İSLAM’DA MESULİYET DUYGUSU
Doç. Dr. Hayrani ALTINTAŞ
AHLAKİ MES’ULİYET, DAVRANIŞLARIN TAMAMINA YÖNELİKTİR BU YÖNDEN DAVRANIŞLAR, ÖNCE İNSANI DÜŞÜNMEYE SEVKETMEKTE, KARARLI BİR AN ÜZERİNDE ŞUURLANDIRMAKTADIR. BU, İSLAM DİNl’NÎN AHLÂKÎ MES’ULİYETE VERDİĞİ ÖNEMİ VE BUNA BAĞLI OLAN “VİCDAN MUHASEBESİ” FENOMENİNİN DEĞERİNİ GÖSTERMEKTEDİR. BÜYÜK MAHKEME ÖNÜNDE HESAP VERMEDEN ÖNCE İNSAN, NİYETLERİNDE, SÖZLERİNDE VE DAVRANIŞLARINDA ÇOK HASSAS, DİKKATLİ OLMAYA VE AHLAKİ MESULİYET GEREĞİNCE HAREKET ETMEYE ÇAĞRILIYOR.
İslâm dininde hilkatin bir gayesi vardır. Her şey bu gaye gereğince hareket eder veya bu gayenin gerçekleşmesine yardımcı olur.
Her şey yerli yerince yaratılmış olup, bir hikmete işaret eder. (1) Esasen yüce Allah’ın isimlerinden birisi de “Hakîm”dir. Bu isim, yaptığı her işte bir hikmet bulunan, hikmetli iş yapan mânâsındadır. Böylece, bir hikmete mebni olarak yaratılmış her varlığın, bir gayesi olduğu gibi, bu gayeye ulaşmak için uymak mecburiyetinde olduğu bazı kaideler vardır. İnsan haricindeki bütün varlıklar, Allah’ın koyduğu kanunlar dairesinde, bu kaidelere zorunlu olarak uymakta ve ebedî hayata müteveccihen insana hizmet etmektedirler. Ancak, insan böyle bir mecburiyet ve iradesizliğin dışında tutulmuştur: Çünkü o, kendisine verilen irade ile hürriyetine sahiptir. Bizzat kendisinde mevcut olan nimetlerle, kendi dışında, hayat onun emrine verilmiş nimetleri istediği şekilde kullanabilir. Ancak bu irade hürriyetine rağmen, o da başıboş bırakılmış değildir. Bazı kaidelere uyması tavsiye edilmiştir. Dünya, âhiret hayatını hazırlayan bir tarladır. Âhiret hayatı ise, mü’minler için cennet, kâfirler için cehennem hayatından ibarettir. İşte insanın âhirette cehennemden kurtulup, cennet hayatını sürdürebilmesi için ona bu dünyada uyması gereken kaideler bildirilmiştir. Bu kaideler İslâm’ın kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerîm’de toplanmış ve onu en iyi tatbik eden Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın hayatıyla şekillenmiştir.(2) Öyle ise Müslüman kişinin sürmek mecburiyetinde olduğu bir hayat şekli vardır. İnsan bu dünyada tamamen hür değildir. İslâmiyete inanıyorsa bazı kaidelere uyması gereklidir. Bu kaideler onda bir mecburiyet ve bu mecburiyet de, bir mesuliyet meselesini ortaya çıkarmaktadır.
Mes’uliyet, her şeyden önce bir niyet, kendini ayarlama işidir. Daha sonra, bu niyet ve ayarlamaya göre kendi güç ve kuvvetini olayların gelişmesine teksif etmektir. Bir başka mânâ, da: Mes’uliyet, insanın, kendi şahsiyetini ortaya koyan bir özelliğidir.
Buna göre hiç kimse özrü olmaksızın meşru özrü olmaksızın hiçbir kimse kendini bu mes’uliyetin dışında tutamaz ve tutulamaz. Onun için, fert, Allah’a karşı kulluğundan, cemiyet karşısında —onun bir üyesi olarak— üzerine yüklenen vazifelerinden, ailede baba çocuklarının maddi ve manevî yetişmelerinden sorumludur. Okulda öğretmen talebelerinden; işyerinde memur ve işçi, işin tam ve en güzel şekilde yapılmasından; hâkim adâletin tam olarak yerine getirilmesinden; yönetici idarenin tam olarak gerçekleştirilmesinden; polis halkın emniyetinden; bunlara kıyasla herkes bulunduğu mevki ve durumun gereklerinden mes’uldürler. İnsanın cemiyetin dışında yaşadığı düşünülse bile; o da, belirttiğimiz gibi, kulluğundan, kalbinin, düşüncesinin, fikrinin, zihninin ve zikrinin temizliğinden, saflığından, berraklığından, sıhhatinden mes’uldür. Bu mes’uliyet duygusu öyle bir incelik, öyle bir dikkat ister ki, hayatın her ânında insan onun gereklerini yapmış olsun.
