Makale

ZEKÂTIN FIKHÎ YÖNÜ

ZEKÂTIN FIKHÎ YÖNÜ

Hüseyin ÖZGÜN

TARİFİ

Zekatın sözlük anlamı: Temizlik ve çoğalmaktır. Nitekim, ( … ) "Şüphesiz (Allâh’ın küfür ve isyandan) temizlediği nefis (insan) kurtulmuştur" ayet-i kerimesinde geçen ve “temizlendi” manasına gelen ( … ) kelimesi; zekattan türemedir.

( … ) “Onların mallarından bir zekat al ki, onunla kendilerini temize çıkarmış (günahlarından kurtarmış), mallarına bereket vermiş (mallarını çoğaltmış), olasın..." (Tevbe:103) ayetinde ise zekatın hem temizle­mek ve hem de çoğaltmak mânâlarına geldiği açıkça belli olduğu gibi, ( … ) “Her neyi harcarsanız, Allah, onun arkasından (dünya ve ahirette) karşılığını verir..." âyetinde de, Allah yolunda harcanan her şeyin muhakkak çoğalacağı beyan buyurulmaktadır.

Hakîkaten malının zekâtını veren, muhtaçlara yardım eden ihlâslı zengin müslüman­ların mallarının arttığı görülmektedir. Fakirin gönlünü kazanmanın bunda büyük rolü ol­duğu muhakkaktır. Bir gün bir yerde zekâtın cemiyetteki büyük faydasından ve aynı za­manda Rabbimizin ayetlerine ve Peygamberimizin de hadislerine göre, hiç şüphesiz malı arttıracağından bahsederken, zengin ve samimi bir müslüman kardeşimiz bana aynen şöyle demişti: "Hoca efendi, siz bunları bize nazarî olarak söylüyorsunuz. Halbuki biz bu gerçekleri bilfiil görüyor ve müşahede ediyoruz".

Zekâtın şer’î yâni dînî anlamı ise: Müslüman zenginlerin, seneden seneya mallarının 40’ta birini müslüman fakirlere vermelerini gerektiren, yıllık mâlî bir ibâdettir.

Dinen zekât almaları câiz olan kimselere veya onların velîlerine belli bir malı (malın kırkta birini) geciktirmeden zamanında vermelidir. Geciktirilmesinde her ne kadar bir sakınca yok denilmişse de zekât fakirlerin hakkı olduğu için, geciktirilmesinde onların hoşnutluğu olmak gerekir ki, zaten onlar buna râzı olmayacaklarına göre, zekâtı zama­nında ödememek doğru bir hareket değildir. Şâyet zekâtını vermeden ölürse günahkâr olur.

ZEKÂTIN SIFATI

İslâm’ın beş rüknünden biri olan zekât, sağlam, sabit, hükmü kaldırılmayan bir farz-ı âyindir. Farz oluşu; Kitap (Kur’ân), Sünnet ve İcma’ (İslâm fakîhlerînin ittifâkı) ile sâbittir. Kur’ân-ı Kerîm’den delil: "Zekâtı verin." (Bakara: 110). ( … ) "Onların malla­rında belirli bir hak vardır. Hem dilenen hem de (iffetinden dilenemeyen için” (El-Meâric: 24-25) ayetleridir.

Bundan başka Kur’ân-ı Kerîm’de değişik şekillerde on yedi yerde, namazla birlikte ise otuz yedi yerde geçmektedir.

Sünnetten delil: Abdullah İbn-i Ömer (ra) demiştir ki:

"Rasûlullah (sas) şöyle buyurdu: İslâm beş şey üzerine kurulmuştur: Allah’dan başka hiçbir İlâh olmadığına ve Muhammed (sas)’in O’nun kulu ve rasûlü olduğuna şahadet, namazı kılmak, zekâtı vermek, Beytullâh’ı ziyâret etmek ve ramazan orucunu tutmak". (Kirmânî’nin Buhârî Şerhi, Cüz: 1, S. 78).

Peygamber (sas)’in Muaz (ra)’ı Yemen’e Vali ve Kadı gönderirken şöyle buyurduğu İbn-i Abbas (ra)’dan rivâyet edilmiştir:

"Ey Muaz! Yemenlileri (evvelâ) Allah’tan başka ibâdete lâyık bir İlah olmadığını ve benim de Allah’ın Peygamberi olduğumu bilmeye ve tanımaya dâvet et. Eğer bu iki şabâdeti kabul ederlerse bu defa onlara her gece ve gündüz üzerlerine beş vakit namaz farz kılındığını öğret. Eğer namaz vücûbunu (namaz kılarak) itiraf ederlerse bu defa da onlara bildir ki Allah kendilerine mallarında zekâtı farz kılmıştır. Bu zekât, zenginlerin­den alınır ve onların fakirlerine verilir". meâlindeki hadîsleridir. (Kirmânî’nin Buhârî Şerhi, Cüz: 7, S. 167).

