Makale

İFTİRA ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ

İFTİRA ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ

Dr. Ali Osman KOÇKUZU

İnsan, yeryüzüne birtakım gö­rev ve salahiyetlerle donatılarak, Allah’ın en seçkin mahlûku olarak gönderilmiştir. Bu görevler, Allah’a kulluk noktasında zirveye ulaşır. Vazifesini hakkıyla yapan Allah’a ve insanlara yönelik her türlü görevi­ni gereği gibi ifa eden, kimse en iyi bir kuldur.

Ubûdiyyet vazifemizde biz in­sanlar, madde ve manamızı güzel­leştirmemize yardım eden unsurlara daha çok yer verme durumundayız. Bu noktada bizim kişi ve toplu­luk olarak ahlâkımız, davranışları­mız en az inanç ve ibadetlerimiz ka­dar ehemmiyet arz eder çünkü inanç ve ibadetlerimizde ferdilik hâkimdir. Başkasına tesiri dolaylı olmaktadır. Gerçi inançsız ve ibadetsiz kişilerin de âile ve cemiyetlerine zararları vardır ama onlar sakin ve kendi kabına çekilmiş iseler, bir bakıma âile ve cemiyet onların tecavüzlerinden kurtulmuştur. Hâlbuki ahlâk ve davranışlarda, âile ve cemiyetin fay­da ve zarar görmesi daha da belir­gindir. Ahlâklı bir kişi âilesi, çev­resi ve milleti için bir iyilik kaynağı ve bir rahmet bulutu demektir.

Ahlâksızlıkla savaş, önce “iyi ahlâklı bir kişi olmaya çalışmak”la başlar. Dînî yönü yanında iyi bir Müslüman, aynı zamanda iyi ahlâk sahibi olmaya da mecburdur. “İyi bir Müslüman zaten iyi ahlâklı bir in­sandır” ölçüsü doğrudur. Fakat kanaatimizce eksiktir. Dış görünüş iti­barıyla dinin isteklerini yerine geti­ren bir kişi, bazen beklenenin aksine ahlakı zayıf kalabilmektedir.

Ahlâkı, “insandaki oturmuş iyi ve kötü huylar” meydana getirir. İlk insan ve ilk peygamberden gü­nümüze kadar, iyi ve kötü huylar incelenmiş, insanlara yeteri kadar tanıtılmıştır ama insan her gün bu bilgileri yeniden hatırlama ile eksik­lerini daha iyi giderme yolları bu­lacaktır. Biz bu yazımızda İFTİRÂ’dan söz edeceğiz.

“İftirâ-bühtân; bir kimseye ya­landan cünah (günah) ve meâyip (ayıplar) isnat etmek demektir. Bunu din-i mübin tecviz etmediği gibi, akıl dahi câiz görmez ve mürtekibini adam yerine koymaz. İftira ne kadar etraflı olursa olsun, müfterinin ağzından murdar murdar dökülür belli olur. İftiranın hacalet ve rezâletten ve sahibine müfteri namı ka­zandırmaktan başka faydası yok­tur”.(1)

İftira denilen rezil huyu, küçük bir ahlâk sözlüğü böyle tanıtır. Onun Müslümanlıktaki, cemiyetlerdeki ye­rine, müfterinin düşük değerine, ke­lime ve huy olarak manasına temas ederek, sözlerini şöyle bitirir: “...gü­nâhı yine başka”.

İftira, kelime ve huy olarak YA­LAN ile ilgilidir. (2) Gerek bir terim ve gerekse cemiyet hayatında çok rastlanan bir kötü huy olarak iftira ile kısaca; “bir şahsa, bir kitleye veya müesseseye, onlarda olmayan bir takım kötü halleri ve faaliyet­leri isnat etmek” manası kastedi­lir. (3)

Kur’ân-ı Kerim’de ve Peygambe­rimizin mübarek sözlerinde, insan­lıkla yaşıt zannettiğimiz bu huy­dan bahsedilir. İnsanların, sadece kendileri gibi insanlara değil, Allah’a ve onun elçilerine yaptıkları iftiradan da söz edilir.

İftiracı, yalancı olduğu kadar, ayrıca zalimdir de çünkü o, ha­kikatin yerinden oynamasına, fikir­lerin inhirafına vesile olur. Fikir­ler, ameller ve davranışlar yerli ye­rinde konulmaz ve gerçekleştirilmez­se; değer hükmüne bağlanmazlarsa orada zulüm hemen baş gösterir.

Olmamış bir nesneyi olmuş gibi göstermek; yalanı gerçek olarak takdim etmek acaba müfteriye neler ka­zandırır? Onun iftiradan bekledikleri nelerdir? Ahlakçılar, iftiracı ile hasetçi arasında benzerlik bulmak­tadırlar. İşin içinde çekememe başta olmak üzere bazı hesaplar bulunmak­tadır. Muhatabımızdan, çekemediği­miz güzel hasletlerin veya mevkiin alınması, onun faziletten ve mevkiin­den yoksun kalması iftiracının bek­lediği husustur. Yaptığı iftira buna hizmet edecektir. İftira ile muhata­bın cemiyet içindeki manevi nüfuzu sarsılmak istenir. Ortada cemiyet yoksa iki kişinin birbirine iftirası­nın da bir anlamı bulunmamakta­dır. Masum insanların belâya uğra­ması, nâs karşısında küçük duruma düşmesi, hep beklenen semerelerdir. Burada dikkat çeken bir nokta da şu­dur: “iftirâ edilen şahıs, neticede berat bile etse, üzerinde, bir iz kal­ması müfterinin bekledikleri arasın­dadır.” Türkçedeki bir atasözü bi­ze durumu daha iyi açıklar: “Tilki tilkiliğini ispat edinceye kadar, post elden gider”. İşte müfterinin istediği budur. Ortalığı sis ve dumana bo­ğacaktır. İftira ettiği kişi temize çık­mak için çalışırken, müfteriye post kalacaktır. Acaba iş umulduğu gibi zuhur eder mi? Bu husus münakaşa götüren bir husustur. Yalnız şurası muhakkaktır ki iftira; sonuçta sahi­bine utanç ve rezillik dışında bir şey kazandırmamaktadır. Dolayısıyla in­sanların yapacağı bir iş değildir. Allah hayvanları bile böyle bir fiilden beri kılmıştır.

