RAMAZAN SOSYOLOJİSİ VE PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE BİR DENEME
GİRİŞ
Âllâh-u Teâlâ’nm orucu herkesin her ayın muayyen günlerinde veya ayrı ayrı dağınık olarak istedikleri günlerde istedikleri sayılarla, meselâ ayda üçer gün ki senede otuzaltı gün eder veya daha başka türlü yâhut kış aylarında kısa günlerde daha çok veya tamamen, yine bunun tersi olarak yaz aylarında daha çok yâhut tamamen veya senede belirli bir zamanda onbeş, yirmi yâhut daha başka sayılarla tutmamızı değil de bütün bir ömür boyunca olmak üzere senede bir ay, Ramazan ayında, otuz gün devamlı tutmamızı emretmesi Allâh-u Teâlâ’nın aç ve susuzluğumuzdan müstağni olduğu gerçeği ile mütalâa edilecek olursa birçok sebep ve hikmetlere mebni ve yine bizler için birçok faydaları hâvi olduğu mantıki sonucunu ortaya çıkarır,
Öyle ise dâimâ emirlerindeki hikmetlerin bizler tarafından araştırılıp bulunmasını isteyen Allâh-u Teâlâ’nın orucu devamlı alarak senede bir ay emretmesindeki sebep ve hikmetleri araştırıp bulmaya çalışalım.
ORUÇLU İNSAN
Oruçlu insan aç olan insandır. Aç insan, tok insan gibi kendini unutarak dış âleme yönelip onu kendine konu (obje) yapan kimse değil, bilâkis açlığı sebebiyle dış âlem yerine kendine yönelerek kendini, kendine konu (obje) yapan İnsandır.
Nasıl ki, dâimâ etrafına bakıp kendine bakma aklına gelmeyen bir insan bu halinden ötürü elbisesindeki sökük, yırtık, leke, toz-toprak veya herhangi bir uygunsuzluğu, bir münâsebetsizliği göremezse ve ancak herhangi bir sebeple gözlerini kendi üzerine çevirdiği an eksikliklerini, çeşitleri ve bütünü ile görerek onları telâfi etme cihetine gidebilirse, kendi kendinin konusu (obje) durumunda olan insanda ancak o zaman kendinde bulunan ve daha önceleri gözünden kaçmış olan birçok eksiklikler ve kusurları müşahede etmeye başlayıp, onları kontrol altına alarak tahdit etmek sûretiyle azaltabilme imkânına sahip olur.
Maddi bakımdan yemeden içmeden kesilmek sûretiyle kendimize yönelerek kendimizi kendimize konu (obje) yapma hali ve bunun sonucu olarak bütün hareketlerimizi dikkatle tahlil ederek kontrol altına alma gayreti İslâmiyet’in, “Oruçlu insanın sadece yemekten içmekten kesilmekle yetinmeyerek bütün âzalarıyla da oruç tutturması yâni bütün âzâlarına ağız, göz, kulak, el... vs.’ye sâhip olarak onları akla, gelebilecek her türlü kötülüklerden, lüzumsuz iş ve hareketlerden koruması gerektiği...” şeklindeki emri ile daha kuvvet kazanıp istikametini bularak daha fazla ciddiyet kesbedecektir. Başka bir ifade ile, insan açlığı sebebiyle kendi kendine yönelme bakımından MADDETEN; buna karşılık bütün fena alışkanlıklarından vazgeçebilmek için yukarıda sayılan oruç tutanların yapması gereken esasları devamlı olarak kendi kendine telkin etmek sûretiyle de MANEN kendi eğitimine yönelmektedir. Bu da madde ile mânâ (ruh) dan müteşekkil insanın eğitiminde de yine bu iki cephesiyle ele alınması yâni madde eğitimi ile mânâ eğitiminin beraber yürütülmesi lüzumunun bir ifadesidir.
Başka bir ifade ile, ibâdetlerin ilk gâyesi; Müslümanlann sağlam bir ruh, sağlam bir şahsiyet yapısına mâlik olmalarını gerçekleştirmektir. Fakat oruç tamamen maddi bir ibâdettir ve bedenle alâkalıdır. Buradan şöyle bir sonuca varmak mümkündür: Ruh eğitimine bedenden yâni maddi eğitimden geçme zarûreti, beden ile ruh arasında çok sıkı münâsebetlerin, çok sıkı bağların mevcut olduğunu göstermektedir. Bu da, maddî eğitim ile mânâ (ruh) eğitiminin bir ömür boyunca beraber yürütülmesi icâbettiğinin, bu iki eğitimin birinden vazgeçmenin mümkün olamayacağının bir ifadesidir. Bu madde-mânâ eğitimi beraberliği yâni madde-mânâ eğitimi ayrılmazlığı Millî Eğitimimizde de bizle re yol gösterebilirdi. Şöyle ki: Maddi eğitim müsbet bilgiler vermek, mânevi eğitim ise millî-dînî eğitim şeklinde ele alınıp beraber yürütülebilirdi. Böylece bütün eğitim meselelerimizin temelinde yatan aksaklık düzeltilmiş olurdu.
Oruçlu insan aç olan insandır. Aç olan insan açlığı sebebiyle niçin, neden aç olduğunu dâimâ aklında tutan yâni devamlı olarak bir ibâdet halinde bulunduğunu hatırından çıkarmayan ve bunun sonucu olarak da biraz yukarıda zikredilen orucu tamamlayıcı ibâdetlerin de (eğitimin de) kendisinden istenildiğini unutmayarak aklından çıkarmayan ve böylece devamlı olarak kendi üzerine eğilen, kendini yetiştirmeye çalışan insandır.
NAMAZ - ORUÇ MÜNASEBETLERİ
Namazda esas olan husus, kendi fâni, noksan varlığını Allâh-u Teâlâ’nın Yüce Varlığı karşısında reddediş, inkâr ediş, yok kabûl ediştir. Başka bir ifade ile, namaza var-olan ve tek-olan Allâh’u Teâlâ’yı kabûl etmek ve O’na yönelmekle başlanılır. Ve O Yüce-Varlığın karşısında kulun kendisini noksan, âciz, fâni, zavallı görmesiyle devam eder. Secde bu Yüce-Varlık karşısındaki kulun aczinin şeklen en güzel, en mânidar bir ifadesidir.
Namazda bu kendi varlığını yok kabûl ediş o kadar bârizdir ki Allah karşısında kula kendi varlığım hatırlatacak her şey yasaktır. İdrar sıkıştırmış iken veya sofrada yemek varken ve zaman müsâit iken aç olarak namaz kılmak ve benzeri haller gibi.
Buna mukabil oruç da, oruç tutanın devamlı açlığı sebebiyle mütemadiyen kendini yâni kendi varlığını hatırlayış ve kendi varlığını gerçek bir realite olarak kabûl ediş vardır. Tabii bununla beraber oruçta, birkaç saatlik bir açlığın kendisinde meydana getirdiği halleri müşâhede ederek kendi âcizliğini, noksanlığını idrâk ediş, yâni kendini var olmakla beraber eksik, noksan, âciz, kabûl ediş vardır.
Bu şekilde kendini var-olmakla beraber eksik, noksan, âciz kabûl ediş kendi varlığının kendinden gelmediği fikrini doğurur. Kendi varlığının kendinden gelmediği fikri, insanın, değil kendisi gibi bir varlığı, en ufak bir canlıyı bile yaratamadığı gerçeği ile birleşince yarattığı her şeyden sonsuz derecede büyük olan bir Yaratıcı’nın varlığı sonucunu doğurur.
Özetlemek icabederse: Oruçta evvelâ kendini kabûl ediş ve kendi varlığından Allâh-u Teâlâ’nınn varlığına geçiş vardır. Kısacası oruçta kulun kendi varlığını kabûl etmesi, Allâh’ın varlığına geçiş için bir vasıta, bir sıçrama zemini temin edebilmek içindir.
Oruçlu insan aç olduğu ve önünde her tür ve her çeşit yiyecek, içecek bulunduğu ve bunları ondan yasaklayan hiçbir maddi gücün de bulunmadığı halde hattâ açlık icâbı fizyolojik olarak o yemeklere midesinde büyük bir temâyül duymasına rağmen, belirli bir vakte kadar orucunu devam ettirmesinin oruçlu üzerinde birçok müsbet tesirler icra edeceği muhakkaktır.
Şöyle ki: İnsan dâimâ kendi menfaatlerine düşkündür. Tabiî bu menfaatlerin başında var-olmak gelir. Zirâ bir kimseye öldürülmesi kaydı ile şu kadar milyonla beraber birçok göz kamaştırıcı mevkiler va’dedilse bunu ne o, ne de başkası kabûl eder. Çünkü bu va’dedilen menfaatlerden istifade edebilmek için var-olmak şarttır. Başka bir ifade ile, var-olmak diğer menfaatlerin gerçekleşmesi için temel-menfaat, ana-menfaat durumundadır. Tabiî menfaatler listesinde birinci sırayı almış olan var-olma için de onun şartlarını, yemek yemek, su İçmek... vs. yerine getirmek gerekmektedir.
Özetlemek îcâb ederse; insan kendi varlığını sürdürebilmek için kendi varlığı ile yakından ilgili olan kendi boğazına birinci derecede düşkündür. Başka bir ifade ile, kat’iyyetle aç ve susuz kalmaktan hoşlanmaz, bilâkis aç ve susuz kalmaktan hayâtı boyunca korkar.