Bu konuda daha pek çok hadîs-i şerifler vardır. Ayrıca, zekâtın İslâm’ın rükünlerin­den bir rükün olduğuna, bütün ümmet-i Muhammed ittifak ettiğinden icma’da sâbit olmuştur.

ZEKÂTIN HİKMETİ

Burada biraz da zekâtın hikmetinden söz etmeden diğer kısımlarına geçemeyeceğim. Zekât; zenginleri, cimrilik, sıkılık hastalığından kurtarır. Onları hayırlı işleri yapmaya alıştırır. Felâh ve necata eriştirir. Nitekim Cenâb-ı Hak meâlen;

"Kim nefsinin hırsından (sıkılıktan) korunursa, işte bunlar (azabdan) kurtulanlardır" buyurmuştur (El-Haşr: 9).

Darda kalmış, ihtiyaç içinde kıvranan fakirlere genişlik, ferahlık ve rahatlık verir. Acizlerin, çaresizlerin yaralarını sarar, onları ızdıraptan kurtarır. Fakirliğin elemini kal­dırır. Zenginlerle fakirler arasındaki sevgi ve saygı bağlarını kuvvetlendirir. Zengin fa­kire ihsanda bulunmakla, onu kendisine bağlamış, malına mülküne, parasına puluna, re­fah ve rahatına göz dikmesini önlemiş, yeryüzünde fesat ve bozgunculuğun azalmasını, şerlerin ve zararların giderilmesini temin etmiş olur. Çünkü bir cemiyetin içinde açlar, muhtaçlar çoğaldıkça, şüphesiz hırsızlık vak’aları ve fesatlıklar da o nisbette artar. Ze­kâtla bunların sıkıntıları giderildiği zaman, hiç şüphesiz bunlar gayr-i meşrû yollara git­meyecekler, millete, memlekete faydalı olan işlerle iştigâl edeceklerdir. Çeşitli fitneler, cemiyetin düzenini bozan uygunsuz hareketler, umûmîyetle, zenginlerin mallarını tama­men ellerinde tutmalarından, ihtikâr yapıp, servetlerini depolamalarındaki ve böylece fa­kirleri mahrum bırakmalarından ileri gelmektedir. Nîtekim bugün bütün dünyâyı tehdit eden din, îman, aile, millet, mal ve mülkiyet düşmanlığını körükleyen rejim, fakirleri zenginlere düşürmek sûretiyle, yayılmakta ve gelişmektedir. Halbuki, yüce dinimiz, bu meseleyi on dört asır önce kökten halletmiş, en üstün ve en güzel bir sistem getirmekle, cemiyette meydana gelecek tedirginlikleri, sızlanmaları önlemiştir. Son derece önemine binaendir ki, Hz. Ebû Bekir (ra) efendimiz, zekâtını vermekten imtina edenlerle harp etmiş, onların bu vecîbeyi yerine getirmelerini sağlamıştır. Çünkü bu mesele küçümsene­cek bir mesele değildir. Milletleri ayakta tutacak pek mühim bir meseledir. Bir milletin fertlerini birbirlerine özellikle fakirleri zenginlere bağlayan çok sağlam bir bağdır. Bo­zulması, yıkılması asla doğru olmayan, hattâ her zaman onarılması, düzeltilmesi, sağ­lamlaştırılması gereken bir köprüdür. Bütün dünyâ milletlerinin cemiyetlerindeki, huzur­suzlukları gidermek, gerekli saygı ve sevgiyi sağlamak, servet düşmanlığının önünü almak için, yapışacakları, asla bırakmayacakları en güzel bir düsturdur.

Bunlar bir tarafa, diğer bir hikmeti de kulun, Rabbinin vermiş olduğu nîmete karşı bir şükran borcudur. Cenâb-ı Hak Teâlâ kuluna, vücut, sağlık, afiyet, mal ve mülk gibi sayısız nimetler vermiştir.

O’na ne kadar şükretse azdır. Zaten şükrünü ödemesi imkânsızdır. Zîrâ her nîmet bir şükür ister. Hattâ nimetin şükrünü idrâk etmek ve gereğini yerine getirmek de bir nîmettir. Bu da ayrıca bir şükrü gerektirir. Fakat hiç değilse kul aczini, fakrıni duyabilmeli, nimetlerin kendisine Allah (cc)’ın bir lûtfu olduğunu bilmeli, şükrünü, O’na kulluk yapmak sûretiyle edâya çalışmalıdır. Bedene âit ibâdetleri yapmak beden, vücut nimetinin; mâlî, yâni zekât, hac ve kurban gibi ibâdetleri işlemekle de mal nimetinin şükrü edâ edilmiş olur. Kuru kuruya sâdece, "Şükür, şükür" demekle, bu ulvî vazîfe yerine getirilmiş olmaz.

