Makale

KALBİMİZDE BULUNAN FENALIKLARDAN MES’UL MÜYÜZ?

KALBİMİZDE BULUNAN
FENALIKLARDAN MES’UL MÜYÜZ?
H. Fevzi AKSOY
Pazar Müftüsü

Cenâb-ı Hak biz insanları başıboş, mânâsız ve gayesiz yaratmamıştır. Yaratılışımızda İlâhî gayeler olup bizlere yüklenen vazifeler ve mükellefiyetler vardır. Yaratılışımız­daki hikmete uygun hareket etmiş olmak için mükellef olduğumuz vazifeleri öğrenip yapmak ve mes’ul bulunduğumuz hal ve harekâtı anlayıp ona göre hatt-ı harekâtımızı tanzim etmemiz gerekmektedir, Allah (C.C.)’ı tanımak ve yalnız O’na kulluk yapmak gibi ulvî bir vazifeyi yüklenmiş bulunan insanlardan bu en mühim ve asıl vazifesini îfâ etmeyenler "Ekmel-i Mahlûkat" makamından alınıp "esfel-i sâfilîn" (aşağıların aşağısı) de­rekesine düşmüş olur. Buna sebep, vazife ve mes’ûliyetini bilmemek ve riâyet etmemek­tir. Şu halde mes’ul bulunduğumuz hususlara çok dikkat etmemiz gerekiyor.

Kalbimizden geçen fena vesveselerden, hayâlimizde doğan çirkin havâtır ve gönlü­müzde kalan kötülük emellerinden mes’ul müyüz, değil miyiz?.. Oldukça karışık ve fakat çok mühim olan bu hususta Müslüman kardeşlerimizden ekserisinin kesin ve mutlak olarak —kalbimizde bulunanlardan mes’ul olmadığımız— kanâatini taşımakta olduğuna şahit oldum. Bu bakımdan sayın okuyucularıma faydalı olmak ümidiyle bâzı hususları nakledeceğim.

Kalbimizden geçen her şeyi Allâhü Teâlâ’nın bildiği muhakkaktır. O, gönlümüzden geçen ve orada saklanan her şeyi, bakışımızdaki niyeti de tamamen bilir. Âyet-i kerîme­de şöyle buyuruluyor:

“Allah gözlerin hâinâne bakışını bilir ve sinelerin gizledikleri şeyi de bilir” (El- Mü’min Sûresi, Âyet: 19).

Bu hususu böylece kabul etmek Allah (C.C)’a îman cümlesindendir.

KALBİMİZDEKİ FENALIKLARDAN MES’UL OLMADIĞIMIZI ANLATAN DELİLLER:

1) Âyette;

"Allâhü Teâlâ kimseye gücü yettiğinden başkasını teklif buyurmaz" buyuruluyor. Kalbimizden geçenleri def etmek vüs’atimiz hâricindedir. Şu halde tâkatimiz hâricinde ol­duğundan kalb işlerinden mes’ul değiliz.

2) Ayetlerde cezâya sebep kesb tâbirine giren fiiller gösterilmektedir. Kesb ise el ve dil gibi zâhirî âzâlarla yapılan fiile denir.

3) Peygamber Efendimiz’in şöyle buyurduğu Ebû Hüreyre (R.A.)’den rivayet edil­miştir:

“Allah benim sebebimle ümmetimden gönüllerinden geçen yaramaz havâtırı, işlemedikçe veya söylemedikçe, affeyledi”.1

Bunlara bakınca kalbimizdekilerden muâhaze edilmeyeceğimiz gibi bir hüküm anlaşılıyorsa da bu ilk nazarda tahsil edilen hükümdür. Bu husustaki diğer delilleri de incelersek ancak hakîkat meydana çıkıyor. Evvelâ bu delillere biraz daha dikkatle bakalım ve bahsimize münâsip taraftarını bulalım:

a) Kalbe gelmesine mâni olamayacağımız sâdece vesveseler ve ânîde gelen arzu­lardır. Bunlara mâni olmak elimizde değildir. Bunlardan da mes’ul değiliz. Fakat bunlara azmetmek ve benimsemek bizim irademizle oluyor. İrademizle meydana gelen kötü emel ve azmimizden mesul tutulmamız vüs’at dışı bir teklif değildir.

b) Zahirî âzâların İşine kesb dendiği gibi kalbin işlerine de denir. Nitekim âyette şöyle gelmiştir:

"... Kalbinizin kesbettiği ile..."

c) Hadîs-i şerifte affolduğu bildirilen sâdece kalbe gayr-i ihtiyârî gelen ve def’ edilmesi mümkün olmayan vesveselerdir.