Öyle ise oruçlu insan oruç tutmak süretiyle kendisi için menfaatler listesinde birinci sırayı alan en büyük-menfaat, temel-menfaat durumunda olan kendi öz-varlığı ile yakından alâkalı olup onun temelini teşkil eden kendi boğazından, yemek yemek, su içmek... vs.’den Allah rızâsı için fedakârlık yapmaktadır. Başka bir ifade ile, oruçlu insan oruç tutmakla kendi varlığının te’minatı demek olan her tür ve her çeşit yeme ve içmeye iltifat etmeyerek Hak rızâsı için onları yâni en büyük menfaatini terketmektedir.
Tabiî hiçbir maddi karşılık, para, rütbe... vs. olmaksızın ve kendi varlığını devam ettirecek olan gıda alma gibi en büyük menfaatini sırf Allah rızâsı için terkeden insanın kendisi için onun kadar ehemmiyetli olmayan ikinci derecedeki diğer şahsi menfaatlerini de yine aynı gâye, Hak rızâsı için birinci hale nisbeten daha kolaylıkla, terkedip feda edeceği aşikârdır. Böylece bütün menfaatlerini hiçbir maddi karşılık gözetmeksizin sırf Allah rızâsı için birbirine feda eden insanlardan müteşekkil toplumun gücünü düşünecek olursak orucun toplumdaki yerini daha iyi kavramış oluruz. Ve yine oruç, oruç tutanın kendisi için helâl olan ve gözü önünde duran her türlü yemek, meyve... vs’yi aç olduğu halde ister kalabalıkta ister tenhada elini uzatıp alıp yememesini sağlamak sûretiyle müslümanlann içgüdüleri (sevk-i tabiî) ile yaşayan yaratıklar olmaktan kurtulmasını temin eder. Başka bir İfade ile, bir yanda yemek yemek arzusu ile el uzatma isteği, diğer tarafta buna müsâade etmeyen İRADE ve neticede iyi, kötü her şeyi isteme gücünün irade karşısında mağlûbiyeti. Tabiî her ne şekilde olursa olsun iradenin bu galibiyeti daha büyük işlerdeki galibiyetine yol açacaktır. Böyiece oruçtan canının çektiğini yememe, canının istediğini yapmama alışkanlığı doğacaktır. Bu da çok mühimdir. Zîrâ aklına geleni düşünmeden hemen yapmak, canının her istediğini doğru yanlış diye ayırdetmeden hemen yerine getirmeye çalışmak toplumda yapılan bütün suçların esasıdır, temelidir. Kısacası oruç, içgüdülere karşı çıkma alışkanlığı verir ki insanı diğer canlılardan ayıran, insanı insan yapan tarafı budur. Yâni oruç, sıkıntı ve ızdıraplar karşısında eğilmeyen, kendine hâkim olan, va’dedilen birtakım menfaatler karşısında hak ve gerçek bildiği prensiplerden hiçbir fedâkârlık yapmayan ideal-insan tipini vücûda getirir.
Namaz ile orucun başka bir farkı da; namaz, müslümanları câmiye toplar, toplu halde onları eğitir. Yâni maddeten vücutlarının bir arada bulunmasında ve beraberce yaptıkları hareketlerinde birlik vardır. Oruç ise bu hâlin tamamen zıddından hareket eder. Yâni oruca başlamak için oruç tutacakların maddi varlıkları ile, vücutları bir arada bulunmaları diye bir şey yoktur. Yâni oruç tutanlar arasında şeklen birlik yoktur. İşçi fabrikasında, memur masasında, çiftçi çifti çubuğu başında, çocuk dersi başındadır. Netîce olarak oruç, bir sene müddetle namazın toplu olarak eğitip yetiştirdiği kimselerde her türlü maddi baskıdan, toplum baskısından uzak işleri güçleri başında ayrı ayrı ibâdet edebilme gücünün kuvvetlenmesine sebep olur. Herkesten ayrı tek başına oruç tutabilmek şu demektir: Dünyâda inanan ve ibâdet eden hiç kimse kalmasa da sen tek başına hiçbir maddi destek ve yardım görmeden müslüman yaşayabilirsin. Nitekim bu ibâdetlerin sayesinde cemiyet içinde tek başına müslüman yaşayabilen çok insanlar gelip geçmiştir. Yâni oruç, inandığı dâva uğrana tek başına bütün bir topluma karşı durma gücü sağlar. Yalnız burada fazlasıyla dikkat edilmesi icâbeden husus şudur; oruçlu kimseler arasında mevzuu bahis ayrılık onların çeşitli iş sahalarındaki ayrılıklarıdır ki bu da zaten şeklî ve zahirî bir ayrılıktır. Esasda gene birdirler, beraberdirler. Zîrâ oruçlarındaki tabi’ oldukları kanun ve nizamlar istisnasız aynıdır. Çalışmalarının haricinde aynı müeyyidelere tabi’dirler, aynı şekilde hareket etmeye mecburdurlar.
İslâm’ın beş esasından biri olan orucun zâhlrden ziyâde esasda, bâtında, temelde birlik beraberlik istemesi ve yapılan her tür ve her çeşit faaliyetlerin bu büyük ibâdete hiçbir şekilde gölge düşürmek şurda kalsın bilâkis onu daha kıymetlendirmesi, ibâdeti câmi içinden câmi dışına çıkarmak gâyeslyledir. Böylece oruç, İslâmiyet’in sadece câmi içinde yaşanan bir hayat olmadığını, her yerde yaşanmasının gerektiğini işâret etmektedir. Yapılan her müsbet işin, her müsbet faaliyetin bu ibâdete değer kazandırması da üzerinde clddiyyetle durulması lâzım gelen bir husustur. Şöyle ki: Oruçlu İken yapılan işler, faâliyetler ibâdet mâhiyetinde olmamış olsa idi aslen ibâdet olan orucun sevabını hiçbir şekilde arttıramazdı.
Nitekim yapılan ister büyük ister küçük günahlar orucun sevâbını azalttığı gibi kabul olunmasına da engel olmaktadır. Çalışmanın teşvik edilmesine karşılık yemek içmek gibi meşru işlerin bile yasaklanması çalışmanın kutsallığının açık seçik delilidir.
Oruç tutan insan diğer yakınlarının da kendisi gibi hareket etmesini, kendisi gibi yaşamasını yâni kendine benzemesini ister. Başka bir ifade ile, oruç tutan insan kendisi gibi davranmayan, kendisi gibi yaşamayan bir kimseyi kendinden kabûl etmeyerek reddeder. Ona karşı pasif bir mukavemet gösterir. Bu ise halkın, farkında olmaksızın toplumda uyulması gereken esaslara uymayanların denetimini, kontrolünü bizzat kendisinin kendi üzerine almış olması demektir. Yâni bu hal, halkın toplumda örf, âdet, töre, kanun ve nizamların korunmasını sadece polis, Jandarma... vs.’ye terketmesi yerine bizzat bunları koruyup yaşatmayı seve seve kendi üzerine almasıdır. Bu da toplum için çok daha faydalıdır. Çünkü halkın fert üzerindeki baskısı, kontrolü, murakabesi, polis, jandarma... vs.’nin yapacağı takibattan ve baskısından çok daha kuvvetlidir, çok daha müessirdir.
Oruç, ömrünü en nefis yemeklerle geçiren ve ömür boyu hiçbir şekilde aç susuz kalması mevzuubahis olmayan zengini senenin o sıcak, o uzun günlerinde aç susuz bırakarak açlığın, susuzluğun ne demek olduğunu sözlerle, misâllerle değil bilâkis onlara bu hali yaşatmak sûretiyle açlığın susuzluğun insan vücûcundaki ve insan rûhundaki tezahürlerini bizzat yaşamalarını temin eder. Zenginin her sene bir ay fakir hayâtı yaşayıp aç susuz ömrünü geçirmesi fakirin halini daha yakından idrâk etmesine sebep olacaktır. Bu da zenginin fakirlere karşı tutumunun değişmesine, içinde fakire karşı bir acıma hissinin doğmasına, bir ömür boyu çektikleri bu ızdırablarında onlara yardımcı olma arzu ve hevesinin kuvvetlenmesine ve böylece birtakım hayır müesseselerinin kurulmasına ve bu müesseselerin yaşaması için de büyük bir vakıf faâliyetinin doğmasına sebep olacaktır. Tabii bu faâliyetler de fakirin, zenginin malına göz dikip zengini düşman saymasını önleyecektir. Çünkü zengin, karşısında değil kendi safındadır. Bütün imkânı ile ona hizmet etmek, yardımcı olmak için çırpınmaktadır. Birçok âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerde bu hayır faâliyetlerine hız kazandırıp istikamet verecektir. Kısacası bir yandan oruç müslümanları aç susuz bırakarak bizzat bu hali yaşamalarını, bu ızdırabı duymalarını, bu çileyi çekmelerini temin ederken, bir yandan da fakir fukaraya yardım husûsundaki İslamî emir ve teşvikler birbirini desteklemek sûretiyle müslümanların ellerindeki bütün imkânlarıyla birbirlerine ve bilhassa fakirlere yardımcı olmalarını, her tür ve her çeşit hayra birbirleriyle yarış edercesine koşmalarını sağlayacaktır. Yâni emirler, teşvikler ve yaşanılan hayat şekli birbirini tamamlıyor, birbirini takviye ediyor demektir.
