Makale

RAMAZAN SOSYOLOJİSİ VE PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE BİR DENEME

RAMAZAN SOSYOLOJİSİ VE PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE BİR DENEME

Ali Murad DARYAL
İstanbul Yüksek İslâm Enst. Öğretim Üyesi

GİRİŞ

Âllâh-u Teâlâ’nm orucu herkesin her ayın muayyen günlerinde veya ayrı ayrı dağınık olarak istedikleri gün­lerde istedikleri sayılarla, meselâ ayda üçer gün ki senede otuzaltı gün eder veya daha başka türlü yâhut kış ay­larında kısa günlerde daha çok veya ta­mamen, yine bunun tersi olarak yaz ay­larında daha çok yâhut tamamen veya senede belirli bir zamanda onbeş, yirmi yâhut daha başka sayılarla tutmamızı değil de bütün bir ömür boyunca olmak üzere senede bir ay, Ramazan ayında, otuz gün devamlı tutmamızı emretmesi Allâh-u Teâlâ’nın aç ve susuzluğumuz­dan müstağni olduğu gerçeği ile müta­lâa edilecek olursa birçok sebep ve hik­metlere mebni ve yine bizler için bir­çok faydaları hâvi olduğu mantıki so­nucunu ortaya çıkarır,

Öyle ise dâimâ emirlerindeki hik­metlerin bizler tarafından araştırılıp bulunmasını isteyen Allâh-u Teâlâ’nın orucu devamlı alarak senede bir ay em­retmesindeki sebep ve hikmetleri araş­tırıp bulmaya çalışalım.

ORUÇLU İNSAN

Oruçlu insan aç olan insandır. Aç in­san, tok insan gibi kendini unuta­rak dış âleme yönelip onu kendine ko­nu (obje) yapan kimse değil, bilâkis aç­lığı sebebiyle dış âlem yerine kendine yönelerek kendini, kendine konu (obje) yapan İnsandır.

Nasıl ki, dâimâ etrafına bakıp ken­dine bakma aklına gelmeyen bir insan bu halinden ötürü elbisesindeki sökük, yırtık, leke, toz-toprak veya herhangi bir uygunsuzluğu, bir münâsebetsizliği göremezse ve ancak herhangi bir sebep­le gözlerini kendi üzerine çevirdiği an eksikliklerini, çeşitleri ve bütünü ile görerek onları telâfi etme cihetine gi­debilirse, kendi kendinin konusu (obje) durumunda olan insanda ancak o za­man kendinde bulunan ve daha önceleri gözünden kaçmış olan birçok eksiklik­ler ve kusurları müşahede etmeye başlayıp, onları kontrol altına alarak tah­dit etmek sûretiyle azaltabilme imkâ­nına sahip olur.

Maddi bakımdan yemeden içmeden kesilmek sûretiyle kendimize yönelerek kendimizi kendimize konu (obje) yap­ma hali ve bunun sonucu olarak bütün hareketlerimizi dikkatle tahlil ederek kontrol altına alma gayreti İslâmiyet’in, “Oruçlu insanın sadece yemekten iç­mekten kesilmekle yetinmeyerek bütün âzalarıyla da oruç tutturması yâni bü­tün âzâlarına ağız, göz, kulak, el... vs.’ye sâhip olarak onları akla, gelebilecek her türlü kötülüklerden, lüzumsuz iş ve ha­reketlerden koruması gerektiği...” şek­lindeki emri ile daha kuvvet kazanıp istikametini bularak daha fazla ciddi­yet kesbedecektir. Başka bir ifade ile, insan açlığı sebebiyle kendi kendine yö­nelme bakımından MADDETEN; buna karşılık bütün fena alışkanlıklarından vazgeçebilmek için yukarıda sayılan oruç tutanların yapması gereken esas­ları devamlı olarak kendi kendine tel­kin etmek sûretiyle de MANEN kendi eğitimine yönelmektedir. Bu da madde ile mânâ (ruh) dan müteşekkil insanın eğitiminde de yine bu iki cephesiyle ele alınması yâni madde eğitimi ile mânâ eğitiminin beraber yürütülmesi lüzumu­nun bir ifadesidir.

Başka bir ifade ile, ibâdetlerin ilk gâyesi; Müslümanlann sağlam bir ruh, sağlam bir şahsiyet yapısına mâlik olmalarını gerçekleştirmektir. Fakat oruç tamamen maddi bir ibâdettir ve bedenle alâkalıdır. Buradan şöyle bir sonuca varmak mümkündür: Ruh eği­timine bedenden yâni maddi eğitimden geçme zarûreti, beden ile ruh arasında çok sıkı münâsebetlerin, çok sıkı bağ­ların mevcut olduğunu göstermektedir. Bu da, maddî eğitim ile mânâ (ruh) eğitiminin bir ömür boyunca beraber yürütülmesi icâbettiğinin, bu iki eğiti­min birinden vazgeçmenin mümkün olamayacağının bir ifadesidir. Bu madde-mânâ eğitimi beraberliği yâni madde-mânâ eğitimi ayrılmazlığı Millî Eği­timimizde de bizle re yol gösterebilirdi. Şöyle ki: Maddi eğitim müsbet bilgiler vermek, mânevi eğitim ise millî-dînî eğitim şeklinde ele alınıp beraber yürü­tülebilirdi. Böylece bütün eğitim mese­lelerimizin temelinde yatan aksaklık düzeltilmiş olurdu.

Oruçlu insan aç olan insandır. Aç olan insan açlığı sebebiyle niçin, neden aç olduğunu dâimâ aklında tutan yâni devamlı olarak bir ibâdet halinde bu­lunduğunu hatırından çıkarmayan ve bunun sonucu olarak da biraz yukarıda zikredilen orucu tamamlayıcı ibâdetle­rin de (eğitimin de) kendisinden iste­nildiğini unutmayarak aklından çıkar­mayan ve böylece devamlı olarak ken­di üzerine eğilen, kendini yetiştirmeye çalışan insandır.

NAMAZ - ORUÇ MÜNASEBETLERİ

Namazda esas olan husus, kendi fâni, noksan varlığını Allâh-u Teâlâ’nın Yüce Varlığı karşısında reddediş, inkâr ediş, yok kabûl ediştir. Başka bir ifa­de ile, namaza var-olan ve tek-olan Allâh’u Teâlâ’yı kabûl etmek ve O’na yönelmekle başlanılır. Ve O Yüce-Varlığın karşısında kulun kendisini noksan, âciz, fâni, zavallı görmesiyle devam eder. Secde bu Yüce-Varlık karşısında­ki kulun aczinin şeklen en güzel, en mânidar bir ifadesidir.

Namazda bu kendi varlığını yok kabûl ediş o kadar bârizdir ki Allah karşısında kula kendi varlığım hatırla­tacak her şey yasaktır. İdrar sıkıştır­mış iken veya sofrada yemek varken ve zaman müsâit iken aç olarak namaz kılmak ve benzeri haller gibi.

Buna mukabil oruç da, oruç tutanın devamlı açlığı sebebiyle mütemadi­yen kendini yâni kendi varlığını hatır­layış ve kendi varlığını gerçek bir realite olarak kabûl ediş vardır. Tabii bu­nunla beraber oruçta, birkaç saatlik bir açlığın kendisinde meydana getirdi­ği halleri müşâhede ederek kendi âcizliğini, noksanlığını idrâk ediş, yâni kendini var olmakla beraber eksik, nok­san, âciz, kabûl ediş vardır.

Bu şekilde kendini var-olmakla be­raber eksik, noksan, âciz kabûl ediş kendi varlığının kendinden gelmediği fikrini doğurur. Kendi varlığının ken­dinden gelmediği fikri, insanın, değil kendisi gibi bir varlığı, en ufak bir canlıyı bile yaratamadığı gerçeği ile birleşince yarattığı her şeyden sonsuz derecede büyük olan bir Yaratıcı’nın varlığı sonucunu doğurur.

Özetlemek icabederse: Oruçta ev­velâ kendini kabûl ediş ve kendi varlı­ğından Allâh-u Teâlâ’nınn varlığına ge­çiş vardır. Kısacası oruçta kulun kendi varlığını kabûl etmesi, Allâh’ın varlığı­na geçiş için bir vasıta, bir sıçrama zemini temin edebilmek içindir.

Oruçlu insan aç olduğu ve önünde her tür ve her çeşit yiyecek, içecek bulunduğu ve bunları ondan yasaklayan hiçbir maddi gücün de bulunmadığı hal­de hattâ açlık icâbı fizyolojik olarak o yemeklere midesinde büyük bir temâyül duymasına rağmen, belirli bir vakte kadar orucunu devam ettirmesinin oruç­lu üzerinde birçok müsbet tesirler icra edeceği muhakkaktır.

Şöyle ki: İnsan dâimâ kendi men­faatlerine düşkündür. Tabiî bu men­faatlerin başında var-olmak gelir. Zirâ bir kimseye öldürülmesi kaydı ile şu kadar milyonla beraber birçok göz ka­maştırıcı mevkiler va’dedilse bunu ne o, ne de başkası kabûl eder. Çünkü bu va’dedilen menfaatlerden istifade ede­bilmek için var-olmak şarttır. Başka bir ifade ile, var-olmak diğer menfaat­lerin gerçekleşmesi için temel-menfaat, ana-menfaat durumundadır. Tabiî men­faatler listesinde birinci sırayı almış olan var-olma için de onun şartlarını, yemek yemek, su İçmek... vs. yerine ge­tirmek gerekmektedir.