KALBİMİZDEKİLERDEN MES’UL OLDUĞUMUZU BİLDİREN DELİLLER:

Allah (C.C.) şöyle buyuruyor:

"Allâhu Teâlâ sîzleri yeminlerinizdeki lâğıvdan dolayı muâhaze etmez. Fakat sizleri kalblerinizin kesbettiği şey ile muâhaze buyurur ve Allâhü Teâlâ Gafûr’dur, Halîm’dîr."

(Bakara: 225).

Yemîn-i lâğıv, kasdî olmayan, yemin niyetiyle söylenmeyen veya doğru zannıyla yapılan yeminlerdir. Bunlar ma’füvdür.

"... Şehâdeti de gizlemeyiniz. Kim şahitliği gizlerse, şüphe yok ki, onun kalbi günahkârdır..." (Bakara: 283).

"Göklerde olanlar da, yerde bulunanlar da Allâh’ındır. Ve sizler nefislerinizde olanları saklasanız da veya gizleseniz de Allâhü Teâlâ sizi onunla muhâsebe edecektir..." (Bakara: 284).

"... Şüphe yok ki, kulak, göz, gönül, hepsinden sorulmuş olacaksınız." (İsrâ: 36).

"İman etmiş olanlar arasında çirkin, yaramaz şeylerin yayılmasını arzu eden kimseler için dünyâda ve âhirette pek acıklı bir azap vardır. Ve Allah bilir, sizler ise bilmez­siniz." (Nûr: 19).

Bu âyetler muvâcehesinde, —kalbimizde olanlardan mes’ul değiliz— sözünü mutlak olarak söyleyenlerin ne büyük hatâ yaptıkları anlaşılmış oluyor. İmânın ve takvanın ma­halli kalb olduğu gibi, şirkin, riyânın, kibir, haset, nifak … gibi birçok kötü ahlâk ve ha­ram işlerin mekânı da kalbtir.

Kalp işlerini aynı seviye ve hükümde tutanlar bu bahsin içinden çıkma imkânı bulamazlar. Halbuki hakîkat şudur ki, bu kalb işleri iki kısımdır. Bu bahiste aslolan mesele bu kısımları biribirinden ayırt etmektir.

1) Kalpte, hatırda doğup orada yerleşen, vukua gelmesine azmedilen ve benimse­nen, kalbin hükmü derecesinde olan niyet, emel, arzu ve fikirlerdir. Bu kısım kalp işlerin­den Müslümanlar mesuldürler.

2) Kalbde ânîde doğan ve def’ine muktedir olamadığımız vesvese, arzu ve hayâl­ler mes’ul olmadığımız kalb işleridir. Çünkü bunlar irade haricinde olup insanlar gelme­lerine mâni olamadığı, istemeyerek hatıra gelen ve mümini tiksindiren şeylerdir. Bun­lardan dolayı bir ceza görmeyeceğimiz bildirilmiştir. Yukarıda geçen âyet ve hadîs-i şerîflerden anlaşılan budur.

Bu bahiste asıl üzerinde durulan âyet, yukarıda yazdığımız Bakara Sûresinin 284. âyetidir.

"Gönlümüzde olanları açıklasak da, gizlesek de Allah bizi onlardan hesâba çekece­ği..." bildirilen bu âyet nâzil olunca (Tefsîr-î Kebîr ve Hâzin’de nakledildiğine göre) Ebû Bekir, Ömer, Abdurrahman ibn-i Avf, Muâz Radiya’llâhü anhüm ve Ashab’dan di­ğer bâzı kimseler Resûlullâh’a gidip;

"Yâ Resûla’llah! Namaz, oruç, cihad ve sadaka gibi tâkatımız yeten amellerle mükel­lef olduk. Fakat şu âyet sana nâzil oldu. Tâkatimiz yetmeyeceği işle mükellef tutulduk. Herbirimizin kalbine sâbit olmasını sevmediğimiz şeyler gelir" dediler.