Ve yine oruç, hiçbir şâhidin bulunmadığı ve dolayısıyla hiçbir şekilde hiçbir mahkûmiyetin bahis konusu olmayacağı her türlü ve her çeşit harekete en müsait tenha ve kimsesiz yerlerde oruçlu insanın vicdanıyla başbaşa kalarak "kendi hareketlerini kontrol etme" ve dolayısıyla "kimsenin bulunmadığı yerlerde kendi kendini devamlı olarak kontrol altında tutma, kendi kendine hesab verme” alışkanlığının doğmasına ve bunun sonucu olarak da "İnsanda usûlsüz bir iş yapıldığı zaman bundan doğacak maddi mânevi mesuliyetlerin hesabının ergeç sorulacağı fikrinin doğup kuvvetlenmesine sebep olacaktır. Başka bir ifade ile; hiç kimsenin hakkı olmayan sırf kendi alnının teri ile kazandığı ekmeğini aç olduğu halde kimsenin göremeyeceği, dolayısıyla ayıplayıp kınayamayacağı ve böylece hiçbir maddi sorumluluğun da doğmayacağı bir yerde sırf Allah korkusundan elini kendi hakkı olan, yemeğe uzatamayan ve bunu düşünürken dahi içi titreyen bir kimsenin değil âleni olarak tenhada da başkasının hakkına, malına mülküne el uzatamayacağı, bunu aklına bile getiremeyeceği kat’iyyele muhakkaktır. Kısacası, Allah korkusundan ötürü kendi malına el uzatıp onu alamayan bir kimsenin başkasının malına el uzatıp onu alması hiçbir mantığın kabûl etmeyeceği bir olaydır.
ORUÇ VE GENÇLER
Ve yine oruç tutarak bu eğitimi gören genç çocukların rûhunda ve zihninde de orucun birçok müsbet tesirleri husûle gelecektir. Şöyle ki; Oruç tutan bir çocuk veya genç evde hiç kimse yokken yâni ne anne baba korkusu, ne öğretmen baskısı, ne de arkadaşlarının ayıplama endişesi kısacası hiçbir maddi baskı veya korku mevzuubahis değilken kendi babasının aldığı, kendi annesinin emeğiyle pişmiş türlü türlü yemekler, çeşit çeşit meyveler, buz gibi sular önünde dururken ve bunlarla arasında hiçbir maddi engel yokken, hiç kimsenin bulunmadığı kapısı kapalı kendi evinde, bunlara sırf Allâh’ın emirlerine itâat ve O’nun yasaklarından sakınmak için el uzatamayan, bunu düşünmekten bile içi titreyen bir çocuğun başkalarının malına mülküne hiç kimse olmasa bile el uzatması, onu alması ne derece mümkündür? Komşunun bahçesindeki meyve ağaçlarına el uzatıp meyvelerini alması ve önüne çıkan engelleri bertaraf etmek için dalları kırıp duvarları yıkması diye bir şey düşünülebilir mi?
Böylece oruç, çocuğa hiç kimse yokken kendini gören ve bütün hareketlerini takibeden, fakat kendisinin göremediği, kendisi tarafından görülmeyen bir varlığın mevcut olduğunu, bunun için bütün hareketlerinde tedbirli, temkinli olması gerektiğini, aksi takdirde yaptığı hareketlerden mes’ul olacağını telkin eder. Bu da çocukta kendi kendini kontrol altında tutma, yaptığı daha doğrusu yapacağı işlerde kendi kendini hesaba çekme alışkanlığını doğuracaktır. Böylece çocukta her türlü maddî baskıdan uzak sağlam bir şahsiyetin gelişmesi mümkün olacaktır, yâni hareket ve faâliyetlerinde zâhiren görünüşte serbest fakat aslında birtakım manevî müeyyidelere bağlı, onlara göre hâreket eden, insanlar olarak yetişeceklerdir. Yukarıda da zikredildiği gibi aynı hususlar büyükler için de mevzuubahistir.
Başka bir ifade ile oruç, ister çocuk ister büyük olsun, yapacakları hareketleri yaptıktan sonra cezalandırmak yerine cezayı mûcip hareketleri yapacak olanların bu hareketlerine tevessül etmeden önce hareketlerini kontrol altına almalarını, devamlı olarak kendi kendilerini murakabe altında tutmalarını, yâni suç işlememe eğitimi, suç işlememe alışkanlığı kazanmalarını sağlar.
Ve yine bu çocukların her türlü yemek, meyve ve soğuk suların karşısında hiçbir maddi karşılık olmaksızın ve ummaksızın aç-susuz kalmaları onlara, gözle görünen, elle tutulan madde âlemi yâni maddî değerlerin, para, rütbe... vs.’nin üstünde birtakım mânevi değerlerin var olduğunu kabûl ettirir. Böyle yetişen gençlerin kafalarında maddeüstü birtakım mânevî değerler belirginleşir. Çünkü ne kendi ne de kendi gibi başkaları, ne para ne de başka maddi menfaatler için aç kalmaktadırlar. Öyle ise paranın bile yaptıramayacağını yaptıran bu mânevî güç, paradan ve onun gibi her şeyden yüksek hem çok yüksektir. Böylece gençler paraya, şehvete tapmaz, değer vermez olurlar. Yâni para... vs. için yaşamazlar. Yahut paraya tapmaz, şehvete tapmaz ifadelerinden; para kazanmaz, zengin olmaz, evlenip barklanmaz mânâsını çıkarmamak gerekir. Onlar daha büyük gayeler; vatan, millet, mukaddesat için yaşayan insanlar olurlar. Para... vs.’yi gaye değil vasıta kabûl ederler. Nitekim iftar etmeden ve sâhurlanrı yemeden oruç tutamadıklarının yâni ibâdet edemediklerinin farkındadırlar. Oruç tutabilmek için yâni mânâ için maddenin vasıta olmakla beraber Iüzumuna inanmışlardır. Tabi aynı hususlar büyükler için de bahis mevzuudur. Onlar da küçük yaşlarında başlayan madde-mânâ karşılaştırması sonucu mânânın maddeye üstünlüğü fikrini benimseyip kabûl etmişlerdir. Böylece bu kabûl ediş ellerindeki maddenin mânâya yâni her türlü hayır faâllyetlerine feda edilmesini temin edecektir. Artık maddenin, esaretinden kurtulmuş olacaklardır. Böylece büyük gayeler için yaşayan insanlar olarak topluma hizmet edeceklerdir.
Ve yine bu çocukların ve gençlerin oruç tutmaları yâni büyüklerin yaptığı işi yapmış olmaları onları büyüklerin safına geçirecek ve diğer konularda da büyüklere benzeme arzusu ile hareketlerinde daha olgun, daha ağırbaşlı olmalarına sebep olacaktır. Böylece memleketin geleceği demek olan gençler küçükten itibaren yaptıklarından mes’ul olma, sorumluluk hissiyle büyürler. Başka bir deyişle, yaptıkları her harekette ondan doğacak sonuçları düşünen, karşılaştığı müşkül meselelerde mensup olduğu milletin değer ölçülerine göre şahsen, kendi kendine karar verebilen insanlar olarak toplumdaki vazifelerine hazırlanırlar.
İBADETTE ZAMAN VE MEKAN
İbâdetler ekseriyetle zaman ve mekân buudları İle gerçekleşir. Namaz ve diğer birçok ibâdetler ile oruç arasında bu bakımdan da mühim bir fark vardır. Şöyle ki: Namazda ZAMAN birinci plânda, MEKAN İse ikinci plândadır. Yâni namazda mekân lâzımdır, fakat ikinci derecede ehemmiyetlidir, zîrâ zaman girdikten sonra nerede, olsa namaz kılınabilir. Oruçta ise durum daha başka türlüdür. Oruçta, mekân tamamen yerini zamana terketmiştir. Böylece mekân mefhumu tamamen ortadan kalkmıştır. Bu yüzden orucun tutulmasıyla tutulmaması başkaları tarafından takîb edilemez, bilinemez. Orucun tutulmasiyle tutulmamasının başkaları tarafından takib edilememesi ve tabii bilinememesi üzerinde dikkatle durulması gereken bir husustur. Bir insanın kimsenin görmediği yerde karnını doyurduktan sonra toplum arasına karışması halinde bunu kimsenin anlayamaması ve insanların bu hali anlama imkânından tamamen mahrum olmaları oruç tutan üzerinde hiçbir maddî baskı, polis, jandarma, bekçi... vs. olmaksızın başka bir ifade ile, hiçbir maddi murakabeye ihtiyaç göstermeksizin gizli ve âşikâr olarak kanun ve nizamlara, emir ve yasaklara her ne pahasına olursa olsun itâat ve bunun için de kendini dâimâ kontrol, murakabe altında tutma, yapacağı işlerde kendi kendine hesap verme, yapacağı işlerin sonucunu kendi kendine sorma alışkanlığının doğup kuvvetlenmesine, hem çok kuvvetlenmesine sebep olacaktır.
