Makale

İSLAM’DA MESULİYET DUYGUSU

İSLAM’DA MESULİYET DUYGUSU

Doç. Dr. Hayrani ALTINTAŞ

AHLAKİ MES’ULİYET, DAV­RANIŞLARIN TAMAMINA YÖNELİKTİR BU YÖNDEN DAVRANIŞLAR, ÖNCE İN­SANI DÜŞÜNMEYE SEVKETMEKTE, KARARLI BİR AN ÜZERİNDE ŞUURLANDIRMAKTADIR. BU, İSLAM DİNl’NÎN AHLÂKÎ MES’ULİYETE VERDİĞİ ÖNEMİ VE BUNA BAĞLI OLAN “VİC­DAN MUHASEBESİ” FENO­MENİNİN DEĞERİNİ GÖS­TERMEKTEDİR. BÜYÜK MAHKEME ÖNÜNDE HESAP VERMEDEN ÖNCE İNSAN, NİYETLERİNDE, SÖZLERİN­DE VE DAVRANIŞLARINDA ÇOK HASSAS, DİKKATLİ OL­MAYA VE AHLAKİ MESU­LİYET GEREĞİNCE HARE­KET ETMEYE ÇAĞRILIYOR.

İslâm dininde hilkatin bir ga­yesi vardır. Her şey bu gaye ge­reğince hareket eder veya bu ga­yenin gerçekleşmesine yardımcı olur.

Her şey yerli yerince yaratılmış o­lup, bir hikmete işaret eder. (1) Esa­sen yüce Allah’ın isimlerinden biri­si de “Hakîm”dir. Bu isim, yaptığı her işte bir hikmet bulunan, hikmetli iş yapan mânâsındadır. Böylece, bir hikmete mebni olarak yaratılmış her varlığın, bir gayesi olduğu gibi, bu gayeye ulaşmak için uymak mecbu­riyetinde olduğu bazı kaideler var­dır. İnsan haricindeki bütün var­lıklar, Allah’ın koyduğu kanunlar dairesinde, bu kaidelere zorunlu ola­rak uymakta ve ebedî hayata müte­veccihen insana hizmet etmektedirler. Ancak, insan böyle bir mecburiyet ve iradesizliğin dışında tutulmuş­tur: Çünkü o, kendisine verilen ira­de ile hürriyetine sahiptir. Bizzat kendisinde mevcut olan nimetlerle, kendi dışında, hayat onun emrine verilmiş nimetleri istediği şekilde kullanabilir. Ancak bu irade hürri­yetine rağmen, o da başıboş bı­rakılmış değildir. Bazı kaidelere uy­ması tavsiye edilmiştir. Dünya, âhiret hayatını hazırlayan bir tarla­dır. Âhiret hayatı ise, mü’minler için cennet, kâfirler için cehennem ha­yatından ibarettir. İşte insanın âhirette cehennemden kurtulup, cennet hayatını sürdürebilmesi için ona bu dünyada uyması gereken kaideler bildirilmiştir. Bu kaideler İslâm’ın kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerîm’de top­lanmış ve onu en iyi tatbik eden Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın hayatıy­la şekillenmiştir.(2) Öyle ise Müslü­man kişinin sürmek mecburiyetinde olduğu bir hayat şekli vardır. İnsan bu dünyada tamamen hür değildir. İslâmiyete inanıyorsa bazı kaide­lere uyması gereklidir. Bu kaideler onda bir mecburiyet ve bu mecburiyet de, bir mesuliyet meselesini orta­ya çıkarmaktadır.

Mes’uliyet, her şeyden önce bir niyet, kendini ayarlama işidir. Daha sonra, bu niyet ve ayarlamaya göre kendi güç ve kuvvetini olayların gelişmesine teksif etmektir. Bir baş­ka mânâ, da: Mes’uliyet, insanın, ken­di şahsiyetini ortaya koyan bir özel­liğidir.

