Makale

KUR'ÂN-I KERÎMDE ORUÇ

KUR’ÂN-I KERÎMDE ORUÇ

Doç. Dr. İsmail CERRAHOĞLU

Bu makalemizde, İslâm’ın şartlarının ana temellerinden biri olan oruç ibâdeti üze­rinde duracağız, Türkçemizde oruç dediğimiz kelimenin karşılığı arapçada "savm" veya "sıyâm"dır. Bu kelimenin ve bu kelimenin çeşitli iştikaklarının, Mukaddes Kitâbımız’da bulunduğu âyetleri ele alacak ve onlardaki hükümleri kısa ve özlü bir şekilde, bilhassa günümüzün meselelerine temas ederek anlatmaya çalışacağız.

Kur’ân-ı Kertm’de 11 âyette savm, sıyâm veya bu kelimenin iştikaklarını bulmak­tayız. Şimdi bu âyetleri genel olarak sıralayalım ve meâllerini vermeye çalışalım:

1 — "Ey îman edenler! Sizden evvelkilere farz olunduğu gibi, sizin üzerinize de oruç farz olundu, (tâ ki günahlardan) korunasınız." (Bakara: 183).

2 — "(Farz olunan oruç) sayılı günlerdir. Artık sizden kim (o günlerde) hasta olur veya seferde bulunursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar. Oruca gücü yetmeyenler üzerine de bir yoksul doyumu fidye lâzımdır. Bununla beraber kim gönül isteğiyle bir hayır işlerse bu, onun için daha hayırlı olur. Oruç tutmak bilseniz, si­zin için daha hayırlıdır." (Bakara: 184).

3 — "(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, insanların hidâyet rehberi olan, onları doğru yola götüren ve hakkı bâtıldan ayıran en açık ve parlak burhanları (ihtiva eden) Kur’ân bu ayda indirildi. Öyleyse içinizden kim o aya erişirse, orucunu tutsun. Hasta olan veya seferde bulunan, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar, Allah si­zin için kolaylık ister, zorluk istemez. O sayıyı (kazâ borcunuzu) tamamlamanız Allah’ı —sizi muvaffak buyurduğu o şeyden dolayı da— büyük tanımanız içindir, olur ki şükre­dersiniz. (Bakara: 185).

4 — "Oruç günlerinizin gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak sizlere helâl edildi. On­lar sizin için, siz de onlar için birer libassınız. Allah sizin nefsinize zulmettiğinizi bil­diğinden tevbenizi kabûl etti ve sizi bağışladı. Artık (bundan sonra geceleri) onlara yaklaşın ve Allah’ın hakkınızda yazdığını isteyin. Fecr olan ak iplik, kara iplikten seçi­linceye kadar, yiyin için sonra geceye kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde îtikâfta bulunduğunuz zaman, kadınlarınıza yaklaşmayın. İşte Allah’ın hududu, sakın onlara yak­laşmayın. Allah sakınsınlar diye insanlara âyetlerini böyle açıklar." (Bakara: 187).

Bakara Sûresi’nden zikrettiğimiz şu dört âyette, orucun farziyyeti, zamanı, kolaylık­ları ve kazâsı bahis konusu edilmektedir. Bu dört âyetten başka, yine Bakara Sûresi’nin 196., Nisa Sûresi’nin 92., Mâide Sûresi’nin 89. ve 95., Meryem 26., Ahzâb 35., Mücâdele 4. âyetlerinde de oruç lâfzı geçmekte ise de, bunların ekserisi müslü­manların yaptıkları herhangi bir kötü hareketin neticesi olarak ödemeleri lâzım gelen keffâret çeşitlerinden biri olarak geçer. Ayrıca bunlara kısaca temas edilecektir. Biz bu makalemizde sadece Kur’ân-ı Kerîm’deki orucu ele aldığımızdan, hadîs, icma’ ve kıyas yoluyla ulaşılan ince teferruata temas etmeyeceğiz. Yapacağımız tefsir ve izahlarda, yu­karıda zikredilen âyetlerin açık bir şekilde anlaşılmasına çalışacağız.

Türkçede oruç dediğimiz savm veya sıyâm’ın arab dilindeki anlamı nedir? Savm veya sıyâm her ikisi de S.V.M.(…)’dan masdardır. Her İkisi de aynı anlamda kullanılır. Bu kelimenin Arap dilindeki asıl mânâsı, hareketsiz olmak, hareketsiz dur­mak gibi bir anlama gelir. Istılah olarak, “Nefsi, meylettiği şeylerden muayyen bir müd­det alıkoymak ve ona mâni olmak" şeklinde tarif edebiliriz.

Oruç kelimesini ihtiva eden âyetlerin bulunduğu sûreler nazar-ı dikkate alınırsa, bir sûre hariç, diğerlerinin Medine’de nazil olduğu görülür. Yalnız Meryem Sûresi Mekkîdir. Bu sûrenin 26. âyetinde geçen savm kelimesini bütün müfessirler, ıstılah mânâsın­daki oruç olarak almamışlar, onu lügat mânâsında kullanarak "susmak, söz söylememek”le ifade etmişlerdir. Bu sûre dışındaki Medenî sûrelerde geçen "savm" kelimesi ise, bu­gün kullandığımız orucun ıstılah mânâsını ifade etmektedir. Şimdi bu âyetler üzerinde birer birer duralım:

1 — "Ey îman edenler! Sizden evvelkilere farz olunduğu gibi, sizin üzerinize de oruç farz olundu, (tâ ki günahlardan) korunasınız" (Bakara: 183).