Bunun üzerine Peygamber (S.A.S.) Efendimiz;

"Sizler, Yahûdîlerin peygamberlerine işittik isyân ettik, dedikleri gibi demek mi İstiyorsunuz? —Bundan sakının.— İşittik ve itâat ettik, deyiniz" buyurdular.

Ashab’dan orada bulunanlar emre uyarak, "İşittik, itâat ettik." dediler. Bu halde bir yıl kaldılar. Sonra Allah (C.C.) Bakara Sûresindeki 285. âyetini inzâl buyurdu.

Bununla üzerinde durulan yukarıdaki âyetin neshedildiği iddia ediliyorsa da bunu Tefsîr-i Kebîr, Medârik ve Hâzin reddettiği gibi Kâzî Tefsîrî de nazara almıyor. Bu iddia zayıf kalmış oluyor. Esasen haber mâhiyetinde olan delillerde nesh olup olmayacağı ihtilâflı olup, galip olan neshin ahkâm ve emirlerde olup, haberde câiz olmadığı tarafıdır. Şu halde âyet mensuh değildir.

Başka bir husus daha var ki; eğer —bu âyetten önce Müslümanlar kalbe gelen ve def edilmesi imkânsız olan vesvese ve hayâlâttan sakınmakla mükellef idiler— denirse, o takdirde ancak âyetin mensûh olduğuna hükmetmek sahîh olur. Halbuki bu yanlış olur. Çünkü teklif ancak kudret dâhilinde vârittir. Resûlullah Efendimiz ve ümmetine hiçbir za­man tâkat dışı teklif olmamıştır. Esâsen mezkûr âyet kalbe gelip def’i mümkün olmayan vesvese ve havâtırdan mes’ul tutulacağımıza delâlet etmiyor ki, mensûh olsun. Âyet, yu­karıda belirtildiği gibi azmedilen, kalpte temekkün edip benimsenen kötü arzu ve emel­lerden hesaba çekileceğimizi bildirmektedir.

Kâzî Tefsiri bu âyetteki —nefiste gizlenenler— kısmını şöyle tefsîr ederek; kalpte bulunup azmedilmiş olan kötülüklere azab ve mağfiretin terettüp edeceğini ve bunlar­dan mes’ul bulunduğumuzu, belirtiyor. Sirâcü’l-Münîr ve Celâleyn’de ise aynı husus da­ha kısa olarak anlatılmıştır.

Medârik ve Hâzin tefsirleri de âyeti aynı mealde tefsîr etmişlerdir. Hanefî mezhebine mensup bulunan Medârik sâhibi;2

"Vesveseler ve hadîsü’n-nefs denen insanın içinde uyanan geçici his ve hayâller insanın gizlediği ve sorumlu bulunduğu şeylere dâhil değildir. Çünkü bunlar, insan vüs’at ve kudretiyle ondan sıyrılıp kâlî kalamayacağı şeylerdendir. Amma insan i’tikad ettiği ve azmettiği şeylerden mes’uldür" diyor ve ayrıca kalpte olan azimden dolayı muâhazenin sâbit olduğunu, Şeyh Ebû Mansûr ile Şemsü’l-Eimme Hülvânî’nin de buna mâil bulunduklarını kaydediyor.

Bu âyetin şâhitliği gizleme hakkında olduğu ve bir evvelki âyetten de bunun anlaşıl­dığını ileri sürenlerin, Hâzin ve Râzî’nin îzâhına göre bu iddiaları zayıftır. Çünkü lâfız umûmîdir. Her ne kadar şâhitliği gizleme kaziyyesi akabinde vârid olmuşsa da ona tah­sisi îcâbetmez.

Allâhü Teâlâ bu âyette, hesâba çekeceğini bildiriyor, cezâ vereceğim demiyor, şek­linde vârid olan iddia ise doğru değildir. Çünkü O’nun hesâba çekmesi demek, iyiliklere mükâfat, kötülüklere cezâ vermesi demektir.