Buna göre hiç kimse özrü olmak­sızın meşru özrü olmaksızın hiçbir kimse kendini bu mes’uliyetin dışın­da tutamaz ve tutulamaz. Onun için, fert, Allah’a karşı kulluğundan, cemiyet karşısında —onun bir üyesi o­larak— üzerine yüklenen vazifelerinden, ailede baba çocuklarının maddi ve manevî yetişmelerin­den sorumludur. Okulda öğretmen talebelerinden; işyerinde memur ve işçi, işin tam ve en güzel şekilde yapılmasından; hâkim adâletin tam olarak yerine getirilmesinden; yönetici idarenin tam olarak gerçekleştiril­mesinden; polis halkın emniyetinden; bunlara kıyasla herkes bulunduğu mevki ve durumun gereklerinden mes’uldürler. İnsanın cemiyetin dı­şında yaşadığı düşünülse bile; o da, belirttiğimiz gibi, kulluğundan, kal­binin, düşüncesinin, fikrinin, zihni­nin ve zikrinin temizliğinden, saflı­ğından, berraklığından, sıhhatinden mes’uldür. Bu mes’uliyet duygusu öy­le bir incelik, öyle bir dikkat ister ki, hayatın her ânında insan onun ge­reklerini yapmış olsun.

Eğer mes’uliyetin bir hak ve vazife olduğu söyleniyorsa, bu hususun açıklığa kavuşturulması icap eder. Hak kimin hakkı, vazife kime karşı­dır? Bu sorunun karşılığı, mes’uliye­tin mânâsını daha da açıklığa ka­vuşturacaktır. Mademki mes’uliyetin bir mânâda mecburiyeti ihtiva ettiği kabul ediliyor, o halde şahsın verdiği karar, gerçekleştirilen fiilin tarzını da belirler. Diğer taraftan aynı mâ­nâ, gereken yapılmadığı takdirde mecburiyeti koyan bir “Hâkim”in huzuruna çıkılacağını ve bu konuda muaheze edileceğini de kapsar, öyle ise mes’uliyet, mecburiyeti ortaya çıkarırken bu mecburiyeti vazeden bir kuvvetin varlığını kabul etmek gerekir. Acaba bu kuvvet veya hâki­min sıfatı ne olabilir? İnsan bu oto­riteyi ya kendisi kurar veya baş­kalarının otoritesini kabul eder veyahut da bunların üzerinde daha üstün semavî bir otoriteyi kabul eder Ve mesuliyeti buna göre şekillenir, insa­nın kendi kendine meydana getirdiği otoritenin kişiye verdiği mes’uliyet hissi kendimizden kaynaklanır. Yani öyle bir mes’uliyet anlayışı içine gi­rer, öyle bir şuur hali yaşarız ki, hiç kimsenin yapmaya mecbur olmadı­ğı bir hareket tarzından kendimizi sorumlu hissederiz. Dışardan herhan­gi bir müdahalenin olmadığı anlarda düşülen bu şuur hali, sahip olunan fikirlerden neş’et eder ve hareket tarzı bizzat şahıstan gelir. Bir baş­ka şekilde ise, dışardan kaynaklanır. Eğer otorite semavî ise, bu takdirde mes’uliyet şuuru iman ve emirlerle şekil ve vasıf kazanır çünkü mes’u­liyet sonucu alınan kararda daima, mes’uliyeti emreden dıştaki veya se­mavî otoritenin mührü vardır. Esasen her mes’uliyet, kendisini emreden otorite ile renklenir. Bu yönden mes’uliyeti, yukardaki açıklamalara göre ahlâkî, içtimai ve dinî olarak üç vasıfta değerlendirebiliriz.

"Hepiniz çobansınız ve sürünüz­den mes’ulsünüz.” (3) hadîsi, dinî, içtimaî ve ahlâkî mes’uliyeti ifade eden en güzel emirlerden biridir.

Kur’an-ı Kerîm’de Enfâl sûresi­nin 27. âyeti bunu en güzel ifade eden bir delildir.