Orucun başkaları tarafından takib edilememesi, oruç tutan herkesin başkaları tarafından mecbur edilmeksizin, itilip kakılmaksızın kendi vazifesini müdrik yâni kendinden istenilenlerin farkında olarak onu kusursuz, eksiksiz yapma ve bununla da kendini başkalarından üstün görmeme olgunluğuna erişmelerini temin edecektir.
SUÇU İTİRAF
Oruçlu bir kimse hiç kimsenin bulunmadığı bir yerde orucunu sakatlayıp veya bozduğu takdirde hata veya suçunun cezasını biliyorsa bunun cezasını kendisi kendine verir. Kendisini kendine karşı birtakım mâzeretlerle suçsuz göstermeye çalışmaz. Bu ise kişilerin hak, hukuk ve gerçekler uğruna kendi kendilerinin aleyhine de olsa karar verebilmeleri ve bunu kendi aleyhlerine tatbik edebilmeleri demektir.
Şâyet yaptığı suçun cezasını bilmiyorsa bir âlime giderek hiç kimsemin görmediği yerde- yaptığı hata veya suçu itiraf eder ve cezasının ne olduğunu öğrenir. Bu cezayı da tereddütsüz, itirazsız kabûl edip yerine getirir. Suçunu azaltabilmek için birtakım mâzeretlere, birtakım bahanelere başvurmaz. Yâni Allah rızâsı için kendi kendisinin aleyhinde şehadette bulunur. Burada şunu da belirtmek gerekir ki; Allah rızâsı için kendi kendisinin aleyhinde şahâdet eden bir insanın Allah’tan korkmadan yalan yere başkasının hesabına yalancı şâhitlik etmesi ne derece mümkündür?
Kısacası, bu gerçeklerle oruç, kimsenin bulunmadığı bir yerde bir kabahat, bir suç yapan müslümânın suçunun cezasını bildiği takdirde kendi aleyhinde hüküm verip bu hükmü de hiçbir müsamaha göstermeksizin, hiçbir aracı kabûl etmeksizin kendi aleyhinde tatbik edebilme ve eğer suçunun cezasını bilmiyorsa hâkime giderek hiçbir yalan dolana başvurmadan suçunu bütün çıplaklığıyla itiraf edip cezasını itirazsız kabûl edebilme ruh büyüklüğünü, ruh sağlamlığını verir.
Yalnız müslümanların yaptıkları bu itirafları Hristiyanlıktaki suç itirafı ile karıştırmamak gerekir, çünkü bir hristiyan suçunu kendi din adamına itiraf ederken bunun affedileceğini bilir. Bu yüzden bu itiraf büyük bir ruh isteyen bir itiraf değildir. Zîrâ danışıklı döğüştür. Buna karşılık müslüman itirafını yaparken bu suçunun muhakkak sûrette cezalandırılacağını bilir. Bunu bile bile suçunu gizleyemez. Gönül rızâsıyla suçunun cezasına râzı olur ve adâletten şikâyet etmeksizin cezasını çeker. Suçunun cezasız kalmaması onların ruhlarında ve zihinlerinde HAK mefhumunu kutsallaştırır. Hakk’ın itirafını da ibâdetleştirir. Artık toplamda hak gizlenmez ve çiğnenmez olur.
Oruç tutan bir kimsenin hatır gönül veya hiçbir maddi vaad karşılığı hiçbir şekilde orucunu bozamaması, oruç tutan üzerinde va’dedilen maddi menfaat ve çıkarlara meyletmeden, ortaya sürülen hatır gönüllere iltifat etmeden hattâ bunları aklına bile getirmeden uyulması gereken emirlere ve yasaklara, kanun ve nizamlara sonsuz bir itâat gerektiği fikrini telkin eder. Ve yine bu hal, herkesin kendi vazifesinden ancak kendisinin mes’ul olacağını, kimsenin başkasının vazifesine gayr-i meşrû yolda müdahale etme hakkı bulunmadığını ifade eder. Ve bu arada her ne pahasına olursa olsun vazifenin her şeyden üstün olduğunu ve birtakım maddi menfaatlere meyletmeyerek vazifenin ifâ edilmesi gerektiğini gayet açıkça belirtir.
Oruç tutan bir kimsenin orucunu sakatlaması veya bozması sonucu lâzım gelecek olan kaza veya cezanın hastalık gibi haller hariç zengin-fakir, mevki sahibi-mevki sahibi olmayan... vs,’ye göre ayrı ayrı değişik şekilde olmayıp yâni adama göre olmayıp aksine bu hükümlerin hiçbir ayrılık gözetmeksizin eşit şekilde tatbik edilmesi, kısacası aralarında rütbe, mevki, para... vs.’ye göre bir ayırım yapılmaması, yâni herkesin istisnasız eşit tutulması üzerinde ayrıca fazlasıyla durulması gereken bir husustur. Allâhü Teâlâ’nın sonsuz bir eşitlik fikri üzerinde durması insanlara karşı hareket ve davranışlarımızda bizlere yol göstermelidir.
İNSAN VARLIĞI
İnsanın madde âleminden ilk tanıdığı varlık kendi varlığıdır. Bu ilk tanıdığı kendi varlığını namazda reddeden insanın aynı saftaki başkalarını düşünmesi tabii mümkün değildir. Kısacası, namazda Allahü Teâlâ’nın karşısında insan, ne kendini ne de başkasını düşünebilir. Böylece farz namazlarında hareket birliği yâni maddi birlik içinde olan müsümanlar aynı zamanda yöneldikleri varlık bakımından da bir istikamet birliği yâni mânevi birlik içindedirler.
Buna karşılık oruçta, oruçlu insan kendi hali îcâbı kendisi gibi oruçlu yâni aç susuz insanları düşünüp içinde onlara doğru bir akış, bir yakınlaşma hisseder.
Başka bir ifade ile, aynı varlığa inananlar, inançları icâbı kendilerini başkalarına nisbetle birbirlerine daha yakın hissederler. Aynı varlığa inanıp, aynı işi yapanlar namaz, oruç... vs. gibi kendilerini bir evvelkilere nisbetle birbirlerine daha yakınlaşmış bulurlar. Aynı varhğa inanıp aynı işi yapan ve aç susuz kalmak gibi aynı ızdırabı çeken insanlar ise, hem İNANDIKLARI VARLIK, hem yaptıkları iş, hem de çektikleri sıkıntılar icâbı kendilerini birbirlerinden sayacak kadar birlik ve beraberlik içinde kaynaşırlar. Oruç bu üç hali kendisinde toplamak suretiyle kendisine inananlar arasında “ÖRNEK BİRLİK” “İDEAL BİRLİK” tesis eder. Nitekim asker arkadaşlığı, okul arkadaşlığı, hastahâne arkadaşlığı... vs. bu üç vasfı taşıdığından yâni inanç birliği, iş birliği, çile birliğini bir arada toplamış olduğundan halk arasında arkadaşlıkların en sağlamı, en kuvvetlisi olarak kabûl edilir.
Orucun devamlı olarak senede bir ay tutulması da üzerinde düşünülmeğe değer, zirâ ayda üçer gün tutularak bir sene zarfında yine aynı sayı fazlasıyla elde edilebilirdi.
Tecrübi psikolojideki, “Bir insanın otuz-kırk gün arasında tabi olacağı eğitim neticesinde birtakım kötü alışkanlıklarını terkedip birtakım yeni alışkanlıklar kazanabileceği” gerçeği orucun devamlı olarak otuz gün tutulması hususundaki ilahi emri açıklaması bakımından şayan-ı dikkattir. Hatta askerdeki yemin merasiminin askerliğe başlandıktan kırk gün sonra yapılması yine bu gerçeğin ifadesidir. Başka bir ifade ile, bir yaş ile yirmi yaş arası yani alışkanlıkların en fazla kazanıldığı bir zamanda sivil hayatla taban tabana zıt olan askerlik hayatına ciddi bir eğitim neticesi kırk gün gibi bir zamanda alışabilmeleri, yani yeni alışkanlıklar edinebilmeleri bu psikolojik hakikatin bir ispatıdır. Kısacası kırk günlük sıkı, ciddi bir eğitim insanın edindiği yirmi senelik alışkanlıklarını tamamen terketmesine yetiyor demektir.
Nitekim sigara, İçki... vs. gibi kötü alışkanlıklarını bırakanlar ekseriyetle bu ayın (yâni Ramazânın) sonunda bıraktıkları gibi namaz, ibâdet... vs. gibi çeşitli iyi, güzel, hayırlı faâliyetlere başlayanlar da yüzde yüz olmak üzere bu aydan itibaren başlarlar. Yâni sırf Ramazan ayında ibâdet etmek için câmiye gelirler fakat bu bir ay zarfında ibâdetlere alışarak Ramazandan sonra da bu yeni alışkanlıklarına devam edip giderler. Böylece hayatlarının istikameti bîr ay gibi bir zamanda değişmiş olur.
SENEDE BİR AY
Bu gerekçelerle oruç, her sene bir ay olmak üzere bütün müslümanları ömürleri boyunca devamlı olarak eğitime tabi’ tutmak sûretiyle onların birtakım kötü alışkanlıklarını terkederek yeniden iyi alışkanlıklar kazanmalarını ve böylece topluma daha faydalı olmalarını sağlıyor demektir.