Tefsîr-i Kebîr’in nakline göre; Dahhâk, Hazret-i Âişe (R. Anhâ)’nin; "İçinden geçen kötülükler dolayısıyla Allâhü Teâlâ’nın kulunu muhâsebesi, dünyâda onu bir gam, hüzün ve ezâya müptelâ kılmasıyla olur. Âhirette ise ondan sorulmaz ve azap olunmaz" dediği­ni rivâyet etmiştir. Hâzin Tefsiri de bunu başka lâfızlarla Tirmizî’den naklediyor. Mü’min Sûresi’nin 18. âyetinde, her nefis yaptığının cezasını âhirette göreceği bildiriliyor. Bu­na göre cezâ dünyâda nasıl husûle gelir denebilir. Fakat âhirette cezâ görüleceği umûmî­dir. Bu sûretle husûsî olarak bâzı günahların cezâsı önceden dünyâda görülmüş olabilir.

Âyet-i kerîmenin devâmı olan, "Allah (C.C.) dilediğini affeder, dilediğine de azâb eder" nazm-ı ilâhiyesinin tefsirinde Fahr-i Râzî bu bahisle ilgili çok hoş bir mânâ veri­yor. Şöyle ki; İlâhî gufrân, bahsi geçen kötü havâtırın gelmesinden memnun olmayan, o vesveselerin gelmesini çirkin gören kimselerin nasîbi; azab da bu kötü hayâlâta ısrâr eden ve onlardan hoşlanıp seven kimselerin nasibidir, diyor.

Şunu da bilmek ve bundan dolayı şükretmek icâbeder ki, mes’ûliyet doğuracak dere­cede bir fenalığı kat’î surette niyete koyup azmettikten sonra Allah korkusu ve uhrevî mes’ûliyet duygusu galip gelmek suretiyle o kötülüğü niyetten çıkarmak, Allah (C.C.) korkusu ile terk etmek bir hasene —güzel amel— dir. Bu takdirde önceki kötülük niyet ve emelinden dolayı da bir gûnâ muâhaze olunmayacağımız bildirilmektedir. Çünkü bu bir nefis mücâdelesidir. En büyük ve en çetin, buna rağmen en lüzumlu cihattır. Bu hu­suslar yazımızın sonundaki Buhârî hadîsinden anlaşılıyor.

Tasarladıkları ve samîmî olarak arzuladıkları fenâlıkları fırsat bulamadıkları veya güç yetiremedikleri için yapamayan, dâimî fenâ niyette olan kişiler bunun cezâsından muaf değillerdir.

Yukarıda geçen hadîsde, içimize ânide doğup benimsenmeyen, arzu ve emel mâhiyyetini almayan vesveselerden ve geçici hislerden mes’ul olmadığımız anlaşılmaktadır. Aynî ismiyle ma’ruf Buhârî şerhinde3 anlatıldığı gibi, ma’siyet üzerine azmetmek ve diğer hased, kötülüğün yayılmasını sevmek gibi şeyler kalbde yerleştiği, tavattun ettiği takdirde onlardan muâhaze olunacağına şüphe yoktur. Hadîste bildirilen ise kalbde yerleşmeyenlerdir. Hadîsin lâfzında, kalbde yerleşenler de yerleşmeyenler de ma’füvdür, denilirse, yukarıda anlatıldığı gibi yalnız bir hadîse bakıp hükmetmek doğru olmaz. Kalbimizdekilerden mes’ul olduğumuzu bildiren delillerden, bunların toplamından çıkan ve alınacak hüküm budur.

Bir insan ânîde öfkelenerek kendisine küçük bir fenâlık yapana çok büyük bir kötü­lük yapmayı, hattâ onu öldürmeyi dahi düşünür. Fakat hemen, adam öldürmenin nasıl büyük günah olduğunu hatırlayarak, bu, gazâbın bir kötü te’sîri olduğunu anlar ve ısrar etmezse günâha girmemiş olur. Bu düşünceyi benimser ve o kimseyi öldürmeyi niyetine koyup azmederse, bu azminden dolayı —o emeline nâil olamasa bile— o fiili yapmış kadar olmamakla beraber günâha girmiş ve muâhazeye müstehak olmuştur. Bir zaman bu emeli taşıdıktan sonra nefis mücâdelesi sonunda bunu gönlünden çıkaran, fenalığını anlayarak yapmaktan vazgeçen kimseler de muâhazeden kurtarmış olduğu anlaşılmış olu­yor. Allah (C.C.); "—Günahlardan— temizlenen kimse felâha ermiştir." diyor,