Müslümanlara orucun farz oluşu bu âyette sabit olmaktadır. Yine bu âyetten, oruç külfetinin sadece müslümanlara yüklenmemiş olduğunu, bu külfetin geçmiş milletlere de farz edildiğini öğrenmekteyiz. Kısacası oruç, bütün dünyaca kabul edilmiş olmakla beraber, İslâm Dîni’nin bünyesi içerisinde yeni bir kavrama bağlanan bir din müessesesi olmuştur. Yahûdîlerin âbid olanları, Hz. Mûsâ’nın Tûr Dağı’na çıkış ve iniş günü olan Pazartesi ve Perşembeyi, bir de Mısır’dan çıkışın hâtırası olan Tishri (Yahûdi aylarından biri) ayının onuncu gününü oruçlu geçirirler. Bu oruç 24 saat devam eder. Hristiyan­ların ise, Pazar günleri hariç altı hafta, yâni 36 günlük perhizleri (Cârem) vardır. Onlar bu müddet içerisinde bazı hayvânî gıdaları yemezler. Bâbil asıllı Sâbiîlerin de 30 gün­lük oruçları vardı. Onların orucu güneşin doğuşundan batışına kadar devam ederdi. Bu­dizm, Konfüçyüs ve diğer dinlerde de bir oruç sistemi mevcuttur. Görüldüğü gibi bütün dinlerde mevcut olan orucun îfa ediliş şekilleri birbirinden farklıdır.

Ayetin sonundaki "(ta ki günahlardan) korunasınız." ibâresi, size orucun farz kılın­masının sebebi, sizleri günahlardan korumak içindir, gibi bir anlam taşır. Bu bakım­dan İslâm dininde oruç, insanın ahlâkça düzelmesi ve yükselmesini temin eder. İnsanoğ­lunun kötülük ve günahlardan kaçınabilmesi sadece dış temizliği ile değil, içinin, ruhu­nun temzilenmesine de bağlıdır. Kur’ân-ı Kerîm sadece iyi olmayı, kötülükten uzak dur­mayı emretmekle yetinmemiş, insanın İçindeki kötülük meylini frenleyecek ve iyiliğe meylettirecek yolları da göstermiştir. İşte bu yollardan biri de hiç şüphesiz ki oruçtur. İslâm’ın diğer ibâdetlerinde olduğu gibi, orucun da insan üzerinde maddî ve manevî faydaları pek çoktur. Çünkü insanoğlu sadece ne bir cisim ve ne de bir ruhtur. Belki bunların ikisinin muvazeneli bir şekilde birleşmesidir. Bu iki asıldan birini ihmâl etmek, muhakkak ki diğerini kuvvetlendirmeye vesile olur. Çok meyve alabilmemiz için mü­nâsip zamanlarda ve usûlüne uygun bir şekilde meyve ağaçlarımızı budadığımız gibi, biraz cismaniyetimizi budamakla, ruhumuzu takviye etmiş oluruz. Bu budama sadece yemek içmekten çekinmekle değil, her türlü kötü davranıştan ictinâb etmeyi de içine alır. Bu bakımdan oruç, Allâh’ın emrini yerine getirmesi yönünden insandaki kabiliyetlerin bir nevi eğitilmesidir. Nasıl insandaki kabiliyetler tam güçlerine erişebilmesi için bir eğitime ihtiyaç gösteriyorlarsa, insanda mevcut olan Allah’ın emrine uyma kabiliyetinin de mutlaka eğitilmesi îcâbeder. Oruç tutmayan sabretmesini bilemez. Hele zenginlik içinde olup, müreffeh bir hayat yaşayanlar, oruç tutmadıkları takdirde, Allah’a itâat et­me kabiliyetlerini şehvetlerine kaptırırlar, ruhları tamamen körleşir. Bir gün aç kalmakla öleceklerini zannederler. Bundan dolayı da orucu zararlı sayarlar. Halbuki nefs-i emmâreye karşı en iyi müdafaa onunla yapılır. Oruç, Allah’ı daha çok düşündürür, O’na itâat etmenin yolunu temin eder ve îtâatın zevkini tattırır.

Orucun mânevî faydası dışında, maddî faydaları da pek çoktur. İnsan vücûdunu açlık ve susuzluğa karşı dayanıklı bir hale getirdiği gibi, yaşayacağı çetin bîr hayat tarzına alışkanlık kazandırır. Harp ve kıtlık günlerinde, insan icâbında günlerce aç ka­labilir. Böyle bir tâlimin lüzumu açık olarak meydandadır. Zaten bugünkü modern tıp ilmi de çeşitli hastalıklarda bâzı gıdaların yenmesini yasaklamaktadır. İnsanoğlu gündüz çalışır, gece uykusunda dinlenir. Acaba sindirim organlarının böyle bir dinlenmeye ih­tiyaçları yok mudur?

Zorla oruç tutanlar, bunu Allah’ın emrini yerine getirmek niyetiyle yapmazlarsa, mânevî bir kazanç temin edemezler. Fakat buna mukâbil maddî faydalar sağlayabilirler. Allah’ın emrini yerine getirmek niyetiyle oruç tutanlar ise, hem mânevî mükâfata nâil olurlar, hem de maddî faydalar temin ederler. Çünkü, kulun yaptığı ibâdetlerin faydası yine kendisi içindir.

2 — a) "(Farz olunan oruç) sayılı günlerdedir": Orucun müslümanlara farz kılın­dığını öğrendik. Ama farz kılınan bu oruç günleri ne kadardır ve ne zamandır. İşte bu âyette bu husus tâyin edilmektedir. 3. ayette de açıklanacağı gibi, bu sayılı günler Ramazan ayının günleridir. Bu sayılı günler bazen 30, bazen 29 olabilir. Acaba, oruç günlerinin böyle sayılı olmasında bir hikmet aranılamaz mı? Yukarıda, oruç in­sana Allah’a itâat etmenin zevkini tattırır demiştik. Bu zevki tattırmak için de, İslâm sadece ruhî faydalar elde etmek isteyenleri, bütün sene oruç tutmaktan alıkoymuştur. Çünkü devamlı olarak bütün seneyi oruçlu geçirme, insanda bir alışkanlık hâlini alır ve tuttuğu oruçtan maddî ve mânevî bir zevk duyamaz. Zikredilen sayılı günler o şe­kilde tâyin edilmiştir ki insanı alışkanlık derecesine çıkarmadan, maddî ve mânevî zevk­leri tattıracak vasıfları ihtiva etmektedir,