“Ey İnananlar; Allah’a ve Peygambere karşı hainlik etmeyin, size güvenilen şeylere bile bile hıyanet etmiş olursunuz.”

Müslüman, Allah’ın Rablığını daha başlangıçta kabul etmiş ve bir mes’uliyetin altına girmiştir.

“…Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu, onlar da “Evet şahi­diz” demirlerdi...” (4)

Çok önceden dini mahiyette ve­rilmiş bir sözün, ahlâkî olmaması düşünülemez. Böyle bir söz, Rablığı kabul edilen Allah’ın emirlerine itaat edileceği, dolayısıyla de mes’uliyet altında olunduğunun ifadesinden baş­ka bir şey olamaz. Nitekim insanın böyle bir’ mes’uliyet altına girdiği gene Kur’ân-ı Kerîm’de belirtiliyor:

“…O, sizden söz almıştı.” (5)

O halde İslâm, dininde mes’uliye­tin üç vasfı, dinî, içtimâi ve ahlâki bir ve beraber mütalâa edilmelidir. Nitekim insan fert olarak kendisi ve içinde yaşadığı toplumda beraber bu ahdi veya andı kabul ettiğini belirt­miştir.

“Allah’ın size olan nimetini işit­tik, itaat ettik dediğinizde sizi andına bağladığı sözü anın,..”(6)

Bu bakımdan İslâm dininde mes’uliyet, daha insan ruhunun yara­tılışı ânından itibaren başlamakta ve dinî bir karakter taşımaktadır. Bu dînî karekter sırasında ahlâki ve iç­timâi bir çehre almaktadır. Esasen Rab-Kul ilişkisi de, bu duygunun, tamamen yaratılışın başlangıcında bu­lunduğunu açıkça ifade eder.

Terbiye edici, elbette, eğittiği nesneye, kendi emirleri ve eğitimi doğrultusunda yönlendirmek için, bir takım emir ve yasaklamalar uygula­yacaktır. Allah “Rab” olarak daha başlangıçta bu hususları bildirmiştir. “Kulluk” hususiyetini taşıyan insan, bu emir ve yasaklamalara uymak mecburiyet ve mes’uliyetindedir; bu­nun için bir anlaşma yapılmış ve in­san, kul ve mü’min olarak söz verip bir sözleşme imzalamıştır.

Artık bu sözleşmeden imza­sını geri alamaz. Kendi lutfuyla bir borcu ödemeyi üstüne alan şahıs, sırası gelince borçlu duru­muna düşer. Yani nafile bir ibadet yapmaya niyetlenen ve buna Allah’ı şâhit tutan bir mü’min, artık bir taahhüdün altına girmiştir ve onu ye­rine getirmek mecburiyetindedir. O­nun için mü’minlerin bu konuda çok dikkatli davranmaları ve bir sorum­luluk altına girdiklerini unutmama­ları gerekir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm bu konudaki hassasiyeti şöyle belirtir:

“...Ahdi de yerine getirin, doğ­rusu verilen ahidde sorumluluk var­dır.” (7)

Başkalarına karşı yerine getiril­meleriyle yükümlü olduğumuz görev veya mecburiyetler için de durum aynıdır. Meselâ çocuklarının hürmet ve itaati konusunda anne ve baba­nın haklarını kimse inkâr edemez. Kur’ân-ı Kerîm’in bu konudaki emri açıktır:

“Rabbin, yalnız kendisine iba­deti ve ana babaya iyilik etmeyi bu­yurmuştur.” (8)

Fakat anne ve babaya itaat an­cak iman yolunda oldukları müddet­çe mecburî olup aksi takdirde zo­runlu değildir hatta onlar bir gü­nah işlerse, bu kere çocuklar onları doğru yola çekmeye çalışırlar.

İnananlar üstlerine ve âmirleri­ne itaatla mükellef oldukları gibi —bu konuda bir çatışmaya düşü­lünce onu Allah’a ve Resulüne hava­le gerekir— yaptıkları anlaşma ve sözleşmelere de uymakla mükellef­tirler. Bu husus doğrudan Kur’ân-ı Kerîm’in emridir.