Bu ahlâksızlık ve ruh hastalığında, yalan başta olmak üzere pek çok fenalık iç içe bulunmaktadır. Bu yüzden iftira vakasının psikolojik ve sosyolojik tahlili oldukça izafi kalacaktır.

İftiranın her müfterideki zu­hur şekli, cereyan tarzı, gelişme­si ayrı ayrıdır. Sebepler ve hedef­ler de çok kere değişik olmakta­dır. Meselenin çözümünde ve bir hük­me bağlanmasında, tevbekâr olan müfterinin samimî itirafları, kendi ruh durumlarını ihlâsla tasvirleri belki bizlere sûretâ bir şeyler anla­tabilecektir. Haksızlık, zulüm, kar­şımızdaki kişinin korunması gereken ırz, nâmus ve mukaddesâtına saygı­sızlık, onlara tecavüz... iftiranın zararlarından yalnız bir kaçıdır.

İftiranın; fert, âile ve cemiyet ahlâkımız ve hayatımız üzerindeki yıkıcı tesiri, açtığı derin yaralar küçük görülmemelidir. İftira yüzünden nice insanlar, nice masumlar huzurlarını, hatta sağlıklarını kay­beder ve bunlardan habersiz olan müfterinin kurbanı olurlar. Belki de onun tarafından, kahkahayla giz­lice seyredilirler.

Her hâdisede olduğu gibi, bir iftira vakasında da birkaç kişinin rolü vardır. Bu kişileri şöylece sıra­lamak mümkündür:

1. İftiraya hedef olan veya olanlar; İftira kurbanları,

2. Müfteri, iftira da en büyük hizmeti gören kişi,

3. Aradaki inanan veya inanmış görünen; aldatılan yahut işine uy­gun geldiği için aldanmayı tercih e­den; iftira müddetince istihdam edi­len, (kullanılan) fertler ve topluluk­lar.

Bunlara bir dördüncü zümre ek­leyebiliriz; topluluğun diğer fertleri. Meseleden haberdar olan ve sadece seyreden insanlar. Bu dört unsurun da problemde ayrı ayrı rolleri, yap­ması veya kaçınması gereken görev ve davranışları mevcuttur. Hepsi bi­lerek veya bilmeyerek iftiranın için­de yahut dışında, fakat daima iftira fiilinde red olmaktadır.

Bu tür ortak işlerde, kişilerin bir kısmını suçsuz, diğerini suçlu ilân etmek meselenin çözümlünü ver­memektedir. Burada suçlu tespitinden çok, herkesin aldığı rolü teşhir ve onları nefis muhasebesine davet söz konusudur. Bilerek veya bilmeyerek rol aldığımız bu tür bir vakadan, gün aydınlanıp karanlıklar izale o­lunca, türlü bahaneler arayarak ken­dimize teberri etmek çıkar yol olma­maktadır. Mertçe suçunu itiraf da, bir noktada meselenin halli için kâfi değildir. Müslümanca bir çözüm yo­lunda; af dileme, maddî ve manevî tazminat, meselenin doğru olan şekli­ni açıklama ... gibi pek çok hizme­tin yapılması belki yaranın tedavisinde yarayışlı olabilir. Unutulmaması gereken bir diğer nokta şudur; hayatta pek çok vaka tekerrür halindedir. Ahlâklı insan odur ki, aldatıldığı bir vakanın benzerinde gözlerini açar ve­ya açması için Allah’a niyâz eder. Şimdi bu kişilerle ilgili bazı husus­ları hatırlayalım:

A — İftiraya uğrayan kişi;

Bu zatın içinde bulunabileceği çeşitli durumlardan sadece ikisini zikredelim. Kendisi ya ihmâller, kö­tülüğe yaklaşmalar veya bilgisizlik yüzünden iftiracıya malzeme verir yahutta iftira vakasında masumdur; yapılan isnattan tamamen beridir. Bu ikinci durumda iftiraya, uğrayan kişi, yöneltilen tecavüzlere, yapılan ezaya sabır ve tahammül gösterirse, şüphesiz Allah katında yüce mevki kazanma. Yine de diğer şahıslara, iftira konusu olan meselenin hakîkî yüzünü açıklaması; bir nevi savun­mada bulunması faydalıdır. Birinci durumda iftiraya uğrayan kişi ise, nispeten suçlu olmaktadır. İhmal, ted­birsizlik, bilgisizlik bir dereceye ka­dar affedilirse de maruz kalınan iftira daha büyük belalara ve ifti­ranın kitlede karışıklığa sebep olması halinde fert mesul olur. Bu mes’ûliyet, hukûkî ve manevidir. Di­limizde bazı yörelerde söylenen bir söz vardır: “Deve üstünde kuduz da­lar”. Bununla; erişilmesi güç dere­cede yükseklikte bulunanlara ve şahsiyetlere de çamur atılabileceği kastedilir. Temiz şahsiyetlere iftira edildiği zaman onların berâetleri için söylenen bu söz; hiç umulmadık bir tarzda suç isnadı ile karşılaşıldığı anda da söylenir. Kısaca ifade eder­sek, haksız yere suç isnat olunan; iftiraya hedef olan kişi, cemiyette değeri arttığı gibi, Allah katında da manevî ecirler almış olur.