Ramazan orucu müslümanlara, Hicret-i Nebeviyyenin İkinci senesinde, Kıblenin de­ğişmesini müteakip, Şaban ayının onunda farz kılınmıştır. Hz. Peygamber ve Araplar İslâmiyet’ten evvel ve Mekke devrinde beraber yaşadıkları Hıristiyan ve Yahûdîlerden orucun ne olduğunu biliyorlardı. Hz. Peygamber Medine’ye hicretlerinde, Ramazan ayın­da orucun farzîyyetînden evvel, her ay üç gün ve bir de Aşûre gününde nafile olarak oruç tutmayı emretmişti. Ramazan orucunun farziyyetinden evvel, müslümanlar arasın­daki orucun şekli böyle idi.

b) "Artık sizden kim (o günlerde) hasta olur veya seferde bulunursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar": Bu lâfızlardan anlaşıldığına göre, İslam dini merhametsiz ve gaddar değildir. Bilâkis müsamahalıdır. Hasta ve yolculara karşı âzami kolaylığı göstermiştir. Onlar oruç tutup tutmamakta muhayyerdirler. Eğer tutama­yacak olurlarsa, tutamadıkları gün miktarmca kazâ ile mükelleftirler. Hastalar için iki durum düşünülebilir. Birincisi, oruç tutmaya kudreti olmayacak derecede olandır ki, böy­le bir hastanın oruç tutmaması vâcip olur. Diğeri ise, oruç kendisine biraz zor gelse de, tulabilecek kudrette olan hastalar ki, bunların durumu hakkında fakîhler arasında görüş ayrılıkları belirmiştir. Bazıları oruç tutmamasını söylerken, bazıları da oruç tutmaya muktedirse tutar demişlerdir. Gebe ve emzikli kadınlar da bu hüküm içine girerler. On­lar gerek kendileri ve gerekse çocukları için bir zarar geleceğini hissederlerse, oruç tut­mayabilirler, Fakat sonradan, tutamadıkları miktarı kaza ederler.

İslâm’da yolculuk, mutedil bir yürüyüşle 18 saatlik bir yoldur. Bundan daha az olan bir mesafeye sefer denemez. Yolculuklar meşakkatlerden hâlî olamaz. İslâm Dîni yol­cular hakkında ibâdetler husûsunda bâzı kolaylıklar göstermiştir. Yolculuk meşakkatten hâlî olsa da hüküm ferde değil, cinse göredir. Bu bakımdan serî vasıtalarla bu 18 saatlik mesafe bir saatte dahi alınsa, yine buna sefer ıtlak olunur. 18 saatlik hududu aşan kişi seferî olur ve oruç husûsunda da kendisine bir ruhsat verilmiştir. Yolcu olan orucunu yiyebilir, ancak yolculuk sona erdikten sonra kazâ etmek mecburiyetindedir. İmam Mâlik ve İmam Şâfî, yolculuk halinde oruç tutmaya muktedir olan kimsenin oruç tutması efdâldir, demişlerdir. Kezâ İmam Şâfî’den: “o kişi muhayyerdir” kavli de bize ulaşmıştır. İbn-i Ulayye, Enes b. Mâlik’in, “Ramazanda Allâh’ın Nebîsi ile sefere çıktık, ne oruçlu olanlar iftar edenleri ve ne de oruçlu olmayanlar oruçlu olanları ayıplıyordu.” sözünden faydalanarak muhayyerliği tercih eder. Sahabe ve Tâbiîlerden bazı zevat, “Allah sizin için kolaylık is­ter, zorluk istemez.” âyetinin mânâsından istifade ederek, yolculuk hâlinde oruç tutma­manın faziletli olduğunu ileri sürmüşlerdir.

“Tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar.” ibaresi de kazânın vücûbuna delâlet eder. Hastalık, yolculuk, cihat, ikrah hali, şiddetli açlık ve susuzluk, gebelik ve süt analık, kadının hayız ve nifas halleri sebebiyle kazaya kalan oruçların en kısa za­manda ödenmesi matlubdur.

c) “Oruca gücü yetmeyenler üzerine de bir yoksul doyumu fidye lâzımdır. Bunun­la beraber kim gönül isteğiyle bir hayır işlerse bu, onun için daha hayırlı olur. Oruç tutmak bilseniz, sizin için daha hayırlıdır.”

Yukarıda, Hz. Peygamber’in her ayın üç gününde ve Aşûre günlerinde oruç tuttuğunu söylemiştik. Her ne kadar Hz. Peygamber’in bu ibâdeti, müslümanlara farz kılın­mamış olsa bile vahye müstenid bir ibâdettir. Yukarıda zikrettiğimiz ilk âyetle Ramazan orucu farz kılınmış, onu takibeden âyette de, kimlerin oruç tutup tutmayacakları be­lirtilmişti. Ayette, hasta olanların ve yolculuğa çıkanların, iyileştikten ve yolculuğun biti­minden sonra, üzerlerine farz olan orucu kazaen tutmaları kat’î olarak beyan edilmişti. Bundan sonra gelen "itâka" kelimesinin manası değişik şekillerde anlaşıldığından, bidâ­yette, üzerlerine oruç güç gelen bâzı zevat, fidye vermek suretiyle orucu terketmişlerdi. Bu âyetin tefsiri üzerinde biraz durulması gerekir. Zamanımızda bâzı kimseler, güya bu âyete dayanarak, sağlam ve zinde müslümanları, oruç tutmak veya fidye vermek gibi iki şık arasında muhayyer bırakmaktadırlar. Meşhur iki Sahâbenin bu âyet hakkındaki görüşünü burada zikretmek sûretiyle, her ikisinin de ayrı ayrı yollar takibederek aynı neticeye vardıklarını görmemiz, konuyu anlamamız bakımından faydalı olacaktır. Bura­daki zorluk, âyetteki "itâka" kelimesinin değişik şekillerde anlaşılmasından ileri geldi­ğini söylemiştik. İtâka kelimesi lügatta, gücü yetmek, dayanmak manasına gelirse de, esasında gücü tükenmek, zor dayanmak gibi bir manayı da muhtevidir. Hatta itâka’nın vusu’ ve istita’a mânâlarına olduğu söylenirse de, esasen aralarında fark mevcuttur. Çünkü vusu’ ve istita’ada, bir şeye kolaylıkla kadir olma manası da vardır. İtâkada ise şiddetle ve meşakkatle kadir olma manası hâkimdir. Kur’ân-ı Kerîm’de güç yetme manasına ekseriyetle istita’a lafzı kullanıldığı halde, bu ayette itâka lafzının kullanılması, bunu tatvik manasında olduğunun bir delilidir.