Ânîde kalbe gelen vesveselerden —i’tikâdî bakımdan olsa bile— mes’ul olmadığı­mıza dâir fıkıh kitaplarımızda dahi kayıtlar vardır. Dürer’in Kitâbü’l-Kerâhiyyeti ve’l-istihsân bahsinde şu ibâre mevcuttur:

"Bir kimsenin kalbine, söylendiği takdirde küfrü îcâbettirecek bâzı şeyler gelse, o kimse bunları kerih görüp —benimsemediği— takdirde kendisine zarar vermez, O an­cak îmandandır".4

Şuna çok dikkat etmek lâzımdır ki, kalbe gelen vesveseler ile i’tikâdî husustaki şüp­he ve kalbe yerleşen tereddütler aynı değildir. Bunları karıştırmamak lâzımdır. İ’tikâdî mes’eleler hiçbir surette şüphe kaldırmaz. Kat’î inanç, azim ve cezm; tereddütsüz kabûl ve teslîm ister. Şüpheli olan deliller bile i’tikâdî bakımdan hüküm ifâde etmiyor. Zannî delille sâbit olan vacipler amelî bakımdan îfâsı farz gibi lüzumlu, terki azâbı îcâbettiren günah iken, bunlara i’tikat farzlar gibi lüzumlu görülmüyor ve inkâr edenlerin i’tikâdî bakımdan kaybı olmuyor.

İlm-i kelâm âlimlerimiz bir Müslümanın —şüphe ve tereddüt tazammun etmesi sebebiyle— İnşâ-Allah müslümanım, demesini dahi münâsip görmeyip, muhakkak müslümanım, demesi icâb ettiğini bildirmektedirler. Çünkü i’tikat kat’î kabül (cezm) derecesinde olan inançtır.

Bir müslüman —Allah korusun— küfre sâdece niyet etse bile i’tikâdını kaybetmiş oluyor. Mes’ûliyet doğurmayacak olan, şüpheler ve niyet mâhiyetini almayan vesvese ve gelip geçici hayâllerdir. Yoksa i’tikâda ârız olan ve kalbe yerleşen şüpheler bu muâfıyete dâhil değildir.

Bu bahiste göz önünde bulundurulması îcâbeden başka bir hadîs-i şerîf de şudur:

"İki müslüman kılıçları ile karşılaştıkları takdirde —öldüren ve ölenin— her biri Cehennem’dedir. Ashab sordu ki: Ey Allâh’ın Resûlü! Kâtil ma’lûm —Cehennem’dedir— mak­tul ne —için Cehennemde olacak?— Resûlullah (S.A.S.) buna cevaben buyurdu ki: O da arkadaşını öldürmeyi istiyordu"5.

Kalbimizdeki kötü emellerden ne derece mes’ul olduğumuz bu hadîs-i şeriften de açıkça anlaşılmaktadır.

Kalbimizdeki kötü niyet ve emelleri nasıl temizlemeğe çalışmalıyız? O fenalıkları en mühim mevki olan kalbimizde, gönlümüzde nasıl saklayabiliriz? Fenâ insanlar bir devletin en mühim mevkilerini tutarsa geriye kalanı rahat ve iyi halde bırakır mı? Kanı­mızı devreden cisim olan kalbimiz vücûdumuzda ne kadar önem taşıyorsa, özümüz, gön­lümüz demek olan kalbimiz de, mânâmız da o kadar mühimdir. Çünkü bu takdirde, inan­ma, şüphe, sevme, buğzetme, tiksinme, arzu, istek... gibi melekelerimizin mâhiyetini bile­mediğimiz mahalline kalb diyoruz. Bu i’tibarla kalb diğer âzâların kumandanı, kaptanı, âmiri mevkiindedir. Böyle bir mevki kötülerin elinde nasıl bırakılır?