İçtimâî bir yardım olan zekât, cemiyetin en zayıf ve en düşkünlerine verilmekle, malın şükrü edâ edildiği gibi, aynı zamanda, dînin ve vatanın selâmeti de temin edilmiş otur. Zekâtın hikmetleri sayılayamayacak kadar çoktur. Esasen mevzuumuzun esa­sına da girmediği için, bu kadarla yetinerek, hulâsa olarak şunu söyleyebiliriz ki, o, cemiyetin ve insanlığın hayrına olan çok yüce bir ibâdet ve içtimâî bir yardımdır.

ZEKÂTIN HÜKMÜ

Zekâtı vermekle dünyâda ödenmesi gereken bir borçtan, âhirette ise azaptan kur­tularak, sevâba hak kazanmaktır. Çünkü zekât borcunu ödemeyenler hakkında Cenâb-ı Hak Teâlâ meâlen;

"Allâh’ın fazlından kendilerine verdiği şeye bahillik (cimrilik) edenler, hiçbir za­man onu kendilerine hayırlı sanmasınlar. Aksine bu kendileri için bir şerdir. Onların cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah, bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" buyurmuştur. (Âl-i İm­ran:150). Bu hususta pek çok da hadîs-i şerîf vardır.

ZEKÂTIN RÜKNÜ

Temliktir, yâni zekât verecek kimsenin her çeşit menfaatten vazgeçerek, malının belli bir kısmını, zekât verilmesi gereken fakire vermesi, onu bu mala sâhip kılması, kendisinin bu maldan tamamen ilgisinin kesilmesidir. Bir kimse zekât niyetiyle bir yetimi yahut fakiri doyursa veya câmi yaptırsa veyahut bir fakiri bir sene evinde oturtsa temlik olmadığı için, bunların hiçbirisi zekât olmadığı gibi, anasından, babasından, ecdâdından, çocuklarından ve torunlarından birisine zekâtını verse, zekâtlık maldan tamamen alâ­kası kesilmediği için yine zekât olmaz.

ZEKÂTIN SEBEBİ

Zekâtın sebebi, nisabtır. Nisabın dînî mânâsı; zekâtı verilmesi gereken malın mikta­rıdır. Daha doğrusu, zenginliğin ölçüsüdür. Bu miktar gümüşten ikiyüz dirhem (672 gr.), altından yirmi miskal (96 gr.), devede beş, sığırda otuz, koyun ve keçide kırktır, işte bunlar, hakikaten veya hükmen artar, çoğalır, üzerinden de bir kamerî yıl geçerse, zekât vermenin sebebi olurlar. Bu miktarlardan daha az mala sâhip olanlara zekât lâzım gelmez. Çünkü zekât vermek için, şer’î bir sebep mevcut değildir.

ZEKÂTIN FARZ OLMASININ ŞARTI

Zekât, akıllı, bülûğa (erginliğe) ermiş, hür olan, borcundan ve aslî ihtiyaçlarından başka, alışverişle veya yavrulamak suretiyle artmaya elverişli nisab miktarı, üzerinden bir yıl geçmiş malı bulunan müslümanın üzerine borçtur.

Buna göre zekâtın farz olması için:

1 — Müslüman olmaktır. Kâfirlere yâni İslâm dinine inanmayanlara, böyle bir mükellefiyet yoktur.

2 — Hür olmaktır. Kölelerin malları efendilerine âit olduğundan, bunlar da mükel­lef olmazlar.

3 — Akıllı olmaktır. Deliler için iki hüküm vardır:

a) Çocukluğundan beri deli olanlara bir şey gerekmez. Bunlar ne zaman iyileşir­lerse, o andan itibaren vermeğe başlarlar.

b) Büluğa erdikten sonra, akıllarını kaybedip bir yıl bu hal devam ederse, o yıl bunlar da mükellefiyetten düşerler.

Aynı yıl içinde iyileşirlerse, bu hususta iki görüş var. İmam Muhammed’e göre, iyileşmesi az bir zamana münhasır da olsa zekât vermesi gerekir. Diğer bir görüşe göre ise, yılın çoğunu iyi olarak geçirmedikçe zekât lâzım gelmez.

4 — Bâliğ olmaktır. Çocukların mallarından velîleri dahi zekât veremez. Ancak Hanefî mezhebinin dışında kalan mezhepler, zengin çocukların adına velîlerinin ver­mesi lâzım geldiği hükmüne varmışlardır,

5 — Nisab, yâni zekât verecek kimsenin, şeriatın koymuş olduğu ölçüye dâhil olan bir mala sâhip olmasıdır. Miktarları yukarıda zikredilen mala sahip olmayanlara zekât gerekmez.

HAYVANLARIN NİSABI

Hâcet-i asliye tâbir edilen, yiyecek, giyecek, ev, dükkân, mağaza, mutfak eşyası, buzdolabı, çamaşır makinası, dikiş makinası, radyo, televizyon, lüzumlu ev eşyası, halı, kilim, yazlık-kışlık elbise, gerekli silâh, alet, kitap, binek hayvanı, kamyon, otobüs, taksi vs. gibi hayat için zorunlu olan eşyalar, nisabı sağlamak için dâhil edilmezler. Ancak, otobüs, kamyon ve taksi çalıştırılarak para kazanılırsa, bunların yıllık gelirlerinden zekât verilir.