Özetlemek îcâb ederse; insan kendi varlığını sürdürebilmek için kendi var­lığı ile yakından ilgili olan kendi bo­ğazına birinci derecede düşkündür. Baş­ka bir ifade ile, kat’iyyetle aç ve su­suz kalmaktan hoşlanmaz, bilâkis aç ve susuz kalmaktan hayâtı boyunca kor­kar.

Öyle ise oruçlu insan oruç tutmak süretiyle kendisi için menfaatler liste­sinde birinci sırayı alan en büyük-menfaat, temel-menfaat durumunda olan kendi öz-varlığı ile yakından alâkalı olup onun temelini teşkil eden kendi boğazından, yemek yemek, su içmek... vs.’den Allah rızâsı için fedakârlık yapmaktadır. Başka bir ifade ile, oruç­lu insan oruç tutmakla kendi varlığının te’minatı demek olan her tür ve her çe­şit yeme ve içmeye iltifat etmeyerek Hak rızâsı için onları yâni en büyük menfaatini terketmektedir.

Tabiî hiçbir maddi karşılık, para, rütbe... vs. olmaksızın ve kendi varlığını devam ettirecek olan gıda al­ma gibi en büyük menfaatini sırf Allah rızâsı için terkeden insanın kendisi için onun kadar ehemmiyetli olmayan ikinci derecedeki diğer şahsi menfaatlerini de yine aynı gâye, Hak rızâsı için birinci hale nisbeten daha kolaylıkla, terkedip feda edeceği aşikârdır. Böylece bütün menfaatlerini hiçbir maddi karşılık gö­zetmeksizin sırf Allah rızâsı için birbirine feda eden insanlardan müteşek­kil toplumun gücünü düşünecek olursak orucun toplumdaki yerini daha iyi kav­ramış oluruz. Ve yine oruç, oruç tuta­nın kendisi için helâl olan ve gözü önün­de duran her türlü yemek, meyve... vs’yi aç olduğu halde ister kalabalıkta ister tenhada elini uzatıp alıp yememesini sağlamak sûretiyle müslümanlann iç­güdüleri (sevk-i tabiî) ile yaşayan ya­ratıklar olmaktan kurtulmasını temin eder. Başka bir İfade ile, bir yanda yemek yemek arzusu ile el uzatma isteği, diğer tarafta buna müsâade etmeyen İRADE ve neticede iyi, kötü her şeyi isteme gücünün irade karşısında mağ­lûbiyeti. Tabiî her ne şekilde olursa olsun iradenin bu galibiyeti daha bü­yük işlerdeki galibiyetine yol açacaktır. Böyiece oruçtan canının çektiğini ye­meme, canının istediğini yapmama alış­kanlığı doğacaktır. Bu da çok mühim­dir. Zîrâ aklına geleni düşünmeden he­men yapmak, canının her istediğini doğru yanlış diye ayırdetmeden hemen yerine getirmeye çalışmak toplumda yapılan bütün suçların esasıdır, teme­lidir. Kısacası oruç, içgüdülere karşı çıkma alışkanlığı verir ki insanı diğer canlılardan ayıran, insanı insan yapan tarafı budur. Yâni oruç, sıkıntı ve ızdıraplar karşısında eğilmeyen, kendine hâkim olan, va’dedilen birtakım men­faatler karşısında hak ve gerçek bil­diği prensiplerden hiçbir fedâkârlık yapmayan ideal-insan tipini vücûda ge­tirir.

Namaz ile orucun başka bir farkı da; namaz, müslümanları câmiye toplar, toplu halde onları eğitir. Yâni madde­ten vücutlarının bir arada bulunmasın­da ve beraberce yaptıkları hareketlerin­de birlik vardır. Oruç ise bu hâlin ta­mamen zıddından hareket eder. Yâni oruca başlamak için oruç tutacakların maddi varlıkları ile, vücutları bir arada bulunmaları diye bir şey yoktur. Yâni oruç tutanlar arasında şeklen bir­lik yoktur. İşçi fabrikasında, memur masasında, çiftçi çifti çubuğu başında, çocuk dersi başındadır. Netîce olarak oruç, bir sene müddetle namazın toplu olarak eğitip yetiştirdiği kimselerde her türlü maddi baskıdan, toplum bas­kısından uzak işleri güçleri başında ay­rı ayrı ibâdet edebilme gücünün kuv­vetlenmesine sebep olur. Herkesten ay­rı tek başına oruç tutabilmek şu de­mektir: Dünyâda inanan ve ibâdet eden hiç kimse kalmasa da sen tek başına hiçbir maddi destek ve yardım görme­den müslüman yaşayabilirsin. Nitekim bu ibâdetlerin sayesinde cemiyet içinde tek başına müslüman yaşayabilen çok insanlar gelip geçmiştir. Yâni oruç, inandığı dâva uğrana tek başına bütün bir topluma karşı durma gücü sağlar. Yalnız burada fazlasıyla dikkat edilme­si icâbeden husus şudur; oruçlu kimse­ler arasında mevzuu bahis ayrılık onların çeşitli iş sahalarındaki ayrılıklarıdır ki bu da zaten şeklî ve zahirî bir ayrı­lıktır. Esasda gene birdirler, beraber­dirler. Zîrâ oruçlarındaki tabi’ olduk­ları kanun ve nizamlar istisnasız ay­nıdır. Çalışmalarının haricinde aynı müeyyidelere tabi’dirler, aynı şekilde hareket etmeye mecburdurlar.

İslâm’ın beş esasından biri olan orucun zâhlrden ziyâde esasda, bâ­tında, temelde birlik beraberlik isteme­si ve yapılan her tür ve her çeşit faaliyetlerin bu büyük ibâdete hiçbir şe­kilde gölge düşürmek şurda kalsın bilâ­kis onu daha kıymetlendirmesi, ibâdeti câmi içinden câmi dışına çıkarmak gâyeslyledir. Böylece oruç, İslâmiyet’in sadece câmi içinde yaşanan bir hayat olmadığını, her yerde yaşanmasının ge­rektiğini işâret etmektedir. Yapılan her müsbet işin, her müsbet faaliyetin bu ibâdete değer kazandırması da üzerin­de clddiyyetle durulması lâzım gelen bir husustur. Şöyle ki: Oruçlu İken ya­pılan işler, faâliyetler ibâdet mâhiyetin­de olmamış olsa idi aslen ibâdet olan orucun sevabını hiçbir şekilde arttıramazdı.

Nitekim yapılan ister büyük ister küçük günahlar orucun sevâbını azalttığı gibi kabul olunmasına da en­gel olmaktadır. Çalışmanın teşvik edil­mesine karşılık yemek içmek gibi meşru işlerin bile yasaklanması çalışmanın kutsallığının açık seçik delilidir.

Oruç tutan insan diğer yakınlarının da kendisi gibi hareket etmesini, kendi­si gibi yaşamasını yâni kendine benze­mesini ister. Başka bir ifade ile, oruç tutan insan kendisi gibi davranmayan, kendisi gibi yaşamayan bir kimseyi kendinden kabûl etmeyerek reddeder. Ona karşı pasif bir mukavemet gösterir. Bu ise halkın, farkında olmaksızın top­lumda uyulması gereken esaslara uy­mayanların denetimini, kontrolünü biz­zat kendisinin kendi üzerine almış ol­ması demektir. Yâni bu hal, halkın top­lumda örf, âdet, töre, kanun ve nizam­ların korunmasını sadece polis, Jandar­ma... vs.’ye terketmesi yerine bizzat bunları koruyup yaşatmayı seve seve kendi üzerine almasıdır. Bu da toplum için çok daha faydalıdır. Çünkü halkın fert üzerindeki baskısı, kontrolü, mu­rakabesi, polis, jandarma... vs.’nin ya­pacağı takibattan ve baskısından çok daha kuvvetlidir, çok daha müessirdir.

Oruç, ömrünü en nefis yemeklerle geçiren ve ömür boyu hiçbir şe­kilde aç susuz kalması mevzuubahis olmayan zengini senenin o sıcak, o uzun günlerinde aç susuz bırakarak açlığın, susuzluğun ne demek olduğunu sözler­le, misâllerle değil bilâkis onlara bu hali yaşatmak sûretiyle açlığın susuz­luğun insan vücûcundaki ve insan rûhundaki tezahürlerini bizzat yaşamala­rını temin eder. Zenginin her sene bir ay fakir hayâtı yaşayıp aç susuz öm­rünü geçirmesi fakirin halini daha ya­kından idrâk etmesine sebep olacaktır. Bu da zenginin fakirlere karşı tutumu­nun değişmesine, içinde fakire karşı bir acıma hissinin doğmasına, bir ömür bo­yu çektikleri bu ızdırablarında onlara yardımcı olma arzu ve hevesinin kuv­vetlenmesine ve böylece birtakım hayır müesseselerinin kurulmasına ve bu müesseselerin yaşaması için de büyük bir vakıf faâliyetinin doğmasına sebep ola­caktır. Tabii bu faâliyetler de fakirin, zenginin malına göz dikip zengini düş­man saymasını önleyecektir. Çünkü zen­gin, karşısında değil kendi safındadır. Bütün imkânı ile ona hizmet etmek, yardımcı olmak için çırpınmaktadır. Birçok âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerde bu hayır faâliyetlerine hız kazandı­rıp istikamet verecektir. Kısacası bir yandan oruç müslümanları aç susuz bırakarak bizzat bu hali yaşamalarını, bu ızdırabı duymalarını, bu çileyi çek­melerini temin ederken, bir yandan da fakir fukaraya yardım husûsundaki İslamî emir ve teşvikler birbirini des­teklemek sûretiyle müslümanların elle­rindeki bütün imkânlarıyla birbirlerine ve bilhassa fakirlere yardımcı olmala­rını, her tür ve her çeşit hayra birbirleriyle yarış edercesine koşmalarını sağ­layacaktır. Yâni emirler, teşvikler ve yaşanılan hayat şekli birbirini tamam­lıyor, birbirini takviye ediyor demektir.

