Öteki Mirasçı: İslâm İlmi
Bu yazı, Dr. Dr. Hans Joachim Störig‘in Fischer Handbücher yayınları arasında çıkan iki ciltlik “Kleine Weltgeschichte der Wissenschaft" adlı eserinin I. cildinin 6. Bölümünün tercümesidir. Eser, tabiat ve manevî ilimlerin, başlangıçlarından günümüze kadar çağlar boyu geçirdiği istihaleleri bir bütün halinde anlatıyor. Çağların özellikleri ve şartları hakkında genel bilgiler veriyor.
İlim tarihi, başlangıcından günümüze kadar, şüphesiz, pek çok milletlerin omuzlarında yücelmiştir. Onu yücelten milletlerden biri de ve belki en mühimlerinden biri de şüphesiz İslâm milletleridir. Yazar, İlmî gelişmeyi, çağlara göre ele alarak inceliyor. Ancak, bu bölümde, İslâm İlimlerinin M. 14. yüzyıla kadar ki durumu anlatılıyor.
İlimler, yüzyıllar boyu milletlerden milletlere aktarıla gelişmiştir. Âdeta bir sonraki millet, öncekilerin mirasçısıdır. Bunun İçin, yazar bu bölüme "Öteki Mirasçı; İslâm İlmi" adını vermiştir. Bizde bu tabiri aynen tercüme ederek bu yazıya başlık yaptık.
Yazar, Hans Joachim Störig 1915’de Quenstedt/Harz’da doğdu. Freiburg Br. Köln, Königsberg, Basel, Hamburg ve Berlin’deki Felsefe, Tarih, Sosyoloji ve Hukuk tahsilinden sonra, Felsefe ve hukuk doktorası yaptı. 1945’den sonra yazarlık ve yayımcılıkla uğraşmaya başladı. 1963’den beri de bir yayınevinin ansiklopedi yayınları redaksiyonunun yöneticisidir. Çeşitli ihtisas kitapları, antolojileri ve tercümeleri yayınlanmıştır.
Mütercim
DOĞU VE BATI:
Ex oriente lux: Işık doğudan doğdu. Onu Yunanlılar tutuşturdu. Batı ülkelerine üç yoldan geçti: Biri Roma ve Roma kilisesi üzerinden, İkincisi Bizans üzerinden üçüncüsü, en azından aynı önemi haiz, fakat bu güne kadar çok çok az önemsenen Araplar üzerinden. Burada bu tabiri düzeltmek istiyorum: İslâm kültür dairesine mensup milletler üzerinden zira bu kültürün ustaları ve taşıyıcıları, şüphesiz, yalnız Araplar değildi.
Bir an için, Doğu ve Batının ilmin gelişmesindeki yapıyı, hâlihazırda mevcutmuş gibi zihinlerimizde canlandırmaya çalışalım. Yunanlılar, Doğunun eski milletlerinin omuzlarında yükseldi. Yunan Helenizm’inin parlak devrinin sona ermesini müteakip, yeniden canlandırılıp yaşatılmasında doğunun payı büyüktü. Başka bir doğu milleti onu almamış, yenilememiş ve nihayet Avrupalılara vermemiş olsaydı, Yunanlılar ve onların mirasçıları tarafından kazanılan bilgi. Batının uyanışına kadar geçen zamanda tamamen kaybolup gidebilirdi.
Bundan dolayı, Yunanlılardan beri, ilmin gelişmesini Batının bir icraatıymış gibi görmekten daha sathî ve basit bir görüş olamaz. Kipling’in "Doğu Doğudur ve Batı Batıdır ve esasen her ikisi birbiriyle uyuşamazlar" sözü dinler tarihine olduğu kadar, ilim tarihine de ters düşer. İlim tarihinde, Doğu ve Batı birbirlerine her zaman ellerini uzatırlar ve insanlığın birliğini ispat ve tasdik ederler.
İSLÂM’IN DOĞUŞU
Müslümanların İskenderiyye’yi fethetmelerinden sonra, kütüphanenin tahribinden söz edilmektedir, Helenistik kültür ve ilmine, bu olayla, doğrudan doğruya ateş ve kılıçla zorba bir son hazırlanabilmiş olabileceğini kabul etmek hatalı olurdu. Çoktan beri, en azından 3. ve 4. yüzyıllardan beri, Yunanlıların yapıcı gücü kurumuştu. Bütün antik kültürün aslî temelleri Müslüman fâtihler tarafından dış hatlarıyla belirlenirken, aslî kültür hayatı da ateşlenmiş oldu.
Saldırgan ve savaşçı kuzey göçebe Arap soyları, —Güneyde, bugünkü Yemen’de binlerce yıldan beri, başka, belli bir tabiatta, yerleşik, bir kültür vardı.— durmadan oraya buraya saldırır dururlardı; bu iç düşmanlık ve kardeş kavgalarıyla birbirini mahveden gaflet uykularından, ancak, M.S. 6. yüzyılda uyanmışlardı. Onlardaki dini heyecanı ilkin Hz. Muhammed (S.A.S. 571-632) ateşledi ve o zamana kadar güçlerini yiyip bitirmiş olan kardeş kavgalarını sona erdirdi.