B — İftiracı, müfteri olan kişi:

İftiracı, bu işi bile bile (ankasdın) yapıyorsa, yani ortaya atıp tezgâhladığı haber veya hâdisenin hakikatinden haberdâr ise -ki çok defa durum böyledir ve iftira için bu şarttır-kendisinin dünya ve âhiret hayatı lekelenmektedir. Artık ken­disi âdî bir kişidir. Bu tür insanlar çok kere belâlarını dünyada iken bu­lurlar. Masum insanların bedduâları onların yakasını bırakmaz. Eğer iftiracımız ahmak ve perde arkasındaki insanların âleti ise, ona acımak; aklını erdirmek için kendisiyle ’ko­nuşmak, söz dinlemezse doğru yola gelmesi için Allah’a niyazda bulun­mak gerekir. Bu yol müminler için en güzel yoldur. İftiraya alet olan kişiye düşen, hiç olmazsa maddî za­rarlarda tazmine iştirâk etmektedir.

Müfterinin ve özellikle âlet olan kişinin hâlini tasvir edince, ister is­temez bize düşen vazifeler hatırımı­za gelmektedir. Bizler müfteri du­rumuna düşmemek için dürüst olmak mecbûriyetindeyiz. Delil ve mesnetten uzak, sadece zanna dayanarak her­hangi bir konuda konuşmayacağız. Aslını bilmediğimiz ve araştırmadı­ğımız konularda dilimizi ve kale­mimizi suça ortak etmeyeceğiz. Be­lirli iftira çalışmalarının; destekçisi, fetvacısı, şakşakçısı ve hele yayıncı­sı hiç olmayacağız. Yok, böyle yap­mayıp da bir menfaat umarak, me­selenin yalan olduğunu bilerek, işi­mize, mefkûremize uygun geldiği için iftiraya inanmış gözükeceksek; ona çarşı pazar yayacaksak; dükkan dükkan, dernek dernek gezip onu neşredeceksek o başka bir durum arz eder. Böyle davranışlar için Müslümanlık başka hükümler ve isimlendirmeler getirmiştir.

C — Hâdisede üçüncü şahıs du­rumunda olan muhataplar ve âlet görevi yapanlar:

İftirada âlet durumundaki kişi­yi; muhataptan ayırmak faydalı­dır. Onun durumuna az önce bi­raz temas ettik. Asıl büyük kitleyi teşkil eden, haberleri dinleme­ye ve inanmaya hazır bekleyenlerin de bu meselede sorumlulukları var­dır. Bu tür insanlar da; meselenin esasını bilmeden hiç olmazsa ona inanmamalı ve onu yaymamalıdır.

İlim hayatımızda, politikada, ce­miyet ve ticâret hayatımızda her an iftira vakası ile karşılaşmamız mümkündür. Bazen iftira, kişilerin âile hayatlarına bile bir noktada girmektedir. Bu itibarla temiz olduk­larına inandığımız kimselere atılan çamurlara göz yummadan onları sa­vunmalıyız. Bu Müslümanlara dü­şen bir görevdir. İftiraya göz yum­mak; daha büyük yaralar açılmaması için ses çıkarmamak, müfterileri da­ha azgınlaştırmakta öteye gitmez. Son zamanlarda ülkenin her kesi­minde bunun pek çok misâlleri gö­rülmüştür.

İftiranın düşmanımızda iz bı­rakması ümit edilir. Bu iz ve bu ala, bazen içte de olabilmektedir. Öyle dürüst görünen kişiler vardır ki, onların izleri içtedir ve bu iz müfteriliğin izidir. Dünya hayatın­da bu adamlar dürüst de görülse âdi kişilerdir.

İftira illeti —maalesef—, sade insanlardan çok, okumuş; ilim ve mevki sahibi olmuş, din ve idare hayatımızda yer tutmuş kişiler ara­sında yaygındır. Bir köylü, bir es­naf ve bir sanatkâr... Bazen âlimin, idarecinin, okumuş aydın kişilerin birbirlerine yönelttikleri iftiralara hayretler içimde muttali olmakta; onları akıl ve havsalasına sığdıramamaktadır çünkü onlarda iftira henüz bu seviyeyi bulmamıştır.

Umumi mahiyetteki bu girişten sonra; iftiranın mâhiyetini, menşei­ni, nevilerini; Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamberimizin sözlerindeki yerini; fert ve cemiyet hayatı açısından za­rarlarını, ondan korunma yollarını anlatmaya çalışalım.

Ahlakçıların belirttiklerine göre, insan ruhundaki kuvvetler, göster­dikleri faaliyetler sonunda fazilet ve rezilet denilen huylar meydana gelir. Bunlar iyi ve kötü hasletler; huylar ve netice itibariyle davranış biçimleridir. Bir bakıma faziletin menşei, insan ruhunda mevcut kuv­vet ve melekeler olmaktadır. Kaynak ruhtur. O saflaşır ve berrak bir hal alırsa; ferdin manevi yapısı; ruhu­nun çalışması ve bu çalışmaya bağ­lı olarak vücut bulan semere de temizlenmiş olacaktır.