Ve yine oruç, hiçbir şâhidin bulun­madığı ve dolayısıyla hiçbir şekil­de hiçbir mahkûmiyetin bahis konusu olmayacağı her türlü ve her çeşit hare­kete en müsait tenha ve kimsesiz yer­lerde oruçlu insanın vicdanıyla başbaşa kalarak "kendi hareketlerini kontrol et­me" ve dolayısıyla "kimsenin bulunma­dığı yerlerde kendi kendini devamlı ola­rak kontrol altında tutma, kendi ken­dine hesab verme” alışkanlığının doğ­masına ve bunun sonucu olarak da "İn­sanda usûlsüz bir iş yapıldığı zaman bundan doğacak maddi mânevi mesuli­yetlerin hesabının ergeç sorulacağı fik­rinin doğup kuvvetlenmesine sebep ola­caktır. Başka bir ifade ile; hiç kimse­nin hakkı olmayan sırf kendi alnının teri ile kazandığı ekmeğini aç olduğu halde kimsenin göremeyeceği, dolayısıyla ayıplayıp kınayamayacağı ve böy­lece hiçbir maddi sorumluluğun da doğ­mayacağı bir yerde sırf Allah korkusundan elini kendi hakkı olan, yemeğe uzatamayan ve bunu düşünürken dahi içi titreyen bir kimsenin değil âleni olarak tenhada da başkasının hakkına, malına mülküne el uzatamayacağı, bu­nu aklına bile getiremeyeceği kat’iyyele muhakkaktır. Kısacası, Allah korku­sundan ötürü kendi malına el uzatıp onu alamayan bir kimsenin başkasının malına el uzatıp onu alması hiçbir mantığın kabûl etmeyeceği bir olaydır.

ORUÇ VE GENÇLER

Ve yine oruç tutarak bu eğitimi gören genç çocukların rûhunda ve zih­ninde de orucun birçok müsbet tesir­leri husûle gelecektir. Şöyle ki; Oruç tutan bir çocuk veya genç evde hiç kimse yokken yâni ne anne baba kor­kusu, ne öğretmen baskısı, ne de ar­kadaşlarının ayıplama endişesi kısacası hiçbir maddi baskı veya korku mevzuubahis değilken kendi babasının aldığı, kendi annesinin emeğiyle pişmiş türlü türlü yemekler, çeşit çeşit meyveler, buz gibi sular önünde dururken ve bun­larla arasında hiçbir maddi engel yokken, hiç kimsenin bulunmadığı kapısı kapalı kendi evinde, bunlara sırf Allâh’ın emirlerine itâat ve O’nun yasakların­dan sakınmak için el uzatamayan, bu­nu düşünmekten bile içi titreyen bir çocuğun başkalarının malına mülküne hiç kimse olmasa bile el uzatması, onu alması ne derece mümkündür? Komşu­nun bahçesindeki meyve ağaçlarına el uzatıp meyvelerini alması ve önüne çı­kan engelleri bertaraf etmek için dal­ları kırıp duvarları yıkması diye bir şey düşünülebilir mi?

Böylece oruç, çocuğa hiç kimse yok­ken kendini gören ve bütün hareketle­rini takibeden, fakat kendisinin göre­mediği, kendisi tarafından görülmeyen bir varlığın mevcut olduğunu, bunun için bütün hareketlerinde tedbirli, tem­kinli olması gerektiğini, aksi takdirde yaptığı hareketlerden mes’ul olacağını telkin eder. Bu da çocukta kendi ken­dini kontrol altında tutma, yaptığı da­ha doğrusu yapacağı işlerde kendi ken­dini hesaba çekme alışkanlığını doğuracaktır. Böylece çocukta her türlü maddî baskıdan uzak sağlam bir şah­siyetin gelişmesi mümkün olacaktır, yâni hareket ve faâliyetlerinde zâhiren görünüşte serbest fakat aslında birtakım manevî müeyyidelere bağlı, onlara göre hâreket eden, insanlar olarak yetişeceklerdir. Yukarıda da zikredildiği gibi aynı hususlar büyükler için de mevzuubahistir.

Başka bir ifade ile oruç, ister ço­cuk ister büyük olsun, yapacakları ha­reketleri yaptıktan sonra cezalandırmak yerine cezayı mûcip hareketleri yapacak olanların bu hareketlerine tevessül et­meden önce hareketlerini kontrol altına almalarını, devamlı olarak kendi ken­dilerini murakabe altında tutmalarını, yâni suç işlememe eğitimi, suç işleme­me alışkanlığı kazanmalarını sağlar.

Ve yine bu çocukların her türlü yemek, meyve ve soğuk suların karşı­sında hiçbir maddi karşılık olmaksızın ve ummaksızın aç-susuz kalmaları on­lara, gözle görünen, elle tutulan madde âlemi yâni maddî değerlerin, para, rüt­be... vs.’nin üstünde birtakım mânevi değerlerin var olduğunu kabûl ettirir. Böyle yetişen gençlerin kafalarında maddeüstü birtakım mânevî değerler belirginleşir. Çünkü ne kendi ne de kendi gibi başkaları, ne para ne de başka maddi menfaatler için aç kal­maktadırlar. Öyle ise paranın bile yap­tıramayacağını yaptıran bu mânevî güç, paradan ve onun gibi her şeyden yük­sek hem çok yüksektir. Böylece genç­ler paraya, şehvete tapmaz, değer ver­mez olurlar. Yâni para... vs. için yaşa­mazlar. Yahut paraya tapmaz, şehvete tapmaz ifadelerinden; para kazanmaz, zengin olmaz, evlenip barklanmaz mâ­nâsını çıkarmamak gerekir. Onlar daha büyük gayeler; vatan, millet, mukadde­sat için yaşayan insanlar olurlar. Para... vs.’yi gaye değil vasıta kabûl ederler. Nitekim iftar etmeden ve sâhurlanrı yemeden oruç tutamadıklarının yâni ibâdet edemediklerinin farkındadırlar. Oruç tutabilmek için yâni mânâ için maddenin vasıta olmakla beraber Iüzumuna inanmışlardır. Tabi aynı husus­lar büyükler için de bahis mevzuudur. Onlar da küçük yaşlarında başlayan madde-mânâ karşılaştırması sonucu mânânın maddeye üstünlüğü fikrini be­nimseyip kabûl etmişlerdir. Böylece bu kabûl ediş ellerindeki maddenin mânâ­ya yâni her türlü hayır faâllyetlerine feda edilmesini temin edecektir. Artık maddenin, esaretinden kurtulmuş ola­caklardır. Böylece büyük gayeler için yaşayan insanlar olarak topluma hiz­met edeceklerdir.

Ve yine bu çocukların ve gençlerin oruç tutmaları yâni büyüklerin yaptığı işi yapmış olmaları onları büyüklerin safına geçirecek ve diğer konularda da büyüklere benzeme arzusu ile hareket­lerinde daha olgun, daha ağırbaşlı ol­malarına sebep olacaktır. Böylece mem­leketin geleceği demek olan gençler kü­çükten itibaren yaptıklarından mes’ul olma, sorumluluk hissiyle büyürler. Başka bir deyişle, yaptıkları her hare­kette ondan doğacak sonuçları düşü­nen, karşılaştığı müşkül meselelerde mensup olduğu milletin değer ölçüleri­ne göre şahsen, kendi kendine karar verebilen insanlar olarak toplumdaki vazifelerine hazırlanırlar.

İBADETTE ZAMAN VE MEKAN

İbâdetler ekseriyetle zaman ve me­kân buudları İle gerçekleşir. Namaz ve diğer birçok ibâdetler ile oruç ara­sında bu bakımdan da mühim bir fark vardır. Şöyle ki: Namazda ZAMAN bi­rinci plânda, MEKAN İse ikinci plân­dadır. Yâni namazda mekân lâzımdır, fakat ikinci derecede ehemmiyetlidir, zîrâ zaman girdikten sonra nerede, ol­sa namaz kılınabilir. Oruçta ise durum daha başka türlüdür. Oruçta, mekân ta­mamen yerini zamana terketmiştir. Böylece mekân mefhumu tamamen or­tadan kalkmıştır. Bu yüzden orucun tutulmasıyla tutulmaması başkaları tara­fından takîb edilemez, bilinemez. Orucun tutulmasiyle tutulmamasının başkaları tarafından takib edilememesi ve tabii bilinememesi üzerinde dikkatle durul­ması gereken bir husustur. Bir insanın kimsenin görmediği yerde karnını do­yurduktan sonra toplum arasına karış­ması halinde bunu kimsenin anlayama­ması ve insanların bu hali anlama im­kânından tamamen mahrum olmaları oruç tutan üzerinde hiçbir maddî baskı, polis, jandarma, bekçi... vs. olmaksızın başka bir ifade ile, hiçbir maddi mura­kabeye ihtiyaç göstermeksizin gizli ve âşikâr olarak kanun ve nizamlara, emir ve yasaklara her ne pahasına olursa olsun itâat ve bunun için de kendini dâimâ kontrol, murakabe altında tut­ma, yapacağı işlerde kendi kendine he­sap verme, yapacağı işlerin sonucunu kendi kendine sorma alışkanlığının do­ğup kuvvetlenmesine, hem çok kuvvet­lenmesine sebep olacaktır.