Oruç ile askerlik arasındaki başka bir münâsebeti de belirtmekte fayda umuyorum. Şöyle ki: Oruç müslümanları senede bir ay aç susuz bırakmak sûretiyle onların her çeşit mahrumiyete alışmalarını temin etmektedir. Öğle yemeğini yarım saat geç yediği için başı dönüp gözü kararan insanlardan müteşekkil ordu ile günlerce her türlü yemek ve içmekten mahrum yaşamaya alışmış ve bu yaşayıştan da zerre kadar maddî mânevî zindeliğini kaybetmeyecek insanlardan kurulu orduların zafer ihtimalleri, bu mahrumiyetlere dayanma oranlarına göredir. Oruç, bu eğitimi sağlar.
Nitekim askere gittiğimiz zaman İslâmiyet’i sivil hayatlarında yaşayan arkadaşlarımız askerliğin ağır şartlarına çok daha çabuk intibak ettiler. Manevra ve tatbikatlardaki mahrumiyetler cüssece kendilerinden daha iriyarı olanları sarstığı halde onlarda en ufak bir tesir icra edemiyordu. Yağmur, soğuk, gece gündüz çalışma, açlık, susuzluk ve uykusuzluk bu arkadaşlara vız geliyordu. Sanki doğduklarından beri askerdiler. Garplı kumandanlara, “Diğer millet askerlerinin teslim olmasını gerektiren şartlar, Türk askerinin hücüma geçmesi için en müsait olan şartlardır.” dedirten işte bu eğitimdir.
İFTAR BEKLEME
Uzaktan gelecek bir treni bekleyen iki ayrı kişi, uzaktan başka başka saatlerde başka başka yerlerden gelecek iki ayrı treni bekleyen iki ayrı kişiye nispetle kendilerini birbirlerine daha yakın hissederler. Böylece bu bekleyiş esnasında aralarında bir yakınlaşma, bir tanışma ve nihayet bir sohbet doğar. Beklemiş oldukları aynı şey daha önceleri birbirlerini tanımayan bu iki insanı birleştirmiştir, kaynaştırmıştır. Şâyet birbirleriyle tanışmayan bu iki kişi aynı trendeki aynı yolcuyu bekliyorlarsa bu tanışma bir dostluk halini alacaktır, Çünkü bir evvelkine nisbetle bu iki kişi arasında bir ikinci bağ kurulmuştur. Aynı treni bekleme ve aynı tren içindeki aynı yolcuyu bekleme.
Bunun gibi bir sofra etrafında bütün bir âilenln iftarı beklemesi, yâni teker teker bu insanların aynı zamanda gelecek aynı şeyi beklemeleri, bu insanları birbirlerine daha ziyâde bağlayacaktır. Bu oruçlu kişiler yapmakla mükellef oldukları günlük vazifelerini hakkıyla yapmış olmanın verdiği neş’e ve sevinç ile birbirlerine daha fazla yakınlaşacak, birbirleriyle daha fazla kaynaşacaklardır.
Bu iftar bekleme hali daha ziyâde âile fertleri arasındaki sevgi ve muhabbeti arttırma, yâni âilenin daha sağlam temeller üzerine kurulmasını gerçekleştirme bakımından çok mühimdir. İslâmiyet’in bütün âilenin beraberce iftar sofrasına oturmasını ve iftarı beklemesini istemesinin sebebi de bu olsa gerektir.
İftar bekleme âile fertleri arasında olduğu kadar birtakım dâvetler ile tanıdıklar, dostlar ve hattâ tanıdık olmayanlar arasında da sevgi, muhabbet bağlarının kuvvetlenmesine yol açacaktır.
Biraz yukarıda orucun zamanla mukayyed olduğu ve mekânın tamamen yerini ZAMAN’a terkettlğl belirtilmişti. Fakat hiçbir ibâdette MEKAN ZAMAN’ın önüne geçmemiştir. Bu da ayrıca üzerinde durulması gereken bir husustur.
Akşam ezânı okunmadan yâni vakit girmeden büyük bir mâzeret olmaksızın bir dakika önce dahi orucun bozulması veya orucun başlama vaktinden bir dakika geç oruca başlama hali kazâ veya cezayı gerektirmektedir. Günah yapanların günahlarını affedip bu günahları sevâba çeviren Allâhü Teâlâ’nın orucun şartlarını bir dakika veya daha azına bile müsaade etmeyecek kadar ciddi tutması, müslümanlann ZAMAN mefhumunun değerini kavramaları, avârelikten kurtulmuş insanlar olarak hayatlarını ZAMAN’a göre tanzim etmelerini, ZAMAN’ı en iyi şekilde kıymetlendirmelerini, kısaca ZAMAN’la yaşayan insanlar olmalarını gerçekleştirmek içindir.
Ayrıca oruçlu iken yâni aç iken bilhassa uzun günlerde ikindiden sonra özellikle iftar sofrasında ezan vaktini beklerken ZAMAN tok olduğumuz vakte nlspetle çok daha ağır geçer, âdetâ dakikalar geçmek bilmez. Bu da oruçlu üzerinde ZAMAN’ın İZAFÎ olduğu fikrini doğurur. Hiç olmazsa ZAMAN’ın İZAFİ olduğunu hissettirir.
TERAVİH
Terâvîh’in;
1 — Oruçlu iken değil de orucun bozulduktan sonra kılınması,
2 — Sayısının yirmi olması, fazla veya eksik olmaması,
3 — Farz, vâcip olmadığı halde toplu olarak cemâat hâlinde kılınması, üzerinde durulması gereken üç mühim husustur.
1 — Omçlu iken değil de orucun bozulduktan sonra kılınması: Zîrâ oruçlu iken de kılınması mümkün idi.
Biraz yukarıda orucun şeklen yâni zâhiri birlik yerine mânâda birlik sağladığı yâni mânâ birliğini ön plânda tuttuğu, bu münâsebetle oruçlu insanın oruçlu oruçlu birbirine benzemeyen işlerde çalıştığı belirtilmişti. Yalnız orucun sağladığı birlik iftar vaktinin girmesi yâni orucun bozulmasıyla sona erer. Orucun sağladığı mânevi birlik sona erince orucun temin edemediği maddi birliğin teminini teravih üzerine alır. Böylece müslümanlar günlük mesai hayatlarında önce mânevi sonra maddi birlik olmak üzere tam bir birlik ve beraberlik içinde olmuş olurlar. Başka bir ifade ile, bu hal mânevi birliğin şart olmakla beraber kâfi gelmeyeceğini, maddi birliğin de şart olduğunu ve bunların ikisinin birbirini destekler mahiyette bir arada bulunduğu nisbette istenilenin sağlanacağını işaret etmektedir.
Terâvihin orucun bozulduktan sonra yatsı vaktinde kılınmasını başka türlü de izah etmek belki mümkündür. Şöyle ki: Birbiriyle göz âşinalığı bulunan iki kişi gurbette karşılaştıkları takdirde uzun seneler blrbirlerlyle dostmuşçasına hemen konuşmaya başlarlar. Bu iki kişiyi gurbetin yalnızlığı birleştirmiştir. Bunun gibi, dışarda şakır şakır yağmur yağarken evimizde kendimizi daha uhrevî, ev halkına daha yakın hissederiz.
Terâvih namazının yatsı vaktinde yâni gecenin karanlığında kılınması, müslümanların günlük meşgâlelerden ve dünyevi hırslardan uzak, kendilerini Allâhü Teâlâ’ya ve din kardeşlerine daha yakın hissetmelerine sebep olur. Yâni gecenin karanlığı, sessizliği, garipliği bu insanların birbirlerine daha fazla sokulmalarına, birbirleriyle daha fazla kaynaşmalarına sebep olur.
2 — Rek’at sayısının yirmi oluşu: Oruçlu iken kılınan farz namazlarının sayısı on rek’attır. Terâvih namazı yirmidir, yâni iki katıdır. Bundan belki şu çıkabilir: Oruçlu iken kılınan namazlarda iki katıdır. Bundan belki şu çıkabilir: Oruçlu iken kılınan namazlarda iki ibâdet oruç ve namaz birleşmişlerdir. Bu münâsebetle oruçlu iken beraber kılınan bu on rek’at iki kat olarak düşünülünce oruçsuz olarak kılınan yirmi rek’ata eşit olduğu çıkar. Bu sayılar arasındaki münasebetleri başka türlü değerlendirmek de mümkündür. Şöyle ki: Her gün kıldığımız farz ve vâcip namazların sayısı yirmidir. Bu yirmi sayısı her gün beraber kıldığımız namazların sayısıdır. Ramazanda vitir namazı da cemâatle kılınır. Ramazânın ibâdet ayı olması hasebiyle yirmidört saatte toplu olarak kılınan namazların sayısı kadar bir daha cemâat halinde namaz kılınması emrolunmuştur. Bu yirmi sayısı üzerinde biraz daha durmak gerekir. Çünkü bir günde kılman sünnetlerin sayısı da yirmidir. Yâni yirmi dört saatte kılınan farzlar ve sünnetler İslâm için çok mübarek olan KIRK sayısında birleşirler, Terâvih namazı sünnet olması hasebiyle sünnet olarak düşünülünce sünnetlerin sayısını, toplu olarak kılındığı için farz gibi düşünülünce de farzların sayısını KIRK’a iblâğ etmiş olur.