Kureyş soyundan gelen Hz. Muhammed (S.A.S.) Mekke’de, içi putlarla dolu olan Kabe şehrinde dünyaya geldi. Önceleri ticaretle de uğraştı. Bu nedenle seyahatler yaptı. Getirdiği din monoteist, tevhitçi bir dindir. Yalnızca bir Allah vardır. Hz. Muhammed (S.A.S.) O’nun Peygamberidir. Ana emirleri; günde beş vakit namaz kılmak, ramazan ayında oruç tutmak, zekât vermek ve Mekke’ye hacca gitmektir. Kur’an, Kutsal söz ve yazıdır. 114 "Sûre”den ibarettir.
Peygamberin ölümünden hemen sonca halîfeleri, yeni dini yaymaya başladılar. O zaman bilinen dünyanın büyük bir kısmı, bir stepin tutuşmasının çabukluk ve karşı gelinemezliği gibi, kısa zamanda Müslüman fâtihler tarafından ele geçirildi. Halife Hz. Ömer, İran İmparatorluğunu, Suriye, Filistin ve Mısır’ı fethetti. Onun halefleri zamanında Kuzey Afrika kazanıldı. 8. yüzyılda İslâm İmparatorluğu Orta Asya’dan İspanya’ya kadar uzanıyordu.
Müstakil, parça parça devletler, siyasî bakımdan çok çabuk düştü, ama insan toplumunun kültürüne hizmet eden en güçlü iki unsur; din ve dil sürekli kaldı.
MİRASIN KABULÜ:
Büyük İmparatorlukta İslâm dini ve Arapça hâkimdi, Fâtih halkın dil ve dinlerindeki birlik, büyük kültür değişimini meydana getiren en önemli iki etkendi.
Dinî düşünce hiçbir yere, hiçbir surette, asla, kılıçla girmemişti. Fatihler fethettikleri ülke halklarını kendilerine tabi kılmak için politik vs. askeri güce başvurmadılar. Böylece yerli halk her yerde kendini muhafaza edebildi; gerçi onlar baş vergisi ödüyorlar ve savaşlara katılmıyorlardı, ama atalarından tevarüs ettikleri dinlerinde serbesttirler. Böylece İslâm imparatorluklarında üç kısım insan mevcut oluyordu; Müslüman Fâtihler, İslâmî kabul etmiş olan tabiler ve geri kalanlar ki, daha çok Yahudi ve Hıristiyanlardı.
Yeni dine giren öteki halkların bir kısmı tarafından Arap dili de kabül edildi.
Arapça Hz. Muhammed’e (S.A.S.) kadar sadece sâmi kökenli bir lehçeden ibarettir. Şimdi ise, artık Kur’an diliydi, Her Müslümanın, Kur’ân-ı Kerim’i kendi aslî diliyle okuyabilmesi ve tilâvet edebilmesi gerekiyordu. Bu, dün öyleydi, bu gün de öyledir. Kur’ân-ı Kerim’in dili, iki asırdan daha az bir zamanda, kök lehçesinden bir dünya dili haline geldi. Bu dil, Kur’ân-ı Kerim’in güzel, ama sınırlı kelime hâzinesi üstüne çıkarıldı. Yunanca bilgilerin hâzineleri süratle bu dilin formları içine döküldü.
Konuşulan Arapça, hemen, Lâtince ve sonraki Romen dillerinde olduğu gibi, idiyomlardan ayrıldı. Buna mukabil Arapça yazı dili klâsik örneği içinde ’kurulmuş birliğini korudu. Bu gün de bu birliğini hâlâ korumaktadır. Bütün imparatorlukta Arapçanın öğrenim dili olması, Yunan ilmine nüfuzu çabuklaştırdı. Bu sebepten dolayı onun ilim tarihinde oynadığı önemli rolün dikkate alınması gerekir. İlmin çabuk yayılmasının bir diğer sebebi, İslâm’ın temel emirlerinden biri olan her Müslümanın, en azından ömründe bir kere, Mekke’ye Hacca gitme mecburiyetidir. Müminlerin pek çoğu bir kereden fazla gidiyorlardı. İmparatorluğun bütün bölgelerinden gelen insanlar, Mekke’de buluşuyorlardı. Böylelikle başka bölge ve halklara ait düşünce ve kanaatler her yerde daha çabuk tanınıyordu. İslâm âlimleri, oralarda bir şeyler öğrenmeye imkân ve fırsat bulamadıkları zaman, her yeri istasyon yapmak için, böyle hac seyahatlerini birer fırsat olarak değerlendirdiler. Salâbet ve sadeliği içinde İslâm dini ilmin dostudur. Zaman süreci içinde tâbi halklarla temas ne kadar sıkı olduysa Fatihler ve tâbiler arasındaki fikir alış-verişi de o kadar canlı oldu.