Abdullah b. Ömer, bu âyetin, daha sonra gelen “Öyleyse o aya erişen orucunu tut­sun.” ayetiyle neshedildiğini söylemiştir. Abdullah b. Abbas ise bu ayetin mensuh ol­madığına işaret etmiş, ayette zikredilen hasla ve yolcuların dışındaki kimselere atfetmiş, aynı zamanda bu manayı verirken, oruç tutmaları mümkün olan, fakat biraz güçlük çe­kecek kimseleri kastetmiş değildi. İbn-i Abbâs’ın bu âyeti anlayışı şöyledir: Tamamiyle ihtiyarlamış ve ilerde tutamadığı orucu kaza ile iade etmesine İmkân bulamayan kişileri nazar-ı itibara almıştır. Hatta bu anlayışın içine, iyi olması mümkün olmayan bir hasta­lığa yakalanmış olanlar da girebilir. Ayetin neshedilmiş olduğunu ileri süren İbn-i Ömer, ayetteki itâka manasını, istita’a manasına almış, buradan da gücü yetenler oruç tutama­dıkları takdirde fidye versinler demek olur ki, bu da bir nevi muhayyerlik ifade etmek­tedir, Nitekim orucun farz kılınması üzerine, bir kısım Sahabe bu manayı anladığından, orucu terkedip fidye ödemek yolunu tutmuşlardı. Ayetten anlaşılan mana eğer istita’a ise, bu takdirde, hiç şüphe yok ki biraz güçlük hissedenler, fidye vermeyi bu güçlüğe tercih etmişlerdir. Halbuki oruçtan maksat, bu gibi güçlüklere nefsi alıştırmak ve onu terbiye etmektir. Bu yönden, "öyleyse içinizden kim o aya erişirse orucunu tutsun." ayetinin, yukarıdaki ayetin istita’a manasındaki anlamını neshettiğini kabul etmek icâbeder. Günümüzde bazı kimseler böyle bir muhayyerliği tercih etmektedirler. Bu görüş asla Kur’ân’ın ve İslâm’ın ruhuna uygun değildir. Hasta ve yolcuya tutamadığı günleri kaza etmesini emreden İslâmiyet’in, sağlam ve mukîm olan kimseyi oruç hususunda muhay­yer bırakmış olması asla kabul edilemez.

Her iki Sahabe yukarıdaki görüşlerinde, ayrı ayrı noktalardan hareket etmişler, fa­kat meşru sebepler hariç, Ramazan orucunun tutulmasına kâil olmuşlardır. İbn-i Ömer târihî bir yol, İbn-i Abbas ise tahsis yolunu tercih etmiştir. Oruç tutamayacak ka­dar yaşlı bulunan Enes b. Mâlik, ömrünün sonlarında fidye ödemekle iktifa etmişti. Bu ayete başka mana vermeye kalkışanların dedikleri doğru olsaydı, İslâm’ın doğuşundan bu âna kadar orucun, yalnız fakir olup fidye vermeye kudreti olmayanlara inhisar etmesi icâbederdi. Halbuki İslâmiyet’te oruç, hiçbir zaman bu şekilde tatbik edilmemiştir. O halde şu neticeyi söyleyebiliriz: Alışmamış olmalarından dolayı oruca dayanamayacak­larını zannedenler, orucun farziyyetinden, fidye ile kendilerini kurtaramazlar.

3 — a) “(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, insanların hidâyet rehberi olan, onları doğru yola götüren ve hakkı bâtıldan ayıran en açık ve parlak burhanları (ihtiva eden) Kur’ân bu ayda indirildi.”

Ramazan ayı, ay sistemine göre tesis edilmiş 12 aydan biridir. 29 veya 30 gün ara­sında deverân eder. Orucun da bu ay içerisinde tutulması icâbetmektedir. Burada üze­rinde hassasiyetle durulması icâbeden bir husus, orucun zamanı meselesidir. Görüldüğü gibi, Kur’ân bunu açık olarak tâyin etmiştir. Buna rağmen, İslâm’ın orucunu, aynı za­man ve aynı mevsime getirmek isteyen heveskârların günümüzde kalem oynattıklarını görmekteyiz. Kısaca ifade etmek gerekirse bu heveskârlar ay takvimi yerine güneş tak­vimini koymak istemektedirler. Bilindiği gibi ay takvimi, güneş takvimine nisbetle on günlük bir öncelik sağlar. Bundan dolayı da, 36 senelik bir müddet içerisinde Ramazan ayı senenin bütün mevsimlerini sıra ile dolaşır. Coğrafya okuyanlar bilirler ki, her yer­de aynı iklime sâhip olmayan bir yer yuvarlağı üzerinde yaşamaktayız. Sıcak ve soğuk mevsimler bir bölgeyi diğerinden farklı yapmaktadır. Yaz, soğuk bölgeler için hoş bir mevsim iken, hatt-ı istiva (ekvator) civarı için, hoş değildir. Yer küremizin bazı bölgelerinde mevsimler dahi teşekkül edememektedir. Bundan başka, her yerde mevsimler de aynı değildir. Dünyamızın Kuzey Yarım Küresi kış mevsimini idrak ederken Güney Ya­rım Küresinde yaz hüküm sürmektedir. Bu coğrafî vaziyetler gözönünde tutulacak olur­sa, İslam gibi cihanşümul bir dinde, güya bir coğrafî bölgenin müslümanlarını korumak için, sabit bir mevsim aramanın yersizliği kendiliğinden ortaya çıkar. İstenen sabit mev­sim, din mensuplarının bazılarına daimî menfaat ve kolaylık sağlarken, bazılarını da dai­mî zorluklar içerisinde bırakacaktır. Böyle bir durum İslam’ın ruhuna ve Ramazan oru­cunun hikmetine uygun değildir. Ramazan ayı, mevsimlerde muntazam surette yer de­ğiştirdikçe, fayda ve zorluklar birbirine takibedecektir. İnsanoğlunun her mevsime göre bünye mukavemetini sağlayacaktır. O halde, dünyanın her bölgesinde bulunan müslümanlara, oruç hususunda müsavatı temin edebilmek için, İslam’ın tatbik ettiği ay sis­teminden daha uygun bir mevsim düşünülemez. İstenilen güneş sistemindeki sabit mev­simle müslümanlar müşkülata uğrarlar. Böyle bir sistem cihanşümul bir din için düşü­nülemez. Düşünülen bu sistem ancak mevziî bir din için uygun olabilir. İslam dini için de böyle bir şey bahis konusu değildir. Onun cihanşumüllüğü dost ve düşman herkes tarafından kabul edilmiştir.