6 — Nema: Zekâtı verilecek malın hakîkaten (ticaret yoluyla veya sahibi tarafın­dan çalıştırılmayıp da elinde bulunan, üreyip çoğalmak suretiyle) veya takdiren (artma ve çoğalma yeteneğine sâhip altın ve gümüş gibi servetler) artan ve çoğalan olması lâzımdır.

7 — Zekâtın farz olması için malın sâhibi ve aynı zamanda elinde bulunması ge­rektir. Kendi malı olmayıp da, ancak rehin olarak elinde bulunan kimseye zekât vermesi lâzım gelmediği gibi, mülkün sâhibi olup da, elinde mehrini bulunduramayan bir ka­dına da lâzım gelmez.

Meselâ: On bin lira parası olup da, bir bu kadar da borcu olana da zekât vermesi îcâb etmez. Ancak on bin lira parası yanında beş bin lira da borcu varsa, geri kalan beş bin lira için zekât vermek gerekir.

8 — Havl-ü havelân: Nisablık malın üzerinden tam bir kamerî yıl geçmedikçe, o mala zekât vermek îcâbetmez. Nisab miktarı malın sene ortasında azalması, malı zekât­tan kurtarmaz. Yılın başında ve sonunda nisabı muhafaza etmesi kâfidir. Yıl ortasındaki artışlar da ilâve edilerek, ilk sermaye ile birlikte hâsıl olan kazancın da zekâtı verilir. Bu kâr ve kazanç senenin sonunda yani ikinci yıla girildiği anda hâsıl olursa, evvelki paraya ilâve edilerek, o anda zekâtı ödemek gerekmez. Bunun da üzerinden bir yıl geçmesi lâzımdır.

ZEKÂTIN ÖDENMESİNİN ŞARTLARI

Verilen bir zekâtın sahîh olması için, üç şeyden birisinin yapılması şarttır:

1 — Zekâtı verirken niyet etmek veya

2 — Maldan gerekli miktarı zekât için ayırırken niyet etmek,

3 — Zekât vermek niyeti olmasa da, malın tamamını fakirlere dağıtmaktır.

Üzerine zekât farz olan bir müslüman bu üç şeyden birini işlerse zekât borcundan kurtulmuş olur. Demek ki, zekâtı ödemekte esas olan niyettir. Bu da kalbe ait bir iştir. Açıktan söylemek şart değildir. Hatta birisi, zekâtını fakire öderken kalben niyet ettiği halde, dili ile de bunun bir bahşişten ibaret olduğunu söylese, yine de zekât borcun­dan kurtulur.

Birisi zekâtını kendi adına fakirlere dağıtmak üzere bir vekil tâyin etse de, malı ona teslim ederken niyet etmese, zekâtı sahih olmaz. Çünkü vekilin değil, müvekkilin niyeti şarttır,

ZEKATI VERİLMESİ GEREKEN MALLARIN ÇEŞİTLERİ

1 — Yılın büyük bir kısmında mer’alarda otlayarak gıdalanan, koyun, sığır ve de­ve gibi dört ayaklı "saime" denilen hayvanlar,

2 — Altın, gümüş ve diğer paralar,

3 — Ticaret malları,

4 — Ziraat mahsulleri ve meyveler,

5 — Maden ve defineler (yeraltı servetleri).

OTLAYICI HAYVANLAR

Otlayıcı hayvanlar dediğimiz, deve, sığır ve koyunların zekâtını vermek için üç şeyin bulunması şarttır:

1 — Bu malların nisab miktarına ulaşması,

2 — Sahibinin mülkiyetinde olarak üzerinden bir yılın geçmesi,

3 — Bütün yıl veya çoğunda otlayarak kendilerini idare edebilmeleri (El-Miftah Şerh-u Nûri’l-İzah, Mısır, s. 146-147).

DEVELERİN ZEKATI

1 — Beşten daha az develer için zekât gerekmez, sayılan beş olunca bir koyun,

2 — Sayıları yirmi beş olmadıkça, herbir beş deve için bir koyun,

3 — 25’te iki yaşında bir dişi deve,

4 — 36’da üç yaşında bir dişi deve,

5 — 46’da dört yasında bir dişi deve,

6 — 61’de beş yaşında bir dişi deve,

7 — 76’da üç yaşında iki dişi deve,

8 — 90’dan 120’ye kadar dört yatında iki dişi deve,

9 — 121’den 144’e kadar yine dört yaşında iki dişi deve ile beraber ayrıca her beş deve için de bir koyun verilir,

10 — 145’te iki adet dört yaşında ve bir adet de iki yaşında dişi deve,

11 — 150’de dört yaşında üç adet dişi deve ile beraber ayrıca her beş deve için de bir koyun verilir.

12 — 175’te dört yaşında üç ve iki yaşında bir dişi deve,

13 — 186’da dört yaşında üç ve üç yaşında bir dişi deve,

14 — 196’dan 200’e kadar dört yaşında dört dişi deve verilir.