Her zamanki benzeri olaylarda olduğu gibi, değişim karşılıklıydı çünkü tâbi halklardan bazıları bizzat fâtihlerden daha eski ve daha yüksek fikrî kültüre sahipti. Arapların kendileriyle daha sıkı veya daha seyrek temas içinde bulundukları sayısız halklar vardı; bunların başlıcaları; İranlılar, Mısırlılar ve Kuzey Afrika Berberileri; Batıda Sicilyalılar, İspanyollar ve Fransızlar, hemen hemen imparatorluğun her yerindeki Yunanlılar ve Yahudilerdi ve yine onlara uzanan ilim ye kültür kanalları çok çeşitliydi. En önemlileri; Yunan, Hint ve İran fikir ve düşünce hâzineleriydi. Araplar; İran’da eski, zarif, ileri bir medeniyetle karşılaştılar, Farsça Müslüman halîfelerin yönetim dili oldu. İranlı memurlar, yönetimin, İranlı âlimler de öğretimin ustaları oldular. Onlar yalnızca yerli hâzineleri değil, aynı zamanda Yunan ve Hint ilminin daha eski hâzinelerini de aktardılar. Hintlilerden, her şeyden önce, matematik bilgileri almışlardı. Aryabhata (500 civarı) gibi Hintli matematikçiler çığırlar açmışlardı. Belki Yunanlılardan müstakil olarak, cebir ilminin temellerini atmışlardı. Tıp ilmi de Hindistan’dan gelmişti. Araplar, Yunan hikmetiyle, ilkin İskenderiye’de hazır buldukları kitap ve kültürle doğrudan doğruya temasa geçmişlerdi. Çok meşhur olan Yunanlı doktorlar, önceleri, Arap prenslerinin saraylarına da çağrıldılar. Yunan hikmetinin aktarıldığı en önemli yol kendine özgü şekli olan dolambaçlı bir yoldu; Şark Hıristiyanları üzerinden giden yoldu; her şeyden önce Süryanice, Başşehirde, putperest Yunan hikmetini İslâm kültür çevresine aktarmada aracılık görevi gördü.
Suriyeliler, Akdeniz sahillerinden Asya’ya kadar uzanan geniş alanda yerleşmiş bulunan Arapça konuşan halkların bir koluydu. Daha 3. yüzyılın başında Hıristiyan olmuşlardı. Oturdukları yerleri; Müslüman fâtihlerden önce, kısmen Roma’dan, kısmen İran İmparatorluğun’dan egemenliklerine geçirmişlerdi. Hıristiyan İmparatorluğundan hemen uzaklaşmışlardı çünkü onlar bilhassa Monephiysten (İnhisarcılar) ve Nasturîler gibi çeşitli mezheplere mensuptular. Yasaklama olmadığı için, İslâm yönetimi altında, inançlarını muhafaza ettiler, ama yine de yeni imparatorluğa çabuk uyum sağladılar; hatta o kadar eksiksiz ki, sonunda Arap dilini kabullendiler. Suriyeli âlimler, daha İslâm’ın kendi ülkelerine girmesinden önce, pek çok Yunanca eseri, kendi dillerine tercüme etmişlerdi. Meselâ Sergius von Reschaina, Aristo’nun ve Galenos’un eserlerini tercüme etmişti.
Şimdi, yeni tercümelerden, bambaşka, yeni bir akım başladı. Önce eski Yunanca metinler Suriyeceden Arapçaya tercüme edildi. Bununla beraber, hemen Yunanca metinler, doğrudan orijinallerinden Arapçaya aktarılmaya da başlanıldı. Bu tercüme faaliyeti bizim zaman hesabımıza göre 8. ve 9. yüzyıllarda doruk noktasına ulaştı. İsimleri ileride gelecek olan bu devre ait pek çok İslâm âlimi, bu işte müşterek çalıştı.
Milâdî 850 yılı civarında, esasen, Yunanca eserlere ait her şey Arapçaya tercüme edilmişti. Tercüme faaliyeti şüphesiz felsefe ve tabiat ilimlerine münhasırdı. Yunanlıların büyük liriği yaşatılmadı. Edebiyatta Araplar kendi yollarında yürüdüler. Fakat ilimde, Yunan mirasından yararlandılar. İlim, buradan, bütün imparatorluğa yayıldı ve sonunda Avrupa’ya geçti.
İKİ MERKEZ: BAĞDAT VE İSPANYA
Daha sonraki, antik medeniyetin İskenderiye’de ve Roma’da olmak üzere iki merkezi vardı; bunların biri batıya ve biri de doğuya aitti. İslâm kültürünün de doğuya ve batıya ait olmak üzere birer merkezi vardı. Doğuya ait merkez Abbasî hükümdarlarının yönettikleri Bağdattı; bu hükümdarlar arasında Hârun er-Reşid (786–809) şiirde ünlüydü. (Büyük Karl’a çağdaştır.) Hârun er-Reşid’in oğlu ve halefi El-Memun (Yönetim dönemi 813’den 833’e kadar) babasının sanat ve ilim örneğini sürdürdü.
Bağdat halifelerinin hususî Hıristiyan Nasturyan doktorları vardı. Şehrin yakınında ilâhiyat, tabiat bilimleri ve tıp öğrenimi yapan ünlü bir Nasturyan okulu vardı. Halefe El-Memun, Bağdat’ta bunu örnek alarak bir okul ve bir rasathane kurdu. Yöneticiliğine bir Nasturyanı atadı. Okula "Hikmet Evi” (Beytü’l Hikme) denildi. Helenizm devrinde İskenderiye’deki Museion’a benzer bir önem kazandı. Yanına çok kıymetli bir kütüphane de ilâve edildi.
Bağdat halifeleri Nasturyanların eserlerini tercüme ettirdiler. Âlimler, fethedilen ülkelerde veya başka öteki yerlerde bulunan tabiat ilimlerinin tüm hazinelerini tercüme edip kendilerine mal edinceye kadar durup dinlenmediler. Bizans’a ve Hindistan’a, tüm tercüme eserleri ortaya koymakla görevli, özel elçiler ve bilim heyetleri gönderdiler.