Yine yukarıdaki ayetten, insanlığın hidâyet rehberi olan Kur’ân’ın bu ayda indiril­miş olduğunu öğreniyoruz. Bu, Kur’ân’ın tamamının değil de, Kur’ân’ın nüzûl başlan­gıcının bu ayda olduğuna delâlet eder. Keza ed-Duhân Suresi’nin 3. ayetinde; “Biz onu mübarek bir gecede indirdik.” buyurulmaktadır. Kadr Suresi’nin ilk ayetlerin­de de; “Kadir gecesinde biz onu indirdik.” şeklindeki vahy-i İlâhî de nazar-ı dikkate alınırsa, Kur’ân’ın ilk defa inişi Ramazanda, geceleyin ve mübarek bir gece olan Kadir gecesinde vâki’ olmuştur. Müslümanlar arasında bu hususta bir ihtilâf yoktur. Ancak mevcut olan ihtilâf bu mübarek gecenin, Ramazan ayının hangi gününe tesadüf etmiş oluşudur.

b) “Öyleyse içinizden her kim o aya erişirse (o ayın hilalini görürse veya şahit olursa) orucunu tutsun. Hasta olan veya seferde bulunan, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar. Allah sizin için kolaylık ister zorluk istemez.”

Bu âyetlerde de, ayı görme meselesi bahis konusu olmaktadır, Lügatta şuhûd, gıyab mukabili huzur demektir. Buradan da anlaşılıyor ki ayın başlangıcını ve bitimini araştırmak icâbetmektedir. Bunu müslümanlar namına bir müessese veya bir grup da yaparsa kifayet eder. Burada akla gelen ayı görme işi ile, astronomi veya hesab ilmine dayanılarak elde edilen netice aynı olabilir mi? Ayın gözle görülmesi ilm-i şuhûdîdir. Hesapla elde edilen netice ise ilm-i istidlalidir. İlm-i şuhûdînin mümkün olduğu yerde, ehlinden bu hususa müstenid olan şehâdet, ilm-i istidlâlîden öncelik kazanır. Ama ilm-i şuhûdînin mümkün olmadığı yerlerde, ilm-i istidlâlî mümkün olabilir. Kur’ân’ın bu âyeti ve hadislerin delâleti ayı görmeyi emretmektedir. “Hilali görünceye kadar oruç tutma­yın, eğer hava bulutlu olursa, otuza tamamlayınız.” Kezâ, “Rü’yetiyte tutunuz, rü’yetiyle bozunuz, eğer sizinle ayın durumu arasına bir bulut veya pus girerse otuzu sayınız.” şeklindeki Peygamber’in emirleri de rü’yeti şart koşmaktadır.

Hz. Peygamber devrinde ilimler fazla tekamül etmemiş olduğundan böyle olabilir. Fakat artık zamanımızda astronomi ve hesap ilimleri ilerlemiştir. "Bu işi hesapla yap­mak daha doğru olmaz mı?" şeklinde bir sual ortaya atılırsa; ona Mecelle kâidesiyie şöyle cevap verilebilir: “Mevrîd-i nasda içtihâda mesağ yoktur.” Kısa bir İfade ile: Açık bir şekilde ayet ve hadis bulunan bir yerde içtihada gidilemez.