Ayrıca rek’at olarak düşünülünce günde altmış rek’at eder. Madem ki Ramazan senelik bir ibâdettir ve bütün senenin muhtevası kendinde toplanmıştır, öyle ise sene ile ilgili bâzı İşâretlerin bulunması gerekir. Bu münasebetle şöyle düşünmek belki mümkündür: Altmış rek’at otuz günde bin sekiz yüz rek’at eder. Bu sayı senenin on iki ayına bölünürse yüz elli rakamı elde edilir. Bu yüz elli sayısı da ayın günleri olan otuza bölünürse BEŞ rakkamı elde edilir. Dikkat edilecek taraf, Ramazandaki namaz sayıları ile senenin her gününe âit bu beş rakamının çıkmış olmasıdır. Yâni Terâvihin sayısının eklenmiş olmasiyle bu beş rakamı elde edilmiştir. Başka şekilde bu sayıyı bulmak mümkün değildir.
Söylenmek istenileni sayılarla gösterirsek toplu olarak daha göz önünde olacaktır:
Farzlar,
Sünnetler Vâcipler
2 2
6 4
4 4
2 3
6 4
3
20 + 20 = 40
20 = 60 X 30 =
(Terâvih) 1800:12 = 150 150:30 = 5
40 40
CEMAATLE KILINAN SÜNNET
3 — Farz, vâcip olmadığı halde toplu olarak kılınması: Terâvih namazı sünnettir. Hiçbir sünnet toplu olarak kılınmadığı halde Terâvih namazının farzlar gibi toplu kılınması hakikaten üzerinde en fazla düşünülmeye değer bir husustur. Farz olmayışı müslümanları fazlaca mes’ûliyet altına sokmamak için olsa gerektir. Toplu olarak kılınmasına gelince; bu hal, Allâh-u Teâlâ’nın her ne pahasına olursa olsun müslümanların birlik, beraberlik içinde olmalarını istemesinin en güzel bir ifadesidir. Başka bir ifade ile, sayıda hem sünnetle hem de farzla aynı eşit durumda olan Terâvih iki çeşit namazın (sünnet, farz) bütün husûsiyetlerini kendinde toplamak sûretiyle müslümanlara bir günlük ibâdetin zevk ve heyecanını tekrar yaşatır.
BAYRAM
Izdırap, sıkıntı, çile insanları birbirlerine yaklaştırdığı gibi, ortaklaşa büyük sevinçler, büyük saâdetler de aynı şekilde insanları birbirlerine yaklaştırır, kaynaştırır. Nitekim İstanbul’un düşman istilâsından kurtuluşunda tanışan tanışmayan herkes birbirini tebrik edip birbiriyle kucaklaşmış, bu saâdeti paylaşmış olmaları gibi.
Ramazânın bitmesi yâni orucun bitmesiyle Bayram yaparız. Bir ay müddetle ortaklaşa aynı sıkıntıyı çeken, bu münasebetle birbirini seven, birbirine daha yakınlaşan müslümanlar müştereken yaptıkları Bayram ile de bu sefer aynı saâdeti, aynı sevinci ortaklaşa paylaşırlar. Küsler varsa barışır, birbirlerine kırgın olanlar varsa anlaşırlar ve böylece birlik beraberlik, sevgi ve dostluklarını daha takviye etmiş, daha kuvvetlendirmiş olurlar. Alâhü Teâlâ tarafından Bayramdaki bu birlik ve beraberliğe o kadar önem verilmiştir ki, oruç tutmak sûretiyle dahi bütünden ayrılarak bu birlik ve beraberliği bozmak yasak edilmiştir. Hattâ Bayram namazından sonra nâfile ibâdet etmek için câmlde kalıp müslümanlardan kopmak, onların sevincine, neş’esine iştirak etmemek bile yasaklanmıştır.
Bayranım üç gün olması da üzerinde durulmaya değer. Otuz günlük vazife ve çalışmaya karşılık bayram üç gündür. Her on günlük çalışmaya bir gün düşer. Bu da müslümanların dünyâya çalışma, iş yapma, iş başarma, vatan, memleket, milletlerine hizmet etmek için: geldiklerinin güzel bir delilidir. Başka bir ifade ile, dünyâya rahat etmek için değil iş yapmak, çalışmak için geldiklerinin bir delilidir. Bayram, Ramazânın tamamlayıcısıdır. Yâni Ramazan olmasa idi bayram olmayacaktı. Bu münasebetle Bayramı da Ramazandan saymak gerekirse otuz üç sayısı elde edilir. . .
Burada bir konuya da temas etmek gerekiyor: Bâzı kimseler müslümanların Ramazandan kurtuldukları için bayram yaptıklarını iddia ediyorlar. Hayır, müslümanlar Ramazandan kurtulduk ları için bayram yapmıyorlar. Onlar yapmakla mükellef oldukları vazifelerini yerine getirmiş olmanın verdiği sevinç ve neş’e ile bayram yapıyorlar. Onlar BİR TEK ALLÂH’a itâat edebilmiş olmanın verdiği bahtiyarlıktan ötürü bayram yapıyorlar. Bu yüzden birbirlerini tebrik ediyor, kutluyorlar.
Mevzu çok daha genişlemeye müsaittir. Meselâ sâhur, sadaka-i fıtır, bayram namazı vs gibi hususlar üzerinde durulmaya ve düşünülmeye değer. Kâinatta bir zerre atomdaki elektron, nötron, protonda tesâdüfün yeri yokken Allâhü Teâlâ’nın kurduğu dininin esaslarının birçok hikmetlere mebni olmaması akıl ve mantığın kabûl edeceği bir husus değildir.
Yazıyı, daha yukarılarda söylenmesi îcâbederken ehemmiyetine binaen sona bırakılmış olan Ramazânın yâni orucun bir hususiyeti ile bitirelim.
SONUÇ
Yazının baş taraflarında orucun MEKÂN mefhumundan tamamen sıyrıldığı, bu itibarla orucun başkaları tarafından takip edilemediği, yâni oruçlu ile oruçsuzun ayırt edilmesinin mümkün olmadığı belirtilmişti.
Böylece oruç mekândan sıyrılmış olunca oruçlunun da ruhen ve zihnen mekândan kopmuş olması gerekir. Yâni oruçlu orucunda mekânla ilgili âlemden tamamen kopmuştur. Kısacası insanlardan tamamen kopmuştur. İnsanlardan gelecek hiçbir maddi karşılık ve medih mukabili değil sırf Allâhü Teâlâ’nın rızâsı yâni sırf kendini O’na beğendirmek için aç susuz kalmaktadır. Böylece oruçlunun zihninde ve rûhunda “Beşeri sorumluluk”, yerini “İlâhî sorumluluğa” terk eder. Bu halde oruçlunun rûhunda ve zihninde, yaptığı işlerinde kendini insanlara beğendirmek, kendini onlara karşı sorumlu bulmak yerine kendini sırf Allâh’a beğendirmek, kendini O’na karşı mes’ul tutmak hissinin ve fikrinin doğmasına ve kuvvetlenmesine sebep olur. Artık oruçlu, insanları aradan atarak kendini Allâh’a beğendirmek için çırpınan insandır. Böyle olunca oruçlunun rûhunda çok fazla değer taşıyan “Kendini ve yaptığını Allâh’a beğendirmek” formülü yerleşir.
Bu münâsebetle her türlü riyâ ve gösterişten uzak, kendini Allâhü Teâlâ’ya beğendirmeyi kendine gâye edinmiş insanın, âmirlerinin veya kendini beğendirmek istediklerinin yanında harıl harıl çalışır görünüp de kimsenin bulunmadığı zaman ve yerlerde akşama kadar sırtüstü yatması ne derece mümkündür?
Başka bir ifade ile; “Bu FORMÜL”ün rûhunda yerleştiği bir insanın faaliyetlerinin gerek dağın başında gözden ırak, gerek Hakkâri, gerekse Ankara’da hiçbir şekilde hiçbir fark göstermeyeceği muhakkaktır. Yâni bütün ömrü boyunca hiçbir teftiş görmesi mevzuu bahis olmayan, dünyânın en tenha yerinde çalışan bir insan ile dünyânın en kalabalık yerinde dâimâ göz önünde bulunan bir insanın çalışması arasında zerre kadar fark olmayacaktır. Çünkü Allâhü Teâlâ her yerde HÂZIR ve NÂZIR’dır.
“Yaptığını Allâh’a beğendirme” esasına gelince; bu esas da, sanatkârın, müşterinin gözünden kaçacak şekilde hîle veya lâubâliliğe iltifat etmeyecek kadar ciddî, nâmuslu olmalarını temin edecektir. Çünkü Allâhü Teâlâ yapılan her gizli işi bilir ve görür.
Özetlemek icâbederse: “Kendini ve yaptığım Allâh’a beğendirme’’ esası, Türkiye’nin neresinde olursa olsun, ne iş yaparsa yapsın herkesin kendini ve yaptığım Allâh’a beğendirmek için bütün gücüyle, bütün maharetiyle candan, gönülden çalışmalarını sağlayacaktır. Böylece Türkiye’nin bütün mes’eleleri halledilmiş olacaktır.