Bağdat’ın yanı sıra Doğuda Damaskus (Şam), Aleppe (Halep), Buhara ve Mısır, fikrî hayatın öteki merkezleriydi. Bununla beraber, İmparatorluğun en uzak batısından, mağribî İspanya’dan her yere ışık saçtılar. İslâm kültürü, burada, bilhassa M. 10. yüzyılda, Kurtuba halifeleri zamanında, en verimli ve olgun meyvelerini verdi. Bu şehir, Bizans’dan sonra en büyük Avrupa şehriydi. Çok zengindi. Kaldırımları, ışıklandırılmış caddeleri vardı. Bin bir gece masallarını andıran saray ve bahçeler, fevkalâde güzel camiler bu şehri süslüyordu. Kurtuba’da halifenin kütüphanesinde (400.000) kitap vardı. Museion kütüphanesi gibi, aynı büyüklük ve genişlikteydi.
İspanya’daki diğer merkezler Sevilla, Granada, Taledo, Cadiz’di. Ülke hikmetle ve adaletle yönetildi. Söylenir ki, İspanya, hiçbir zaman önce veya sonra böyle yönetilmemiştir ve yönetilmedi...
Mağriblilerin yönetimleri süresince inançlarını, serbestçe ifade edebilme imkânına sahip olan Yahudilerin, İspanya’daki fikrî hayatta önemli yerleri vardır. Onlar yüksek politik mevkilere de getirilmişlerdir.
Halifeler zamanında, sanat ve ilim Bağdat’ta nasıl himaye gördüyse, Mağribî hükümdarların İspanya’sında da sanat ve ilim, prenslerin teşvikine mezkûr oldu ve verimli eserler verildi. Şairler ve bütün ırklara mensup âlimler, yöneticilerin saraylarında otururlardı. Kendilerine prenslere layık büyük itibar gösterilirdi. Pek çok hükümdar, bizzat yüksek kültüre sahipti ve edebiyatla meşgul olmuştu. Filozof Averroes (İbn Rüşd), Emir (hükümdar) nezdindeki ilk ziyaretinden söz etmektedir. Emir, ona bazı felsefî görüşler hakkında sorular sorar. Averroes hemen cevap vermeye cesaret edemez çünkü o, prensin kızacağından korkuyordu çünkü aydınlar çevresinde mümkün olabilen her şey hakkında çok açık ve serbest konuşulduğu sırada bile, hükümdarlar, yönetimlerinin sağlamlığı için gerekli gördükleri halkın inancını sarsmamak için, en azından dıştan da olsa, halka değer verirlerdi. Emir, Platon, (Eflâtun) Aristoteles ve diğer eski filozoflar ve İslâm ilâhiyatçıları tarafından yapılan itirazlar hakkında konuşmaya başladı. Bu sırada O, âlim bir filozofu şöhrete ulaştırmış olan bilgiye işaret etti. Bunun üzerine İbnî Rüşd de rahatça ve serbestçe konuşmaya başladı. Emir, onu bu sohbetten sonra bir kese para, bir binek atı ve değerli ve şerefli bir elbiseyle mükâfatlandırdı.
İSLÂM DİNİ VE DİNSİZ FELSEFE
Görünüşte, İslâm imparatorluğunda, çeşitli halklar ve itikatlar, Müslümanların hoşgörüsü sayesinde dikkate değer bir birlik içinde, bir arada yaşıyordu. Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi âlimler ilmî sahada birbirlerine karşılıklı tesir etti. Büyük kütüphaneler bu üç kanaatin yazılarını muhafaza ediyordu.
Fakat fikirde, dinsiz mirasla İslâm dini arasında bir çatışmanın doğması ve aşırı bir noktaya varması kaçınılmazdı. Gerçi, matematik veya tıp ilimlerini almak, inancın esaslarına dokunmuyordu. Fakat Müslümanlar, yalnızca Yunan bilgisinin bir bölümünü almakla kalmadılar. Büyük İslâm düşünürleri, dinsiz felsefeyi de ele alarak, felsefî alanda elde edilmiş bilgileri bir araya getirmeye çalıştılar.
Müslümanlar, eski çağ filozofları arasında bilhassa Aristoteles’e büyük önem verdiler. Batının büyük İslâm filozofu İbn Rüşd, (Latince adı: Averroes, 1126–1198, Kurtuba) Aristoteles’i takip etti. Müslüman düşünürler, Hıristiyan Batı filozofları gibi, aynı esastan hareket ettiler. Bunlar nasıl dinsiz felsefeyi, Hıristiyanlık inancıyla bağdaştırma ihtiyacını duydularsa veya ikisi arasında hiçbir zıtlığın olmadığını ispatlamaya gayret gösterdilerse, İslâm filozofları da Aristoteles’i İslâm ilâhiyat inancıyla birleştirme lüzumunu duydular. Elbette dinsiz mirası tamamen elde etmeye ve ikisini birleştirmeye çalışmak zor bir işti. Böyle özde ayrı bu fikrî dünyalar arasındaki gerginlikler, gittikçe daha da bilinçleşerek, sonunda uğraşılan birliği parçaladı.
Müslüman filozofların herbiri, bu zıtlığı kendi içlerinde açığa vurmak zorunda kaldılar. Bundan dolayı ibn Rüşd (Averroes) veya Sabit İbn Kurra ("Putperestlikte, istekle ağırlığını duyuran kimseye ne mutlu” diye bağırırdı) gibi Aristo’yu ve dinsiz felsefeyi izleyenlerle Ehl-i Sünnet akidesi arasındaki kavga İslâm düşünce tarihinde uzun süre devam etti. Kavga, Batıdaki gibi Hıristiyan ilahiyatı ile antik düşünce mirası arasında vuku bulan kavgaya benzemekteydi. Bu durum Hıristiyan filozoflar gibi, İslâm filozoflarını da yüzyıllarca uğraştırdı. Bu anılan genel kavgada, yani genel veya özel aslî gerçekliğin olup olmadığı Sorusu etrafındaki kavga da veya Hıristiyan ve İslâm tasavvufunda her şey, bütün ayrıntılarına varıncaya kadar hepsi ortaya kondu.