Ayette, “İçinizden kim ayı görürse orucunu tutsun." denilmektedir. Acaba ayı gö­renler tutacak da, görmeyenler tutmayacak mıdır? Ayette geçen (…..) lafzı, “Sizden bazılarınız” gibi bir mana ifade etmez. Çünkü oruç ayetinin baş tarafındaki (…..) hitabı ile, bunun da umumi olduğu anlaşılmaktadır. Bu bakımdan, herhangi bir mü’mine Ramazan hilâlini görmesiyle oruç tutmak farz olunca, delâlet tarikiyle diğer bütün mü’mînlere de farz olur. Bu hususta İslâm âlimlerinin iki görüşü vardır. Birinci görüş, bir ülkede ay görülünce, oradakilere ve aynı boylam dâiresi üzerinde olan ülkelere de oruç tutmak lazım geldiğidir. İkinci görüş ise, bir İslam beldesinde hilâl görülünce, çeşitli memleketlerdeki müslümanlara da oruç farz olur. Artık hilâlin görüldüğü yere uzaklık ve yakınlık bahis konusu değildir. Bilhassa zamanımızda radyo, her mekânda yaygın durumdadır. Doğudan batıya kadar haberlerin nakli çok kısa bir zamanda mümkün olmaktadır. Teessüfle kaydedelim ki, bugün müslüman milletleri arasında bir İslam birliğinin olmaması sebebiyle, siyâsî ve idarî vaziyetlerindeki dağı­nıklık, bazı ibâdet şekillerinde de tezahür etmektedir. İslâm milletleri arasında din ve fikir birliğinin olmadığını gösteren en güzel delil, Ramazan orucunun başlangıcı ve bay­ram günlerinin tâyininde ortaya çıkmaktadır. Aynı İklime sâhip olmayan, ayı ve güneşi aynı anda ve aynı şekilde göremeyen bir dünyâ küresi üzerinde yaşamaktayız. Dünyânın geniş bir alanına yayılmış olan müslümanlar, ayı aynı anda göremeyeceklerdir. Ama aralarında sağlam bir îman ve fikir birliği olursa, ayın ilk görülüş haberini, çeşitli vası­talarla —düne nisbetle daha kolay olarak— yaymak gayet kolaydır. Ta ki Müslüman milletler, yeni ay nerede görülürse görülsün, oruca birlikte başlama hususunda ittifak edebilsinler. Eğer bunu yapabilirlerse, bütün bölgelerdeki müslümanların arasında irtibat temin edecek, İslâm fikir birliğini sağlayacak âmillerden birini tesis etmiş olurlar. Böyle bir durum asla "Rü’yetiyle tutunuz, rü’yetlyle bozunuz." hadîsine münâfi olamaz. Çünkü buradaki hitab şahıslara değil bütün müslümanlaradır.

Dünyânın geniş bir bölgesine yayılmış olan müslümanların, ayı görüşleri husûsunda ittifak edemediklerini görenler, hesab yoluyla bu işin daha sağlam olabileceğini ileri sürerler. Aynı ihtilâflar hisâbî yönden de ortaya çıkmaktadır. Rasathâne hesaplarıyla, Diyânet muvakkitinin hesaplarının birbirini tutmadığını bizzat müşâhede etmişimdir. O halde çare, bu işten anlayan kimselerin, mutlaka müslüman milletleri arasında toplantılar yapıp bir neticeye ulaşmalarıdır, 1964-1965 yılları arasında, Tunus’ta böyle bir toplantı yapılmış, fakat bir neticeye ulaşılamamıştı. Bu işte neticeye ulaşıncaya kadar devam şarttır. Birlikte hareket İslâm’ın en mühim şiârıdır. Cemâatle kılınan namazların fazileti, topluluk ve birlik şuurunun ehemmiyetinden dolayı değil midir?

Ayetin devamında, hasta olan ve seferde bulunanların durumu yukarıdaki gibi ay­nen tekrarlandığı halde, oruca tâkat getiremeyenlerin durumu burada tekrarlanmamıştır. Bu, İbn-i Ömer’in yukarıda zikrettiğimiz nesh görüşünü teyid edecek mahiyettedir. Allah orucu müslümanlara farz kılmakla, onları sıkıntıya uğratmak istemez. Hastalık ve yolculuk hallerinde oruçta zorluk olabilir. O halde onlara iftara müsaade etmekle kolay­lık bahşetmiş olur. Bu kolaylıklar oruç hakkındaki fıkhî hükümler kısmında daha geniş olarak görülebilir. Allah bu sayılı oruç günlerinin gerek eda yönünden gerekse kazâ cihetinden muhakkak tamamlanmasını İster.

4 — a) “Oruç günlerinizin gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl edildi, onlar sizin için, siz de onlar için birer libassınız. Allah sizin nefsinize zulmettiğinizi bil­diğinden tövbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. Artık (bundan sonra geceleri) onlara yaklaşın ve Allah’ın hakkınızda yazdığını isteyin."

Bu ayet daha evvel Sahâbe arasında câri olan bir endişeyi bertaraf etmektedir. Hadislerin beyanına göre, oruçlu olan bir adam, iftardan sonra yatsı namazına kadar yer ve içebilir veya mücâmaatta bulunabilirdi. Yatsıdan sonra bu fiilleri yapamazdı. İşle bu ayet iftarla sâhur vakti arasında gecenin hangi saatinde olursa olsun, nikâhlı ailesine yaklaşmasında bir beis olmadığını ifâde etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm karı koca ara­sındaki münâsebeti dâimâ nezih bir şekilde, edebî sanaatlarla ifade etmeye çalışır. Mese­la ayette geçen "Refes" kelimesi, kînâye olarak cima’ mânâsına kullanılır. Yine beliğ bir istiâre ile, onlar sizin, siz de onların libasısınız, ibaresi de bu hususa iyi bir örnektir. Nasıl elbise insan vücûdunu örter ve sararsa, siz de birbirinizin ayıplarını örtün, sar­maş dolaş ve birbirinizin koruyucusu olun, demektedir. Siz, bu ayet vahyolmazdan önce, o gecelerde nefislerinizi tutmakla, kendinize zulmediyordunuz. Allah sizin tevbelerinizi kabul edip oruç gecelerinde ailenizle mübaşerette bulunmayı sizlere izin verdi.

b) "Fecr (-i sâdık) olan ak İplik kara iplikten size seçilinceye kadar yiyin, için, sonra geceye kadar onu tamamlayın”.

