Makale

İnsanlık Nasıl Yok Edildi?

İnsanlık Nasıl Yok Edildi?

Dr. Erdal KILIÇ

Tumberio
“Köle taşıyan gemilere, “Tumberio”, yani “ölü taşıyıcıları” adı verilmişti. Bu gemilerden biri ile denizi aşan bir İtalyan Fransiskeni söyle der: “Erkekler güverte altında üst üste yığılmış, ayaklanıp gemideki tüm beyazları öldürürler korkusuyla da zincirlerle bağlanmışlardı. Kadınlar için, ikinci güverte arası ayrılmıştı. Hamile olanlar arka kamarada toplanmıştı. Çocuklar birinci güverte arasında, balık istifi gibi sıkıştırılmıştı. Uyumak istediklerinde, birbirlerinin üstüne düşüyorlardı. Doğal gereksinmelerini gidermek için sintineler vardı, ama çoğu yerini kaybetmek korkusuyla bulunduğu yerde rahatlıyordu. Özellikle erkekler acımasızca üst üste yığılmış oldukları için, bulundukları yerde koku ve sıcak dayanılmazdı. Atlantik Okyanusu 35-40 gün arasında aşılmaktadır. Ölüm oranı, havasızlıktan boğulma ve salgın hastalıklar yüzünden çok yüksektir. Bu oran %50’ye ulaşabilir. Çoğu zaman salgınlarla baş edebilmek için hastalar öldürülür. Amerika’ya varışta sağ kalanlar, açık arttırmalar sırasında iyi para etmeleri için, yeniden özenli bir bakımdan geçirilirler. Doğal olarak fiyatlar boya, yaşa, güce, cinsiyete vs. göre değişir. Tehlikelere ve kayıplara karşın, kazançlı olan bu ticaret, kaçakçılığa ve korsanlığa yol açar. İngiliz gemileri, sık sık zenci taşıyan gemilere saldırıp, yüke el koyar ve köleleri Virginia ya da Antillerde satarlar” (Türk ve Dünya Tarihi Ansiklopedisi, cilt 4, s. 1176, Gelişim Hachette, Istanbul 1985.)
“İngiliz Parlamentosu’nun raporlarına göre 1768’de Afrika’dan Amerika’ya İngilizler 60.000, Fransızlar 23.000, Hollandalılar 11.000, Portekizler 1.700 köle göndermiştir. Toplam olarak (bir yılda) 97.500 köle, 1787 yılında bu sayı (yılda) 100.000’e ulaşmıştır.” (Aynı eser s. 1312.)
Araştırmalara göre bu dönem içinde 12 milyon Afrikalı Amerika’ya taşındı. Bu insanlık tarihinin en büyük zoraki göçü olarak kabul edilmektedir. Diğer bir kaynağa göreyse bu rakam 25, hatta 40 milyona kadar çıkmaktadır.
Avrupalı sömürgeçler
12 Ekim 1492’ye kadar Amerika kıtası, üzerinde güneşin batmadığı bir coğrafya idi. Coşkun akarsularıyla kuşatılmış olan bu verimli topraklar üzerinde, insanlığın büyük medeniyetlerini kurmuş, doğayı yok etmeden ondan istifade etmesini bilen, silahı ve savaşı tanımayan insanlar yaşıyordu. Kentleri, tapınakları, mimarisi ve matematik bilimi ile sulh içinde yaşayan bu kıta sakinleri, Avrupa uygarlığından(!) habersiz ve onu oldukça geriden izlemesine karşın, kendine yeten Atlantik ötesi bir uygarlık merkezi idi. Seyahatleri boyunca seyir günlüğü tutan Kristof Kolomb bu insanların Avrupalılara karşı gösterdiği misafirperver ve cömert tavırları karşısında büyülendiğini itiraf ederek onları, sığ kıyıda, denize yürüyerek teknelere yaklaşan, ilk karşılaştıkları yabancılara çeşitli hediyeler sunan, silahın ne olduğunu bilmeyen barışçı ve yumuşak huylu insanlar olarak tanımlıyordu. “Onlara bir kılıç gösterdim, keskin tarafından tuttular ve ellerini yaraladılar” diyerek o insanların kötülük nedir bilmeden yaşadıklarını, dünyanın en iyi, en nazik insanları olduklarını günlüğünde yazan Kolomb böylesi bir medeni duruşa karşı hayranlığını gizleyememiştir. Ama övgülerini bu şekilde sıralayan Kolomb, günlüğün ilerleyen sayfalarında şöyle diyordu: “Bunlardan çok iyi hizmetkâr olur. Sadece elli adamla bütün bu yerlilerin hepsine kolayca boyun eğdirebiliriz ve her istediğimizi yaptırabiliriz.”