I. MATEMATİK
EL-HARİZMÎ: Bir ilim, tarihî temelini dil hazinesiyle ispat etmek zorundadır. Çoğu ilimlerdeki temel ve giriş kavramları Yunanca nitelik taşır. Hukuk ilminin dili Latince ifadelerle doludur. Matematik ve Astronomide bulunan Arapça asıllı isimler, Müslümanların bu ilmin kurulmasındaki payını ifade eder.
"Algorithmus" Arapça bir sözcüktür. Bugün o, aşağı yukarı "yazılı olarak, bağımlı ve ancak kendisiyle yapılabilen bir Matematik işlemin yazılış metodunun beli bir türünü” ifade eder. Kelime, Müslüman bir matematikçinin lâkabına kadar gidip dayanır. 780 ve 850 yılları arasında halifeler şehri Bağdat’ta âlim bir zat olan Khwarizm (Harizmî) Muhammed İbn Musa yaşadı. El-Harizmî Horasanlıydı. Bundan dolayı El-Harizmî (Al Khwarizmi) lâkabını taşmaktaydı. Bizde de, Avrupa’da, benzer durumlar vardır. Ortaçağ düşünürlerini doğdukları yere göre isimlendiririz. Mesela: Thomas von Aquino (Aquino’lu Thomaz) veya Nicolaus Cusanus (Cusanus’lu Nicolaus) gibi.
El-Harizmî yaratıcı bir matematikçiydi. Onun ünü, sadece Matematik ilmine yaptığı aslî hizmetlerinden ileri gelmiyor, bilakis Hint sayı yazım tarzını, yer-değer sistemiyle kabul ederek, önce onu İslâm dünyasına ve daha sonra da Avrupa dünyasına aktarmasından ileri geliyor. Hint sistemini ve onun kullanılmasını anlattığı kitabının Latince tercümesi "Algoritmi de numeris Indorum” - "Al Khwarizmi über die Zahlen der Inder (Hint Sayıları Hakkında Alkhwarizmi)” adını taşır. Latince metin, "Algoritmi dicit..." "AI-Khwarizmi söylüyor...” diye başlar. Buradan Algoritmus sözcüğü doğar. Avrupalılar bu sözcüğün bir adamın adıyla alâkalı olduğunu ya bilmiyorlardı ya da çok çabuk unuttular. Bu alâkayı ilk defa, yakın zamanda yapılan araştırmalar ortaya çıkardı.
Matematiğe ait, geçerliliğini hâlâ koruyan yaygın bir başka sözcük varlığını, yine Al-Khvvarizmi’nin bir eserine borçludur. Bu bilginin ikinci kitabı, Arapça başlığıyla "El-Cebr ve’l-Mukâbele” adını taşır. Bu aşağı yukarı “Karşılıklı Durumların Yerleştirilmeleri Hakkında" anlamına gelir. Muhteva anlamı ise “Eşitliklerin Doğrulanması Hakkında" dır. Algebra (El-Cebr) sözcüğü de buradan doğdu.
Algorithmus ve Algebra sözcükleri Arapça (AI-EI) harfi tarifiyle başladıkları için, acemiler tarafından bile bu kelimelerin Arapça asıllı oldukları kolayca anlaşılır. (Karşılaştır: Alkazar, Alhambra, Alkohol) Almanca "Ziffer” (Sıfır) sözcüğümüzde ortaya çıkışını El- Harizmi’ye değilse bile, bu bilginin hazırlayıp tanıttığı —tabi öteki Müslüman Matematikçilerle birlikte— Kadim Hint sayı yazı sistemine borçludur çünkü Hint yazı sistemi sıfırın manalı "keşfini” de İhtiva eder. 10. yüzyılda yaşamış Müslüman bir Matematikçinin bir eserinde basamaklarından biri bulunmayan matematik işlemler yazılırken, o basamağa ’küçük bir dairenin konulduğunu görüyoruz. Bu daire —bizim sıfırımız— Arapçada sıfr, "boş" diye isimlendiriliyordu. Bundan "Ziffer" ve "Zero” kelimeleri türedi.
Matematikte sıfırın önemini anlamak için biraz düşünelim. Tasavvur edelim ki, MOCLXIII ve XLI gibi büyük olmayan bu basit iki sayıyı toplamak veya çarpmakla görevli eski bir Romalı olsun. (Karşılaştırmaya misal olarak Roma yazı tarzını seçiyoruz çünkü Yunanca yazı tarzı günümüz okuyucusuna tamamen yabancı gelebilir.) Bu Romalının işlemi kafadan yapması mümkün değildir. Fakat işlemi yazılı yapması da ona güçlükler çıkaracaktır. Bunun için "Çarpım cetveline" başvurmak zorunda kalacaktır. Oysa basamak değerli sistemimizle, (1663 x 41) işlemini, her ilkokul öğrencisi kolaylıkla yapabilir. O sihirli bir anahtar gibidir. Sadece "Logaritmanın" yazılış şekillerinin bilinmesiyle bile küçük çarpım cetvellerine ihtiyaç kalmayacaktır.
