yi baştanbaşa fetheden hep bu topraktan yetişen baba yiğitlerdi o kahraman ecdadın torunları olduğunuzu ispat etmelisiniz.
Sa’yiniz meşkûrdur.
Zağanos Paşa ve Nasrullah Camilerinde vermiş olduğu vaazları, Kur’an-ı Kerîm’den ayetler (Meal, Tefsir) adı ile bir araya toplanmıştır.
Bundan başka Mehmed Akif’in Sırât-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşâd mecmualarında yüze yakın Kur’an-ı Kerim ayetlerinin Türkçe açıklaması olduğu gibi çeşitli konularda yazılmış dini, içtimai makaleleri de vardır. Elli kadar tercümesi de dikkate şayandır. Tercümeleri meyanında kitap olarak neşredilen:
1) Abdu’l Aziz Çaviş’ten dilimize çevirdiği Anglikan kilisesine cevap,
2) Ferid-i Vecdi’den tercüme ettiği Müslüman Kadını,
3) Muhammed Abduh’dan çevirdiği İslam Müdafaası,
4) Âsâru’l-Hamr Abdü’l Aziz Çaviş’ten dilimize tercüme ettiği "içkinin hayat-ı beşerde açtığı rahneler’’ adını taşıyan eserleri zikre şayan ve tetkike değer mümtaz ve müstesna tercümeleridir.
Bir zamanları Sebilü’r-Reşâd mecmuasının başmuharrirliğini yapmış ve bu nedenle çeşitli konularda yazılar yazmıştır.
Ayrıca eski Darü’l Fünun Edebiyat bölümünde takrir etmiş olduğu notlar bir kitap haline getirilmek istenilmişse de ikmal edilememiştir.
Mehmed Akif, ahlâka da önem verirdi. Bu yönden Safahat’ında olmayan Robert Kolej’de misyonerlerin dalalete saptırdıkları bir Türk kızının verdiği konferansta Mehmed Akif’e sağır ve kör demesi üzerine büyük insan İslâm Şairi “Hayâ Öğren İlkin” başlıklı bir şiirinde hayayı şöyle dile getirmiştir:
Ne yapsam, neyle kurtarsam şu imdat isteyen halkı
Deyip hatta hayalen, şöyle hiç gezdin mi bir şarkı?
Benim beynim sağır yahut gözüm körmüş peki, lâkin
Senin görgün yolunda, mükemmelmiş de idrakin;
Ne gördün? Söyle evladım, ne duydun? Neydi izah et…
dedikten sonra devamla:
“Niçin? dersen sıkılmak hiss-i insanisi yok ilkin...
Evet, beynim sağırdır, kâinatım çünkü hep feryad.
İşitmem başka bir ses, milletim eylerken istimdad!
Gözüm görmez evet zira muhitim kapkaranlıktır.
Fakat sinemde imanım müebbed fecr-i sâdıkdır
dedikten sonra devamla son mısraları:
Ne ibret! Yok mu bir bilsen kızarmak bilmeyen çehren?
Bırak tahsili evladım, sen ilkin bir haya öğren!
Gene safahatında Akif:
“Göster Allah’ım, bu millet kurtulur, tek mucize
Bir utanmak hissi ver, gâib hazinenden bize”
mısraları ile hayanın önemini ahlaki değerler yönünden nazımla ne güzel ifade etmiştir.
26 Aralık 1936 yılında İstanbul’da Allah’ın rahmetine kavuşan büyük insan İslâm şairi Âkif Safahat’ında:
Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim
Ne saadet, hani ondan bile mahrumum ben,
Daha yıllarca eminim ki hayatın yükünü,
Dizlerim titreyerek çekmeye mahkûmum ben
Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını,
Bana çok göre ilahi bir avuç toprağını
diyen Safahat nâzımının cenazesi çıplak bir tabut içinde birkaç kişinin sırtında musalla taşına getirilmişti, O tabutta İstiklâl Marşı Şairinin cenazesi vardı. Fakat bunu kimse bilmiyordu. Çünkü o, vaktiyle kendisi için:
"Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince
Günler şu heyülayı da, er geç silecektir.
Rahmetle anılmak ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir?"
mısralarını söylemişti. Sözü özüne uymuştu.
İstiklâl Marşının Şairi hastalığının son günlerinde ziyaretçi arkadaşlarının kendisine metanet tavsiye etmeleri üzerine:
"Yaşamak en sonunda dikilen bir taş için
Bir avuç toprak olmak düşünen bir baş için."
Mevsim kıştı, kış şiddeti ile hükmünü sürdürmesine rağmen acı haber İstanbul’da ve bütün yurtta yayılmıştı. Duyanlar dükkânlarını kapatarak cenazeye koşmuş, yetişemeyenler ise dükkânlarının önünde İstiklâl Marşı Şairine son selâm ihtiramında bulunmuşlardı.
Safahat nâzımı büyük İslâm Şairi Mehmed Akif’in tabutu coşkun bir sel gibi muazzam bir cemaatle Bayezid meydanından Edirnekapı’ya kadar gençlerin ve gerek halkın parmakları üzerinde taşınmıştır.
63 yıllık hayatını sade ve basit olarak tevazu içinde geçiren Safahat Nazımı, gençlerin hayranı İslâm Şairi, milleti için yazdığı "o benim değildir ancak milletimindir” diyen istiklâl Marşı ile mezarına konulmuştur. İşte tarihte kendi eseri ile gömülmüş tek ve bahtiyar insan olmuştur.
Kabir taşında, İstiklâl Marşının ilk kıtası yazılıdır:
“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak.
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak
O benimdir, o benim milletimindir ancak!”
DİPNOTLAR
(1) Sebilü’r Reşâd Mecmuası, c. 18, s. 183.