Bundan sonrası için her elli adedine karşılık, dört yaşında bir dişi deve ilâve edilir (El-Miftah, s. 147-148; Kudurrî, s. 28).

SIĞIRLARIN ZEKÂTI

1 — Otuzdan daha az olan sığırlar için zekât gerekmez,

2 — Üzerinden bir sene geçen otuz sığırda bir yaşını bitirmiş bir dana,

3 — 40 sığırda iki yaşında bir dana,

4 — İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre kırktan altmışa kadar olan fazlalık için bir şey yoktur. Ancak altmışta bir yaşını tamamlamış iki adet dana,

5 — 70’de birisi bir, diğeri iki yasında olan iki dana,

6 — 80’de iki yaşını ikmâl etmiş iki dişi dana,

7 — 90’da bir yaşını geçmiş üç dana,

8 — 100’de bir yaşını bitirmiş iki ve iki yaşını bitirmiş bir dişi dana olmak üzere üç dana,

9 — 120’de mal sâhibi muhayyer olarak, bir yaşını ikmâl etmiş dört veya iki yaşını bitirmiş üç dana verilir.

Bundan sonrası için her otuzda, bir yaşını bitirmiş veya her kırkta iki yaşını bitir­miş bir erkek veya dişi dana ilâve olunarak verilir.

Sığır tâbirine mandalar da girmektedir.

KOYUNLARlN ZEKÂTI

1 — Kırktan daha az olan koyun ve keçiler için zekât lâzım gelmez,

2 — Kırktan yüz yirmiye kadar bir koyun,

3 — 121’den 200’e kadar iki koyun,

4 — 201’den 399’a kadar üç koyun,

5 — 400’de dört koyun verilir. Bundan sonra her yüz koyunda bir koyun verilir. Koyun tâbirine keçiler de dâhildir.

ATLARIN ZEKATI

İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre atlar, eşekler, katırlar, kuzular, deve yavruları ve buzağılar için zekât gerekmez. Muhtar olan da budur.

Imâm-ı Azam’a göre ise, otlamak süreliyle gıdalarını temin edenler, yemle beslenenler olmak üzere atlar iki kısma ayrılırlar. Ayrıca bunlar ya ticaret için bulunurlar ve­ya ticaret için bulunmazlar. Eğer ticaret için bulundurulursa nasıl gıdalanırsa gıdalansınlar, ticaret malı olduklarından, zekât lâzım gelir. Yük ve binek hayvanlarına hiçbir şekilde zekât gerekmez.

Atlar, ne ticaret ve ne de yük ve binek için kullanılmıyorsa, bunlar da otlayarak gıdalananlar ve yemle beslenenler olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Yemle besleniyor­larsa zekât gerekmez, otlamakla besleniyor ve sütleri veya üremeleri için bulunduruluyorsa, cinslerine göre; eğer arap atları diye bilinenlerden ise, at başına bir dinar veya atları kıymetlendirerek, her iki yüz dirhemi için 5 dirhem zekât vermekte sâhipleri mu­hayyerdir. Başka cinslerde ise kıymetlerinin her 200 dirhemi için beş dirhem zekât verilir.

ALTIN VE GÜMÜŞÜN ZEKATI

Nisap miktarına ulaşan ve üzerinden de bir yıl geçen altın ve gümüş için külçe halinde olsalar bile zekâtlarını vermek lâzımdır.

Bu miktarda altın ve gümüşe veya bu miktarın karşılığı kâğıt paraya sâhip olan müslümanın bunların kırkta birini zekât olarak vermesi lâzımdır.

KAĞIT PARALARIN ZEKATI

Hanbelî fakîhleri hariç, diğer üç mezhebin fakîhleri, lira ve kâğıt paralar ile banka­larda bulunan, istenildiği zaman paraya çevrilebilen senet ve tahvillerin zekâtlarını ver­menin lâzım geldiği görüşündedirler. Zîrâ bunlar teâmülde âdet ve gelenekte altın ve gümüşün yerine geçmekte ve her zaman altın ve gümüşe çevrilmekte de hiçbir güçlük yoktur (El-Mezâhibu’l-Erbea, c. 1, s. 605).

Böylece bunlar nakit para ve ticaret malları hükmünde olduğu için, yalnız başlarına veya para ve ticaret mallarına ilâve edilmek suretiyle nisap miktarı olurlarsa, altın veya gümüşe olan değerlerinin kırkta biri nisbetinde zekâtları verilir.

TİCARET MALLARININ ZEKATLARI

Ticaret niyetiyle bulundurulan malların değerleri altın veya gümüşten nisap miktarı­na ulaşır ve o andan itibaren de üzerlerinden bir kamerî yıl geçerse zekât vermek farz olur.