El-Harizmî’nin daha önce anılan eseri, gerçekten basit bir Matematik kitabıdır. Esasında toplama, çıkartma, çarpma ve bölme dediğimiz dört temel işlemi muhtevidir; ama bu dört işlem, bugün dünyanın bütün okullarında Matematik dersinin temelini teşkil eder.
Önceden mevcut olan yeni metodun her şey karşısındaki üstünlüğü çok kesin oldu; bir koşucu hızıyla yayıldı ve çok kısa zamanda tutundu, kendini kabul ettirdi. Esasen her şey yenilik için konuşuyordu ve insanî gevşeklik dışında hiçbir şey onun aleyhinde bulunmadı çünkü hiçbir doğma, herhangi bir grubun ekonomik ilgisi, bundan etkilenmiyordu. 12. yüzyılda, “Arapça” sıfır değerli ilk madenî para basılır. Fakat yeni yazım tarzı henüz hala bilginlerin küçük bir azınlığınca biliniyordu. Arapça sıfırı, Avrupa’da 1202 yılında tanıtan ilk kişi Leonardo von Pisa idi. Takriben 14. yüzyıldan itibaren İtalya’da yeni sıfırın yaygın olarak kullanıldığı görülür; öteki Avrupa ülkelerinde ise 16. Yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlandığı görülür. Oysa Hindistan’a girdiğinden beri yaklaşık bin yıl geçmişti. “Dağlar, denizler ve sahralar, fikirlerin yayılması için, insanın akılsız inatçılığından daha az önemsiz engellerdir”.
ÖMER HAYYAM: İslâm Matematiği ünlü Matematikçilerle doludur. Bir tadat, yalnızca, gerçekten matematikte temayüz etmemiş olan bilginleri de içine alır. Mütehassıs olmasalar da, bilginlerin hepsi çok gayretli kişilerdi. Hemen, bütün sahalarda çalıştıkları ve eser verdikleri için onların Matematikçi, Astronom, Tıpçı, Coğrafyacı veya Tarihçi olup olmadıklarına ve bu alanlardan hangisinde daha ünlü olduklarına karar vermek oldukça zordur. Aslında, İslâm dünyasının en büyük simaları, o zamanın çalışılması gereken bütün ihtisas dallarında çalışmış olmaları sebebiyle, anılmaya değer kişilerdi. El Kindî (öl. 873), Büyük İslâm filozofları dizisinin ilkidir; Arap asıllıdır. Hemen hemen her alanı ilgilendiren 270 eser yazdığı söylenir. Ancak günümüze kadar çok azı korunabilmiştir. İbn Sinâ (Latince adı: Avicenna, 980–1037) tabiat araştırıcısı, tabip ve filozof olarak temayüz eden bir bilgindir. Aynı şekilde İbn Rüşd ve Ortaçağ Yahudiliğinin en büyük filozofu olan Moses Maimonides (do. 1135, Kurtuba, öl. 1204 Kahire) temayüz eden kişilerdendir. Burada bahsettiğim bilim dallarına mensup olan bilginlerin çoğu, aynı zamanda matematik de biliyorlardı.
Matematikçilerden biri üzerinde biraz daha fazla durmak istiyorum. O, Batı dünyasında daha çok şâir olarak tanındığı için, âlim olarak pek bilinmez. Eb’u’l-Feth Ömer Hayyam ibn İbrahim 1038–1120 yılları arasında yaşadı, İranlıydı. Nişabur’da doğdu. El-Harizmî’ye dayanan bir cebir kitabı yazar ama eseri kaybolur. Ömer, bütün eşitliklerin genel bir tasnifi üzerinde çalışma yaptı. Cebir ve geometri yoluyla yaptığı kübik çözümü, "Ortaçağ matematiğinin en yüksek zirvesi” olarak kabul edilir ve değerlendirilir. El yazması Leiden kütüphanesinde olan bir başka Arapça eserinde, Oklid’in Postulatlarını ve tariflerini tenkit eder.
Müneccimlikteki Yıldız bilimindeki) şöhreti sebebiyle Ömer Hayyam, halifenin isteği üzerine, İslâmî takvimde ıslahat yaptı. Ona göre 3770 yılda bir gün düzeltme yapılması gerekiyordu. Onun hazırladığı bu takvim gerçeğe en uygun bir takvimdir; o kadar ki günümüzde kullanılan takvimden daha çok gerçeğe uygun bir takvim. Fakat kullanılmakta olan geleneksel İslâmî takvime karşı bir üstünlük sağlayamadı. Ömer da harika şeyler anlatılır.
Ömer Hayyam arkasında binlerce şiir bıraktı. Hemen hemen hepsi Rubaî (dörtlük) tarzındadır. 19. yüzyıl ortalarında, Avrupa dillerine tercüme edildiğinden beri, beyitleri Batıda büyük bir okuyucu kitlesi ve dost çevresi buldu. Kaybolup gitmiş felsefî eserlerinde neyi anlattığı, bu beyitlerinden rahatlıkla anlaşılabilir. O, agnostik ve pesimist idi (karamsardı). Fakat buna rağmen —belki doğrudan doğruya bundan dolayı— şarap ve diğer dünya nimetlerini terennüm etmekten bıkıp usanmadı. Kendinden sonra gelen nesil, şimdiye kadar, Ömer’in, şâirliğinin yanı sıra, boş vakitlerinde ilmî meselelerle uğraşan bir şair mi yoksa boş vakitlerinde şiir yazan bir araştırıcı mı olduğu hususunda henüz karar veremedi ama onun hem şâir hem de araştırıcı olduğu görülür.