Faziletler adâlet, şecâat, iffet gi­bi tek ve başlı başına bir huy oldu­ğu gibi, reziletler de; korkaklık, zü­lüm, iffetsizlik gibi müstakil huylar olmaktadır. Bunlar yanında karma­şık yapıda, bir takım karışımlar so­nucu meydana gelmiş fazilet ve re­zillikler de vardır. Çok girift yapı­da olan bu huylardan birisi de iftiradır. Onda belirli bir ölçüde ya­lan ve haset dışında, daha pek çok kötülükler de bulunmaktadır. İftiranın bu karmaşık yapısı, tahlilde güç­lükler arz etmektedir.

Yeniden yalan uydurma(4), mutlak manada yalan söyleme (5) gibi manalara da gelen iftira kelimesin­de; “vuku bulmamış bir şeyi is­nat, yalan söz peyda eylemek” manaları da tespit olunmuştur. (6) Fîrûz-âbâdinin işaret ettiği gibi, iftira aynı zamanda “kürk giymek” demektir.(7) Yalnız müfterinin işi bu sefer ters olmaktadır; kendisi ye­rine, başka, birisine iftira libasını ve kürkünü giydirmektedir. Kim bilir belki de kendisi manevî manada âdiliğin ve hacâletin ateşten kür­künü benliğine dolamaktadır? İfti­ra herhangi manada alınırsa alın­sın bir fazilet değil, bir rezillik tü­rüdür. Semtinden şiddetle kaçınma­mız istenen bu kötü huyun mahi­yeti ve muhtelif ahlâk sistemlerin­deki yeri yazımızın tümü ile bir neb­ze belirecektir. Şimdi bir Kur’ân-ı Kerim’e dönelim ve orada bulduğu­muz iftira ile ilgili âyetleri nakle­delim:

A —- Allah’a iftira ve ümmetlerin bu konudaki durumları:

Kitabımız Kur’ân’da mevcut o­lan yirmi kadar âyet-i kerîmede; “Allah’a karşı yöneltilen iftiralar­dan, sebeplerinden ve bu kötü işin cezasından” söz edilir. Cenâb-ı Allah bu fi’li irtikâp edenlerden “en zalim kişiler” olarak bahseder. Sözü edi­len bu yirmi âyetin meallerini oku­yucularımıza arz etmeyi faydalı görü­yoruz.

Âl-i İmrân sûresinin 94. âyetin­de, “Tevrâtı okuyup, gerekli tebliğe muhatap olarak doğru yola eriştik­ten sonra Allah’a yalan yere iftira edenlere” temas edilir. Nisâ sûresin­de (âyet, 48) ise, “Allah’a ortak koşmak” bir nev’i iftira olarak anı­lır, el-En’âm sûresinin 21, 93 ve 144. âyetlerinde de; “Allah adına yalan düzme, kendisine vahiy gelmez iken vahiy geliyor gibi davranma, Allah’ın âyetlerini yalan sayma” fi­illeri hep iftira türleri olarak veril­mektedir.

Dikkat edilecek olursa, Allah’a yapılan iftiralarda müşterek olan nokta; “bütün peygamberlerce teb­liğ olunan aynı talimata; Allah’ın zât, sıfat ve fiilleri hakkındaki ilâ­hi tebliğlere yönelmiş olan sapık i­nanç ve telâkkiler”dir... Allah’ın zâ­tı hakkında mümkün olmayan bu tür telâkkilere inanan kişiler, elbette ki bir nev’î iftiracı olmaktadırlar. Di­ğer bazı iftiralar da şunlardır: “Allah Teâlâ’ya demediğini isnat et­mek (el-A’râf sûresi, âyet: 37), gönderdiği kitabı reddetmek (Hûd sûresi, âyet: 18), Allah’a evlât is­nadı (es-Saff sûresi, âyet: 7). Ko­nuyu uzatmamak için, âyetlerin bir kısmının sûre ismi ve ayet numara­ları vermekle iktifa edeceğiz.

Burada insanın hatırına şöyle bir soru gelebilir: Allah’a yöneltilen her çeşit iftira acaba zararlı olabi­lir mi? Çünkü Allah her türlü te­sirden beridir. Meseleyi Allah’ın za­tı açısından değil, cemiyetteki çe­şitli kültür ve akıl seviyesindeki in­sanlar açısından düşünmemiz gerekmektedir zira dünya, ilimde ne kadar ileri giderse gitsin, teknoloji­de ne kadar gelişirse gelişsin, bir bakıma insanın aldanma durumu, yanılma hali her zaman mevcuttur. Üstelik yanıltan kişiler de her za­man bulunacaktır. Diyebiliriz ki, Allah ile ilgili inançlarında insanları dalâlete düşüren; Allah’a iftira ederek müminleri yoldan çıkaran insanlar, Allah’a iftira konusunu, ce­miyete zararlı bir mesele haline ge­tirmektedirler. Yoksa bizatihi za­rara muhatap olan Zât-ı Bârî değil­dir. İnsanlara manevî önder olan kişilerin, zaman zaman kendi inanç­larını; Allah hakkındaki telâkki ve imanlarını kontrol etmeleri, terbiye­lerini üslendikleri kişilerin Allah Teâlâ ve O’nun emirleri hakkındaki telâkkilerini araştırıp; yanılmaları düzeltmeleri gerekir, öyle söz ve sohbetler yapılır ki, orada Allah’a bilmeden veya ihmâl neticesi iftira­lar edilebilir. Bunların misallerini burada zikretmek istemiyoruz; ama arzu eden her ilim sahibi, çevresini tetkik ederse, kâfi derecede misalle­re rastlayacaktır.