Altın veya gümüşten birisine göre kıymetlendirmekte mal sâhibi için serbestlik var­dır, Şu kadar ki, altın ile takdir edildiği zaman nisap temin edilemez de gümüş ile de­ğerlendirildiğinde nisap sağlanıyorsa, gümüşe göre takdir edilerek zekât verilir. Malın değeri, bulunduğu yerin piyasalarındaki fiyatlara göre değişik şekiller alabilir. Malların, cinsleri muhtelif de olsa, nisap temininde kıymetleri birleştirilebilir. Meselâ; yalnız başına ticaret malı olan bir kumaş, nisap miktarına ulaşmaz da ancak, yine ticaret malı olan bir radyo ile ulaşıyorsa, ikisinin kıymetlerinin kırkta birini zekât olarak vermeleri lâzım gelir.

ZİRAAT MAHSULLERİNİN VE MEYVELERİN ZEKATI

Toprak, öşriyye ve haraciyye olmak üzere iki kısma ayrılır.

ÖŞRİYYE: Halkı kendiliğinden müslüman olan veya devlet reisinin harp ile zapt edip, askerleri arasında taksim ettiği, yâhut öşür verilmesi gerektiği, hadîsle sabit olan Hicaz toprakları veyahut sahâbelerin icma’ı (fikir birliği) ile sabit olan Basra toprakları gibi olan yerlerdir.

HARACİYYE: Müslümanlar tarafından savaşarak veya sulh ile ele geçirilen fakat müslüman olmayan yerli ahalisinin elinde bırakılan topraklardır.

Öşriyye diye adlandırılan topraklardan çıkan mahsülün onda birini devlete veya fakirlere vermenin gerekmesi için şu şartların birleşmesi lâzımdır:

1 — Toprağın, senenin çoğunda yağmur ve benzeri (nehir, ırmak ve çay) sularıyla sulanması, eğer kova ve benzeri şeylerle taşımak sûretiyle sulanıyorsa, ürünlerinin yir­mide biri alınır.

2 —Topraktan alınan ürünün gelir ve fayda sağlama maksadıyla ekilmiş olması, kendiliğinden bitmiş ot ve ağaçlara zekât lâzım gelmez.

3 — Çıkan mahsûlün tamamının bozularak yok olmaması, şayet bir kısmı mahvolmuş ise, bu kısmın öşürü düşer, geri kalanından öşür verilir. Buğday, arpa, darı, pirinç, hububattn her çeşidi, fasulye ve benzerleri, gül ve benzerleri, şeker pancarı ve kamışı, kavun, karpuz, hıyar, hurma, üzüm, keten ve tohumu, ceviz, badem ve kimsenin malı olmayan dağlarda bulunan ağaçlardan toplanan meyvelere varıncaya kadar, kurutularak uzun müddet dayanıklı olsun olmasın, az olsun çok olsun hepsinden onda bir zekât vermek gerektir. Ancak ekim için kullanılan ve başka türlü istifade edilemeyen tohum­lardan bir şey lâzım gelmez.

Ekme, biçme ve harman masraflarını düşmeden öşür verilir. Öşür zekâtına girmesi için mahsûlün üzerinden bir yıl geçmesi ve nisaba ulaşması şartı da aranmaz. Ancak öşür zekâtına tabi’ olmak için, ölçülen şeylerden olursa, mahsûlün bîr sa’ (1,458 veya 1,667 kg.) olması şarttır.

Haraciyye denilen araziden alınacak vergiye gelince, bunun miktarı devlet reisi ile orada bulunan, haraç vergisi ödeyecek ahali arasında tesbit edilir.

MADENLERİN VE YERALTI SERVETLERİNİN ZEKÂTI

İster Cenâb-ı Hak Teâlâ tarafından yaratılmış olsun, isterse kâfirlerin gömmüş ol­duğu hazîneler olsun bunlara yer altında bulunan mallar denir. Bunları üç kısma ayırabiliriz:

1 — Ateşte eritmek sûretiyle dökülebilenler,

2 — Sıvı hâlinde bulunan maddeler,

3 — Bunlardan olmayan maddeler.

Altın, gümüş ve demir gibi dökülebilen madenlerin beşte birini ayırmak lâzımdır. Cenâb-ı Hak Teâlâ’nın meâlen; "Biliniz ki, kâfirlerden ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin muhakkak beşte biri Allah içindir. O da Peygambere ve onun akrabasına, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir..." buyurduğu âyetinde beyan edilen gani­met mallarının beşte birinin kendilerine verildiği kimseler, aynı zamanda bu madenlerin zekâtlarının da ödeneceği yerdir. Yâni devlete, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda kalmışlara verilir.

Eğer bu madenler sahipsiz, kimsenin malı olmayan yerlerden çıkarılmış ise, geri kalan beşte dördü de bulan kimseye ait olur.

Yeraltından çıkarılan madenlerin üzerinde İslâmiyet’ten önceki devreye ait bir işaret varsa definenin beşte birini vermek gerektir.

Eğer İslâmiyet devrine ait paralardan ise, bulunan bir mal gibidir ki, sahibi bulun­duğu zaman kendisine teslim edilir.