II. ASTRONOMİ:
EL BATTANİ: İslâm matematikçileri, Yunan ilmini Hintlilerin bilimleriyle birleştirdiler. İslâm astronomları da çalışmalarında aynı şeyi yaptılar. Hintlilerin bin yılından daha gerilere dayanan eski astronomik tasvirleri, Siddhantas, daha 8. yüzyılda Bağdat bilginlerince bilinmekteydi. Muhtemeldir ki Müslümanların Hint sayı sistemiyle tanıttıkları ilk metinler bunlardı.
İslâm dünyasının ilk büyük astronomlarından biri El-Ferganî’ydi. El-Harizmî’nin çağdaşlarındandı. 9. yüzyılda yaşadı. Avrupa’da lâtinceleştirilmiş Alfragamus adıyla tanındı. Daha önce adı anılan Sabit İbn Kurra da astronom ve aynı zamanda tercüman matematikçiydi.
El-Battanî (850–929) en büyük şöhrete erişti. Lâtinceleştirilmiş adı Albategnius’dur. Her şeyden önce matematikçi olarak tirgonometriyi geliştirdi, onda yeni buluşlar yaptı ve ona yeni boyutlar kazandırdı. Bugün hala kullandığımız üç köşe fonksiyonlarını o buldu ve formüle etti. El-Battanî, astronomik gözlemlerini kesintisiz tam 41 yıl sürdürdü. Astronomik bilinmeyenlerin birçoğunu, tam bir kesinlikle o tanıttı. Teferruatı bırakarak, bu vesileyle bu büyük gözlemciye kısaca işaret ettikten sonra, o zamanın astronomlarının kullandığı yardımcı âletlere bir göz atmak istiyoruz.
ASTRONOMİK ÂLETLER: En eski ve en basit astronomik âlet Gnomon’dur. Gölgesi çok düz bir düzeye düşen dikey bir çubuktan ibarettir. Çubuğun ve gölgesinin uzunluğuyla, güneşin ufuk düzleminden yüksekliği ölçülebilir. Öğle hattı ve böylece de öğle zamanını gösteren gölgenin istikameti, öğleden önce ve sonraki eşit uzunlukların tespit edilmesiyle bulunur. Güneşin tepe noktasından dönüşü anındaki (Meridyen geçişindeki) iki güneş yüksekliği alınırsa, Ekvatordan yüksekliği elde edilir.
Usturlab (kelime olarak, "Yıldız Yakalayıcısı" da çok eski bir astronomi âletidir. Ptolemaus onu Aimagest’in de tanıtır. Çok değişik biçimde olanları vardır. Fakat hepsinin temel yanı yuvarlak biçimli oluşlarıdır. Âletin ortasına Ekliptik’e 90°lik bir açı göstergesi olan ve dönebilir bir daire yerleştirilir. Âlet bir yıldızın gök küresi üzerindeki yerini, enlem ve boylamını ve yüksekliğini tespit etmeye yarar.
Armillarsphâren de tamamen bunun benzeridir. Önemli dairelerden oluşur. Gök cisimlerinin birbirlerine göre mesafelerini, Ekvatoru, Ekliptike Medarı, Kutupsal Medarı, Ufku tespit eder.
Bugünkü astronomi, artık böyle basit âletlerle çalışmıyor bununla beraber astronomik gözlemlere yeni başlayanların ilk gözetleme öğrenim derslerinde bugün de hala bunlar kullanılmaktadır.
III. FİZİK VE KİMYA:
İslâm tabiat felsefesi düşünürleri, Yunanlıların izinden yürüdüler. Fakat Müslüman düşünürler, aslî tabiat ilimlerinin bazı alanlarında, tevarüs ettikleri bilgilerden daha çok önemli yeni bilgiler elde ettiler. Bu alanlardan biri müzik teorisidir. Bunu, burada, fizik alanına ait bir çalışma olarak zikredebiliriz çünkü bu çalışma fizikî akustiğin o zamanki meseleleriyle birlikte, müzik sanatının biçim problemini de içine almaktadır. Ortaçağın ilk müzik teorisi, İslâm filozofu El-Farabî (Latince adı: Alpharabicus)’nindir. Türkistanlıdır. 870’de doğdu ve 950’de Şam’da öldü.
İslâm bilginlerinin fizik ilimleri alanındaki çalışmalarını, 12. yüzyılda yaşamış ve Yunanlı bir köle olan Ebu’l-Feth el-Huzinî’nin yazmış olduğu bir fizik el kitabından öğreniyoruz. Bu kitap, fizik ilminin bir tarihçesini, birçok maddenin özgül ağırlıklarına ait listeleri, genel ağırlık kanunun formülünü ve daha pek çok konuyu ihtiva eder.