Eğer mes’uliyetin bir hak ve vazife olduğu söyleniyorsa, bu hususun açıklığa kavuşturulması icap eder. Hak kimin hakkı, vazife kime karşıdır? Bu sorunun karşılığı, mes’uliyetin mânâsını daha da açıklığa kavuşturacaktır. Mademki mes’uliyetin bir mânâda mecburiyeti ihtiva ettiği kabul ediliyor, o halde şahsın verdiği karar, gerçekleştirilen fiilin tarzını da belirler. Diğer taraftan aynı mânâ, gereken yapılmadığı takdirde mecburiyeti koyan bir “Hâkim”in huzuruna çıkılacağını ve bu konuda muaheze edileceğini de kapsar, öyle ise mes’uliyet, mecburiyeti ortaya çıkarırken bu mecburiyeti vazeden bir kuvvetin varlığını kabul etmek gerekir. Acaba bu kuvvet veya hâkimin sıfatı ne olabilir? İnsan bu otoriteyi ya kendisi kurar veya başkalarının otoritesini kabul eder veyahut da bunların üzerinde daha üstün semavî bir otoriteyi kabul eder Ve mesuliyeti buna göre şekillenir, insanın kendi kendine meydana getirdiği otoritenin kişiye verdiği mes’uliyet hissi kendimizden kaynaklanır. Yani öyle bir mes’uliyet anlayışı içine girer, öyle bir şuur hali yaşarız ki, hiç kimsenin yapmaya mecbur olmadığı bir hareket tarzından kendimizi sorumlu hissederiz. Dışardan herhangi bir müdahalenin olmadığı anlarda düşülen bu şuur hali, sahip olunan fikirlerden neş’et eder ve hareket tarzı bizzat şahıstan gelir. Bir başka şekilde ise, dışardan kaynaklanır. Eğer otorite semavî ise, bu takdirde mes’uliyet şuuru iman ve emirlerle şekil ve vasıf kazanır çünkü mes’uliyet sonucu alınan kararda daima, mes’uliyeti emreden dıştaki veya semavî otoritenin mührü vardır. Esasen her mes’uliyet, kendisini emreden otorite ile renklenir. Bu yönden mes’uliyeti, yukardaki açıklamalara göre ahlâkî, içtimai ve dinî olarak üç vasıfta değerlendirebiliriz.
"Hepiniz çobansınız ve sürünüzden mes’ulsünüz.” (3) hadîsi, dinî, içtimaî ve ahlâkî mes’uliyeti ifade eden en güzel emirlerden biridir.
Kur’an-ı Kerîm’de Enfâl sûresinin 27. âyeti bunu en güzel ifade eden bir delildir.
“Ey İnananlar; Allah’a ve Peygambere karşı hainlik etmeyin, size güvenilen şeylere bile bile hıyanet etmiş olursunuz.”
Müslüman, Allah’ın Rablığını daha başlangıçta kabul etmiş ve bir mes’uliyetin altına girmiştir.
“…Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu, onlar da “Evet şahidiz” demirlerdi...” (4)
Çok önceden dini mahiyette verilmiş bir sözün, ahlâkî olmaması düşünülemez. Böyle bir söz, Rablığı kabul edilen Allah’ın emirlerine itaat edileceği, dolayısıyla de mes’uliyet altında olunduğunun ifadesinden başka bir şey olamaz. Nitekim insanın böyle bir’ mes’uliyet altına girdiği gene Kur’ân-ı Kerîm’de belirtiliyor:
“…O, sizden söz almıştı.” (5)
O halde İslâm, dininde mes’uliyetin üç vasfı, dinî, içtimâi ve ahlâki bir ve beraber mütalâa edilmelidir. Nitekim insan fert olarak kendisi ve içinde yaşadığı toplumda beraber bu ahdi veya andı kabul ettiğini belirtmiştir.