Tarîkat-ı Muhammediye’de kalb için şöyle deniyor:

"Kalb, emrine itaat edilen, bütün âzâlarca emri dinlenen ve yerine getirilen hükmü geçerli bir pâdişâh ve diğer âzâlar da onun tebaası ve hizmetçileridir".6

Resûl-i Ekrem (S.A.S.) de bu hususta şöyle buyurmuşlardır:

"Cesette bir et parçası vardır ki, o ıslah olursa bütün ceset ıslah olur. O bozulursa bütün ceset bozulur. Dikkat edin, işte o kalbdir"7.

Kalbin hükmü bu derece geçerli olduğu için kalbimizde irâdemizle yerleşen emellerimizden mes’ûlüz. Yâni, kötü emel ve arzuları gönlümüzden çıkarmak, onları benimse­memek ve bu sûretle mücâdele etmekle mükellefiz. İnsanın bütün yaptığı önceden kalbin­de olan niyete göredir. Kalbde bir arzu mevcutsa ilk fırsatta o yapılacağı muhakkaktır. Aynı zamanda, kötülüğü kalbde saklamak, çıkmasına uğraşmamak o şahsın aslında fenâ kişilerden olduğunun neticesidir. Bir işin yapılmasını kötü bilen, onu yapma arzusunu içinden çıkarmadıkça iyilerden olamaz.

Kalbimiz nazargâh-ı İlâhîdir. Allah (C.C.) özümüz, hulâsamız ve idâre merkezimiz olan kalbimize bakar. Resûlullah Efendimiz (S.A.S.) şöyle buyurmuşlardır:

"Allah (C.C.) sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat ancak kalblerinize ve amellerinize bakar".8

İmânın mahalli bulunan, nazargâh-ı İlâhî olan kalblerimizi, gönüllerimizi fenâ emel ve kötü niyetlerden temiz bulundurmak gerekir. Sevdiğimiz ve hürmet ettiğimiz bir bü­yüğümüz bize misâfir geleceği zaman onu misafir edeceğimiz evimizi, bilhassa kalacağı odamızı, hattâ göreceği etrâfımızı temizler; hoşlanmayacağı eşyâyı, pislik teşkil eden her şeyi ortadan kaldırırız. Kalbimizi görecek olan Kâinatın Yaratıcısı Ulu Rabbimiz Allâhü Azîmü’ş-Şân’dır. Şu halde O’nun sevmediği ve men’ etmiş olduğu fenalıkların sevgi ve emelini kalbimizden silmeyi, gönlümüzden çıkarmayı da en önemli vazîfe bilmeliyiz.

Bu hususta yapacağımız iki vazife vardır. Bunlardan biri kötü arzuları kalbimizden çıkarmak ki, buna tahliye deniyor. Diğer vazîfemiz de iyilik emelleri ve iyilerin sevgisi ile kalbimizi süslemektir ki, buna da tehlike denir. Bu sûretle en önemli âzâmız olan kal­bimizi temizlemiş oluruz. İman, ancak bu şekilde temizlenmiş pâk kalblerde emniyette kalır. Kalb ancak bu şekilde nazar-ı İlâhîye hazırlanmış olur.

“Bu olur mu? Kalb işi bu. Elimizde değil" denmez. Allah (C.C.) kalb işi olan riya ve kibir gibi fenâlıkları kat’î sûrette haram etmiştir. Bu İlâhî nehiy bunlardan kurtulmaya gücümüz yettiğine delildir. Çünkü Allah (C.C.) gücümüz yetmeyeceği herhangi bir vazîfe ile bizleri mükellef tutmaz. Bunun mümkün olduğu tecrübe ile her gün görülen vak’alarla da sâbittir. Esâsen kendini düzeltmek, tevbekâr olmak isteyenler işe kalblerini düzeltmekle başlar. Fenâlık arzu ve sevgisi kalbden çıkarılmadıkça o terk edilemez. İçi kötülüklerle dolu olup bunlar: kalbinden çıkarmaya çalışmayan, yapmaya azmeden ve im­kân arayan kişiler o fenâlıkları yapmak için fırsat gözeten düşük seviyeli insanlardır.