Orucun başkaları tarafından takib edilememesi, oruç tutan herkesin başkaları tarafından mecbur edilmek­sizin, itilip kakılmaksızın kendi vazife­sini müdrik yâni kendinden istenilenle­rin farkında olarak onu kusursuz, ek­siksiz yapma ve bununla da kendini başkalarından üstün görmeme olgunlu­ğuna erişmelerini temin edecektir.

SUÇU İTİRAF

Oruçlu bir kimse hiç kimsenin bu­lunmadığı bir yerde orucunu sakatlayıp veya bozduğu takdirde hata veya suçu­nun cezasını biliyorsa bunun cezasını kendisi kendine verir. Kendisini kendine karşı birtakım mâzeretlerle suçsuz gös­termeye çalışmaz. Bu ise kişilerin hak, hukuk ve gerçekler uğruna kendi ken­dilerinin aleyhine de olsa karar verebil­meleri ve bunu kendi aleyhlerine tatbik edebilmeleri demektir.

Şâyet yaptığı suçun cezasını bilmi­yorsa bir âlime giderek hiç kimse­min görmediği yerde- yaptığı hata veya suçu itiraf eder ve cezasının ne oldu­ğunu öğrenir. Bu cezayı da tereddütsüz, itirazsız kabûl edip yerine getirir. Su­çunu azaltabilmek için birtakım mâzeretlere, birtakım bahanelere başvurmaz. Yâni Allah rızâsı için kendi kendisinin aleyhinde şehadette bulunur. Burada şunu da belirtmek gerekir ki; Allah rı­zâsı için kendi kendisinin aleyhinde şahâdet eden bir insanın Allah’tan kork­madan yalan yere başkasının hesabına yalancı şâhitlik etmesi ne derece müm­kündür?

Kısacası, bu gerçeklerle oruç, kim­senin bulunmadığı bir yerde bir kaba­hat, bir suç yapan müslümânın suçu­nun cezasını bildiği takdirde kendi aley­hinde hüküm verip bu hükmü de hiçbir müsamaha göstermeksizin, hiçbir aracı kabûl etmeksizin kendi aleyhinde tat­bik edebilme ve eğer suçunun cezasını bilmiyorsa hâkime giderek hiçbir yalan dolana başvurmadan suçunu bütün çıp­laklığıyla itiraf edip cezasını itirazsız kabûl edebilme ruh büyüklüğünü, ruh sağlamlığını verir.

Yalnız müslümanların yaptıkları bu itirafları Hristiyanlıktaki suç iti­rafı ile karıştırmamak gerekir, çünkü bir hristiyan suçunu kendi din adamı­na itiraf ederken bunun affedileceğini bilir. Bu yüzden bu itiraf büyük bir ruh isteyen bir itiraf değildir. Zîrâ danışıklı döğüştür. Buna karşılık müslüman iti­rafını yaparken bu suçunun muhakkak sûrette cezalandırılacağını bilir. Bunu bile bile suçunu gizleyemez. Gönül rızâsıyla suçunun cezasına râzı olur ve adâletten şikâyet etmeksizin cezasını çeker. Suçunun cezasız kalmaması onların ruhlarında ve zihinlerinde HAK mefhu­munu kutsallaştırır. Hakk’ın itirafını da ibâdetleştirir. Artık toplamda hak gizlenmez ve çiğnenmez olur.

Oruç tutan bir kimsenin hatır gö­nül veya hiçbir maddi vaad karşılığı hiçbir şekilde orucunu bozamaması, oruç tutan üzerinde va’dedilen maddi menfaat ve çıkarlara meyletmeden, or­taya sürülen hatır gönüllere iltifat et­meden hattâ bunları aklına bile getir­meden uyulması gereken emirlere ve yasaklara, kanun ve nizamlara sonsuz bir itâat gerektiği fikrini telkin eder. Ve yine bu hal, herkesin kendi vazife­sinden ancak kendisinin mes’ul olacağı­nı, kimsenin başkasının vazifesine gayr-i meşrû yolda müdahale etme hakkı bu­lunmadığını ifade eder. Ve bu arada her ne pahasına olursa olsun vazifenin her şeyden üstün olduğunu ve birtakım maddi menfaatlere meyletmeyerek va­zifenin ifâ edilmesi gerektiğini gayet açıkça belirtir.

Oruç tutan bir kimsenin orucunu sakatlaması veya bozması sonucu lâ­zım gelecek olan kaza veya cezanın hastalık gibi haller hariç zengin-fakir, mevki sahibi-mevki sahibi olmayan... vs,’ye göre ayrı ayrı değişik şekilde ol­mayıp yâni adama göre olmayıp aksi­ne bu hükümlerin hiçbir ayrılık gözet­meksizin eşit şekilde tatbik edilmesi, kısacası aralarında rütbe, mevki, para... vs.’ye göre bir ayırım yapılmaması, yâ­ni herkesin istisnasız eşit tutulması üzerinde ayrıca fazlasıyla durulması gereken bir husustur. Allâhü Teâlâ’nın sonsuz bir eşitlik fikri üzerinde dur­ması insanlara karşı hareket ve dav­ranışlarımızda bizlere yol göstermelidir.

İNSAN VARLIĞI

İnsanın madde âleminden ilk tanıdı­ğı varlık kendi varlığıdır. Bu ilk tanıdığı kendi varlığını namazda redde­den insanın aynı saftaki başkalarını düşünmesi tabii mümkün değildir. Kı­sacası, namazda Allahü Teâlâ’nın kar­şısında insan, ne kendini ne de başka­sını düşünebilir. Böylece farz namazla­rında hareket birliği yâni maddi birlik içinde olan müsümanlar aynı zamanda yöneldikleri varlık bakımından da bir istikamet birliği yâni mânevi birlik içindedirler.

Buna karşılık oruçta, oruçlu insan kendi hali îcâbı kendisi gibi oruçlu yâ­ni aç susuz insanları düşünüp içinde onlara doğru bir akış, bir yakınlaşma hisseder.

Başka bir ifade ile, aynı varlığa inananlar, inançları icâbı kendilerini başkalarına nisbetle birbirlerine daha yakın hissederler. Aynı varlığa inanıp, aynı işi yapanlar namaz, oruç... vs. gi­bi kendilerini bir evvelkilere nisbetle birbirlerine daha yakınlaşmış bulurlar. Aynı varhğa inanıp aynı işi yapan ve aç susuz kalmak gibi aynı ızdırabı çe­ken insanlar ise, hem İNANDIKLARI VARLIK, hem yaptıkları iş, hem de çektikleri sıkıntılar icâbı kendilerini bir­birlerinden sayacak kadar birlik ve be­raberlik içinde kaynaşırlar. Oruç bu üç hali kendisinde toplamak suretiyle ken­disine inananlar arasında “ÖRNEK BİRLİK” “İDEAL BİRLİK” tesis eder. Nite­kim asker arkadaşlığı, okul arkadaşlığı, hastahâne arkadaşlığı... vs. bu üç vasfı taşıdığından yâni inanç birliği, iş birli­ği, çile birliğini bir arada toplamış ol­duğundan halk arasında arkadaşlıkların en sağlamı, en kuvvetlisi olarak kabûl edilir.

Orucun devamlı olarak senede bir ay tutulması da üzerinde düşünülmeğe değer, zirâ ayda üçer gün tutularak bir sene zarfında yine aynı sayı fazlasıyla elde edilebilirdi.

Tecrübi psikolojideki, “Bir insanın otuz-kırk gün arasında tabi olacağı eğitim neticesinde birtakım kötü alışkanlıklarını terkedip birtakım yeni alışkanlıklar kazanabileceği” gerçeği orucun devamlı olarak otuz gün tutulması hususundaki ilahi emri açıklaması bakımından şayan-ı dikkattir. Hatta askerdeki yemin merasiminin askerliğe başlandıktan kırk gün sonra yapılması yine bu gerçeğin ifadesidir. Başka bir ifade ile, bir yaş ile yirmi yaş arası yani alışkanlıkların en fazla kazanıldığı bir zamanda sivil hayatla taban tabana zıt olan askerlik hayatına ciddi bir eğitim neticesi kırk gün gibi bir zamanda alışabilmeleri, yani yeni alışkanlıklar edinebilmeleri bu psikolojik hakikatin bir ispatıdır. Kısacası kırk günlük sıkı, ciddi bir eğitim insanın edindiği yirmi senelik alışkanlıklarını tamamen terketmesine yetiyor demektir.

Nitekim sigara, İçki... vs. gibi kötü alışkanlıklarını bırakanlar ekseriyetle bu ayın (yâni Ramazânın) sonunda bı­raktıkları gibi namaz, ibâdet... vs. gibi çeşitli iyi, güzel, hayırlı faâliyetlere başlayanlar da yüzde yüz olmak üzere bu aydan itibaren başlarlar. Yâni sırf Ramazan ayında ibâdet etmek için câmiye gelirler fakat bu bir ay zarfında ibâdetlere alışarak Ramazandan sonra da bu yeni alışkanlıklarına devam edip giderler. Böylece hayatlarının istikame­ti bîr ay gibi bir zamanda değişmiş olur.

