Makale

Zaferler Ayı Münasebetiyle ZAFERLERİ SAĞLAYAN TEMEL DİNAMİKLER

Zaferler Ayı Münasebetiyle
ZAFERLERİ SAĞLAYAN TEMEL
TEMEL DİNAMİKLER

Yılmaz TARTAN
Musahhih

Geçmişi ve bugünü anlamak; gelecek hakkında doğru bir kanaate varabilmek için tarihin ışığına ihtiyacımız var. Bu ışığın parıltısında görüyoruz ki, hayatın akışına yön veren büyük ve nadide zaferleri, büyük milletler kazanmıştır. Tarihin bu teyidinde biz, millet olarak şeref defterinin baş köşesindeyiz. Büyüklüğümüzün tescili olan zaferlerimiz, tarihin ve zaman gergefinin göğsüne işlenmiş harika nakışlar gibi ışıldıyor, göz kamaştırıyor.
Tarihteki ihtişam günlerimizi iftiharla söylemekten elbette göğsümüz kabarıyor, bundan sevinç duyuyoruz. Evet bu milletin cesareti kadar feragati, feragati kadar erdem ve doğruluğu; geçmişten bugüne hep zaman güzergâhının vâ- hasını süslemiştir.
Ağustos ayma "Zaferler ayı" diyoruz. Bu bizim yahut bir başkasının mesnetsiz keyfî yakıştırması değil, tarihin hükmü.
Hemen belirtmeliyiz ki, tarif ve tahlillerimiz aklımıza yeni sorular getiriyorsa eksik ve yetersizdir. Ağustos ayı zaferler ayıdır da diğer aylarımız nedir? Bu millet yılın onbir ayında âtıl kalıp, sadece bir ayında mı faal idi?
Batıya, doğuya seferlere giden şanlı orduların hareket tarihlerinin; baharın ilk günlerine rastladığını hemen hatırlayalım. Evet dile kolay, 1,2 bazan 3 ay yolculuk... Sonra, sonra en az bir kaç milletin kollektif gücüyle karşı karşıya geliş... Zafer ve tekrar dünyanın en güzel payitahtına geri dönüş. Milletimiz için ayların, mevsimlerin fazla bir önemi yok! Harim-i ismete yan bakan düşmanla kavganın zamanı olur mu? Elbette olmaz; biraz sonra göreceğimiz gibi zamanı değil belki zamanlaması olur o kadar...!
Bu millet zaman gelmiş, kış ortasında Alla- huekber dağlarında Rus birliklerini önüne katmış vatanından kovalamış; hem öyle bir kovalamaca ki, sonuç Rus birliklerine değil, ama tabiatın haşin ve dayanılmaz donduruşu karşısında 60 bin yiğidin kimi kıyamda, kimi rükûda ve secdede kalırcasına, beyaz makberine gömülüp gitmişler ama herbirinin sicili onları öldüren tufan dolu kar gibi beyaz ve lekesiz. Dönmek ve kaçmak suçu asla göremezsiniz. Kış ortasında, dondurucu ayazlarda, kağnısıyla cepheye top mermisi taşıyan Şerife bacılar yeri gelmiş çekmeyen sarı öküzün yanına koşulmuş; tek korunma aracı yorganım mermilerin üstüne örtmüş, onlar üşümesin dercesine... sonunda kendisi donup ölmüştür; ama cephe yolunda, vazife başında...
Bir çağ kapayıp, bir çağ açan büyük Fetih olayının Nisan ayı içerisinde fiilen başladığını, hazırlıkların kış mevsiminde, hareketin ise baharın ilk günlerinde yapıldığını hatırlayacak olursak, baharlarımız sadece çiçeklerin tomurcuklarını değil, aynı zamanda görkemli zaferlerin dinamiklerini de koynunda saklıyordu.
Burada Ağustos haricinde, cephe gerisinde ve ilerisinde yaşanan birkaç olayı anlatmaya çalıştık. Başka misaller mi? Elbette! Ama niçin? Milletimizin ruh karakterini belgelemek istiyorsak o zaman baştan sona destanlar külliyatı olan Türk tarihini buraya aktarmamız gerekir. Bu ise kar’ın ak olduğunu savunmak kadar boş bir iştigaldir, diyor ve esas konumuza geçiyoruz.
Bize zafer sağlayan temel disiplinler nelerdir?
Seferleri zaferlere dönüştüren temel disiplinler bir elin parmaklarından çok değildir.
