Makale

Tevekkül… Kuşlar gibi…

Tevekkül… Kuşlar gibi…

Rukiye AYDOĞDU
Diyanet İşleri Uzmanı

Tan yeri ağarırken yuvalarından aç çıkan, akşam kızıllığında yuvalarına tok dönen kuşlar üzerine…
Her sabah olduğu gibi bu sabah da yuvalarından aç havalandı her biri… Huzurlu, umutlu, hevesli… Sonra hiçbir beklenti içine girmeden kanatlarıyla göğü kucaklayıverdi. Sadık, içten, samimi… Keyifle süzüldüler beyaz bulutların arasında, kanatlarını rüzgâra bırakıp neşeyle dans ettiler, göğü delip en derinine indiler… Görenler onları gökyüzünün efendisi zannederdi oysa onlar, gökyüzünü sahiplenmeden sadece onun içinden geçmekteydi. Onların uçmasını sağlayan, gökyüzüne umut bağlamadan ümitvar olabilmek, rızkı gökten değil göğün sahibinden beklemekti…
Göğümüzden kuşlar geçiyordu, biz yürüyorduk. Kaldırdık başımızı, onlar hep yükseklerdeydi, masmavi gökyüzüydü onların evi. Heveslendik, imrendik, kıskandık belki…
Başladık koşmaya, nefes nefese kaldık… Oysa koşmakla uçmak bir değildi, bilemedik… Onlar iki kanatla uçarken, iki kolla bizi uçmaktan alıkoyan neydi? Evet, kanatlarımız olmalıydı bizim de, sadece iki tane değil; üç, dört, beş hatta daha da fazla… Hesabımızı yapıp, ölçüp, tartıp garantilemeliydik her şey gibi uçma işini de! Bütün ihtimaller ince ince hesaplandı, istatistikler yapıldı, riskler sıfırlandı. Her şey tamamdı ancak olmadı, bir türlü o zevki tadamadık.
- Kanadımız var değil mi?
- Evet fazlasıyla!
- Peki, neden uçamıyoruz?
- Çünkü ruhumuzun kanadı kırık!
- Ruhu kanatlandıran nedir peki?
- Tevekkül!
Gökleri tanıyan, göklerden haber getiren Nebi söylüyor bunu. Tevekkül ederek kuşlarla birlikte kanat çırpabileceğimizi, onlar gibi kendimizi özgür hissedebileceğimizi… Kuşların izini sürersek ayaklarımızın yerden kesilebileceğini bildiriyor. Bizi yere doğru çeken ağırlıklarımızdan kurtularak yücelebilmemiz için kuşlardan öğrenecek çok şeyimizin olduğuna işaret ediyor, onları bize örnek gösteriyor ve diyor ki:
“Eğer siz gereği gibi Allah’a tevekkül etmiş olsaydınız, tıpkı sabahleyin kursakları boş olarak çıkıp (akşam) dolu olarak dönen kuşların rızıklandırıldığı gibi sizler de rızıklandırılırdınız.” (Tirmizi, Zühd, 33.)
Kuşlara benzemek tevekkül edenlerin işi… Tevekkül de derdi gök olanların, derdi uçmak olanların meşgalesi… Durmak değil uçmaktır tevekkül. Gözü yücelerde olanların eylemidir. Hayalleri, idealleri, gayeleri büyük olup da en büyük olana, Ekber olana dayananların işidir. Karıncaları, balıkları, kuşları kim rızıklandırıyorsa bizi de doyuranın O olduğunun bilincine varmaktır. Bu yüzden inanamamış, güvenememiş, adanamamış ruhlar hissedemez onun lezzetini… İnançsızlığın miskinliğini yaşayanlar, O’na dayanmayı tembellik sananlar bilemez tevekkülün bütün benliğiyle insanı nasıl harekete geçirdiğini… Ellerini semaya açanlar tadabilir ancak tevekkülü… Göklerden haber getiren elçilere uyanlar bilir onun tadını… Yedi kat göğün yegâne sahibini tanıyanlar ancak tevekkülle yücelebilir. Gök ehlinin meşgalesidir bu yüzden tevekkül, esfel-i safilinin değil…