B — Diğer insanlara yapılan iftiralar:

Kur’ân-ı Kerîm’deki iftiraya atıf yapan âyetlerin bazılarını gördük. Diğer bir miktar âyet daha var ki, orada iftiraya uğrayanlar değinmek­te; müfteri olan insanlar, bu âyet­lerin belirttiğine göre, kendileri gibi insanlara iftira etmektedirler. İn­sanlara yapılan iftiralar içinde en tehlikeli olan, peygamberlere ve on­ların yakınlarına yönelen iftiralar­dır. Özellikle bizim peygamberimize hemşehrilerinin yaptıkları iftiralar da kitâb-ı kerimimizde yer almak­tadır.

Peygamberlere ve özellikle bi­zim peygamberimize yapılan iftira­ların mühim bir kısmı, onların ki­şiliklerinden ayrı olarak nübüvvet­lerine yapılmaktadır. Müfteri onlara; İsâ, Musâ, Dâvud, İbrahim, Muham­med Mustafa (s.a.s) oldukları için değil, “peygamber olup; tebliğde bu­lundukları için” çamur atmaktadır. İftiracılar, peygamberliğine inanma­dıkları zatı çok kere yalancılıkla le­kelemeye çalışırlar. Gerek yalan ve gerekse diğer sıfatlar o nebide bu­lunmadığı için de, bunları yayanlar; ortaya atanlar müfteri olmaktadır­lar. Peygamberlerin hayat ve kıssaları anlatılan her sûrede bu misalle­re rastlanır. Peygamber efendimize karşı düzenlenen iftiralar içinde, Kur’ân-ı Kerîm’e yöneltilmiş olan­larında, onun, uydurma olduğu iddia edilir. Bir kaç âyet meâli okuyalım:

1. "Yoksa onu (peygamber) kendiliğinden uydurdu mu diyorlar. De ki: Öyleyse, eğer iddianızda doğ­ru söyleyenler iseniz, siz de onun benzeri bir sûre getirin” (9)

2. “ (Peygamberim) belki onu (Kur’ân’ı) kendiliğinden uydurdu derler. De ki: eğer ben onu kendim uydurdumsa, günahı benin üstüme olsun. Hâlbuki ben sizin (böyle bir iftira ile) irtikâp edegeldiğiniz gü­nahtan tamamen uzağım”.(10)

3. “Bu Kur’ân Allah’ındır. Baş­kasının uydurması değildir”.(11)

Bu misallerde de görüldüğü gibi, iftira eden, seçtiği, hedefteki en can alıcı yere ve İslâmın en büyük kay­nağına nişan almış durumdadır. Ak­lınca Kur’ân-ı Kerîm, ona yaptığı, iftira ile yıkıldığı takdirde, peygam­berimizin risâleti daha kolay silinebilecektir. Müfteriler kendi zaman­larında peygamberimizin kırk yıllık temiz ve aralarında geçmiş olan hayatına ve temiz şahsiyetine fazla yüklenememişlerdir çünkü risâletten ve tebliğinden önceki devrede onu öven, şahsiyetini kabul eden çeşitli beyan­ları olmuştur. Daha sonra aşırı gi­derek tenâkuza düşmekten nispeten çekinmişlerdir. Kur’ân’a karşı olan iftiralar, belirli bir zamana münha­sır kalmamıştır. (12)

G — İftiracıların vasılları ve iftiranın sonuçları:

Kur’ân-ı Kerîm’in bazı âyetlerinde de müfterilerin sıfatlarına ve ö­teki âlemdeki durumlarına temas e­dilmektedir. Bütün bu âyetler bir a­rada görüldüğü zaman, müfterinin gerçek kişiliği zihnimizde canlan­makta, âkibeti de belli olmaktadır, öyle âyetler ve ilâhi tehditler var­dır ki, onlar karşısında Müslüman o­larak iftirayı irtikâp edilmez; onu kendimize silâh ve meslek yapmamız asla düşünülemez, Bir kaç örnek gö­relim:

  1. İftira, bazen kişinin imânı ve dinî ile ilgili olmaktadır. Bundan çıkan sonuç şudur: “Müslüman katiyyen başkasına iftira yapamaz." iftira yapmak için başka sıfatlar ta­şımak lâzımdır. “Ancak, Allah’ın âyetlerine iman etmeyenler iftira ya­par, yalan düzer”.(13)

  1. İftira sahibine manevi kü­çüklük ve imanına leke getirir. İftira söz konusu olduğu yerlerde hem diri ve hem de dine bağlı pek çok nokta ve mesele anlaşılmaz hale ge­lir; inanan zümrede yanılmalar olur. Kişiler muhakkak aldatılır ve alda­nırlar. Müfterinin kendisi bizzat aldananların başında gelmektedir.” Onların uydurdukları bu şeyler, din­leri hususunda kendilerini aldatmış­tır”(14)

  1. Her amel ve davranış gibi, iftiranın da son imtihanda bir hesabı vardır, Müfterinin dünyadaki çektiği veya çekmediği ceza bir ke­nara bırakılırsa âhiretteki hesapta durumu hiç iyi olmamaktadır. İftiraya uğrayan mazlum kişi, dünya hayatında müfterilerin elini kolunu sallayarak gezip tozmasına içerleyip, ilâhî adaletten şüphe etmemelidir. Bu hesap, unutulmayacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesi gayet açıktır. Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlar... düzmekte oldukları şeylerden kıyamet günü mes’ûl olacaklardır”.(15) El­bette ki bu sorgu-suâl, kişiye ya felâh veya hüsran getirecektir. Yani kişinin suçlarından berâeti, onun te­mize çıkmasına; suçluluğu ise iyi olmayan sonucuna delil olacaktır, işte iki âyet meâli:

"... Allah’a kargı yalan uydu­ranlar hiç şüphesiz felâh bulmaya­caklardır”.(16),

“Allah’a karşı yalan uyduran herkes hüsrana uğramıştır”. (17)

Kur’ân-ı Kerîm’de iftiranın ne miktarda işlendiğine delil olabilecek birkaç âyet gördükten sonra, me­selenin hadislerdeki; peygamberimizin mübarek sözlerindeki yerini zik­retmekte şüphesiz büyük faydalar vardır. Bazı hadislerin sıhhat derece­lerinin münakaşa edilme yolu her za­man açık olmak üzere, onun söyle­diğini zannettiğimiz bazı sözlerinde de, iftira konusunun fecâatı anlatıl­maktadır.

Mevzuya girmeden önce şu nok­tayı birlikte hatırlamakta fayda var­dır: Bir İslâmî meselenin, Müslümanların bir derdinin Kur’ân-ı Ke­rîm yanında, Hz. Peygamberin hadislerinde ve sünnetinde, yaşayış tarzında aranması en isabetli yol­dur. Geçmiş ilim adamları bu yolu terk etmedikleri müddetçe, doğrudan ayrılmamışlardır. Müslüman için, peygamberi dışında müracaat ede­ceği bir başka kapı pek bulunma­maktadır. Biz inanıyoruz ki, Rabbimizi ve O’nun gönderdiği en son din olan Müslümanlığı en iyi bilen, ya­şayan, en ekmel manada uygulama­ya koyan zat, Peygamberimiz Hz. Muhammed(A.S.)’dir.

Peygamberimizin beyanı ve ya­şayış tarzı ile biz, Kur’ân-ı Kerim’i de doğru ve gerçek ölçüleri içinde an­lamış olmaktayız. Ölçümüz bu, hare­ket noktamız da bu prensipler olmaz­sa doğruyu çok zor buluruz.

İslâm ümmetinin bahtiyar ön­cüleri, sahabe adını alan ilk İslâm toplumu daha yeni teşekkül halin­de iken, zât-ı risâlet tarafından iftiraya karşı uyarılmışlardır. Cemi­yetin temellerine kasteden bu illet, o günden teşhis edilmiş ve genç üm­mete sirayet etmemesine çalışılmıştı.

Peygamber efendimizin mü’min fert ve topluluklarla bey’atleri (İs­lam’a ve peygambere bağlı kalacak­larına söz vermeleri) sırasında, bey’ata iştirak edenlerin “iftira yapmayacaklarına dair söz vermeleri’” şartı ön plânda idi. Kur’ân-ı Kerim’de o günlere işaret eden bir âyette bu belirtilmiştir. Bir iftira düzüp ge­tirmemeleri...” cümlesi bu âyette yer almaktadır. (18) Bazı âlimler burada­ki iftirayı zinâ olarak anlamaya ça­lışırlarsa da, zikredilen iftira -Allah daha iyisini bilir- bizim kendisinden söz etmeye çalıştığımız hastalıktır çünkü zinâ âyette ayrıca zikredilir. Bey’atlerden söz eden hadislerde(19) ve meselâ sahabilerden UMEYME BİNTİ RAKİKA’nın beyatını anlatan hadiste(20) iftira etmeme şartı geçmektedir.

Müslümanlığın ilk günlerinde gelen emirlerin bir listesini veren usûl-i fıkıh âlimi eş-Şâtıbî, kitabında iftiraya da temas eder.(21) Buradan anlıyoruz ki iftira, bey’atlerde diğer bazı emir ve yasaklar yanında ilk sırayı işgal etmekteydi. Mekke dev­rinin ilk zamanlarında inen: “Allah’a ve hesap gününe imân, namaz, fa­kirlere infak, küfür ve küfre bağlı davranışlar ve inançlar, Allah’tan başkası adına kurban kesiş, Allah’a iftira, birtakım şahsi düşüncelerle bazı şeyleri haram ve helâl sayma­lar” hep bu devredeki emir ve nehiylerdir. Demek ki iftira, zikredilen kötülükler gibi telâkki olunmuş ve zaman geçirilmeden ümmet fertleri uyarılmıştır. Bugün biz İslâm’ın ön­celikle emrettiği bu prensipleri ade­ta yadırgamaktayız.

İftira hastalığının gerek bu ilk emirler arasında gelişi ve gerekse bey’at şartı olarak ileri sürülüşü, çok manidardır; üzerinde düşünül­mesi gerekli bir konudur. İyi dü­şünecek olursak bunu normal kar­şılarız; çünkü o tarihte İslâm toplumunda bir temel atma söz konusudur. Bey’at, İslâm tarihinin her safhasında rastladığımız şekliyle tam bir ahitleşme ve Rasûl-i Ekrem’e u­yacağına, destekleyeceğine dair ga­ranti verme halidir. Bey’atla atılan bir temelin kuvveti ölçüsünde, üze­rindeki binanın sağlamlığından bah­sedilebilir. Bizler de İslâm’a inanıp gönül verdiğimize göre, bugün ay­nı bey’at şartları farklı manada ve birimlerde de olsa, bizim için de geçerlidir. Din, millet, ülke için hayırhah olmak; Müslümanlara Al­lah’ın gösterdiği istikâmette yol göstermek; onları bölüp parça­lamadan rehberlikte bulunmak; bu arada hiçbir kimseye iftira etme­mek bizler için de geçerlidir.” İf­tiradan kaçınmak, sadece peygambere söz veren sahâbeye mahsus­tu” diyemeyiz.