Bu ayetle de, günlük orucun hudutları tâyin edilmektedir. Bize gelen haberlerden anlaşıldığına göre, İslâm’ın bidayetinde bazı Sahâbe, oruç tutmak istediklerinde, siyah ve beyaz iplikleri alır, bunları birbirinden ayırdedinceye kadar imsâk yapmazlardı, de­nilmektedir. Bu gibi haberler bazı Sahâbenin durumunu anlatması bakımından ehemmi­yetlidir. Ak iplik kara iplikten seçilinceye kadar, ibaresi mücmeldir. Daha sonra gelen (…) ise onu beyan etmektedir. Sakın yanlış anlaşılmasın, zikrettiğimiz beyaz ve siyah ipler bildiğimiz ipler değildir. Bu ipler fecr-i sâdıktan olan iplerdir. Daha doğ­rusu gecenin siyahlığı ile gündüzün beyazlığının bir ip halinde ufukta belirmesidir. Bu­radaki edebî sanatı, aynı kültür seviyesinde olmayan Sahâbenin, aynı şekilde anlaması mümkün değildir. Bu husûsu aydınlatacak bir olay Adiyy b. Hâtim ile Hz. Peygamber arasında geçer, Adiyy, Peygamber’e, "Siyah ipin beyaz ipten tefrik edilmesi şu bildiğimiz renkli iki ip mi?" diye sorduğunda, Peygamber cevap olarak, “Sen muhakkak geniş ka­falısın", sonra da, "Hayır, dediğin o renkli iki ip değil, gecenin siyahlığı ile gündüzün beyazlığıdır." demişti. Hadîs metninde geçen (…) geniş kafalı mânâsına geldiği gibi, koca kafalı; ahmak gibi mânâları da ihtiva eder. Başka bir rivâyette ise, Peygamber ona, "Senin yastığın o halde çok geniş bir yastıktır" şeklinde cevap vermişlerdi. Et-Taberî’de, Âmir vasıtasıyla Adiyy b. Hatim’den gelen bir haberde, bu hâdisenin müslüman olmak için Medine’ye geldiği günlerde meydana geldiğini öğreniyoruz. Hattâ Peygamber, Adiyy’in bu suali karşısında, azı dişleri görülünceye kadar gülmüş, sonra da bu âyetten maksadın ne olduğunu anlatmıştı. Hz. Peygamber’in henüz müslüman ol­muş bir şahsa, hakaret edercesine bir muamelede bulunması O’nun Peygamberlik va­sıflarına uygun düşmezdi. Adîyy’in, siyah ve beyaz iplikleri yastığı altına koymasını ima ederek, gecenin siyahlığını ve gündüzün beyazlığını yastığının altına koyabildiğine gö­re; senin yastığın çok büyük olmalı, demiş, böyle muazzam bir yastıkta da büyük bir kafanın bulunması lâzım geldiğini, onunla şakalaşarak, ifade etmek istemişti. Artık be­yaz iple siyah ipin, gecenin iri siyahlığı ile gündüzün beyazlığının birleştiği fecr vakti ol­duğu anlaşıldıktan sonra, o vakte kadar yemek içmek ve orucu bozan şeyleri işlemekte beis yoktur. İşte o andan itibaren orucu bozan maddî ve mânevi şeylerden imtina ede­cek, akşam oluncaya kadar bu hali devam ettireceğiz.

c) "Mescidlerde îtikâfta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allâh’ın sınırlarıdır. Sakın onlara yaklaşmayın. İşte Allah âyetlerini böylece insanlara açık­lar, tâ ki korunsunlar."

Îtikâf lûgatta, nefsini bir yerde hapsederek beklemektir. Istılah mânâsı ise, câmiler­de îtikâf niyetiyle kalmaktır. Ayetin siyakından, anlaşıldığına göre îtikâf, oruçla be­raber olması îcâbeder. Buradaki "kadınlarınıza yaklaşmayınız" ibaresi, oruç gecelerindeki ibâhayı tahsis ettiğinden, îtikâf ta da orucun şart olduğu anlaşılır. Ayette başka bir kayıt bulunmadığından, mescidde kısa bir müddet kalınsa bile, şer’î mânâ îfâ edilmiş olacağı anlaşılırsa da, îtikâf oruçla birlikte olacağından, hiç olmazsa onun da en azından bir günden az olamayacağı neticesi ortaya çıkar. Nitekim hadîste de, "îtikâf ancak oruçladır" şeklinde buyurulmuştur. İmâm-ı A’zam bunun beş vakit namaz kılınan câmilerde olabile­ceğini söyler. Kadınlar için, evlerde namaz kıldıkları yerden başkasında îtikâf câiz olmaz. El-Buharî ve Müslim’de, Hz. Aişe’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber Ramazânın son on gününde îtikâfa girerlerdi. Bu iş ölünceye kadar devam etmişti. Ondan sonra da Hz. Peygamber’in zevceleri bu işe devam ettiler. İtikâf, adakla vâcîp olur, Ramazânın yirmisinden sonraki günlerde, sünnet-i müekkededir. Bunların dışında olan îtikâflar müstehabdır.

Yukarıda zikrettiğimiz şu dört âyette, orucun farziyyeti, zamanı, kolaylıkları ve kazâsı hakkındaki umûmî hükümleri gördük. Oruç kelimesini ihtiva eden 11 âyetten, bir tanesinin Mekkî sûrede bulunduğunu ve bunun da lügat mânâsında kullanılarak, bugün kullandığımız oruçla ilgisi olmadığını söylemiştik. Geriye kalan altı âyette oruç, müslümanların işledikleri bir fiile keffâret olarak kullanılması husûsuna âittîr. El-Bakara Sûre­sinin 196. âyetinde, hac farizasını îfâ ederken bîr kimse hasta olsa, veyâhut başından rahatsız ise, saçını kestikten sonra ona fidye olarak oruç tutması, sadaka vermesi veya kurban kesmesi îcâbeder. Kısaca, bu âyette zikredilen oruçlar, hac ibâdeti esnasındaki memnûâtın ihlâli veya hacc-ı kıran, hacc-ı temettu’a niyet edenlere terettüb etmektedir.

İhramda bulunan kimse başını tıraşa muhtaç olacak şekilde hastalanır veya başına eziyyet veren bit gibi hayvanat veya yara sebebiyle traş ederse, yukarıda zikrettiğimiz üç neviden biriyle fidye vermek vacip olur. Âyete dikkat edilirse, oruç, sadaka ve kur­bandan ibaret olan fidyenin miktarı tâyin edilmemiştir. Bu miktarı, Hz. Peygamber, Kâ’b b. Ucre’ye beyan etmiştir. Evvelâ bir koyun kurban etmesini istemiş, sonra üç gün oruç tutmasını veya altı miskini doyurmasını istemiştir.