Zaferin birinci temel şartı, milletin zorlukları aşacağına, zaferi kazanacağına kesin inanmasıdır. Tarihte aşılması gerekli bu zorluk gün gelmiş, 40 bin cengaverin 200 bin Bizanslıya karşı durup Anadolu kapılarını açtırması; gün gelmiş gemileri karadan yüzdürüp inanmış bir millet için kara ile denizin çok da farklı olmadığını dünya âleme göstermesi; gün gelmiş alaf alaf yanan bir Sinâ çölünü aşmak için ter dökmesidir.
Bunlardan malazgirt zaferini ele alalım.
Malazgirt’te Alpaslan ordusu zaferi kazanacağına kesin inanıyordu. Çünkü Müslüman için kazanıp yaşamak da zafer, ölmek de... Zaferi kazanır gazi olursa, Allah’ın dinini yaydığı ve bunu dünya gözüyle gördüğü; kaybeder şehid olursa, bir insanın erişebileceği en yüksek makama ulaştığı için sevinecekti... Böyle bir inançla dopdolu insanlardan-müteşekkil ordurttnr yenilmesi elbette mümkün değildi. Oysa Bizans İmparatoru Diogenes’in kahramanlığına rağmen, imparatorun en yakınlarından başlayarak üst yönetim fitne kazanı gibi kaynıyor, savaş sonrasına yönelik hesaplar yapılıyordu. Yani her şey yaşamak üzerine endekslenmişti. Yaşamak her şeydi onlar için... Nitekim Diogenes’in destek kuvvet komutanı, ordunun dağılmakta olduğunu öğrenince, yenilen ordusuna destek vermek şöyle dursun, önce kendisi kaçmaya başlamıştı...
Alpaslan’ın: "Burada Allahtan başka bir Sultan yoktur; benimle birlikte savaşmakta veya benden ayrılmakta serbestsiniz" hitabı karşısında askerler hep bir ağızdan: "Asla emrinden ayrılmayacağız" mukabelesinde bulundular.
Yavuz Sultan Selim büyük doğu seferine giderken "İsteyenler hanımlarının yanına dönebilir, hiç kimse gelmezse ben tek başıma gidip düşmanla savaşacağım" dedikten sonra ardına bile bakmadan atım ileriye doğru sürmesi, askerler arasında başlamış bulunan gevşekliği tümüyle silip yok etmiştir.
Alpaslan’ın savaş öncesi orduya hitabıyla Yavuz’unki içerik olarak değişik olsa bile, mânâ ve maksat olarak aynıdır, denebilir. Yani inancı pekiştirme, şüpheleri silip yok etme gayreti...
İkinci temel şart; milletin hayat damarları onun vazgeçilmez değerleriyle beslenip, amaç gönüllerde bir meş’ale gibi yandığı sürece yapamayacağı iş, aşamayacağı engel yoktur.
Fetih toplumunda gönüllerde yanan meş’ale sadece Fatih’te değil, millette de bir aşk halini almıştı. Tarihte 28 defa kuşatıldığı halde fethe- dilemeyen İstanbul, 29. kuşatmada gerçek sahibine teslim olacaktı. Zaten Fatih için İstanbul, nihai bir hedef sayılamazdı. Belki ara hedefti ama mutlak aşılması, geçilmesi gereken bir ara hedefti, denebilir.
Üçüncüsü hedefe varırken bütün ihtimallerin hesaplandığı bir strateji...
Evet Fatih çok iyi biliyordu ki Haliç’e zincir çekilecek. Zincir çekilence "ne yapayım zincir çektiler, gemilerimiz geçemiyor mu diyecekti." Tedbirini aldı. Gerilen zinciri anlamsız kılmak için gemileri Haliç’e indirmenin hesabı kitabı yapıldı, bir gece içinde düşündüğünü fiiliyata geçirdi. Surları eldeki toplarla yıkma imkânı yoktu. Bunu da düşündü. Surları yıkmak için daha önceden büyük toplar döktürdü. Surların arkasına tesir edebilmek için havan topunu icat etti.
Ve sevgili İstanbul, Bizans’ın işgalinden kurtarılarak gerçek sahiplerine kuçak açtı.
Yine Malazgirt’e dönecek olursak, Alpaslan’ın savaş ve zafer stratejisinde en küçük taktik ve metod bilgilerini dahi geçmeden üzerinde durduğu, yeri ve zamanı gelince bunları tek tek devreye koyduğu görülür. Nitekim savaş başlayınca daha önce kararlaştırdığı savaş taktiğini aynen uyguladı. Malazgirt Muharebesinde düşman evvela öncü birliklerle kışkırtılmış, sonra sahte bir kaçışla düşman üzerlerine çekilmiş, çok önceden yanlardan ve arkadan çevirme harekatı yapıldığı için bir hilal içine alınan düşman kısa zamanda imha edilmiştir.