Evet… Kolomb, Kızılderilileri böyle tanımlıyordu. Onun gözünde bu insanlar misafirperver ev sahipleri değil, her istediklerini yaptırabilecekleri hizmetkârlar idi. Bu insanlar, yeni tanıştıkları misafirlere yüreklerini açtılar, topraklarını, yiyeceklerini paylaştılar, süs eşyası olarak kullandıkları altın ve gümüşlerini hediye ettiler. Avrupalı misafirlerse(!) bu kıtaya, salgın hastalık, yağma ve ölüm getirdiler. 1492’de kıta halkı, yeryüzünün gördüğü en trajik alışverişlerinden birine sahne olmuştur. Gasp edilen sadece eşyaları değildi; daha sonradan “tumberio” yani “ölü taşıyıcıları” adı verilecek olan gemilere tıka basa bindirilen zavallı insanlar için artık yeni bir hayat başlıyordu: Kölelik. Araştırmacıların tahmini hesaplarına göre, Kolomb’un Hint Adaları sandığı Antil adalarına ayak bastığı tarihte bütün Amerika kıtasının nüfusu 30-50 milyon arasında gösterilmekteydi. ABD’li tarihçi Samuel Eliot Morison 1548’lere gelindiğinde sayının yerli halk nüfusu adına binlerle ifade edilebilecek kadar düştüğünü hatta araştırılmaları neticesinde İspanyol Adası’nda yaşayan yerlilerin sayısının 500’ü dahi bulmadığını belirtmek suretiyle vahşetin boyutuna dikkat çekmiştir. İspanyollar başta olmak üzere Avrupalı sömürgeçler buradaki uygarlığı altın ve mal hırsları yüzünden yok ettiler.
Tarihi geniş okumak
Böylesine sevimsiz bir giriş pek tabiidir ki içimizi karartabilir, moralimizi bozabilir. İnsanlık onuru ve ahlakıyla bağdaşmayan bu gerçekler belki yarım asır gerimizde duruyor olabilir ancak siz de fark etmiş olmalısınız ki bu tarihî bilgiler içimizi acıtıyor olsa da bugün ziyadesiyle bağışıklık kazandığımız bir gerçekle yüz yüzeyiz: “şiddet.” Ki o da bizim için normalleşen, sıradanlaşan bir olgu hâline gelmiş bulunmaktadır. Bu manada tarihi geniş okumak lazım gelmektedir. Goethe, “3000 yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan, günübirlik yaşayan insandır.” der. Gelecek için planlar yapan insanın geçmişinden bilgisizce ve şuursuzca yaşaması doğasına uygun olabilir mi? Bu satırların kaleme alınmasındaki amaç elbette ki Avrupa düşmanlığı değildir. Bilakis hırs, tamah ve israfıyla, Amerika, Afrika ve Asya’yı köleleştirmiş, hastalıklı ideolojileri uğruna dünya savaşları çıkarmış, toplama kamplarında, gaz odalarında en vahşi yöntemlerle insanları katletmiş, aynı ülke insanlarını birbirine düşman etmiş, coğrafyaları cetvelle çizip, hakları arasına görünmez duvarlar çekmiş olan Avrupa’nın kan, şiddet ve savaş dolu tarihine yeniden dikkat çekmektir.
Barış savaştan az ötede
Savaş kaçınılmazdır elbet. Sudan sebeplerle, hırs ve tamahın esiri olanların toprak için, mal için, intikam için, dünya için, yeni kıtalar için ve savaş için savaşmanın İslam’da yeri yoktur. Savaşın hak ve adaleti hâkim kılmak, insanları gerçek hürriyete ve refaha kavuşturmak için yapılmasına taraftar olunmalıdır ki, böylesi de küçük savaştır. Zira en büyük savaşın insanın kendi nefsine karşı verdiği mücadele olduğu hakikati unutulmamalıdır. Evet, barış savaştan az ötededir. Ancak savaş geçidini aşamayanın, barış nimetine ulaşabilmesi ise mümkün gözükmemektedir.
Günümüz bilim ve teknolojisi ile nükleer çağı yakalayan insan, artık kendi insanını toplu hâlde yok edebilecek imkânlara sahiptir. “Tumberio” denilen “ölü taşıyıcıları” yerini bugün daha modern(!), daha çağdaş(!), tahrip gücü yüksek, bir anda kitle hâlinde ölümlere dahi yol açabilecek güce ulaştı.
Amerika kıtasının işgali ile başlatılan insan sömürüsü bugün kesintiye de uğramaksızın devam ettirilmektedir. Beslendiği kaynak ise, terörizmdir: Batırılan, yakılan gemiler, çökertilen binalar, yok edilen hayatlar… Kime ve niçin saldırdıklarını açıklamakta dahi güçlük çektiklerini sonrasında günah çıkarırcasına itiraf eden insanlıktan binasipler. Adı terör, iç savaş ya da başka bir şey olan ve günlük haber bültenlerinde ya da iletişimin imkân verdiği son teknolojik verilerle yüz yüze kalınan kanlı olaylar… Kısaca insanlık ayıbı işlenmeye devam edilmekte…

“İngiliz Parlamentosu’nun raporlarına göre 1768’de Afrika’dan Amerika’ya İngilizler 60.000, Fransızlar 23.000, Hollandalılar 11.000, Portekizler 1.700 köle göndermiştir. Toplam olarak (bir yılda) 97.500 köle, 1787 yılında bu sayı (yılda) 100.000’e ulaşmıştır.”

Sudan sebeplerle, hırs ve tamahın esiri olanların toprak için, mal için, intikam için, dünya için, yeni kıtalar için ve savaş için savaşmanın İslam’da yeri yoktur. Savaşın hak ve adaleti hâkim kılmak, insanları gerçek hürriyete ve refaha kavuşturmak için yapılmasına taraftar olunmalıdır ki, böylesi de küçük savaştır.