Hacc-ı Kıran veya Hacc-ı Temettu nevilerinden biriyle faydalanmak isteyenlere de, bir kurban vâcip olur. Kurban bulamayan kimse, üç gün hacda, yedi gün de memle­ketine döndüğünde oruç tutması îcâbeder. Bunların hepsinin toplamı on gün eder.

Nîsâ Sûresi’nin 92. âyetinde; bir mü’min diğer bir mü’mini kasten değil de hataen öldürürse, ona hem fidye hem de keffâret vermesi lâzım gelir. Verilecek keffâret evvelâ bir köle âzâd etmektir. Şâyet âzâd edecek bir köle bulamıyorsa, o zaman birbiri ardınca ara vermeksizin iki ay oruç tutması îcâbeder.

Mâide Sûresi’nin 89. âyetinde; yeminlerini bozanların keffâret olarak üç gün­lük oruç tutmalarını âmirdir. Akidlere taallûk eden yeminlerden dolayı Allah bizleri muâhaze eder. Bu yeminler de iki kısımdır. Yapılmasında günah olmayan bir şeye yemin edilirse, bunun mutlaka yerine getirilmesi îcâbeder. Eğer yemin günah olan bir şeye edilirse, ki bu yeminde sebat etmek, o yemîni bozmaktan daha büyük bir günah işle­miş olacağından, ehven-i şer kabûl edilip onun bozulması tercih edilir. Her iki kısım yeminin bozulmasından dolayı keffâret verilmesi lâzım gelir. Bu keffâret yemîni boz­manın dünyâdaki cezası, hem de uhrevî cezadan kurtulmak için bir ibâdettir. Yemîni bo­zana keffâret olarak on fakîri doyurmak yâhut onu giydirmek veyâhut da bir köle âzâd etmektir. Şâyet bunları bulamazsa veya vermeye kudreti yoksa, üç gün oruç tutar. Bu orucun üç gün arka arkaya tutulması îcâbeder. Araya herhangi bir sebeple bir fâsıla gi­rerse, yeniden tutulması lâzım gelir. Zîrâ İbn-i Mes’ud Mushafı’nda "mütetabiât" lâfzı da bulunmaktadır. Ebû Hanîfe, es-Sevrî bu görüşü tercih etmişlerdir, eş-Şâfiî de bir kavlinde bunu tercih etmiş, el-Müzenî de, bu orucu zıhâr keffâretîndeki oruca kıyas ederek arka arkaya tutulmasını söylemişlerse de, Mâlik ve Şâfîî diğer kavillerinde, bu üç günlük orucun arka arkaya tutulmasının şart olmadığını söylemişlerdir.

Yine Mâide Sûresi’nin 96. âyetinde, ihramda olan bir kimse, bilerek bir av öldürürse, iki bilirkişinin takdiriyle öldürülen avın değerine mukabil Kâ’be’ye varacak bir kurban veya o değerde fukara taamı veya bunun dengi oruç tutmaktır. Fukara taâmı onu orta halli doyuracak bir miktardır. Tutulacak oruç miktarı, her doyumluk yemek mik­tarı kadardır. Yâni fakîre avın bedeli olarak on doyumluk yemek verilmişse, on gün oruç tutulacak demektir. Kişi zikredilen üç hüküm beyninde muhayyerdir.

Ahzab Sûresi’nin 35. âyetinde, Allah’ın istediği bir kimse olabilmek için, er­kekle kadın arasında bir tefrik yapılmadığını görmekteyiz. İslâm’dan evvel ve hattâ son­raları bile bâzı ülkelerde, kadın bir mal, rûha sahip olmayan bir şeytan addedilirken, 14 asır evvel İslâmiyet, erkekle kadının müsâvâtını beyân etmiştir. Erkekle kadınları, dînî ve hukûkî vecîbeleri bakımından müsâvî kılan İslâm, yaratılışları i’tibâriyle temâyüz eden vasıflarından dolayı, erkeği kadının üzerine koruyucu kılmıştır. Erkeğin anatomik ve fiz­yolojik yönlerden, kadına nisbetle değişik olması, maddî teşekkülü bakımından daha güçlü yaratılması erkeklere bir üstünlük sağlayıp, kadınların hakkını kısıtlayıcı bir mânâ taşıdığı söylenemez. Erkeğin bu meziyetlerine mukabil kadına da, güzellik, incelik, câzibe, letâfet gibi kâbiliyetler verilmiştir. Bu bakımdan her iki taraf bir üstünlüğe ve me- ziyyete sâhiptir. Bu âyette de zikredildiği gibi, ibâdetler veya Allah’a kulluk husûsunda erkekle kadın arasında aslâ bir farklılık gözetilmemektedir.

Mücâdele Sûresi’nin 4. âyetinde, zevcelerine zıhar yapan kimselerin, bu du­rumdan kurtulabilmek için, ödemeleri îcâbeden keffârefi beyan etmektedir. Zıhar, erkeğin, zevcesinin sırt, karın, bel, kasık gibi uzuvlarını, kendine mahrem olan kadınlara benzetmesi sebebiyle, çirkin bir söz söylemiş olmaktır. Böyle bir söz söyleyen kimse, zevcesinden uzaklaşması îcâbeder, hattâ kendi kendine ondan uzaklaşmak için söz ver­miş sayılır. Bu durumda karısına avdet edebilmesi veya verdiği bu sözü bozması halin­de, zevcesiyle temastan evvel, bir köle âzâd elmesi, buna gücü yetmezse arka arkaya iki ay oruç tutması, buna da gücü yetmezse 60 tane fakîri doyurması îcâbeder.

İslâm’ın ana temellerinden biri olan oruç, Kur’ân-ı Kerîm’de yukarıda zikrettiğimiz esasları ihtiva etmektedir. Orucun hadîsteki ve fıkıhtaki teferruatını ve ince meseleleri­ni, onlara âit yazılarda okuyabilirsiniz.