“Allah’ın size olan nimetini işittik, itaat ettik dediğinizde sizi andına bağladığı sözü anın,..”(6)
Bu bakımdan İslâm dininde mes’uliyet, daha insan ruhunun yaratılışı ânından itibaren başlamakta ve dinî bir karakter taşımaktadır. Bu dînî karekter sırasında ahlâki ve içtimâi bir çehre almaktadır. Esasen Rab-Kul ilişkisi de, bu duygunun, tamamen yaratılışın başlangıcında bulunduğunu açıkça ifade eder.
Terbiye edici, elbette, eğittiği nesneye, kendi emirleri ve eğitimi doğrultusunda yönlendirmek için, bir takım emir ve yasaklamalar uygulayacaktır. Allah “Rab” olarak daha başlangıçta bu hususları bildirmiştir. “Kulluk” hususiyetini taşıyan insan, bu emir ve yasaklamalara uymak mecburiyet ve mes’uliyetindedir; bunun için bir anlaşma yapılmış ve insan, kul ve mü’min olarak söz verip bir sözleşme imzalamıştır.
Artık bu sözleşmeden imzasını geri alamaz. Kendi lutfuyla bir borcu ödemeyi üstüne alan şahıs, sırası gelince borçlu durumuna düşer. Yani nafile bir ibadet yapmaya niyetlenen ve buna Allah’ı şâhit tutan bir mü’min, artık bir taahhüdün altına girmiştir ve onu yerine getirmek mecburiyetindedir. Onun için mü’minlerin bu konuda çok dikkatli davranmaları ve bir sorumluluk altına girdiklerini unutmamaları gerekir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm bu konudaki hassasiyeti şöyle belirtir:
“...Ahdi de yerine getirin, doğrusu verilen ahidde sorumluluk vardır.” (7)
Başkalarına karşı yerine getirilmeleriyle yükümlü olduğumuz görev veya mecburiyetler için de durum aynıdır. Meselâ çocuklarının hürmet ve itaati konusunda anne ve babanın haklarını kimse inkâr edemez. Kur’ân-ı Kerîm’in bu konudaki emri açıktır:
“Rabbin, yalnız kendisine ibadeti ve ana babaya iyilik etmeyi buyurmuştur.” (8)
Fakat anne ve babaya itaat ancak iman yolunda oldukları müddetçe mecburî olup aksi takdirde zorunlu değildir hatta onlar bir günah işlerse, bu kere çocuklar onları doğru yola çekmeye çalışırlar.
İnananlar üstlerine ve âmirlerine itaatla mükellef oldukları gibi —bu konuda bir çatışmaya düşülünce onu Allah’a ve Resulüne havale gerekir— yaptıkları anlaşma ve sözleşmelere de uymakla mükelleftirler. Bu husus doğrudan Kur’ân-ı Kerîm’in emridir.
“Ey inananlar! Ahidleri yerine getirin...’’(9) Çünkü yapılan her türlü anlaşma veya akitlerde bunun şâhidi olan Allah vardır. Bir defa O’nun şâhitliği kabul edilince, şâhit huzurunda tekrar ondan vazgeçmek tazminatı gerektiren bir durumu ortaya çıkarır. .
İslâm dinî Müslümanın her türlü söz, hareket, davranış hattâ niyetlerini ayarlar, yön verir.
“Müslüman elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir.” hadisi bunun en açık ifadesidir.
Daha önce, İslâm Dini’nde sözü edilen üç çeşit mes’uliyetin birbirinden kesin çizgilerle ve tamamen ayrılamayacaklarını, ilk ikisinin dini mes’uliyet içinde kaynaşabileceklerini söylemiştik. Ahlâkî olan bir mes’uliyetin aynı zamanda dinî olduğunu belirtmiştik. Kur’ân-ı Ke- rîm’de pek çok yerde zikredilen ahlâkî mes’uliyetle ilgili emirlerde, bütün insanlara birden hitap eder. Meryem sûresinin 93. âyeti bu hususu açıkça beyan eder:
“Göklerde ve yerde olan her şey Rahman’a boyun eğmiş kul olarak gelecektir.”
Allah’ın kul olarak insanlara yüklediği mes’uliyetten hiç kimsenin müstağni olması düşünülemez.