“Ey inananlar! Ahidleri yerine ge­tirin...’’(9) Çünkü yapılan her türlü anlaşma veya akitlerde bunun şâhidi olan Allah vardır. Bir defa O’nun şâhitliği kabul edilince, şâhit huzurunda tekrar ondan vazgeçmek tazminatı gerektiren bir durumu or­taya çıkarır. .

İslâm dinî Müslümanın her türlü söz, hareket, davranış hattâ niyetle­rini ayarlar, yön verir.

“Müslüman elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir.” hadisi bunun en açık ifadesidir.

Daha önce, İslâm Dini’nde sözü edilen üç çeşit mes’uliyetin birbirin­den kesin çizgilerle ve tamamen ayrılamayacaklarını, ilk ikisinin di­ni mes’uliyet içinde kaynaşabileceklerini söylemiştik. Ahlâkî olan bir mes’uliyetin aynı zamanda dinî ol­duğunu belirtmiştik. Kur’ân-ı Ke- rîm’de pek çok yerde zikredilen ahlâ­kî mes’uliyetle ilgili emirlerde, bütün insanlara birden hitap eder. Meryem sûresinin 93. âyeti bu hususu açıkça beyan eder:

“Göklerde ve yerde olan her şey Rahman’a boyun eğmiş kul olarak gelecektir.”

Allah’ın kul olarak insanlara yüklediği mes’uliyetten hiç kimsenin müstağni olması düşünülemez.

"Rabbine andolsun ki hepsini yaptıklarından sorumlu tutaca­ğız.” (10)

Bu âyet-i kerîme kendilerine Peygamber gönderilenlerin sorguya çekileceklerini, bir önceki de herkesin yaptığından sorumlu olacağını bil­dirdiğine göre, kendisine peygamber gönderilmeyen hiçbir toplum yoktur. Buna cinler de dahildir. (11)

“Andolsun ki, kendilerine pey­gamber gönderilenlere soracağız, pey­gamberlere de soracağız.” (12)

Görüldüğü gibi burada dinî bir mes”uliyetten bahsedilmektedir; ancak bu sorgulama sırasında nelerin sorulacağım belirten âyetler, bunun aynı zamanda ahlâkî mes’uliyetle il­gili olduğunu göstermektedir. Eğer ahlâkî bir davranış, şuura dayanan, düşünce mahsulü bir fiil ise, bu şuur halinin sonuç olarak neler ortaya çı­kardığını gösteren bir davranış gra­fiğinin bulunması gerekir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm bu grafiğin insanla birlikte gerçekleştiğini ve mahşerde bunun kendisine gösterileceğini bildirmektedir. Böylece davranışların “ahlâkî” bir mes’uliyet hâline gelip sahibini de kendinden sorumlu kıl­maktadır:

’Her insanın boynuna işledikleri­ni dolarız ve kıyâmet günü açılmış bulacağı Kitab’ı önüne çıkarırız. ‘Ki­tabını oku, bugün hesap görücü ola­rak sen kendine yetersin.’ Kim doğ­ru yola gelirse, ancak kendi lehine yola gelmiş ve kim de saparsa an­cak kendi aleyhine sapmıştır. Kimse kimsenin günahını çekmez. Biz Pey­gamber göndermedikçe kimseye azab etmeyiz.”(13)

Görüldüğü gibi, ahlâkî mes’uliyeti gerektiren hususlar tek tek kay­dediliyor. Büyük mahkeme önünde hesap vermeden önce insan, niyetle­rinde, sözlerinde ve davranışlarında çok hassas, dikkatli olmaya ve ahlâ­kî mesuliyet gereğince hareket etme­ye çağrılıyor. Yani önce kendisine mesuliyeti hatırlatıyor, sonra bu mes’uliyetin sonucu hakkında bilgi sahibi yapılıyor; hayatını buna göre düzenlemesi isteniyor.