Ayakları yerden bir türlü kesilmeyenler uçmak nedir ne bilsin? Bin bir çeşit prangayla yere bağlananlar nasıl kımıldayabilsin? Yeryüzünün türlü dertleriyle dertlenenler göklerden nasıl nasiplensin? Bencillikleri, hırsları, bitmeyen savaşları onların kendilerinden başka bir varlığa güvenmelerine nasıl müsaade etsin? Etmez! Bu durumda gündüz de birdir, gece de… Şüphelerin, korkuların tutsağı olur insan. Her şeyin bir hâkimi olduğunu unutup her şeye hâkim olabilmek için kıvranır durur. Sükûnet onu sessizce terk eder, gürültüler yağmalar içini. Cevapsız soruların ardı arkası kesilmez. Rızık endişesi, geçim kaygısı, dünya meşgalesi yakasını bırakmaz bir türlü. Kendisini zehirleyen kuşkuların, evhamların, beklentilerin, ihtimallerin, acabaların, keşkelerin, belkilerin sonu gelmez. Felaket senaryolarının girdabında kaybolur gider… O’na inanmadan kalbi sükûnete ermez ki insanın. O’na tevekkül etmeden huzur nedir bilemez. O’na güvenmeden kendini güvende hissedemez.
Güvenmeye ihtiyacımız var, inanmaya, sığınmaya ihtiyacımız var. Çünkü aciziz. Ömrümüz, hayatımız, mematımız ve dahi rızkımız O’nun elinde. Buna iman edip O’na dayandığımız zaman tevekkülün tadına varabiliriz. O zaman gereksiz yüklerin hamallığından kurtulup hafifleyebiliriz. Belimizi büken ağırlıklarımızdan, taşımak zorunda olmadığımız fazlalıklarımızdan ancak işimizi O’na bıraktığımız zaman kurtulabiliriz. Her şeyin sahibi olamayız, her şeyi kontrol altında tutamayız, bütün ihtimalleri hesaba katamayız, acizliğimizi, kulluğumuzu unutup da ilahlığa soyunamayız. Terazilerin sadece maddeyi tartmadığını, muhasebenin sadece rakamlara terkedilmeyeceğini, hesabın sadece aritmetikle yapılmayacağını anlamak zorundayız. Gökyüzünü dünyamızdan çıkarmaya çalışıyoruz, kendimize sadece yeryüzünde bir dünya kurmak amacımız. Uçsuz bucaksız gökler dururken kendimizi yere mahkûm ettiğimizin farkında bile değiliz; kafamızı kaldırıp huzurla uçan kuşlara şöyle bir baktığımız yok. Bir türlü doymamak, doymak bilmemek, hakkına razı olmamak bizi kuşlardan ayırıyor; bir türlü uçamıyoruz. Bunca varlıkla gönlümüzün darlığını gideremiyoruz. İçimizdeki boşluğun maddeyle dolmayacağını anlayamıyoruz. Oysa “Bana Allah yeter. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben ancak O’na tevekkül ettim. O, yüce arşın sahibidir.” (Tevbe, 9/129.) diyenden daha huzurlu kimse var mıdır? “…Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter...” (Talak, 65/3.) ayetinin hafifliğini insana başka ne yaşatabilir? “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır.” ; “…Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltır, her şey O’nun elindedir.” (Teğabün, 64/1; Âl-i İmran, 3/26.) diyebildikten sonra insanı yücelmekten ne alıkoyabilir? Sadece başını kaldırıp kuşları izlemesi yeterli, bir küçük serçe, bir güvercin ya da hüdhüd kendisine yol gösterecektir.
Peygamber (s.a.s.) kuşları örnek gösterdi bize, peki kuşlara örnek olabilecek var mı içimizde?

Ömer b. el-Hattab’ın (r.a.) naklettiğine göre Rasulüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Eğer siz Allah’a gereği gibi tevekkül etmiş olsaydınız, tıpkı sabahleyin kursakları boş olarak çıkıp (akşam) dolu olarak dönen kuşların rızıklandırıldığı gibi sizler de rızıklandırılırdınız.”
( Tirmizi, Zühd, 33.)