"Rabbine andolsun ki hepsini yaptıklarından sorumlu tutacağız.” (10)
Bu âyet-i kerîme kendilerine Peygamber gönderilenlerin sorguya çekileceklerini, bir önceki de herkesin yaptığından sorumlu olacağını bildirdiğine göre, kendisine peygamber gönderilmeyen hiçbir toplum yoktur. Buna cinler de dahildir. (11)
“Andolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere soracağız, peygamberlere de soracağız.” (12)
Görüldüğü gibi burada dinî bir mes”uliyetten bahsedilmektedir; ancak bu sorgulama sırasında nelerin sorulacağım belirten âyetler, bunun aynı zamanda ahlâkî mes’uliyetle ilgili olduğunu göstermektedir. Eğer ahlâkî bir davranış, şuura dayanan, düşünce mahsulü bir fiil ise, bu şuur halinin sonuç olarak neler ortaya çıkardığını gösteren bir davranış grafiğinin bulunması gerekir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm bu grafiğin insanla birlikte gerçekleştiğini ve mahşerde bunun kendisine gösterileceğini bildirmektedir. Böylece davranışların “ahlâkî” bir mes’uliyet hâline gelip sahibini de kendinden sorumlu kılmaktadır:
’Her insanın boynuna işlediklerini dolarız ve kıyâmet günü açılmış bulacağı Kitab’ı önüne çıkarırız. ‘Kitabını oku, bugün hesap görücü olarak sen kendine yetersin.’ Kim doğru yola gelirse, ancak kendi lehine yola gelmiş ve kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmıştır. Kimse kimsenin günahını çekmez. Biz Peygamber göndermedikçe kimseye azab etmeyiz.”(13)
Görüldüğü gibi, ahlâkî mes’uliyeti gerektiren hususlar tek tek kaydediliyor. Büyük mahkeme önünde hesap vermeden önce insan, niyetlerinde, sözlerinde ve davranışlarında çok hassas, dikkatli olmaya ve ahlâkî mesuliyet gereğince hareket etmeye çağrılıyor. Yani önce kendisine mesuliyeti hatırlatıyor, sonra bu mes’uliyetin sonucu hakkında bilgi sahibi yapılıyor; hayatını buna göre düzenlemesi isteniyor.
“İnsanoğlu önceden ne hazırladığını görecektir.” (14)
İnsan, daima bir hazırlığın içinde olmalı, daima bir nefis muhasebesi şuuruyla yaşamalıdır.
“İnsanoğlu ne yaptığını ve ne yapmadığını görür.” (15)
Öyle ise ahlâkî mes’uliyetin tevlid edeceği sonuç (ceza veya mükâfat), mes’uliyetin önceden bildirilmiş ve sonucunun açıklanmış olması yönünden oldukça önemlidir.
Mükâfatın yumuşaklığı kadar mücazatın şiddeti de insan şuurunu sarsan, mes’uliyetin büyüklüğünü ve ehemmiyetini gösteren bir derecededir:
“Amel defteri ortaya konunca, suçluların, onda yazılı alanlardan korktuklarını görürsün. ‘Vah bize, eyvah bize! Bu defter nasıl olmuş da küçük büyük bir şey bırakmadan hepsini saymış!’ derler. İşlediklerini hazır bulurlar. Rabb’in kimseye haksızlık etmez.” (16)
Geçmişte gerçekleştirdiği fiilleri, “o gün” olduğu kadar hiçbir zaman teferruatıyla hatırlayamayacak olan fail, kendi fiilleriyle gene kendisinin şuurlandırılışı karşısında bulunmaktadır. Her olay, en ince noktalarına varıncaya kadar, sahibine takdim edilmekte, milyarlarca insan zihni bir anda bir ömür boyu yapılanlarla bilgilendirilmektedir ki bu, mes’uliyet duygusunun intac ettiği büyük ve çetin bir hesaplaşmadır.