“İnsanoğlu önceden ne hazırladı­ğını görecektir.” (14)

İnsan, daima bir hazırlığın için­de olmalı, daima bir nefis muhasebe­si şuuruyla yaşamalıdır.

“İnsanoğlu ne yaptığını ve ne yapmadığını görür.” (15)

Öyle ise ahlâkî mes’uliyetin tevlid edeceği sonuç (ceza veya mükâfat), mes’uliyetin önceden bildirilmiş ve sonucunun açıklanmış olması yö­nünden oldukça önemlidir.

Mükâfatın yumuşaklığı kadar mücazatın şiddeti de insan şuurunu sarsan, mes’uliyetin büyüklüğünü ve ehemmiyetini gösteren bir derecede­dir:

“Amel defteri ortaya konunca, suçluların, onda yazılı alanlardan korktuklarını görürsün. ‘Vah bize, eyvah bize! Bu defter nasıl olmuş da küçük büyük bir şey bırakmadan hepsini saymış!’ derler. İşlediklerini hazır bulurlar. Rabb’in kimseye hak­sızlık etmez.” (16)

Geçmişte gerçekleştirdiği fiille­ri, “o gün” olduğu kadar hiçbir za­man teferruatıyla hatırlayamayacak olan fail, kendi fiilleriyle gene ken­disinin şuurlandırılışı karşısında bulunmaktadır. Her olay, en ince nok­talarına varıncaya kadar, sahibine takdim edilmekte, milyarlarca insan zihni bir anda bir ömür boyu yapılanlarla bilgilendirilmektedir ki bu, mes’uliyet duygusunun intac ettiği büyük ve çetin bir hesaplaşmadır.

“... bâkî kalacak yararlı işler, sevap olarak da, emel olarak da Rabbi’nin katında daha hayırlıdır. Bir gün dağları yürütürüz de yeri düm­düz görürsün. Hiçbirini bırakmak­sızın diriltip biraraya toplarız. Dizi dizi Rabbine sunulduklarında, onlara: “And olsun ki, sizi ilk defa yarattığı­mız gibi, Bize geldiniz. Sizi bir yere toplamak isin söz vermediğimizi id­dia etmiştiniz değil mi?” denir. Amel defteri ortaya konunca, suçluların, onda yazılı olanlardan korktuklarını görürsün, “Vah bize, eyvah bize! Bu defter nasıl olmuş da küçük büyük bırakmadan hepsini saymış!” derler, işlediklerini hazır bulurlar. (17)

Vicdan veya nefis muhasebesinin ne derece ince, dikkatli yapılması, mesuliyet ve mecburiyetlerin ne kadar büyük bir hassasiyetle yerine getirilmesi gerektiğinin şuuruna vardırmak için detaylar belirtilmektedir. Sorumluluk sadece istenilen, açı­ğa vurulan veya gizlenen fiillere inhisar etmemekte, aynı zamanda bu fiillerin ortaya çıkmasına yar­dımcı bütün organları, düşünce­leri ve kalbi de içine almaktadır:

“Bilmediğin bir şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.”(18)

İslâm ahlâkında mes’uliyet duy­gusunun, umûmî bir karakteri vardır. En küçük daireden en geniş olana kadar yayılan şuur hali, cihanşümul olma özelliğini her derecede gösterir. İnsan beden ve ruh olarak, biyolojik ve psikolojik hayatının her yönün­den, her an sorumludur:

‘Sonra o gün, size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksi­niz” (19) âyetiyle müşahhaslaşan bu karakter, Hz. Peygamber Aleyhisselâm’m hadîslerinde daha da açıklık kazanır:

“Kıyâmet gününde herkese, ha­yatını nasıl geçirdiği, hareketlerini hangi sebeplerle gerçekleştirdiği, malını nerde kazandığı, nasıl kullan­dığı ve bedenini nasıl idare ettiği sorulacak. (20)