OPTİK: En büyük çalışmalar optik alanında yapıldı. İbn el-Heysem, ünlü bir araştırıcıdır. Ortaçağda Alhazen, diye adlandırıldı. (İslâm ilahiyatının en büyük kelâmcısı olan Algazel (el-Gazali) ile karıştırılmamalıdır. Asıl adı Ebu Hâmid bin Muhammed bin Muhammed el-Gazalîdir, 11. yüzyılda yaşadı.) İbn el-Heysem 963–1039 yıllan arasında Kahire’de yaşadı. Ptolemâus’un sadece çok küçük gelme açısı için doğru olan bir kırılma kanununu ortaya koyduğunu daha önce zikretmiştik. İbn Heysem (Alhazen) bu kanunu ispatladı, ama ne yazık ki tam doğru olan kanunu bulmaya da muvaffak olamadı. Alhazen bir çok noktada, meselâ ışığın tabiatı ve görme olayıyla ilgili konularda, antik seleflerinden çok üstündü. Euklid ve Ptolemâues’un aksine, görme olayında doğruyu öğretir: Biz dışardan, eşyadan gözümüze gelen şeyleri görürüz. El- Heysem, bükey aynaların fonksiyonları gibi çok karmaşık problemler ve merceklerin büyütme fonksiyonları üzerinde çalışmalar yaptı. Bütün bu problemlerde o, kendinin ortaya koyduğu varsayımlardan ve deneylerden yola çıkardı.
Optik ilmi, El-Heysem’le modern tecrübî bir ilim halini almaya başladı. Onun için çoğunun sandığı gibi modern tecrübî ilimler çağı Bacon ve Galilei ile başlamadı. Aksine, onlardan yüzyıllarca önce el-Heysem ile başladı. Bu bakımdan ilim tarihinde genel bir yargıya varırken çok dikkatli olmak gerekir. Optik, Avrupa’ya el-Heysem’in eserleriyle girdi.
KİMYA: Optiğin peşinden, ikinci eski tecrübî ilim olarak kimya gelir. Bu ilmin adı halâ Alchimie’dir. Evet, sevilmeyen ve ne olduğu belli olmayan kimya, modern ilmin mutlak temeli sayılan tabiat ilimleri arasında birinci sırayı işgal ediyordu: "Denemek ve elde etmek", "Bizzat tabiatı araştırmak", doğrudan doğruya kimyanın metoduydu. “Araştırma", "deney yapılarak olayın seyri mutlaka gözetlenirdi. Sonuçlar titizlikle kaybedilirdi. Ortaya konan asıl teori ve hipotezlerin büyük bir kısmında yanılmak elbette mümkündü, bununla beraber bu metotla (tecrübe metoduyla) sayısız önemli bazı keşiflerin yapılmasına, devamlı olarak daha çok maddenin tanınmasına, üretilmesine ve özelliklerinin araştırılmasına bu durum bir engel değildi.
Kimya alanına ait İslâmî literatürün çok küçük bir kısmı, Avrupa dillerine geçmiştir. Bunu, kısmen derin manalı, kısmen karmaşık sembollü diliyle çok zor anlaşılabilen metinlerde bulmak mümkündür. Fakat bunlar, daha çok sonraki yüzyıllara aittir. Bununla, beraber, doğrudan doğruya İslâmî kimyanın başlangıcına alt başka metinleri de bulmak mümkündür. Kanaatimizce bu metinler tamamen ilmîdirler ve ilmî olarak da modern anlam taşırlar. Aşağıdaki paragraflarda bu özellik hemen göze çarpar:
"Allah’ın sana lütfettiği şeyi bil ki, kimya sanatında kullanılan maddeler, öz olarak aynı türdendirler. Metalik mineraller (metaller) diye isimlendirilirler ve hayvan ve bitkiler gibi şekil özellikleri olan, ama değişmeyen altı türe ayrılırlar.
"Bunlar şunlardır: Altın, gümüş, bakır, demir, kurşun ve kalay. Birbirlerinden farklı özellikleriyle ayırt edilirler. Öz tabiatları değişmez kalırken, özellikleri icabı analizleri yapılabilmektedir. Diyebilir ve iddia edebiliriz ki asıl ve öz itibariyle birbirinden farklı iki türün özü değiştirilemediği gibi, kimya sanatı yoluyla da birbirlerine karıştırılamaz. Meselâ, insan ve at gibi. Fakat bu maddeler münavebe ile birbirlerine tahvil edilebilirler: Meselâ kurşun gümüşe çevrilebilir çünkü bir miktar (50 gr.) kalayı ateşe tutarsak, temizlenir ve olgunlaşır, sonra ateşten alınırsa, geriye bir parçasının gümüş olarak kaldığı görülür takriben her 50 gr. kalaydan 1/4 dirhem temiz gümüş elde edilebilir.
Kurşunun bir parçasını gümüş yapmak mümkün olduğuna göre, bütünün değişmesini engelleyecek hiçbir şey de yoktur. Aynı yolla, ateşin eritme etkisiyle, gümüşü altına çevirmek mümkündür.”
Bu anılda gözlem -ki kurşunun eritilmesi sırasında küçük bir miktar gümüş kalır- doğrudur. Bakır, demir, kurşun, kalay "değersiz" metaller olarak görülüyordu. Onları daha değerli madenler yapabilmek için meşhur "hikmet taşı"nın gereğine inanılıyordu. Bu, bir takım gizli güçlerle değişmeyi sağlayabilmek demekti. Araştırmanın bir başka amacı, ebedî hayatı temin edebilecek olan Elixier (Arapçası: el-İksir) elde etmekti.
Zamanın en ünlü kimyageri Câbir ibn Hayyam’dı. 8. yüzyılda yaşadı. Daha sonra, yüzlerce eser ona atfedildi, belki bunlardan yalnızca az bir kısmı ona aitti. Onun eserleri, Geber Latince adıyla, Latinceye tercüme edildi. Avrupa’da kimyanın gelişmesine onun eserleri çok müessir oldu.
(Devamı Gelecek Sayıda)