Hadisleri konu edinen bir fih­riste bakılır ve hadisler süratle gözden geçirilirse orada şu iftira nevilerine ve meselelerine temas edildiği görülür:

1 — Peygambere söylemediği söz­leri isnat etmek:

Bu, az önce sözünü ettiğimiz Allah’a iftira gibidir. Cürüm ola­rak da aynı güçtedir. Bilindiği gibi, gerek geçmiş peygamberlere ve gerekse bizim peygamberimize yöne­len iftiralar olmuştur. Peygamber­likten önceki şahsiyetini tasdik et­tikleri nebilere, vahiy gelmeye baş­layınca etrafındakiler kanaat değiş­tirerek; “sihre kapılmış, deli, şâir” vb. vasıflarla hitaba başladılar hatta Kur’ân’da “geçmiş milletlerin efsânesi; esâtîru’l-evvelin” bile demek cür’etinde bulundular. Fakat bahse konu iftiralar, asırlarca istenen meyveyi vermedi.

2 — Yalan rü’yâ:

İnsanların bir başka hastalığı da budur. Aktüaliteye veya mu­hatabın beklediği meseleye dair rü­yalar uydurmak. Bu da başka bir iftira çeşididir. Fertler arasından buna tenezzül eden ve böylece işle­rini yoluna katanlar olmaktadır. Bu bir nevi gönül avutma ve kendisini insanlardan farklı görme türüdür, fakat yine de cemiyet için zararlı tarafları bulunmaktadır.

3— Asıl babasından ayrı bir kişiyi kendisine baba ilan ve kabul etmek:

Bugün belki bizim toplumumuz­da bulunmayan bu sapıklık çeşidi, eski Arap toplumunda bulunmak­taydı. Allah’ın elçisi ilk nübüvvet yıllarından itibaren, bir kimsenin kendisini bir başkasına nispet et­meyi iyi görmemiş, Müslümanları ondan sakındırmıştır. Bu ikazlar çok müspet netice vermiştir. Başka bir babaya kendisini isnat etmek bir tarafa, Anadolu ve Rumeli’mizdeki Türk insanı, kendisini anne tarafın­dan tarife bile rıza göstermemekte, böyle tanıtma yapanları yadırgamaktadır.

4 — Hiciv, ölçüsüz yerme, he­zeyan da iftira doğurur. (22)

5 — İftiranın en büyük cinsi (A’zamü’l-firâ):

Peygamberimiz üç çeşit iftirayı böyle tanıtmıştır. Günahları büyük­lüğünde zararlı olan bu iftiralar şunlardır:

  1. Kişinin görmediğini gördüm diyerek gözlerini iftirada bulunma­sı. Bu daha çok şâhitlik için söz konusu olmaktadır.

  1. Kendisini başka babalara nispet ederek, hem annesine ve hem de babasına iftirada bulunması ve netice olarak onların iffet ve na­muslarıyla oynaması.

  1. İnsanın duymadığı bir şe­yi duydum diyerek şehadette bulun­ması.(23) İyi düşünecek olursak, ö­zellikle göz ve kulakla ilgili olan iftiralar; hem adaleti yanıltmakta ve hem de cemiyette huzuru bozabilmektedir. Suçlar ve cezalar, çok kere şahitlerin namuslu şahadetleriyle tespit olunmaktadır. İki kişi dinlerini yağmalayıp yalan yere şehadet ettiği takdirde, hapishaneler nice mazlumlara mekân olabilmek­tedir. Cemiyet hayatında bu tür iftiradan da kaçınmamız gereklidir.

Hadis-i şeriflerde ayrıca iftiranın cezasından ve müfterinin hüsrana uğrayacağından bahsedilir.

Hülâsa olarak diyebiliriz ki, “İftirada olmayanı olmuş, görülme­yeni görülmüş, duyulmayanı da du­yulmuş gösterme ve öylece ilân etme” söz konusudur. Bütün bu davranışlar da hakikatin gizlenmesine yol açan durumlardır.

İslâm Hukuku ve İslâm Ahlâkı, iftiranın karşısına, “nasihat, ahlâki tavsiye ve öğütler” yanında “dünya ve âhiret cezaları” ile de çıkmakta­dır. Önce fertleri iftira hakkında eğitir, onları iftiradan sakındırır; iftiranın fert ve cemiyet için kötü­lüğünü anlatır, sonra da belirli ölçüler içinde müfteriyi cezalandırır.