Şayet birine ait bir arazide bulunursa, beşte biri hisse olarak devlete, geri kalanı da sahibine verilir. Birisi kendi evinde bulursa hepsi de onun olup bir şey vermek icâbetmez.

Bulunan şeyîn hazîne veya maden olması, bulanın, erkek-kadın, büyük-küçük, müslüman-zimmî (İslâm diyârında bulunan gayr-i müslim) olmasında fark yoktur.

Zift, petrol gibi sıvı halinde olan madenlerden hiçbir şeyin verilmesi icâbetmez. Yal­nız civa madeninin beşte birini vermek gerektir.

Ne eritilebilen ve ne de sıvı halinde bulunmayan kireç taşı, mücevherat (pırlanta, elmas) ve benzeri şeyler için zekât vermek gerekmez. Ancak bunların kazanılan kârla­rından zekât verilir.

İnci, mercan, balık ve amber gibi denizden çıkarılanlar için de bir şey vermek îcâbetmez. Fakat bunlar ticaret maksadiyle çıkarılırsa, o zaman ticaret mallarında olduğu gibi değerleri üzerinden zekâtları verilir,

ALACAĞIN ZEKÂTI

Alacaklar; sağlam, orta ve zayıf olmak üzere üç kısma ayrılır.

İflâs etse de, borcunu inkâr etmeyen yâhut borcunu inkâr ettiği halde, alacaklının şâhidi veya elinde borç senedi bulunan, bir kimseye satılmış malın veya verilen borç paranın karşılığına sağlam alacak denir. Bu kabil alacaklar alındığında zekâtları verilir.

Havl-i havelân dediğimiz bir senelik müddetin başlangıcı, paranın borçludan alındığı andan itibaren değil, alacaklının nisap miktarı mala sâhip olduğu zaman başlar. Bu gibi alacakların zekâtı kırk dirhemin karşılığı para ele geçinceye kadar tehir edilir. Alınan alacak bundan daha çok ise birkaç senenin zekâtı da verilmemiş ise, geçmiş senelerle birlikte hepsinin zekâtı birden verilir.

Eski elbise, oturulan ev, damızlık hayvan ve benzeri, bilhassa kişinin ihtiyaçları ile ilgili ve ticaret malı olmayan satılan şeylere orta alacak denir. Nisabı temin edecek ka­darı ele geçmedikçe zekât gerekmediği gibi üzerinden geçmesi gereken bir yılın baş­langıcı da, yukarıda zikredilen malların satıldığı andan itibaren başlar ve buna göre hesabı yapılır.

Zayıf alacağa gelince; diyet, vasiyyet ve mehir gibi, mal sayılmayan şeylerin karşı­lığıdır ki, nisabı sağlayacak kadarı alınmadıkça ve o andan itibaren de üzerinden bir yıl geçmedikçe zekât gerekmez.

ZEKÂT VERİLECEK KİMSELER

Cenâb-ı Hak Teâlâ’nın meâlen; "Sadakalar (zekâtlar) Allah tarafından bir farz ola­rak, ancak şunlar içindir: Fakirler, miskinler, zekât toplayıcılar, kalpleri müslümanlığa ısın­dırılmak istenenler, mükâtep köleler, borçlular, Allah yolundaki gâziler ve yolda kalmışı­lar, Allah Alîm’dir, Hakîm’dir’’ (Et-Tevbe: 60) buyurduğu âyet-i celîlesinde, kendisine zekât verilecek kimselerin, sekiz sınıftan ibaret olduğu beyan edilmektedir. Şimdi bu sınıfları ayrı ayrı ele alalım:

1 — Fakirler: Nisab miktarı mala sâhip olmayan veya nisaba mâlik olmakla beraber, hayâti ihtiyaçlarını dahi karşılayamayan, mülkü kendilerini fakirlikten kurtaramayan kim­selerdir. Bu gibilere zekât vermek câizdir. Fakir olup da aynı zamanda bilgin olanlara vermek daha iyidir.

2 — Miskinler (yoksullar): Hiçbir şeye sâhip olmayan, durumları fakirlerden daha düşkün olan kimselerdir. Böylelerine de zekât verilir.

3 — Zekâtları toplamak üzere vazifelendirilenler: Bunlar, zekât ve öşürleri topla­mak için devlet reisi tarafından tâyin edilen kimselerdir ki, zengin de olsalar, yaptıkları iş nisbetinde kendilerine zekât mallarından bir miktar verilir.

4 — Kalbleri ısındırılmak istenenler: Bunlar Rasûlullah Efendimiz (sas)’in, kalplerinde İslâmî bir sevgi olmasını ve Müslümanlığı kabûl etmelerini, İslâm’a zarar verme­lerini önlemeyi ve imanlarını takviye edip, iyi bir müslüman olmalarını arzu ettiği kim­selerdir. Hz, Ebûbekir (ra)’in hilâfeti zamanında, "Artık müslümanlar çoğalmıştır. Bu yolla müslüman yapmağa ve zararlarına mâni olmaya lüzum yoktur." düşüncesiyle, böylelerine zekât vermenin önüne geçilmiştir.