SENEDE BİR AY

Bu gerekçelerle oruç, her sene bir ay olmak üzere bütün müslümanları ömürleri boyunca devamlı olarak eğiti­me tabi’ tutmak sûretiyle onların bir­takım kötü alışkanlıklarını terkederek yeniden iyi alışkanlıklar kazanmalarını ve böylece topluma daha faydalı olma­larını sağlıyor demektir.

Oruç ile askerlik arasındaki başka bir münâsebeti de belirtmekte fayda umuyorum. Şöyle ki: Oruç müslüman­ları senede bir ay aç susuz bırakmak sûretiyle onların her çeşit mahrumiye­te alışmalarını temin etmektedir. Öğle yemeğini yarım saat geç yediği için başı dönüp gözü kararan insanlardan müteşekkil ordu ile günlerce her türlü yemek ve içmekten mahrum yaşamaya alışmış ve bu yaşayıştan da zerre kadar maddî mânevî zindeliğini kaybetmeye­cek insanlardan kurulu orduların zafer ihtimalleri, bu mahrumiyetlere dayan­ma oranlarına göredir. Oruç, bu eğiti­mi sağlar.

Nitekim askere gittiğimiz zaman İslâmiyet’i sivil hayatlarında yaşa­yan arkadaşlarımız askerliğin ağır şart­larına çok daha çabuk intibak ettiler. Manevra ve tatbikatlardaki mahrumi­yetler cüssece kendilerinden daha iriyarı olanları sarstığı halde onlarda en ufak bir tesir icra edemiyordu. Yağmur, soğuk, gece gündüz çalışma, açlık, su­suzluk ve uykusuzluk bu arkadaşlara vız geliyordu. Sanki doğduklarından beri askerdiler. Garplı kumandanlara, “Di­ğer millet askerlerinin teslim olmasını gerektiren şartlar, Türk askerinin hücüma geçmesi için en müsait olan şart­lardır.” dedirten işte bu eğitimdir.

İFTAR BEKLEME

Uzaktan gelecek bir treni bekleyen iki ayrı kişi, uzaktan başka başka saat­lerde başka başka yerlerden gelecek iki ayrı treni bekleyen iki ayrı kişiye nispetle kendilerini birbirlerine daha yakın hissederler. Böylece bu bekleyiş esna­sında aralarında bir yakınlaşma, bir ta­nışma ve nihayet bir sohbet doğar. Beklemiş oldukları aynı şey daha ön­celeri birbirlerini tanımayan bu iki in­sanı birleştirmiştir, kaynaştırmıştır. Şâyet birbirleriyle tanışmayan bu iki kişi aynı trendeki aynı yolcuyu bekliyorlar­sa bu tanışma bir dostluk halini ala­caktır, Çünkü bir evvelkine nisbetle bu iki kişi arasında bir ikinci bağ kurul­muştur. Aynı treni bekleme ve aynı tren içindeki aynı yolcuyu bekleme.

Bunun gibi bir sofra etrafında bütün bir âilenln iftarı beklemesi, yâni teker teker bu insanların aynı zaman­da gelecek aynı şeyi beklemeleri, bu in­sanları birbirlerine daha ziyâde bağla­yacaktır. Bu oruçlu kişiler yapmakla mükellef oldukları günlük vazifelerini hakkıyla yapmış olmanın verdiği neş’e ve sevinç ile birbirlerine daha fazla yakınlaşacak, birbirleriyle daha fazla kaynaşacaklardır.

Bu iftar bekleme hali daha ziyâde âile fertleri arasındaki sevgi ve mu­habbeti arttırma, yâni âilenin daha sağ­lam temeller üzerine kurulmasını ger­çekleştirme bakımından çok mühimdir. İslâmiyet’in bütün âilenin beraberce if­tar sofrasına oturmasını ve iftarı bek­lemesini istemesinin sebebi de bu olsa gerektir.

İftar bekleme âile fertleri arasında olduğu kadar birtakım dâvetler ile ta­nıdıklar, dostlar ve hattâ tanıdık olma­yanlar arasında da sevgi, muhabbet bağlarının kuvvetlenmesine yol açacak­tır.

Biraz yukarıda orucun zamanla mukayyed olduğu ve mekânın tamamen yerini ZAMAN’a terkettlğl belirtilmişti. Fakat hiçbir ibâdette MEKAN ZAMAN’ın önüne geçmemiştir. Bu da ay­rıca üzerinde durulması gereken bir husustur.

Akşam ezânı okunmadan yâni vakit girmeden büyük bir mâzeret ol­maksızın bir dakika önce dahi orucun bozulması veya orucun başlama vaktin­den bir dakika geç oruca başlama hali kazâ veya cezayı gerektirmektedir. Gü­nah yapanların günahlarını affedip bu günahları sevâba çeviren Allâhü Teâlâ’nın orucun şartlarını bir dakika veya daha azına bile müsaade etmeyecek kadar ciddi tutması, müslümanlann ZAMAN mefhumunun değerini kavra­maları, avârelikten kurtulmuş insanlar olarak hayatlarını ZAMAN’a göre tan­zim etmelerini, ZAMAN’ı en iyi şekil­de kıymetlendirmelerini, kısaca ZAMAN’la yaşayan insanlar olmalarını gerçekleştirmek içindir.

Ayrıca oruçlu iken yâni aç iken bilhassa uzun günlerde ikindiden sonra özellikle iftar sofrasında ezan vaktini beklerken ZAMAN tok olduğumuz vak­te nlspetle çok daha ağır geçer, âdetâ dakikalar geçmek bilmez. Bu da oruçlu üzerinde ZAMAN’ın İZAFÎ olduğu fik­rini doğurur. Hiç olmazsa ZAMAN’ın İZAFİ olduğunu hissettirir.

TERAVİH

Terâvîh’in;

1 — Oruçlu iken değil de orucun bozulduktan sonra kılınması,

2 — Sayısının yirmi olması, fazla veya eksik olmaması,

3 — Farz, vâcip olmadığı halde toplu olarak cemâat hâlinde kılınması, üzerinde durulması gereken üç mühim husustur.

1 — Omçlu iken değil de orucun bozulduktan sonra kılınması: Zîrâ oruç­lu iken de kılınması mümkün idi.

Biraz yukarıda orucun şeklen yâni zâhiri birlik yerine mânâda birlik sağladığı yâni mânâ birliğini ön plân­da tuttuğu, bu münâsebetle oruçlu in­sanın oruçlu oruçlu birbirine benzeme­yen işlerde çalıştığı belirtilmişti. Yalnız orucun sağladığı birlik iftar vaktinin girmesi yâni orucun bozulmasıyla sona erer. Orucun sağladığı mânevi birlik sona erince orucun temin edemediği maddi birliğin teminini teravih üzerine alır. Böylece müslümanlar günlük me­sai hayatlarında önce mânevi sonra maddi birlik olmak üzere tam bir birlik ve beraberlik içinde olmuş olurlar. Baş­ka bir ifade ile, bu hal mânevi birliğin şart olmakla beraber kâfi gelmeyece­ğini, maddi birliğin de şart olduğunu ve bunların ikisinin birbirini destekler mahiyette bir arada bulunduğu nisbette istenilenin sağlanacağını işaret et­mektedir.

Terâvihin orucun bozulduktan sonra yatsı vaktinde kılınmasını başka türlü de izah etmek belki mümkündür. Şöyle ki: Birbiriyle göz âşinalığı bulu­nan iki kişi gurbette karşılaştıkları tak­dirde uzun seneler blrbirlerlyle dostmuş­çasına hemen konuşmaya başlarlar. Bu iki kişiyi gurbetin yalnızlığı birleştir­miştir. Bunun gibi, dışarda şakır şakır yağmur yağarken evimizde kendimizi daha uhrevî, ev halkına daha yakın his­sederiz.

Terâvih namazının yatsı vaktinde yâni gecenin karanlığında kılınması, müslümanların günlük meşgâlelerden ve dünyevi hırslardan uzak, kendilerini Allâhü Teâlâ’ya ve din kardeşlerine daha yakın hissetmelerine sebep olur. Yâni gecenin karanlığı, sessizliği, garip­liği bu insanların birbirlerine daha faz­la sokulmalarına, birbirleriyle daha faz­la kaynaşmalarına sebep olur.

2 — Rek’at sayısının yirmi oluşu: Oruçlu iken kılınan farz namazlarının sayısı on rek’attır. Terâvih namazı yir­midir, yâni iki katıdır. Bundan belki şu çıkabilir: Oruçlu iken kılınan namaz­larda iki katıdır. Bundan belki şu çı­kabilir: Oruçlu iken kılınan namazlarda iki ibâdet oruç ve namaz birleşmişlerdir. Bu münâsebetle oruçlu iken beraber kı­lınan bu on rek’at iki kat olarak dü­şünülünce oruçsuz olarak kılınan yirmi rek’ata eşit olduğu çıkar. Bu sayılar arasındaki münasebetleri başka türlü değerlendirmek de mümkündür. Şöyle ki: Her gün kıldığımız farz ve vâcip namazların sayısı yirmidir. Bu yirmi sayısı her gün beraber kıldığımız namazların sayısıdır. Ramazanda vitir na­mazı da cemâatle kılınır. Ramazânın ibâdet ayı olması hasebiyle yirmidört saatte toplu olarak kılınan namazların sayısı kadar bir daha cemâat halinde namaz kılınması emrolunmuştur. Bu yirmi sayısı üzerinde biraz daha dur­mak gerekir. Çünkü bir günde kılman sünnetlerin sayısı da yirmidir. Yâni yir­mi dört saatte kılınan farzlar ve sünnet­ler İslâm için çok mübarek olan KIRK sayısında birleşirler, Terâvih namazı sünnet olması hasebiyle sünnet olarak düşünülünce sünnetlerin sayısını, toplu olarak kılındığı için farz gibi düşünü­lünce de farzların sayısını KIRK’a ib­lâğ etmiş olur.