Tarihimizde benzeri tablolara başka zaman dilimleri içerisinde de rastlıyoruz. Mesela yakın t ar i himizden Mi1i Mücadelede Trtkopos’ un oniki bin Yunan askeriyle teslim alınışı, Milli Mücadelenin üç Mustafası diye bilinen komutanlarının çok ince hesaplarına dayanıyordu.
Cüce Yunanlı Zafer sarhoşluğuyla Ankara’ya doğru koşup gelirken, Türk askeri aylar önceden çok geniş bir çevirme harekâtına geriden başlamıştı bile...
Dördüncüsü zamanlama; evet bu çok önemli disiplinleri biribirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Çünkü bunlar birbirini tamamlayan ve 1 biri olmadan diğeri anlamsızlaşan temel unsurlardır.
Mustafa Kemal’in Yunanlılar, İngilizler ve Fransızlar için söylediği (1918), "geldikleri gibi defolup gideceklerdir" sözünde bir zamanlama hesabı güttüğü görülür. Yine 26 Ağustos sabahı şafakla birlikte Türk topçuları ateşe başladığı zaman, ısmarlama galip ordu (Yunan ordusu) Anadolu’nun bağrında çöreklenmiş bir yılan gibi kıvrılmış son uykusunu horulduyordu.
Çok yakın bir zamanda Rus tanklarının küçük bir Çeçen kasabasına gömülüp kaldığını hemen hepimiz TV’den izledik. Burada da çok ince bir yer ve zamanlama hesabı yapıldığı, şehrin ortasına kadar Rus tanklarının çekildiği, böylece bir çember ^ içine alındığı görülür. Bütün bunlar iyi hesap edilmiş bir stratejinin meyveleridir, diyebiliriz.
Bunları, eğitimli insan, ekonomi, araç-gereç, haber alma imkânları vs. gibi ihtiyaçlarla çoğaltmak mümkün. Ama esas itibariyle vazgeçilmez şartları bunlardır diyebiliriz. Kaldıki üçüncü madde, saydığımız ve saymadığımız daha pek çok unsurları bünyesinde saklamaktadır. Bunlar, zaferlerimiz üzerinde yapılan tahlillerin ortaya koyduğu ortak paydalardır.
Siz bu altın bilgileri ister harp sanatında, is- ı ter ekonomik kalkınma savaşında, isterseniz sosyal barışın sağlanması için uygulayınız; tavizsiz uygulandığı süre içerisinde zaferi gülümser yüzüyle kollarını açmış size doğru koşar bulacaksınız ve inanın siz ona koştukça o daha fazla bir hararetle size doğru gelecektir.


ZAFERLERİMİZ
ve BİZ

Senenin belli aylarında, belli günlerinde basın organlarında incelenen ve irdelenen yazı konuları hep aynıdır. Ağustos ayında konu olarak zaferlerimiz işlenir. Zaferleri kazanışımız ve kahramanlığımız vurgulanır.
Zaferlerimizi anmadaki maksat ve zaferlerimizin anlamı üzerinde nedense pek az durulur... Genelde söylenenler ve yazılanlar aynıdır. Denebilir ki, aralarında üslup farkı bile yok. Peki bu tekrar etmeler bize ne fayda sağlıyor? Bu önemli sorulara cevap arayacağız. Aslında bu konu irdelenmeli, daha geniş boyutlu araştırmalar yapılmalıdır.
Evet büyük millet olmak için sadece cephelerde Fatih olmak yetmez, belki bu vasıf asgari ölçüleriyle şarttır. Zaten tarih ilminin kriterinden baktığımızda, milletimizi geçmişte fetih toplumu yapan unsurun sadece cephedeki zaferlerimiz olmadığını açıkça görüyoruz. Geçmişte mazinin ihtişamına sahip olurken, ilimde, fende ve sosyal hayatın her ka
demesinde hayatın her problemine makro ve mikro düzeyde çözümler bulunduğunu görüyoruz. Tarihimizde bunu yaşadığımız, tatbik ettiğimiz dönemler var. Ne hazindir ki ilimde, fende yapılan ileri atılımlar, yeni buluşlar, istikbalde aynen davam ettirilememiş; bu çaba, Yeniçağ ve devamında gelen Rönesans ve Reform hareketleriyle batıyı uyandırmış ama istikbâlin kendi evlatlarına maalesef aynı etkiyi yapamamıştır.