“... bâkî kalacak yararlı işler, sevap olarak da, emel olarak da Rabbi’nin katında daha hayırlıdır. Bir gün dağları yürütürüz de yeri dümdüz görürsün. Hiçbirini bırakmaksızın diriltip biraraya toplarız. Dizi dizi Rabbine sunulduklarında, onlara: “And olsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi, Bize geldiniz. Sizi bir yere toplamak isin söz vermediğimizi iddia etmiştiniz değil mi?” denir. Amel defteri ortaya konunca, suçluların, onda yazılı olanlardan korktuklarını görürsün, “Vah bize, eyvah bize! Bu defter nasıl olmuş da küçük büyük bırakmadan hepsini saymış!” derler, işlediklerini hazır bulurlar. (17)
Vicdan veya nefis muhasebesinin ne derece ince, dikkatli yapılması, mesuliyet ve mecburiyetlerin ne kadar büyük bir hassasiyetle yerine getirilmesi gerektiğinin şuuruna vardırmak için detaylar belirtilmektedir. Sorumluluk sadece istenilen, açığa vurulan veya gizlenen fiillere inhisar etmemekte, aynı zamanda bu fiillerin ortaya çıkmasına yardımcı bütün organları, düşünceleri ve kalbi de içine almaktadır:
“Bilmediğin bir şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.”(18)
İslâm ahlâkında mes’uliyet duygusunun, umûmî bir karakteri vardır. En küçük daireden en geniş olana kadar yayılan şuur hali, cihanşümul olma özelliğini her derecede gösterir. İnsan beden ve ruh olarak, biyolojik ve psikolojik hayatının her yönünden, her an sorumludur:
‘Sonra o gün, size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz” (19) âyetiyle müşahhaslaşan bu karakter, Hz. Peygamber Aleyhisselâm’m hadîslerinde daha da açıklık kazanır:
“Kıyâmet gününde herkese, hayatını nasıl geçirdiği, hareketlerini hangi sebeplerle gerçekleştirdiği, malını nerde kazandığı, nasıl kullandığı ve bedenini nasıl idare ettiği sorulacak. (20)
Ahlâkî mes’uliyetin en başta gelen şartı, ferdî olma özelliğidir. Bu konuda Kur’ân-ı Kerm’in şu âyeti oldukça açıktır:
“Allah kişiye ancak gücünün yettiği kadar yükler; kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülük de aleyhinedir.” (21)
Kişi kendince yerine getirilmesi gereken şartlardan birinde yanılgıya düşerse, Allah’dan af dileyebilmektedir. Ancak, şahsı bundan muaf tutmak veya bağışlamak, Allah’a ait bir husustur ve mes’uliyeti ortadan kaldırmaz:
“Rabbimiz, eğer unutacak veya yanılacak olursak, bizi sorumlu tutma.” (22)
Allah’ın emirleri dışında yapılan her fiil ancak şahsa râci olan cezaî bir durumdur.
“Kim bir günah işlerse, bunu ancak kendi aleyhine yapmış olur.” (23)
Öyle ise, Rabb’in emirleri doğrultusunda gerçekleştirilecek her hareket, doğrudan şahsa bir kazanç sağladığı ve onu sorumluluğu yönünde şuurlandırdığı gibi, aksine bir davranış da yine şahsa müteveccih bir cezayı gerektirir;
“Kim doğru yola gelirse kendi lehine yola gelmiş ve kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmıştır. Kimse kimsenin günahım çekmez.” (24)
Kişinin ahlâkî mes’uliyetinin karşılığı olarak kazanacağı sevap veya günahın yalnız kendisine ait olduğu muhtelif âyetlerde belirtilmiş, babanın oğula, oğulun da babaya bir fayda temin edemeyeceği anlatılmıştır.
“Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir.”(25)
İyi veya kötü bir karşılığı müstelzim olan her harekette sorumluluk sadece şahsa ait olduğuna göre, dışardan hiçbir yardım söz konusu değildir; Mademki kendisine verilen “her türlü nimetten” sorumludur; bunlar arasında bulunan, akıl, iz’an, şuur ve düşünme gibi yetenekleri kullanmadığından ötürü bizzat kendisi mes’uldür. Herkes kendi yaptığından sorumludur:
“İnkâr edenler inananlara: “Bizim yolumuza uyun da sizin günahlarınızı biz taşıyalım” derler. Oysa onların günahlarından hiçbirini yüklenecek değillerdir. Doğrusu onlar yalancıdırlar.” (26)
İnsan ancak kendi mes’uliyetinin karşılığını yüklenecektir:
“Onlar geçmiş bir ümmettir. Kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir. Onların yapmış olduklarından siz sorumlu değilsiniz.” (27)
Âyette açıkça görüldüğü gibi, insan daha önce yapılanlardan da sorumlu değildir. Onun mes’uliyeti, hayatı boyunca uymaya, yerine getirmeye mecbur olduğu prensipler ve emirler olarak Kur’ân-ı Kerîm’de bir düzen içinde belirtilmiştir.