Ayrıca rek’at olarak düşünülünce günde altmış rek’at eder. Madem ki Ramazan senelik bir ibâdettir ve bütün senenin muhtevası kendinde toplanmış­tır, öyle ise sene ile ilgili bâzı İşâretlerin bulunması gerekir. Bu münasebetle şöyle düşünmek belki mümkündür: Alt­mış rek’at otuz günde bin sekiz yüz rek’at eder. Bu sayı senenin on iki ayına bölünürse yüz elli rakamı elde edilir. Bu yüz elli sayısı da ayın günleri olan otuza bölünürse BEŞ rakkamı elde edilir. Dik­kat edilecek taraf, Ramazandaki namaz sayıları ile senenin her gününe âit bu beş rakamının çıkmış olmasıdır. Yâni Terâvihin sayısının eklenmiş olmasiyle bu beş rakamı elde edilmiştir. Başka şekilde bu sayıyı bulmak mümkün değildir.

Söylenmek istenileni sayılarla gös­terirsek toplu olarak daha göz önünde olacaktır:

Farzlar,

Sünnetler Vâcipler

2 2

6 4

4 4

2 3

6 4

3

20 + 20 = 40

20 = 60 X 30 =

(Terâvih) 1800:12 = 150 150:30 = 5

40 40

CEMAATLE KILINAN SÜNNET

3 — Farz, vâcip olmadığı halde toplu olarak kılınması: Terâvih namazı sünnettir. Hiçbir sünnet toplu olarak kılınmadığı halde Terâvih namazının farzlar gibi toplu kılınması hakikaten üzerinde en fazla düşünülmeye değer bir husustur. Farz olmayışı müslümanları fazlaca mes’ûliyet altına sokmamak için olsa gerektir. Toplu olarak kılın­masına gelince; bu hal, Allâh-u Teâlâ’nın her ne pahasına olursa olsun müs­lümanların birlik, beraberlik içinde ol­malarını istemesinin en güzel bir ifade­sidir. Başka bir ifade ile, sayıda hem sünnetle hem de farzla aynı eşit du­rumda olan Terâvih iki çeşit namazın (sünnet, farz) bütün husûsiyetlerini kendinde toplamak sûretiyle müslüman­lara bir günlük ibâdetin zevk ve heye­canını tekrar yaşatır.

BAYRAM

Izdırap, sıkıntı, çile insanları birbir­lerine yaklaştırdığı gibi, ortaklaşa büyük sevinçler, büyük saâdetler de aynı şekilde insanları birbirlerine yak­laştırır, kaynaştırır. Nitekim İstanbul’un düşman istilâsından kurtuluşunda tanı­şan tanışmayan herkes birbirini tebrik edip birbiriyle kucaklaşmış, bu saâdeti paylaşmış olmaları gibi.

Ramazânın bitmesi yâni orucun bit­mesiyle Bayram yaparız. Bir ay müd­detle ortaklaşa aynı sıkıntıyı çeken, bu münasebetle birbirini seven, birbirine daha yakınlaşan müslümanlar müştere­ken yaptıkları Bayram ile de bu sefer aynı saâdeti, aynı sevinci ortaklaşa paylaşırlar. Küsler varsa barışır, birbirlerine kırgın olanlar varsa anlaşırlar ve böylece birlik beraberlik, sevgi ve dostluklarını daha takviye etmiş, daha kuvvetlendirmiş olurlar. Alâhü Teâlâ tarafından Bayramdaki bu birlik ve be­raberliğe o kadar önem verilmiştir ki, oruç tutmak sûretiyle dahi bütünden ayrılarak bu birlik ve beraberliği boz­mak yasak edilmiştir. Hattâ Bayram namazından sonra nâfile ibâdet etmek için câmlde kalıp müslümanlardan kop­mak, onların sevincine, neş’esine iştirak etmemek bile yasaklanmıştır.

Bayranım üç gün olması da üzerinde durulmaya değer. Otuz günlük va­zife ve çalışmaya karşılık bayram üç gündür. Her on günlük çalışmaya bir gün düşer. Bu da müslümanların dün­yâya çalışma, iş yapma, iş başarma, vatan, memleket, milletlerine hizmet et­mek için: geldiklerinin güzel bir delili­dir. Başka bir ifade ile, dünyâya rahat etmek için değil iş yapmak, çalışmak için geldiklerinin bir delilidir. Bayram, Ramazânın tamamlayıcısıdır. Yâni Ra­mazan olmasa idi bayram olmayacaktı. Bu münasebetle Bayramı da Ramazan­dan saymak gerekirse otuz üç sayısı el­de edilir. . .

Burada bir konuya da temas et­mek gerekiyor: Bâzı kimseler müslümanların Ramazandan kurtuldukları için bayram yaptıklarını iddia ediyorlar. Hayır, müslümanlar Ramazandan kur­tulduk ları için bayram yapmıyorlar. Onlar yapmakla mükellef oldukları va­zifelerini yerine getirmiş olmanın ver­diği sevinç ve neş’e ile bayram yapı­yorlar. Onlar BİR TEK ALLÂH’a itâat edebilmiş olmanın verdiği bahti­yarlıktan ötürü bayram yapıyorlar. Bu yüzden birbirlerini tebrik ediyor, kutlu­yorlar.

Mevzu çok daha genişlemeye müsait­tir. Meselâ sâhur, sadaka-i fıtır, bayram namazı vs gibi hususlar üze­rinde durulmaya ve düşünülmeye değer. Kâinatta bir zerre atomdaki elektron, nötron, protonda tesâdüfün yeri yokken Allâhü Teâlâ’nın kurduğu dininin esas­larının birçok hikmetlere mebni olma­ması akıl ve mantığın kabûl edeceği bir husus değildir.

Yazıyı, daha yukarılarda söylenme­si îcâbederken ehemmiyetine binaen so­na bırakılmış olan Ramazânın yâni oru­cun bir hususiyeti ile bitirelim.

SONUÇ

Yazının baş taraflarında orucun ME­KÂN mefhumundan tamamen sıy­rıldığı, bu itibarla orucun başkaları ta­rafından takip edilemediği, yâni oruçlu ile oruçsuzun ayırt edilmesinin mümkün olmadığı belirtilmişti.

Böylece oruç mekândan sıyrılmış olunca oruçlunun da ruhen ve zihnen mekândan kopmuş olması gerekir. Yâni oruçlu orucunda mekânla ilgili âlemden tamamen kopmuştur. Kısacası insanlar­dan tamamen kopmuştur. İnsanlardan gelecek hiçbir maddi karşılık ve medih mukabili değil sırf Allâhü Teâlâ’nın rızâsı yâni sırf kendini O’na beğendir­mek için aç susuz kalmaktadır. Böyle­ce oruçlunun zihninde ve rûhunda “Be­şeri sorumluluk”, yerini “İlâhî sorum­luluğa” terk eder. Bu halde oruçlunun rûhunda ve zihninde, yaptığı işlerinde kendini insanlara beğendirmek, kendini onlara karşı sorumlu bulmak yerine kendini sırf Allâh’a beğendirmek, ken­dini O’na karşı mes’ul tutmak hissinin ve fikrinin doğmasına ve kuvvetlenme­sine sebep olur. Artık oruçlu, insanları aradan atarak kendini Allâh’a beğen­dirmek için çırpınan insandır. Böyle olunca oruçlunun rûhunda çok fazla de­ğer taşıyan “Kendini ve yaptığını Allâh’a beğendirmek” formülü yerleşir.

Bu münâsebetle her türlü riyâ ve gösterişten uzak, kendini Allâhü Teâlâ’ya beğendirmeyi kendine gâye edinmiş insanın, âmirlerinin veya ken­dini beğendirmek istediklerinin yanında harıl harıl çalışır görünüp de kimsenin bulunmadığı zaman ve yerlerde akşama kadar sırtüstü yatması ne derece müm­kündür?

Başka bir ifade ile; “Bu FORMÜL”ün rûhunda yerleştiği bir insanın faali­yetlerinin gerek dağın başında gözden ırak, gerek Hakkâri, gerekse Ankara’­da hiçbir şekilde hiçbir fark gösterme­yeceği muhakkaktır. Yâni bütün ömrü boyunca hiçbir teftiş görmesi mevzuu bahis olmayan, dünyânın en tenha ye­rinde çalışan bir insan ile dünyânın en kalabalık yerinde dâimâ göz önünde bulunan bir insanın çalışması arasında zerre kadar fark olmayacaktır. Çünkü Allâhü Teâlâ her yerde HÂZIR ve NÂZIR’dır.

“Yaptığını Allâh’a beğendirme” esasına gelince; bu esas da, sanatkârın, müşterinin gözünden kaçacak şekilde hîle veya lâubâliliğe iltifat etmeyecek kadar ciddî, nâmuslu olmalarını temin edecektir. Çünkü Allâhü Teâlâ yapılan her gizli işi bilir ve görür.