Bu münâsebetle millet olarak hepimiz “KENDİMİZİ VE YAPTIĞIMIZI ALLAH’A BEĞENDİRMEK” esası etrafında toplanalım. Evet insan denilen engeli aşarak “KENDİMİZİ VE YAPTIĞIMIZI ALLAH’A BEĞENDİRMEK” için çalışalım ve bunun için yaşayalım.
Hiç şüphesiz ki Cenâb-ı Hakk’ın kullarına en büyük ihsanlarından biri de mübârek gün ve gecelerdir. Allâhü Teâlâ bu geceleri değerlendiren kullarına vaadlerde bulunmuştur. Her emr-i İlâhî nasıl insanların menfaatine ise bu mübârek gecelerde yapılacak ibâdetlere daha çok mükâfatta bulunulacağı vaadi de yine insan içindir. Çünkü bu vaadleriyle ALLAH insanın ruhen arınmasına imkânlar ihsan edip onun, yaratılıştaki kemâline ulaşması için gerekli her şeyi de ona bahsetmiştir.
İslâm ibâdet rûhuna sâhip olarak Ramazan’daki ibâdetlerini yapan bir müslüman, yaptığı ibâdetlerle ruhunu terbiye ederek, hayâtının her safhasında İslâm’ı yaşayarak yaratılıştaki kemâle daha çok yaklaşmış olur. .
Ramazanda insanı arındıran ibâdetlerden biri de terâvih namazıdır. Terâvih namazının insan rûhuna büyük tesirleri olduğu gibi, içtimâî yönden de insan üzerinde tesirleri olan bir ibâdettir. Bu ve bunlara benzer pek çok hikmetleri olmalıdır ki, Allâh’ın Rasûlü ümmetine böyle bir sünneti emretmiştir.
(… )
Abdurrahman İbn-i Avf’dan rivayet edilen bir Hadîs-i Şerifinde Rasûlullah (S.A.S.) şöyle buyurdular:
“İzzet ve celâl sâhibi olan Allah ramazan orucunu farz kıldı. Ben de gece namazını sünnet kıldım. Kim ki imânının îcâbı olarak ihlâsla orucunu tutar, namazını da kılarsa annesinden doğduğu gün gibi günahlarından arınmış olur”.1 .
Bu Hadîs-i Şerîfteki, (… )’dan maksat Ramazan gecelerinde farz namazların dışında kılınan nâfile namazlardır. Bu nâfile namazların da Ramazanda kılınan terâvih namazı olduğunda ittifak vardır.2
(… ) tâbirini de İmâm-ı Nevevî Hazretleri şöyle îzah etmişlerdir:
“İmânen, hak olduğunu tasdîk ederek ve faziletine inanarak oruç tutmak ve terâvih namazı kılmaktır. İhtisâben de, insanların dedikodusundan ve buna benzer ihlâsa zıt şeylerden uzak, yalnız Allâh’ın rızâsını kast ederek oruç tutmak ve terâvih namazı kılmaktır".3
Bu Hadîs-i Şerifin başka rivayetlerinde ise şu ifade vardır:
( … ) “Onun geçmiş ve gelecek günahları affolunur”.
İmâm-ı Nevevî demiştir ki: "Fukahâca bilinen, geçmiş küçük günahlar için bu böyledir. Ama gelecek günahlar bu affa girmez. Zîrâ mağfiretten maksat, geçmiş günahların affıdır."4
Bu Hadîs, Ramazanda kılınan teravih namazının faziletini beyan ve onu İnsanlara sevdirici ve terâvihe teşvik edici mahiyettedir. Nevevî de demiştir ki: "Ulemâ bu Hadîsin istihbâbında ittifak etmişlerdir."
Rasûlullah (S.A.S.)’in cemâatle kıldığı terâvih namazı hakkında Cübeyr İbn-i Nüfeyr Ebû Zer’den şu hadîsi rivâyet etmiştir:
( … )
Ebû Zer Hazretleri buyuruyorlar ki: "Biz Rasûlullah (S.A.S.) ile oruç tuttuk. Ramazânın son yedinci gününe kadar Rasûl-i Ekrem bize hiçbir gece, farzdan başka namaz kıldırmadı. (Ramazânın yirmi üçüncü gecesinde) gecenin ilk üçte biri geçene kadar bize namaz kıldırdı. Ramazandan altı gece kalınca (yâni Ramazânın yirmi dordüncü gecesi) bize namaz kıldırmadı. Ramazânın hitâmına beş gece kala (yirmi beşinci gecesi) geceyarısı geçene kadar bize namaz kıldırdı. Ben dedimki: Yâ Rasûlâllah! Gecenin geri kalan kısmında da bize namaz kıldırsaydınız da geceyi nâfile namazla geçirmiş olsaydık. Rasûl-i Ekrem cevaben: “İmam namazı bitirinceye kadar onunla namaz kılan kimse bütün geceyi namazla ihya etmiş gibi sevâba nâil olur” dedi. Ramazan sonuna dört gün kala (Ramazânın yirmi altıncı gecesi) Rasûl-i Ekrem yine bize namaz kıldırmadı. Ramazânın hitamına üç gün kala (Ramazânın yirmi yedincî gecesi) Rasûlullah ehlini, kadınlarını ve ashâbını topladı. Bütün gece bize namaz kıldırdı. Namaz o kadar uzadı ki, sahuru geçireceğiz diye korktuk."5
Bu hadîsteki namazı ulemâ terâvih namazı olarak tefsir etmişlerdir.6
Bu hadis de terâvih namazının müstehab olduğuna delâlet eder. Yukarıdaki gecelerde Rasûlullâh’ın ümmetine imam olarak onlara terâvih namazı kıldırdığında İttifak vardır. Rasûlullâh’ın bu şekilde İmam olarak ashaba terâvih namazı kıldırması büyük İtibar görmüştür. Rasûlullâh’ın namaz kıldırmak için evinden çıkmadığı gecelerde ashab, Rasûlullah terâvih namazı kıldırmaya belki çıkar düşüncesiyle geceyarısına kadar Mescîd-i Nebevî’de beklemiştir.
PEYGAMBERİMİZ ZAMANINDA TERÂVİH NAMAZI KAÇ REK’AT KILINIRDI?
Bir gün Hz. Âişe (R. Anhâ) Validemizden, Rasûlullah (S.A.S.)’ın Ramazân-ı Şerifle kıldığı terâvih namazının mahiyet ve keyfiyetinden sorulduğunda şöyle cevap vermişlerdir:
( … )
“Rasûlullah (S.A.S.) ne Ramazanda ve ne de Ramazânın dışındaki gecelerde on bir rek’attan fazla namaz kılmış değillerdir. Rasul-i Ekrem ibtidâ dört rek’at kılardı. Artık o rek’atların güzelliğinden ve uzunluğundan sorma. Sonra Rasûl-i Ekrem dört rek’at daha kılardı, sonra da üç rek’at kılardı”.7
Pek çok ulemâ Rasûlullâh’ın son olarak kıldığı bu üç rek’atı vitir namazı olarak tefsir etmişlerdir. .
Câbir (R.A.) de Rasûlullâh’ın Ashab la birlikte sekiz rek’at terâvih namazı kılıp sonra da üç rek’at vitir namazı kıldığını rivâyet etmiştir.8
Bunlar yanında Taberânî’nin ve Beyhakî’nîn İbn-i Abbas’dan rivâyet ettikleri şu hadîs-i şerif de vardır;
( … )
“Rasûlullah (S.A.S.) Ramazan ayında cemâatten ayrı kıldıkları zaman 20 rek’at terâvih namazı ve sonra da vitir kılarlardı”.9
Bu hadîsin Hz. Aişe ve Câbir’in hadîslerine mugâyir olması ve râvîleri arasında Ebû Şeybe İbrahim İbn-i Osman’ın bulunması ve bu zâtın muhaddislerce zaîf olarak tanınması İbn-i Abbâs’ın, bu haberinin za’fını mucip olmuştur. Ama bu haberin za’fını izâle edecek birçok deliller de vardır. Şöyle ki: .
1 — Hz, Âişe İle Câbir’in rivâyetleri Rasûlullâh’ın imam olarak kıldırdığı terâvih namazıyla ilgilidir. Hz. Abbâs’ın rivayeti ile Rasûlullâh’ın tek başına kıldığı lerâvih namazı ile İlgilidir. Zirâ hadîsin metninde ( … ) tâbiri vardır.
2 — Ramazân-ı Şerifte Rasûlullâh’ın evinde terâvih namazı kıldığını Ashâb-ı Kirâm duymuş olmalı ki onlar Rasûlullah mescitte cemâatle terâvih namazı kıldırmadan tek başlarına veya üçü beşi bir araya gelerek terâvih namazı kılmaya başlamışlardı. Ahmet İbn-i Hanbel’in Hz. Âişe’den rivayet ettiği bir hadîste Hz. Âişe vâlidemiz buyuruyorlar ki:
"Ashab cemâat cemâat veya ferd ferd Ramazan gecelerinde mescitte namaz kılıyorlardı, Rasûlullah (S.A.S.) mescidde benim kapıma isabet eden yere hasır serilmesini emrettiler. Ben hasırı serdim. Yatsı namazından sonra Rasûlullah buraya çıktı. Mescidde olanlar O’nun etrafında toplandı. Rasûlullah onlara namaz kıldırdı. Birkaç gece Rasûlullah böyle devam etti. Üçüncü günü mescîd, cemâati almaz oldu. Sonra da Rasûlullah bir daha çıkmadı".10
Bu hadîsten de Rasûlullâh’ın mescidde Ashabı ile terâvih namazı kılmadan evinde terâvih namazı kıldığı ortaya çıkmaktadır ki, Hz. Abbâs’ın rivâyeti Rasûlullâh’ın yalnız kıldıkları terâvih namazlarıyla ilgilidir.