Anmak veya anma törenleri, kavuşma ve tekrar karşılama ihtimalinin yok olduğu günlerin duygusudur. Bir daha tekkerrür etme ihtimali bulunan olaylar, genelde anmanın konusu olamaz.
Kâinattaki diyalektik, bir olayın aynen tekerrürüne elvermez belki. Ama aynı dizi içinde daha büyük veya daha küçük çapta olaylar tekkerrür edebilir. Zaman içinde gitgide küçülen toplumlar, dünkü haşmet günlerini özlemle anmayı kendilerine bir görev bilirler. Oysa büyüyüp yükselen, her yeni gün yeni zaferlerin muştusuyla sevinen toplumlar için dünün küçük hayaliyle avunmak garipleşir biraz.
Avrupa’dan kültür ithal etmeye başladığımız devirlerden beri yoğunluk kazanan anma törenlerinde, bir kavuşamama duygusu dikkat çeker.
Önce şu soruya bir cevap arayalım; zaferlerimizi anmak, dünkü ihtişam günlerinin hayalinin statik bir tekrarı mıdır, yoksa aynı büyüklüğe erişme yolunda bir cehd, bir gayret midir?
Tarihteki zafer günlerimize, altın çağlarımıza sadece geçmişte yaşanmış tarihi bir olay nazarıyla bakıldığında, o günlere ulaşmak diye bir şey düşünülemez. Ama zaferlerimizi besleyen anlayışın zaman dehlizinden kıyamete doğru uzanan bir çağlayan olarak düşünür ve ona sahip çıkmasını bilirsek, düne ulaşma umudumuz, yeşerecek, çiçek açıp boy verecektir.
Meselâ Fethi sadece geçmişte yaşanmış tarihi bir olay nazarıyla değil, ama dünden yarına doğru uzanan bir çağlayan gibi algılar ve tarihimize en az batının mazisine sahip olduğu kadar sahip çıkabilirsek, asla tereddüt etmeyelim ki o haşmetli ırmak yine çağlayacak, yine kükreyecektir.
Fetihten kasdımız onun tekrarı değil, aynı maksadın dirilmesidir. Türk milletinin gücünü ve büyüklüğünü ortaya koyması ve dünya konjektüründe ekonomik ve sosyal gelişme düzeyiyle ve daha pek çok alanda ön safa geçmesidir.
Zaferlerimiz, zamanın eskiteme- yeceği bir muhtevanın, bir kültürün ve toplumun ürünüdür, çocuğudur. Ona sahiplenebilmek için, onu doğuran muhtevayı iyi bilmek gerekir.
Bunun adına geri dönmek denemez. Bilakis o güzellikleri yanımıza çekercesine, onlarla elele tutuşurcasına ileriye yönelmektir. Geleceğin kurulmasıdır; geleceğin imarıdır, ihyasıdır.
Çağları aşarak nadide günlere uzanmak için an- malıyız dünü.
Tarihimizde zafer kutlaması var mıydı?
Tarihimizde zafer kutlamalarına rastlamıyoruz. Sebebi basit. Her mevsim bir fethe koşan bir fütüv- vet ordusunun kalkıp da filanca şehrin fetih yıldönümünü kutlamasını beklemek herhalde doğru olmazdı. "Dünya bir padişaha çok; ikisine az gelir" devlet anlayışının insanları, kendi ihtişamına göre küçük saydığı zaferleri kutlamayı anlamsız ve gereksiz bulmuşlardır. İşte bu yüzden günümüzde sıkça rastlanan zafer kutlama etkinliklerine geçmişte rastlanmaz.
Buna rağmen zaferlerimizi anmayı bir temel ilkeye oturtmak ve anlamlandırmak zorundayız. Malazgirtten Haçlı seferlerine, oradan İstanbul’un Fethine ve "içimizde bir yare ki kanar ha kanar" dediğimiz 1683 vehametine (II. Viyana Bozgununa) oradan yakın tarihe 30 Ağustos zaferine kadar hepsi ayrı ayrı anlamlı, tarihin bağrında çiçek açmış muazzam olaylardır. Kısaca, zaferlerimiz tesadüfi hadiseler değildir. Elbette mağlubiyetlerimiz de öyle... Ama tarihi büyüteç altına alırken, ihtişamla zillet dönemlerini bir tutup aynı camdan bakmak haksızlık olur.