Ahlâkî mes’uliyetin en başta ge­len şartı, ferdî olma özelliğidir. Bu konuda Kur’ân-ı Kerm’in şu âyeti oldukça açıktır:

“Allah kişiye ancak gücünün yettiği kadar yükler; kazandığı iyi­lik lehine, ettiği kötülük de aleyhi­nedir.” (21)

Kişi kendince yerine getirilmesi gereken şartlardan birinde yanılgıya düşerse, Allah’dan af dileyebilmektedir. Ancak, şahsı bundan muaf tut­mak veya bağışlamak, Allah’a ait bir husustur ve mes’uliyeti ortadan kal­dırmaz:

“Rabbimiz, eğer unutacak veya yanılacak olursak, bizi sorumlu tut­ma.” (22)

Allah’ın emirleri dışında yapılan her fiil ancak şahsa râci olan cezaî bir durumdur.

“Kim bir günah işlerse, bunu ancak kendi aleyhine yapmış olur.” (23)

Öyle ise, Rabb’in emirleri doğ­rultusunda gerçekleştirilecek her ha­reket, doğrudan şahsa bir kazanç sağladığı ve onu sorumluluğu yö­nünde şuurlandırdığı gibi, aksine bir davranış da yine şahsa müteveccih bir cezayı gerektirir;

“Kim doğru yola gelirse kendi lehine yola gelmiş ve kim de sapar­sa ancak kendi aleyhine sapmıştır. Kimse kimsenin günahım çek­mez.” (24)

Kişinin ahlâkî mes’uliyetinin kar­şılığı olarak kazanacağı sevap veya günahın yalnız kendisine ait olduğu muhtelif âyetlerde belirtilmiş, ba­banın oğula, oğulun da babaya bir fayda temin edemeyeceği anlatılmış­tır.

“Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir.”(25)

İyi veya kötü bir karşılığı müstelzim olan her harekette sorumlu­luk sadece şahsa ait olduğuna göre, dışardan hiçbir yardım söz konusu değildir; Mademki kendisine verilen “her türlü nimetten” sorumludur; bunlar arasında bulunan, akıl, iz’an, şuur ve düşünme gibi yetenekleri kullanmadığından ötürü bizzat ken­disi mes’uldür. Herkes kendi yaptı­ğından sorumludur:

“İnkâr edenler inananlara: “Bi­zim yolumuza uyun da sizin günahlarınızı biz taşıyalım” derler. Oysa onların günahlarından hiçbirini yük­lenecek değillerdir. Doğrusu onlar yalancıdırlar.” (26)

İnsan ancak kendi mes’uliyetinin karşılığını yüklenecektir:

“Onlar geçmiş bir ümmettir. Kazandıkları kendilerine, sizin ka­zandıklarınız da sizedir. Onların yapmış olduklarından siz sorumlu değilsiniz.” (27)

Âyette açıkça görüldüğü gibi, insan daha önce yapılanlardan da sorumlu değildir. Onun mes’uliyeti, hayatı boyunca uymaya, yerine getir­meye mecbur olduğu prensipler ve emirler olarak Kur’ân-ı Kerîm’de bir düzen içinde belirtilmiştir.

Kendilerinin günahları yanında saptırdıklarının günahlarını kısmen yüklenenler ise, ikincilerin günahla­rını yüklenmekle, onları kendi gü­nahlarından muaf haline getirmiyor­lar çünkü kendilerini saptıranları takip edenlerin yükü, birincilerden az olmayacaktır. Kur’ân’daki pek çok âyet buna işaret eder ve hükmü verir:

“İnkâr edenler: “Bu Kur’ân’a ve ondan öncekilere inanmayacağız” dediler. Sen bu zalimleri, Rablerinin huzurunda, dikilmiş oldukları zaman suçu birbirine atıp dururken bir gör­sen! Güçsüz sayılanlar, büyüklük taslayanlara: “Siz olmasaydınız biz inanmış olacaktık” derler. Büyüklük taslayanlar, güçsüz sayılanlara: “Si­ze doğruluk rehberi geldikten sonra ondan sizi biz mi alıkoyduk?’ Hayır; zaten suçlu kimselerdiniz” derler. Güçsüz sayılanlar da büyüklük tas­layanlara: “Hayır gece gündüz hile kuruyor ve bize Allah’ı inkar etme­mizi, O’na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz” derler. Azabı gördük­lerinde, ettiklerine içleri yanar. İn­kâr edenlerin boyunlarına demir hal­kalar vururuz. Yaptıklarından başka (bir şeyin mi cezasını çekerler?”(28)

Allah’ın insanı işledikleri suç miktarınca mesul tutacağı şüphesiz­dir. Ancak herhangi bir mesuliyeti yapan, yaptıran ve yapılmasına sebep olanların suç nisbetlerinin artacağı âyetlerde ve hadislerde açıkça belir­tilmektedir. Nitekim Hz. Peygam­ber: “Yeryüzünde haksızca işlenen her katl, kısmen, Âdem oğullarından katli ilk yapana yönelecektir. (29) buyuruyor. Şüphesiz bu konudaki dayanağı Mâide suresinin 32. âyeti­dir: “Kim bir kimseyi, bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa kar­şılık olmadan öldürürse, bütün in­sanları öldürmüş gibi olur.”

İnsanları saptırmak ve sapanlara mani olmayıp da, bilakis teşvik etmek elbette mes’uliyeti intac eder. Nitekim Kur’ân bu durumu tenkit ve mahkum eder:

“Birbirlerinin yaptıkları fenalık­lara mani olmuyorlardı, tapmakta ol­dukları ne kötü idi.” (30)

Hayatta iken yapılan iyi veya kötü işlerin, ölümümüzden sonra hesap defterlerine yeni kayıtlar yapması da mümkündür. Hz. Peygam­berin, amel defterleri kapanmayan kişileri sıralayan hadîsini hatırlamak gerekir. İnsanlığın felâketine sebep olan davranışların cezalarının da aynı şekilde devam etmesi mümkün görü­nüyor.

Görülüyor ki, İslâm Dini insanı başıboş bırakmamış, ona bazı görev­ler ve mesuliyetler yüklemiştir. Bun­lar mü’minin maddî ve mânevi ha­yatını düzenleyen ferdî, içtimâî, ah­lâkî ve dinî mecburiyetlerdir.

(1) Bkz. Âl-i tmrân (3), 191. Bu acıdan İslâm düşüncesinde finalizm veya ga- yecillk vardır.

(2) Krş. Ahzab (83), 21.

(3) [(Mü’minun 23), 7-8].” "Bu sınırı aşmak isteyenler, iste banlar aşırı gidenlerdir. Onlar emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler.”

(4) Araf (7), 173.

(5) Hadid (57), 8

(6) Mâide (5), 7.

(7) İsra (17), 34.

(8) İsrâ (17), 23.

(9) Maide (5), 1.

(10) Hicr (15), 93.

(11) “Ey cin ve insan topluluğu! Si­ze âyetlerimi anlatan bugünle karşılaşmanızdan sizi uyaran peygamber gelmedi mi?” (En’am, 130). Bkz. Tur (52), 56.

(12) A’raf (7), 6.

(13) Isrâ (17), 13-15.

(14) Tekvir (81), 14.

(15) înfitar (82), 5.

(16) Kehf (.18), 49.

(17) Kehf (18), 46-49.

(18) İsrâ (17), 36.

(19) Tekâsür (102), 8.

(20) Tirmizî, K. Sıfâtu’l-Kıyâme B. 1.

(21) Bakara (2), 286.

(22) Bakara (2), 286.

(23) Nisa (4), 111.

(24) İsra (17, 15 Ayrıca bk.: Zümer (39), 7.

(25) Mü’min (40), 17.

(26) Ankebût (29), 12.

(27) Bakara (2), 141.

(28) Sebe’ (34), 31-33.

(29) Buharî, K. İ’tisame.

(30) Mâide (5), 79.