Namuslu bir kadına iftirada bu­lunmanın, "hadd-i kazf” adlı nasıl belirli bir cezası varsa, iftiranın da belirli bir cezası vardır. Buna “Hadd-i firye” adı verilmektedir. İftira, eğer bir ırz ve namus meselesi üze­rinde ise, bu ceza daha da ehemmi­yet arzmetmektedir. İmam Mâlik el- Muvatta’ adlı eserinde iftira ve cezası ile ilgili bir bab açmaktadır. Orada açıklamalarda bulunur.(24) Burada mevcut hadislerden birinde ebu’z-Zinad, halife Ömer b. Abdulaziz günündeki bir tatbikattan söz eder. Şöyle der: “Ömer b. Abdulaziz bir köleye iftira yüzünden 80 değnek vurmuştur”. Ebu’z-Zinâd ay­nı meseleyi Amir b. Rabia’nın oğlun­dan sormuş ve şu cevabı almıştır: “Ömer Osman ve diğer halifelerin (r.a.) gününde, hiçbirisinin köleye kırk değnekten fazla ceza tatbik et­tiğini görmedim. Sadece kırk değnek vururlardı”, (25)

İftiraya karşı tedbir ve klasik deyimi ile ilâç, hem iftira eden ve hem de ona muhatap olanlar için ayrı ayrı düşünülebilir. Biz meseleyi daha fazla uzatmayacağız. Alınacak ilk tedbir, iftiranın kökü ve menşei ile ilgili olmaktadır. İftiracı eğer Müslümansa, bunun dinimizde ha­ram olduğunu bilecek, hatırlayacak, bu yola başvurmadan meselelerini çözecektir. Unutmamalıdır ki, yayın yoluyla yapılan iftiralar da aynı sınıfta mütalaa edilir. Bir şahsın eserinden, cümle naklederken yapa­cağımız iftira “cümleleri bozup, i­şimize geldiği şekilde nakil ve ya­zarın kastettiğinin aksi bir mana istihsali” şeklinde olmaktadır. Oku­yan, eserin aslını bulup karşılaştıramayacağı için, müfterinin isteği hâsıl olacaktır. Bu da iftiranın en modern ve en âdî yollarından bi­ridir.

İftira, sahibine maddî kazanç sağlayabilir. Müslüman buna tenez­zül edip, bu seviyeye inmemelidir.

Muhataplara gelince... onlar da fısıltıya değil, net sese ve gerçeğe kulak vermeli; aslını bilmediği hu­susları sağa sola taşımamalıdır. Zan değil, sağlam bilgi Müslümanın gideceği yolu çizer. Unutmamalıdır ki bu dünyanın bir de altı; büyük bir hesap günü mevcuttur. Ne mut­lu o insana ki, âhirette iftira yü­zünden hesaba çekilmekten Allah o­nu korumuştur.

(1) Ahmet Rif’at. Tasvir-i Ahlâk, Der-i saadet, 1309, s. 25.

(2) Îbnu’l-Esir, en-Nihâye fi Ğaribi’l-Hadis, Kahire, 1383–1963, Tâhir Ahmet Zâvi, Mahmut Muhammed Tenâhi neşri, III, s. 443.

(3) Ali Osman Koçkuzu, Ahlâk Ders Not­ları, Konya Yüksek İslâm Enstitüsü, 1973, s. 63, 64.

(4) Cevheri, es-Sıhâh Tâcü’l-lüga, VI, s. 2454.

(5) Îbnu’l-Edir, en-Nihâye, III, s. 443.

(6) Fîrûz-âbâdî, Kâmûs Tercemesi, IV, s. 1117, 1118.

(7) Aynı eser ve aynı yerler.

(8) el-Kehf sûresi, âyet 15; eş-Şûrâ sû­resi, âyet: 24; el-Ankebût sûresi, â­yet: 68 v.b.

(9) Yunus Sûresi, âyet: 38 Bu meydan okuyuşun benzeri birkaç kez tekrar­lanmaktadır. Meselâ bkz. Hûd sûresi, âyet: 13.

(10) Hûd sûresi, âyet: 35 Benzeri suçlama­lar, iftiralar ve cevapları için bkz., el-Furkân sûresi, âyet: 4; es-Secde sû­resi, âyet: 3: el-Enbiyâ, âyet: 21; el- Ahkâf, âyet: 8; el-îsrâ, âyet: 73; el-Mümtehine, âyet: 12; es-Sebe’, âyet: 43 vd.

(11) Yunus sûresi, âyet: 37.

(12) Kur’ân’a karşı eski zamanlarda ve günümüzde yöneltilen dost ve düş­man iftiraları için müstakil eserler yazılmış, gerek Türkçede ve gerekse başka dillerde neşriyat yapılmıştır hatta meselenin Kur’an ilimleri için­de müstakil bir ilim dalı ve bir disip­lin olarak tetkiki uygun görülmüş ve o yolda çalışmalar yapılmıştır.

(13) en-Nahl sûresi, 105. âyet-i kerime.

(14) Âl-i îmrân sûresi, âyet: 24.

(15) el-Ankebût, âyet: 13,

(16) Yûnus sûresi, âyet; 69.

(17) Tâhâ sûresi, 61. âyet-i kerime.

(18) el-Mumtehine sûresi, âyet: 12.

(19) Buhâri, el-Câmi’ es-Sahih. K. imân, 12; menâkıp, 43; hudûd, 14; ahkâm, 49, tevhit. 31; en-Nesâî, es-Sünen, K. el-Bey’a, 9; Ed-Dârimî, K, es-Siyer, 16. Aynı mesele için ayrıca bkz. el- Mu’cem el-Mufehres li elfâzı’l-Hadis en-Nebevî, V, s. 138, 139.

(20) Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, II, s. 196.

(21) eş-Şâtıbi, el-Muvâfakât, III, s. 102, 103.

(22) İmam Mâlik, el-Muvatta’, K. el-Eşribe, 2: K. el-Hudûd, 18.

(23) Ahmet b. Hanbel. el-Müsned, XI, s. 196; III, s. 490.

(24) İmam Mâlik, a.g.e., K. El-Hudûd, 17, 18.

(25) Aynı eser ve aynı sayfalar.