3 — Terâvih namazının her gece cemâatle kılınması, Hz. Ömer devrinde tesis edilmiştir. Zîrâ Buhârî’de rivayet edilen bir hadîste Abdurrahman İbn-i Abdilkarî şöyle buyurmuşlardır:
"Ömer İbn-i Hattab’la bir Ramazan gecesinde mescide gittik. Bir de gördük ki mescidde bulunanlar cemâat cemâat veya ferd ferd namaz kılıyorlar. Hz. Ömer (R.A.) buyurdular ki: “Bana öyle geliyor ki, bu insanlar bir imâmın arkasında cemâat olarak bu namazı kılsalar daha iyi olur”. Sonra bunu yapmaya karar verdi. Cemâatten Ubey İbn-i Kâ’b’ı imam yaparak terâvih namazını cemâatle kılmalarını istedi. Yine Ramazânın başka bir gününde onunla birlikte câmiye gittiğimizde halk terâvih namazını imamlarının arkasında cemâatle kılıyorlardı. Hz. Ömer bunu görünce, ’Bu ne güzel bir bid’attır.’11 dedi".12
Ashâb-ı Kirâm Hz. Ömer’in bu isteğine, hadîsten de öğrendiğimiz gibi müttefikan, fiilen ve kavlen iştirâk etmişlerdir. İmâm-ı Mâlik Muvatta’ında, Hz. Ömer zamanında yirmi rek’at terâvih namazı kılındığını rivâyet etmiştir.13 Bu hadîs için Nevevî, “Senedi sahîhdir" demiştir.
a) Hz, Peygamber 20 rek’at terâvih namazı kılmamış olsaydı, Hz. Ömer bunu 20 rek’ata çıkarmayı düşünmezdi.
b) Hz. Ömer, Rasûlullah (S.A.S.) 20 rek’at kılmamış olduğu halde bunu 20 rek’ata çıkarmış olsaydı Ashab arasında hiç şüphesiz îtiraz olurdu. Halbuki böyle bir îtirazın olduğu hiçbir eserde kaydedilmemiştir.
İmam Ebû Yûsuf, İmâm-ı A’zam’dan, “Terâvih namazı için Hz. Ömer’in yaptığı bu iş nedir?” diye sorduğunda İmâm-ı A’zam, "Terâvih namazı sünnet-i müekkededîr. Hz. Ömer bunu kendi kafasından yapmamıştır. Yaptığı iş bir bid’at da değildir. Ancak Rasûlullah (S.A.S.) zamanında olan ve O’nun yaptığı bir işin devamlı, cemâatle kılınmasını emretmiştir." demiştir14.
Hz. Ali de teravih namazının 20 rek’at kılınmasını teşvik etmiş ve “Ömer mescidlerimizi nasıl terâvîhin feyzi ile nurlandırıp şereflendirdi ise Allah da onun kabrini nurlandırsın” diyerek Hz. Ömer’i rahmetle anmıştır.
Bütün bunlar ve ulemânın o günden bugüne kadar teravih namazının yirmi rek’at kılınmasına itiraz etmemeleri Rasûlullâh’ın cemâatin dışında terâvih namazını yirmi rek’at kıldığını ve İbn-i Abbâs’ın rivayet ettiği hadîsin doğruluğunu gösterse gerektir. Zîrâ cumhur-u ulemânın görüşleri de terâvih namazının yirmi rek’at olduğu merkezindedir. Hanefî, Şâfii ve Hanbelî İmamlarının ve ekseri fukahânın görüşleri de yine aynı merkezdedir.
NİÇİN TERÂVİH NAMAZI DENMİŞTİR?
Hz. Abbas (R.A.), rivayet ettiği bir Hadîs-i Şerifte;
( … )
"Rasûlullah (S.A.S) cemâatle kılmadıkları zaman terâvîhi 20 rek’at kılarlardı. Her 4 rek’atta bir müddet durur sonra kalkar yine kılmaya devam ederlerdi" demiştir. Zîrâ terâvih, tervîha’nın cem’i olup "raha"dan ism-i merredir. "Raha" da dinlenmek mânâsına gelir.
Hadîs-i Şeriften de anlaşıldığı gibi Rasûl-i Ekrem her dört rek’attan sonra dinlendikleri için bu namaza Asr-ı Saâdetten beri "Terâvih" namazı denile gelmiştir. Memleketimizde de terâvih namazı kılarken her dört rek’attan sonra salevât-ı şerife getirilir. Bu namaza fıkhî tâbir olarak "Kıyâm-ı Ramazan" da denilir.
BÂZI FIKHI BİLGİLER
Terâvih namazı kadın ve erkekler için sünnet-i müekkededir. Bu namazın cemâatle kılınması da sünnet-i kifâyedir. Zîrâ bütün bir mahalle ahalisi cemâatle kılmayı terkedip evlerinde cemâat olup kılsalar sünneti terk ile isaatte bulunmuş olurlar. Evde cemâatle kılanlar cami cemaatının sevabından mahrum olurlar.
Terâvih namazında iki ve dört rek’atlarda selâm vermek efdâldir. Sekiz rek’atta hattâ yirmi rek’atta da bir selâm vermek câizdir. Fakat bu kerâhet olarak görülmüştür.
Terâvih vaktin sünnetidir. Yoksa orucun sünneti değildir. Hasta veya yolcu olup da oruç tutamayanlar için de terâvih namazı sünnettir.
Terâvih namazının vakti, yatsı namazından sonra fecre kadardır.
Terâvih kılmak için câmiye gelen bir kimse yatsı namazını kılınmış bulursa terâvih için imâma, yatsı namazını kıldıktan sonra uymalıdır, aksi takdirde kıldığı terâvih sahîh değildir.
Terâvih namazını usûl ve erkâna riâyet ederek kılmalıdır. Bu namazı kılarken ibâdetteki ciddiyeti, ihlâsı ve vakarı terketmemelidir. Müslüman dâimâ yaptığı ibâdeti hayâtı İle birleştirmeli ve ibâdet ahlâkını hayâtının her safhasında göstermelidir.
(1) Eş-Şevkani Neylü’l-Evtar, Mısır, C. 3. S. 57.
(2) Aynı eser, C. 3. S. 57.
(3) Aynı eser, C. 3. S. 57.
(4) Aynı eser, C. 3. S. 57.
(5) Et-Tahâvî El Hanevî Şerhu Meâni’l-asâr C. 1. 8. 349.
(6) Aynı eser S. 349.
(7) Sahîh-i Buharî Tecrîd-i Sarîh. İst. 1938. C. 4. S. 142.
(8) Aynı eser S. 87.
(9) Muhammed Şevkanî, Neylü’l-Evtar, Mısır, C. 3. S. 61.
(10) Aynı eser. S. 60-61.
(11) Şer’i lisanda bid’at sünnet mânasına da gelir. Burada da bu mânayadır. Zira Resulullah bir Hadislerinde; “İyi bir sünnet ihdas eden kimse için onun kadar ecri veya o sünneti işleyenin ecri kadar ecri vardır” buyurmuşlardır. (En-Nihaye C. 1. S. 106).
(12) Aynı eser S. 60.
(13) Aynı eser S. 60.
(14) İbn-i Abidin İst. C. 1. S. 659.
(15) Tecrid-i Sarih İst. 1938 C. 4. S. 81.
MÜBÂREK RAMAZAN
Arınmış gönüller durdu secdeye,
İndi kuşlar gökyüzünden müjdeye,
Bu sabah hüzzâmdan okundu ezan;
Aksetti İlâhi sesler, derinde,
Bir bitmez bereket berâberinde
Yurda burcu burcu geldi Ramazan…
Gözler kilit vurur uykusuzluğa,
Çeşmeler yetişmez bu susuzluğa,
Bu o gündür derman bulunur derde,
Bugün artık bütün şüpheler yalan,
Bu o gündür şavkır can evimde can;
Bugün mahya benim minârelerde…
Tertemiz, dolaşsam hangi ma’bedi,
Melekler kıskanır bu ibâdeti.
Düşler, kubbelerde kucak kucaktır;
Bana madde kadar manâ da lâzım,
Gürül gürül KUR’ÂN oku, hâfız’ım;
Bu aşk içerimde salkım saçaktır.
İnancın eriştim saltanatına,
Dilekçem var bugün Tanrı katına.
Huzurdan bahseder, görürsem kimi;
Yalın duygularım çoğalır daha;
Bugün, kalbim daha yakın Allâh’a,
Bugün tekmil aşk donatır içimi…
Sular gümüş gümüş akar sebilden,
Ay-aydın âyetler süzülür dilden.
Hakk’ın avuçlara sığmaz nasîbi,
Cümle saâdetler gelir yakına;
Peygamberler Peygamberi aşkına,
Doğruluk ver, kullarına Yâ Rabbî!
Feyzi HALICI
TERÂVİH NAMAZI
Mehmed KERVANCI