Özetlemek icâbederse: “Kendini ve yaptığım Allâh’a beğendirme’’ esası, Türkiye’nin neresinde olursa olsun, ne iş yaparsa yapsın herkesin kendini ve yaptığım Allâh’a beğendirmek için bü­tün gücüyle, bütün maharetiyle candan, gönülden çalışmalarını sağlayacaktır. Böylece Türkiye’nin bütün mes’eleleri halledilmiş olacaktır.

Bu münâsebetle millet olarak hepi­miz “KENDİMİZİ VE YAPTIĞIMIZI ALLAH’A BEĞENDİRMEK” esası et­rafında toplanalım. Evet insan denilen engeli aşarak “KENDİMİZİ VE YAP­TIĞIMIZI ALLAH’A BEĞENDİRMEK” için çalışalım ve bunun için yaşayalım.

Hiç şüphesiz ki Cenâb-ı Hakk’ın kullarına en büyük ihsanlarından biri de mübârek gün ve gecelerdir. Allâhü Teâlâ bu geceleri değerlendiren kullarına vaadlerde bulunmuştur. Her emr-i İlâhî nasıl insanların menfaatine ise bu mübârek gecelerde yapılacak ibâdetlere daha çok mükâfatta bulunulacağı vaadi de yine insan içindir. Çünkü bu vaadleriyle ALLAH insanın ruhen arınmasına imkânlar ihsan edip onun, yaratılıştaki kemâline ulaşması için gerekli her şeyi de ona bahsetmiştir.
İslâm ibâdet rûhuna sâhip olarak Ramazan’daki ibâdetlerini yapan bir müslüman, yaptığı ibâdetlerle ruhunu terbiye ederek, hayâtının her safhasında İslâm’ı yaşayarak yaratılıştaki kemâle daha çok yaklaşmış olur. .
Ramazanda insanı arındıran ibâdetlerden biri de terâvih namazıdır. Terâvih namazının insan rûhuna büyük tesirleri olduğu gibi, içtimâî yönden de insan üzerinde tesirleri olan bir ibâdettir. Bu ve bunlara benzer pek çok hikmetleri olmalıdır ki, Allâh’ın Rasûlü ümmetine böyle bir sünneti emretmiştir.
(… )
Abdurrahman İbn-i Avf’dan rivayet edilen bir Hadîs-i Şerifinde Rasûlullah (S.A.S.) şöyle buyurdular:
“İzzet ve celâl sâhibi olan Allah ramazan orucunu farz kıldı. Ben de gece namazını sünnet kıldım. Kim ki imânının îcâbı olarak ihlâsla orucunu tutar, namazını da kılarsa annesinden doğduğu gün gibi günahlarından arınmış olur”.1 .
Bu Hadîs-i Şerîfteki, (… )’dan maksat Ramazan gecelerinde farz namazların dışında kılınan nâfile namazlardır. Bu nâfile namazların da Ramazanda kılınan terâvih namazı olduğunda ittifak vardır.2
(… ) tâbirini de İmâm-ı Nevevî Hazretleri şöyle îzah etmişlerdir:
“İmânen, hak olduğunu tasdîk ederek ve faziletine inanarak oruç tutmak ve terâvih namazı kılmaktır. İhtisâben de, insanların dedikodusundan ve buna benzer ihlâsa zıt şeylerden uzak, yalnız Allâh’ın rızâsını kast ederek oruç tutmak ve terâvih namazı kılmaktır".3
Bu Hadîs-i Şerifin başka rivayetlerinde ise şu ifade vardır:
( … ) “Onun geçmiş ve gelecek günahları affolunur”.
İmâm-ı Nevevî demiştir ki: "Fukahâca bilinen, geçmiş küçük günahlar için bu böyledir. Ama gelecek günahlar bu affa girmez. Zîrâ mağfiretten maksat, geçmiş günahların affıdır."4
Bu Hadîs, Ramazanda kılınan teravih namazının faziletini beyan ve onu İnsanlara sevdirici ve terâvihe teşvik edici mahiyettedir. Nevevî de demiştir ki: "Ulemâ bu Hadîsin istihbâbında ittifak etmişlerdir."
Rasûlullah (S.A.S.)’in cemâatle kıldığı terâvih namazı hakkında Cübeyr İbn-i Nüfeyr Ebû Zer’den şu hadîsi rivâyet etmiştir:
( … )
Ebû Zer Hazretleri buyuruyorlar ki: "Biz Rasûlullah (S.A.S.) ile oruç tuttuk. Ramazânın son yedinci gününe kadar Rasûl-i Ekrem bize hiçbir gece, farzdan başka namaz kıldırmadı. (Ramazânın yirmi üçüncü gecesinde) gecenin ilk üçte biri geçene kadar bize namaz kıldırdı. Ramazandan altı gece kalınca (yâni Ramazânın yirmi dordüncü gecesi) bize namaz kıldırmadı. Ramazânın hitâmına beş gece kala (yirmi beşinci gecesi) geceyarısı geçene kadar bize namaz kıldırdı. Ben dedimki: Yâ Rasûlâllah! Gecenin geri kalan kısmında da bize namaz kıldırsaydınız da geceyi nâfile namazla geçirmiş olsaydık. Rasûl-i Ekrem cevaben: “İmam namazı bitirinceye kadar onunla namaz kılan kimse bütün geceyi namazla ihya etmiş gibi sevâba nâil olur” dedi. Ramazan sonuna dört gün kala (Ramazânın yirmi altıncı gecesi) Rasûl-i Ekrem yine bize namaz kıldırmadı. Ramazânın hitamına üç gün kala (Ramazânın yirmi yedincî gecesi) Rasûlullah ehlini, kadınlarını ve ashâbını topladı. Bütün gece bize namaz kıldırdı. Namaz o kadar uzadı ki, sahuru geçireceğiz diye korktuk."5
Bu hadîsteki namazı ulemâ terâvih namazı olarak tefsir etmişlerdir.6
Bu hadis de terâvih namazının müstehab olduğuna delâlet eder. Yukarıdaki gecelerde Rasûlullâh’ın ümmetine imam olarak onlara terâvih namazı kıldırdığında İttifak vardır. Rasûlullâh’ın bu şekilde İmam olarak ashaba terâvih namazı kıldırması büyük İtibar görmüştür. Rasûlullâh’ın namaz kıldırmak için evinden çıkmadığı gecelerde ashab, Rasûlullah terâvih namazı kıldırmaya belki çıkar düşüncesiyle geceyarısına kadar Mescîd-i Nebevî’de beklemiştir.
PEYGAMBERİMİZ ZAMANINDA TERÂVİH NAMAZI KAÇ REK’AT KILINIRDI?
Bir gün Hz. Âişe (R. Anhâ) Validemizden, Rasûlullah (S.A.S.)’ın Ramazân-ı Şerifle kıldığı terâvih namazının mahiyet ve keyfiyetinden sorulduğunda şöyle cevap vermişlerdir:
( … )
“Rasûlullah (S.A.S.) ne Ramazanda ve ne de Ramazânın dışındaki gecelerde on bir rek’attan fazla namaz kılmış değillerdir. Rasul-i Ekrem ibtidâ dört rek’at kılardı. Artık o rek’atların güzelliğinden ve uzunluğundan sorma. Sonra Rasûl-i Ekrem dört rek’at daha kılardı, sonra da üç rek’at kılardı”.7
Pek çok ulemâ Rasûlullâh’ın son olarak kıldığı bu üç rek’atı vitir namazı olarak tefsir etmişlerdir. .
Câbir (R.A.) de Rasûlullâh’ın Ashab la birlikte sekiz rek’at terâvih namazı kılıp sonra da üç rek’at vitir namazı kıldığını rivâyet etmiştir.8
Bunlar yanında Taberânî’nin ve Beyhakî’nîn İbn-i Abbas’dan rivâyet ettikleri şu hadîs-i şerif de vardır;
( … )
“Rasûlullah (S.A.S.) Ramazan ayında cemâatten ayrı kıldıkları zaman 20 rek’at terâvih namazı ve sonra da vitir kılarlardı”.9
Bu hadîsin Hz. Aişe ve Câbir’in hadîslerine mugâyir olması ve râvîleri arasında Ebû Şeybe İbrahim İbn-i Osman’ın bulunması ve bu zâtın muhaddislerce zaîf olarak tanınması İbn-i Abbâs’ın, bu haberinin za’fını mucip olmuştur. Ama bu haberin za’fını izâle edecek birçok deliller de vardır. Şöyle ki: .
1 — Hz, Âişe İle Câbir’in rivâyetleri Rasûlullâh’ın imam olarak kıldırdığı terâvih namazıyla ilgilidir. Hz. Abbâs’ın rivayeti ile Rasûlullâh’ın tek başına kıldığı lerâvih namazı ile İlgilidir. Zirâ hadîsin metninde ( … ) tâbiri vardır.
2 — Ramazân-ı Şerifte Rasûlullâh’ın evinde terâvih namazı kıldığını Ashâb-ı Kirâm duymuş olmalı ki onlar Rasûlullah mescitte cemâatle terâvih namazı kıldırmadan tek başlarına veya üçü beşi bir araya gelerek terâvih namazı kılmaya başlamışlardı. Ahmet İbn-i Hanbel’in Hz. Âişe’den rivayet ettiği bir hadîste Hz. Âişe vâlidemiz buyuruyorlar ki:
"Ashab cemâat cemâat veya ferd ferd Ramazan gecelerinde mescitte namaz kılıyorlardı, Rasûlullah (S.A.S.) mescidde benim kapıma isabet eden yere hasır serilmesini emrettiler. Ben hasırı serdim. Yatsı namazından sonra Rasûlullah buraya çıktı. Mescidde olanlar O’nun etrafında toplandı. Rasûlullah onlara namaz kıldırdı. Birkaç gece Rasûlullah böyle devam etti. Üçüncü günü mescîd, cemâati almaz oldu. Sonra da Rasûlullah bir daha çıkmadı".10
Bu hadîsten de Rasûlullâh’ın mescidde Ashabı ile terâvih namazı kılmadan evinde terâvih namazı kıldığı ortaya çıkmaktadır ki, Hz. Abbâs’ın rivâyeti Rasûlullâh’ın yalnız kıldıkları terâvih namazlarıyla ilgilidir.
3 — Terâvih namazının her gece cemâatle kılınması, Hz. Ömer devrinde tesis edilmiştir. Zîrâ Buhârî’de rivayet edilen bir hadîste Abdurrahman İbn-i Abdilkarî şöyle buyurmuşlardır:
"Ömer İbn-i Hattab’la bir Ramazan gecesinde mescide gittik. Bir de gördük ki mescidde bulunanlar cemâat cemâat veya ferd ferd namaz kılıyorlar. Hz. Ömer (R.A.) buyurdular ki: “Bana öyle geliyor ki, bu insanlar bir imâmın arkasında cemâat olarak bu namazı kılsalar daha iyi olur”. Sonra bunu yapmaya karar verdi. Cemâatten Ubey İbn-i Kâ’b’ı imam yaparak terâvih namazını cemâatle kılmalarını istedi. Yine Ramazânın başka bir gününde onunla birlikte câmiye gittiğimizde halk terâvih namazını imamlarının arkasında cemâatle kılıyorlardı. Hz. Ömer bunu görünce, ’Bu ne güzel bir bid’attır.’11 dedi".12
Ashâb-ı Kirâm Hz. Ömer’in bu isteğine, hadîsten de öğrendiğimiz gibi müttefikan, fiilen ve kavlen iştirâk etmişlerdir. İmâm-ı Mâlik Muvatta’ında, Hz. Ömer zamanında yirmi rek’at terâvih namazı kılındığını rivâyet etmiştir.13 Bu hadîs için Nevevî, “Senedi sahîhdir" demiştir.
a) Hz, Peygamber 20 rek’at terâvih namazı kılmamış olsaydı, Hz. Ömer bunu 20 rek’ata çıkarmayı düşünmezdi.
b) Hz. Ömer, Rasûlullah (S.A.S.) 20 rek’at kılmamış olduğu halde bunu 20 rek’ata çıkarmış olsaydı Ashab arasında hiç şüphesiz îtiraz olurdu. Halbuki böyle bir îtirazın olduğu hiçbir eserde kaydedilmemiştir.
İmam Ebû Yûsuf, İmâm-ı A’zam’dan, “Terâvih namazı için Hz. Ömer’in yaptığı bu iş nedir?” diye sorduğunda İmâm-ı A’zam, "Terâvih namazı sünnet-i müekkededîr. Hz. Ömer bunu kendi kafasından yapmamıştır. Yaptığı iş bir bid’at da değildir. Ancak Rasûlullah (S.A.S.) zamanında olan ve O’nun yaptığı bir işin devamlı, cemâatle kılınmasını emretmiştir." demiştir14.
Hz. Ali de teravih namazının 20 rek’at kılınmasını teşvik etmiş ve “Ömer mescidlerimizi nasıl terâvîhin feyzi ile nurlandırıp şereflendirdi ise Allah da onun kabrini nurlandırsın” diyerek Hz. Ömer’i rahmetle anmıştır.
Bütün bunlar ve ulemânın o günden bugüne kadar teravih namazının yirmi rek’at kılınmasına itiraz etmemeleri Rasûlullâh’ın cemâatin dışında terâvih namazını yirmi rek’at kıldığını ve İbn-i Abbâs’ın rivayet ettiği hadîsin doğruluğunu gösterse gerektir. Zîrâ cumhur-u ulemânın görüşleri de terâvih namazının yirmi rek’at olduğu merkezindedir. Hanefî, Şâfii ve Hanbelî İmamlarının ve ekseri fukahânın görüşleri de yine aynı merkezdedir.
NİÇİN TERÂVİH NAMAZI DENMİŞTİR?
Hz. Abbas (R.A.), rivayet ettiği bir Hadîs-i Şerifte;
( … )
"Rasûlullah (S.A.S) cemâatle kılmadıkları zaman terâvîhi 20 rek’at kılarlardı. Her 4 rek’atta bir müddet durur sonra kalkar yine kılmaya devam ederlerdi" demiştir. Zîrâ terâvih, tervîha’nın cem’i olup "raha"dan ism-i merredir. "Raha" da dinlenmek mânâsına gelir.
Hadîs-i Şeriften de anlaşıldığı gibi Rasûl-i Ekrem her dört rek’attan sonra dinlendikleri için bu namaza Asr-ı Saâdetten beri "Terâvih" namazı denile gelmiştir. Memleketimizde de terâvih namazı kılarken her dört rek’attan sonra salevât-ı şerife getirilir. Bu namaza fıkhî tâbir olarak "Kıyâm-ı Ramazan" da denilir.
BÂZI FIKHI BİLGİLER
Terâvih namazı kadın ve erkekler için sünnet-i müekkededir. Bu namazın cemâatle kılınması da sünnet-i kifâyedir. Zîrâ bütün bir mahalle ahalisi cemâatle kılmayı terkedip evlerinde cemâat olup kılsalar sünneti terk ile isaatte bulunmuş olurlar. Evde cemâatle kılanlar cami cemaatının sevabından mahrum olurlar.
Terâvih namazında iki ve dört rek’atlarda selâm vermek efdâldir. Sekiz rek’atta hattâ yirmi rek’atta da bir selâm vermek câizdir. Fakat bu kerâhet olarak görülmüştür.
Terâvih vaktin sünnetidir. Yoksa orucun sünneti değildir. Hasta veya yolcu olup da oruç tutamayanlar için de terâvih namazı sünnettir.
Terâvih namazının vakti, yatsı namazından sonra fecre kadardır.
Terâvih kılmak için câmiye gelen bir kimse yatsı namazını kılınmış bulursa terâvih için imâma, yatsı namazını kıldıktan sonra uymalıdır, aksi takdirde kıldığı terâvih sahîh değildir.
Terâvih namazını usûl ve erkâna riâyet ederek kılmalıdır. Bu namazı kılarken ibâdetteki ciddiyeti, ihlâsı ve vakarı terketmemelidir. Müslüman dâimâ yaptığı ibâdeti hayâtı İle birleştirmeli ve ibâdet ahlâkını hayâtının her safhasında göstermelidir.