Kıyamet gününde ancak, kalbinde dahi fenâlık arzu ve emeli bırakmayan, içi dışı temiz Müslümanlar selâmet bulacak ve muâhazeden salim kalacaktır. İşte âyet-i kerîme­nin meali:

"O —kıyâmet— öyle gün ki, ne mal fâide verir ve ne de oğullar. Ancak Allah (C.C.)’a salim bir kalble varan müstesnâ” (Şuarâ: 88-89).

Kalb-i selîm, cehâletten ve ahlâk-ı rezîleden selâmette olan kalb demek olduğu, Râzî tefsirinde anlatılmaktadır.

Cismin mizaç, terkip ve ittisaline lâyık olan şartların ve maddelerin bulunmasıyla vücut sağlam kalır, aksi takdirde hasta olur. Kalb de öyledir. Onun sıhhati ilim ve gü­zel ahlâk iledir. Bunlardan mahrum olan kalb hastadır. Havasız, susuz, gıdasız... kalan vücut gibidir. Şu halde kalbin selâmeti, bozuk i’tikatlardan, dünyevî şehvet ve lezzetlere haddi ve meşrûiyyeti aşan meyilden hâlî kalması, Allah korkusundan yumuşaması, güna­ha ve her türlü fenâlıklara sevgi ve arzu beslememesidir.

Bu âyette üzerinde durulacak mühim bir husus daha vardır. Sâlim kalble gelenler selâmet bulacağına göre, diğer âzâlarla işlenenlerin ehemmiyeti yok mu acabâ? Bu hu­susu inceleyen müfessirler, bâhusus Fahrüddîn-i Râzî diyor ki; aslolan kalbdir. Diğer âzâlar ona tabi’ olması i’tibariyle kalbin zikri ile iktîfâ edilmiştir. Binâenaleyh, kalb sâlim kalırsa, diğer âzâlar da sâlim kalmıştır.

Esâsen niyetsiz olan hatalardan sorumlu olmadığımız bu bahiste geçen —yemîn-i lâğv— ile ilgili âyetten de anlaşılmaktadır. Bunun hâricinde, irâdesi ile fenalıklar yapan­ların, kalbim temizdir, demeleri kuru bir iddiadan; ciddî söyleniyorsa gaflet ve cehâlet­ten başka bir şey değildir. İnsan robot değildir. Kalbinde tasarladığını yapar.

Kalblerimizi, niyetlerimizi düzeltelim.

Biz kalbimizi kötü emel, niyet ve arzulardan temizlemek için irâdemizi sarf ettiğimiz takdirde, irâdemiz hâricinde olarak gelen vesveselerden dolayı —onlara ısrar ve yapılmalarına azmetmedikçe— mes’ûliyyetimiz kalmamış olacağını bildiren bir hadîs-i şerifle ya­zımıza son veriyoruz:

"Abdullah İbn-i Abbas dedi ki: Peygamberimiz şöyle demiştir: Allah (C.C.) iyilikleri ve kötülükleri muhakkak yazdı. Sonra açıkladı ki, kim bir iyilik yapmayı ister de yapa­mazsa Allah ona tam bir sevap yazar. Eğer istediği o iyiliği yaparsa, Allah nezdinde on­dan yedi yüze kadar ve daha kat kat fazla sevap yazılır. Kim bir kötülük yapmak ister de —Allah korkusundan dolayı bundan— vazgeçerse Allah kendi katında tam bir sevap ya­zar. Eğer o kimse bir kötülük yapmak ister de onu yaparsa Allah (C.C.) onun için tek günah yazar".9

_________________________________________________________________

(1) Buhârî, c. 2, s. 50, Mısır 1320.
(2) Diğer ismi geçenler Şâfiî olduğu için bu tasrih edilmiştir.
(3) Buhârî Şerhi Aynî, c. 6, s. 214.
(4) Dürer, c, 1, s. 324, İstanbul 1308.
(5) Buhârî, c. 4, s. 138, Mısır 1320.
(6) Hâdımİ, c. 1, s. 420, İstanbul 1302.
(7) Buhârî, c. 1, s. 12, Mısır 1320,
(8) Râmuzu’l-Ahâdîs,
(9) Buhârî, c. 4, s. 79, Mısır 1320