5 — Köleler: Bunlar; muayyen miktarda bir malı veya parayı getirdikleri takdirde serbest bırakılacaklarına dair efendileriyle anlaşan kimselerdir. Bugün böyle bir şey yoktur. İslâmiyet tedricî bir şekilde çok müessir usûllerle köleliği zamanla ortadan kaldırımıştır. Şâyet böyle bir durum olduğu takdirde, bir an önce hürriyetlerine kavuştur­mak için, bu kabil kölelere zekât verilir.

6 — Borçlular: Borçları mallarından daha çok olup da, ödeme imkânı bulamayan kimselerdir. Bu durumda olanlara zekât vermek, fakirlere vermekten daha uygundur.

7 — Allah (cc) yolunda savaşanlar; Kendilerini Allah için, İslâm’ın yücelmesi uğrunda cihâda veren fakir askerlerdir. Bilgi öğrenmekle meşgul olan fakir talebeler de bu sınıfa dâhildir. Bunların ihtiyaçları zekât ile giderilerek büyük hizmetler yapılmıştır,

8 — Yolcular; Esasen memleketinde malı, parası olup da, yolculuk esnasında para­sız kalan kimselerdir. Bu gibilere, memleketlerine kendilerini ulaştıracak kadar zekât ve­rilebilir. Fakat daha iyisi bunların borç para almalarıdır.

İşte bu sınıfların hepsine birden veya bazılarına, yahut hangi sınıftan olursa olsun nisab miktarını geçmemek kaydıyla yalnız birisine de zekât verilebilir. Efdâl olan, veri­lecek zekât, nisab miktarından az ise, bir kişiye vermek ve onun ihtiyaçlarını gidermek­tir. Zekât parçalanarak, her birine birazcık verilirse, belki de hiçbirisi zaruri ihtiyaçlarını sağlayamayacaktır.

ZEKÂT VERİLEMEYEN KİMSELER

1 — Hâşimî âilesi denilen Peygamber sülâlesine ve kölelerine,

2 — Kişi aslına (yâni ne kadar yukarı giderse gitsin, babasına, dedesine, annesine, büyükannesine vs.),

3 — Fer’ine (yâni ne kadar aşağı İnerse insin, oğluna, oğlunun oğluna, kızına ve torunlarının hepsine),

4 — Hanımına,

5 — Müslüman olmayan kimseye,

6 — Temlik bulunmayan mülkiyeti üzerine geçiremeyen câmi, mektep, hastahâne, yol, çeşme, köprü ve benzeri yerlere zekât verilmez. Zîrâ zekât, verilen kimsenin mül­kiyetine geçmesi, zekâtın en önemli şartı ve rüknüdür. Halbuki, mezkûr şeylerin kendi­leri birer mülktür. Aynı zamanda mâlik olmaları da mümkün değildir.

ZEKÂT VERİLMESİ CAİZ OLAN KİMSELER

1 — Başkalarının, zengin bir kimsenin fakir ve büyük oğluna (bakmakla mükellef olduğundan küçük oğluna vermek câiz değildir)

2 — Zengin bir adamın hanımına,

3 — Her ne kadar oğlu zengin olsa da, geçimini teminde güçlük çeken babasına zekât vermek câizdir.

Diğer akrabalara gelince; zekâtı onlara vermek sevaplıdır. Bunlar arasında efdaliyet derecesi sırayla şöyledir: Oğlan kardeşler, kız kardeşler, sonra bunların çocukları (ye­ğenler), daha sonra dayılar, teyzeler, sonra çocukları, daha sonra zevi’l-erham denilen diğer akrabalardır,

Müslüman zenginlerin kendi muhitlerinde fakirler varken zekâtlarını, başka mahalle­de, köy ve kentte bulunan fakirlere göndermelerinde kerâhet vardır. Ancak başka ycrueki fakirler akraba veya çok yoksul olurlarsa o zaman onlara göndermekte kerâhet yoktur.

Fakir olan akraba çocuklarına zekât niyetiyle hediye verilirse, bunlar zekât yerine geçer. Bayramlarda veya başka zamanlarda, fakir olan erkek ve kadınlara, zekât niye­tiyle verilen hediyeler de zekât yerine geçer.

Kendilerine zekât verilen kimselerin (zekât toplamakla vazifeli kimseler hariç) hep­sinin fakir olması şarttır. Bu bakımdan zekâtını verecek müslüman, zekâtını vermeden önce, vermek istediği kimsenin fakir olup olmadığını araştırması lâzımdır. Araştırmadan verir de sonradan zengin olduğu meydana çıkarsa, zekâtını yeniden vermek îcâbeder. Tetkik etme neticesinde fakir olduğu kanâati hâsıl olduktan sonra zekâtını verîr de bilâ­hare zengin olduğu belli olursa, zekâtını tekrar vermesi gerekmez. Çünkü önceden in­celemekle vazifesini yapmıştı.