Kendilerinin günahları yanında saptırdıklarının günahlarını kısmen yüklenenler ise, ikincilerin günahlarını yüklenmekle, onları kendi günahlarından muaf haline getirmiyorlar çünkü kendilerini saptıranları takip edenlerin yükü, birincilerden az olmayacaktır. Kur’ân’daki pek çok âyet buna işaret eder ve hükmü verir:
“İnkâr edenler: “Bu Kur’ân’a ve ondan öncekilere inanmayacağız” dediler. Sen bu zalimleri, Rablerinin huzurunda, dikilmiş oldukları zaman suçu birbirine atıp dururken bir görsen! Güçsüz sayılanlar, büyüklük taslayanlara: “Siz olmasaydınız biz inanmış olacaktık” derler. Büyüklük taslayanlar, güçsüz sayılanlara: “Size doğruluk rehberi geldikten sonra ondan sizi biz mi alıkoyduk?’ Hayır; zaten suçlu kimselerdiniz” derler. Güçsüz sayılanlar da büyüklük taslayanlara: “Hayır gece gündüz hile kuruyor ve bize Allah’ı inkar etmemizi, O’na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz” derler. Azabı gördüklerinde, ettiklerine içleri yanar. İnkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar vururuz. Yaptıklarından başka (bir şeyin mi cezasını çekerler?”(28)
Allah’ın insanı işledikleri suç miktarınca mesul tutacağı şüphesizdir. Ancak herhangi bir mesuliyeti yapan, yaptıran ve yapılmasına sebep olanların suç nisbetlerinin artacağı âyetlerde ve hadislerde açıkça belirtilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber: “Yeryüzünde haksızca işlenen her katl, kısmen, Âdem oğullarından katli ilk yapana yönelecektir. (29) buyuruyor. Şüphesiz bu konudaki dayanağı Mâide suresinin 32. âyetidir: “Kim bir kimseyi, bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur.”
İnsanları saptırmak ve sapanlara mani olmayıp da, bilakis teşvik etmek elbette mes’uliyeti intac eder. Nitekim Kur’ân bu durumu tenkit ve mahkum eder:
“Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mani olmuyorlardı, tapmakta oldukları ne kötü idi.” (30)
Hayatta iken yapılan iyi veya kötü işlerin, ölümümüzden sonra hesap defterlerine yeni kayıtlar yapması da mümkündür. Hz. Peygamberin, amel defterleri kapanmayan kişileri sıralayan hadîsini hatırlamak gerekir. İnsanlığın felâketine sebep olan davranışların cezalarının da aynı şekilde devam etmesi mümkün görünüyor.
Görülüyor ki, İslâm Dini insanı başıboş bırakmamış, ona bazı görevler ve mesuliyetler yüklemiştir. Bunlar mü’minin maddî ve mânevi hayatını düzenleyen ferdî, içtimâî, ahlâkî ve dinî mecburiyetlerdir.
(1) Bkz. Âl-i tmrân (3), 191. Bu acıdan İslâm düşüncesinde finalizm veya ga- yecillk vardır.
(2) Krş. Ahzab (83), 21.
(3) [(Mü’minun 23), 7-8].” "Bu sınırı aşmak isteyenler, iste banlar aşırı gidenlerdir. Onlar emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler.”
(4) Araf (7), 173.
(5) Hadid (57), 8
(6) Mâide (5), 7.
(7) İsra (17), 34.
(8) İsrâ (17), 23.
(9) Maide (5), 1.
(10) Hicr (15), 93.
(11) “Ey cin ve insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan bugünle karşılaşmanızdan sizi uyaran peygamber gelmedi mi?” (En’am, 130). Bkz. Tur (52), 56.
(12) A’raf (7), 6.
(13) Isrâ (17), 13-15.
(14) Tekvir (81), 14.
(15) înfitar (82), 5.
(16) Kehf (.18), 49.
(17) Kehf (18), 46-49.
(18) İsrâ (17), 36.
(19) Tekâsür (102), 8.
(20) Tirmizî, K. Sıfâtu’l-Kıyâme B. 1.
(21) Bakara (2), 286.
(22) Bakara (2), 286.
(23) Nisa (4), 111.
(24) İsra (17, 15 Ayrıca bk.: Zümer (39), 7.
(25) Mü’min (40), 17.
(26) Ankebût (29), 12.
(27) Bakara (2), 141.
(28) Sebe’ (34), 31-33.
(29) Buharî, K. İ’tisame.
(30) Mâide (5), 79.