Demek istediğimiz mağlubiyet meselesini ayrı bir dosyada inceleyeceğiz-
Zaferlerin anlamı
İşte bu ana ilkeden hareketle meselâ bir fetih olayı (bu konuyu Mayıs sayımızda enine- boyuna yorumladık) güzel bir şehrin zaptı yahut ele geçirilmesi şeklinde ifade edilirse bu zaferimizdeki mesajın asla anlaşılmadığını gösterir. Eğer fethi her yıl bu şekilde anıyorsak herhalde anmamak daha güzel deriz. Peki nedir fethin anlamı? Şudur:
Fetih haklı ve insanı ideallerimizi insanlığa sunmamızı simgeleyen büyük bir hadisedir.
Muazzam bir olaydır; Zaferlerimizi değerlendirirken, anarken, yorumlarken bu öz ifadenin çevresinden ayrılmamalı, bu ifadenin anlamına ters değerlendirmelere düşmemeliyiz. Geçmişe hasret kalıp, özlemle yanıp tutuşmak değil belki, geçmişi yorumlamak, mânâlandırmak ve günümüze adapte etmektir. Malazgirtten fethe, fetihten Milli Mücadeleye kadar anmalarımız bu ana ilkeye yönelik değilse dünü anmanın kuru bir tatmin olduğunu söyleyenleri haklı çıkarmış oluruz.
O halde dünün tecrübelerinden en geniş şekilde yararlanmalı deriz.
Buna millet olarak en çok bizim hakkımız var. Öncü birlikleri çoktan Otranto’yu fethetmiş ama arkadan gidecek olan esas ordunun yönünü kimseye bildirmemiş olan Fatih’in taktik ve metotları araştırıcılar için hazine mesabesindedir. (Ne acıdır ki bunca gizli çalışmalara rağmen düşman hedefi öğrenmiş, Koca kartalı esas amacına ulşatırmadan zehirletmiş- tir.)
Bu hazin olayda, kıyamet kopana kadar bu milletin bütün evlatlarına bir ikaz ve tecrübe nimeti vardır. Bu tecrübe nimetinden en geniş şekilde faydalanmalıyız. Şu halde, zaferlerimizin ruhunda saklı mânâ ve maksadı unutan ve unutturan anmalar, hatırlamalar faydasız hatta zararlıdır.
Eğer zaferlerimizi bunun bilinciyle anıyorsak elbette faydalıdır, gereklidir.
Yakın tarihimizden bir başka misal; 30 Ağustos zaferiyle Milli Mücadeleyi geçiştirme gibi bir konum içine girmek, bu zaferin özünde saklı anlamı bilmemektir. 30 Ağustos, Milli Mücadeledeki gözyaşının, alınterinin coşması, fedakârlığın şaha kalkması sonucu meydana gelen bir hadisedir. El ele, gönül gö- nüle veren bir milletin zaferidir. Toplarındaki kamalara varıncaya kadar sökülen bir ordunun, İngiliz beslemesi Yunan’a haddini bildirme destanıdır. Silahsız, süngüsüz, mermisiz, insanların; semirmiş, beslenmiş modern silahlı orduları nasıl yenebileceğinin yaşanmış, canlı hikâyesidir 30 Ağustos... Ama yukarıda belirtmeye çalıştığımız gibi arkasında Millî Mücadele vardır... Bir milletin çok şeyler pahasına, topluca ayağa kalkması vardır. Bu asla gözardı edilemez.
Aman dikkat!
Zayıf düştüğümüzde yine aynı Yunan ’ın bu şehitler beldesine saldıracağının unutulmaz dersidir Milli Mücadele... Evet bundan hiç kuşkumuz olmamalı. Çünkü Malaz- girtten beri yüreğinde ateş, ruhunda bir eziklik olanların, bunu unutamayanların, unutamayacak olanların başka türlü de davranması beklenemez. Elen ruhuyla dopdolu Yunan bize zeytin dalı uzatırken bile bir hesabın içindedir. Türk milletinin evlatları bunu asla unutmamalı. Bu tarihî gerçeği bir miras gibi evlatlarına öğretmeli, anlatmalıdır.
Zaferlerimizi anmanın özünde saklı ana tema, işte bu- dur. Tecrübe, zor kazanılan, çok pahalı bir bilgidir. Bu bilgi Türk milletinin tarihinde yeterince vardır.
Bu engin tarihi, saptırmadan ve çarpıtmadan dosdoğruca kullanmak zorundayız.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki, zaferlerimiz; içinde hikmetler saklı, anlamlı, ibret dolu, devâsâ sosyal hadiselerdir. Tesadüfe yer yoktur. Ismarlama değildir.
İlmin rehberliğinde, zaferlerimizi anmak kadar, cephe ve cephe gerisi mağlubiyetlerimizi manalandırmak, sebeplerini ortaya koymak konusu, fikir ve kalem erbabını bekleyen zor görevler arasında bulunmaktadır.