(1) Eş-Şevkani Neylü’l-Evtar, Mısır, C. 3. S. 57.
(2) Aynı eser, C. 3. S. 57.
(3) Aynı eser, C. 3. S. 57.
(4) Aynı eser, C. 3. S. 57.
(5) Et-Tahâvî El Hanevî Şerhu Meâni’l-asâr C. 1. 8. 349.
(6) Aynı eser S. 349.
(7) Sahîh-i Buharî Tecrîd-i Sarîh. İst. 1938. C. 4. S. 142.
(8) Aynı eser S. 87.
(9) Muhammed Şevkanî, Neylü’l-Evtar, Mısır, C. 3. S. 61.
(10) Aynı eser. S. 60-61.
(11) Şer’i lisanda bid’at sünnet mânasına da gelir. Burada da bu mânayadır. Zira Resulullah bir Hadislerinde; “İyi bir sünnet ihdas eden kimse için onun kadar ecri veya o sünneti işleyenin ecri kadar ecri vardır” buyurmuşlardır. (En-Nihaye C. 1. S. 106).
(12) Aynı eser S. 60.
(13) Aynı eser S. 60.
(14) İbn-i Abidin İst. C. 1. S. 659.
(15) Tecrid-i Sarih İst. 1938 C. 4. S. 81.

MÜBÂREK RAMAZAN

Arınmış gönüller durdu secdeye,

İndi kuşlar gökyüzünden müjdeye,

Bu sabah hüzzâmdan okundu ezan;

Aksetti İlâhi sesler, derinde,

Bir bitmez bereket berâberinde

Yurda burcu burcu geldi Ramazan…

Gözler kilit vurur uykusuzluğa,

Çeşmeler yetişmez bu susuzluğa,

Bu o gündür derman bulunur derde,

Bugün artık bütün şüpheler yalan,

Bu o gündür şavkır can evimde can;

Bugün mahya benim minârelerde…

Tertemiz, dolaşsam hangi ma’bedi,

Melekler kıskanır bu ibâdeti.

Düşler, kubbelerde kucak kucaktır;

Bana madde kadar manâ da lâzım,

Gürül gürül KUR’ÂN oku, hâfız’ım;

Bu aşk içerimde salkım saçaktır.

İnancın eriştim saltanatına,

Dilekçem var bugün Tanrı katına.

Huzurdan bahseder, görürsem kimi;

Yalın duygularım çoğalır daha;

Bugün, kalbim daha yakın Allâh’a,

Bugün tekmil aşk donatır içimi…

Sular gümüş gümüş akar sebilden,

Ay-aydın âyetler süzülür dilden.

Hakk’ın avuçlara sığmaz nasîbi,

Cümle saâdetler gelir yakına;

Peygamberler Peygamberi aşkına,

Doğruluk ver, kullarına Yâ Rabbî!

Feyzi HALICI

TERÂVİH NAMAZI

Mehmed KERVANCI