Makale

KADİ BEYDAVÎ VE TEFSİRİ

KADİ BEYDAVÎ VE TEFSİRİ

Prof. Dr. İsmail CERRAHOĞLU

BEYDÂVÎ’NİN İSLÂM ÂLEMİNDE ŞÖHRETE ULAŞAN BU TEFSİRİ, BU GÜN DAHİ BİRÇOK FAYDALARI İHTİVA ETMEKTEDİR. BÜYÜK İMAMLARIN SÖZLERİNİN HÜLÂSASI, ÜMMETİN SEÇKİNLERİNİN KUR’ÂN VE ONUN MANASI HAKKINDAKİ EN TEMİZ GÖRÜŞLERİ, LAFIZLARI HAKKINDAKİ MÜŞKİLLERİ AÇIKLIĞA KAVUŞTURMA, İCAZININ EN AÇIK VE ÖZLÜ ŞEKLİNİ, ONDA BULMAK MÜM KÜNDÜR.

ONU MEDH EDENLER, BU TEFSİRİN SAFLAŞTIRILMIŞ BİR ALTIN GİBİ ORTAYA ÇIKTIĞINI, GÜNEŞ GİBİ HER YERİ AYDINLATTIĞINI HERKESİN ONA SÂHİP OLMAYA ÇALIŞTIĞINI ONU TANIYANLARIN TADINA DOYAMADIKLARINI, ÂLİMLER, ONU TEDRİS İÇİN ÜZERİNE DÜŞTÜKLERİNİ, PEK ÇOK HÂŞİYE VE ŞERHLERİNİN YAPILDIĞINI, BÜTÜN MÜSLÜMANLARIN KABÜLÜNE MAZHÂR OLDUĞUNU, ONUN GÜZELLİKLERİNİN VASFEDİLMEKLE BİTİRİLEMİYECEĞİNİ, SÖYLEMEKTEDİRLER.

Hicrî VII. asırda Azerbaycan bölgesinde İslâmî ilimler alanında yetişen şöhretlerden biri ve belki de en mühimi Abdullah’tı. Ömer b. Muhammed b. Ali Ebu’l-Hayr (Ebû Sa’îd) Nâsiruddin el-Beydavî’dir. Hindistan’dan Endülüs’e kadar uza­nan İslâm âleminde şöhret bulmuş olmasına, bilhassa tefsirinin, zama­nından günümüze kadar, gerek âlim­ler ve gerekse ilim yolcuları tara­fından hararetle okunmasına, şerh, haşiye ve ihtisarlarının, İslâm’da hiçbir esere nasip olmayacak dereceye ulaşmasına rağmen, Beydâvi’nin ailesi, gençliği ve yetişmesi hakkında maalesef, gerektiği kadar bir bilgi­ye sâhip bulunmamaktayız. C. Broc­kelmann, Beydâvî’yi Fars büyük kadısının oğlu olarak göstermektedir. Şiraz yakınlarındaki Beyda’da doğ­muştur. Tahsil ve terbiyesini bu şe­hirde tamamlamış ve nihayet Şiraz’da olmuş ve orada baş kadılığa ka­dar yükselmiştir. Kadılık vazifesin­den ayrıldıktan sonra 650/1252 sene­lerine doğru Tebriz’e yerleşmiş ve ölünceye kadar bu şehirde kalmıştır. Kaynaklar, ölüm tarihi hakkında bile ittifak halinde değillerdir. Onun 685/1286 veya 601/1292 yıllarında öl­müş olduğunu söylemektedirler. Yan­lış olarak, onun 716/1316 veya 719/ 1319 senelerinde öldüğüne dair ka­yıtlar da vardır.

Şâfi’i mezhebine mensup olan Beydâvi, şüphesiz zamanındaki İslâmî ilimlerle mücehhez idi. Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, usûl, mantık, nahiv, belâgât ilimlerinde şöhret sâhibi ol­muş ve bu sahalarda mühim eser­ler vermiştir. Eserleri, ilim ehlinin elinde, o günden bugüne kadar, do­laşmaktadır. Müellifimizin hayat hikâyesi ve yetişmesi yönünden, gerek­li bilgiye sâhip olmadığımızı söyle­miştik. Yalnız, onun Şiraz kadılığını elde etmek için, Tebriz’e gittiğini, ora­da vezirin de hazır bulunduğu bir ilim meclisinde, sorulan karışık bir soruya veya nükteye karşı (bu soru ve nüktenin mahiyeti de bilinmemek­tedir) verdiği cevapla, ilmî olgunlu­ğunu göstermiş ve vezirin iltifatları­na nâil olmuştur. Bu hususu es-Sübkî’nin, Tabakât’ından öğrenmekteyiz.

îbn Kâdi Şahbe, Tabakât’ında, Beydâvî hakkında, “O, musannafât sahibi, Azerbaycan bölgesinin âlimi idi. Şiraz’da kadılık yaptı”, es-Sübkî’de “O, ilim alanında yarışan, dikkatli, sâlih, âbid ve zâhid bir kimse idi”, İbn Habib ise” onun eserlerinden bütün imâmlar övgü ile bahsederler, Onun Minhâc’dan başka eseri olma­saydı, o bile onun için yeterli idi." de­mektedirler.

Şüphesiz, Beydâvi, eserlerinde İslâm’ın kültür unsurlarını toplamaya gayret göstermiş, bilhassa Usûlu’d-Din ile Usûlu’l-Fıkhın arasını cemetmiştir. Yine o, din ve hikmet ilim­lerine, Arap dili ve edebiyatına âit bilgileri de ilâve etmiştir. Bütün bil­gilerini Şiraz’da almış ve orada neşet etmiştir. Eserleri, onun iyi ellerde ye­tişip, sağlam bir kültüre sâhip oldu­ğunu göstermektedir.

Eserlerini şöylece sıralayabiliriz:

1. Minhâcu’l-Vusûl ilâ ‘Ilmi’l-Usûl (…)

Fıkıh usûlünde çok ün yapmış, itibar görmüş ve günümüzde da­hi önemini kaybetmeyen mühim bir eserdir.

2. Şerhu’l-Matâli fi’l-Mantık (…)

Mantık ilmine âittir.

3. el-Gâyetu’l-Kusvâ (…)

Şâfi’i fıkhı furu’una’ âittir.

4. Şerhu Mesâbihu’s-Sünne (…)

El-Bagavî’nin hadise ait eserinin şerhidir. El-Bagavî ona, “Tuhfetu’l-Ebrâr” adını da vermiştir.

5. Tavâli’u’I-Envâr min Matali’l-Enzâr (…)

Kelâm ilmine ait mühim bir eser­dir.

6. Lubbu’I-Elbâb fi ‘İlmi’l-I’râb (…)

Kâfiye adlı eserin muhtasarıdır.

7. Nizâmu’t-Tevârîh (…)

Farsça yazılmış olan bu tarih, yaratılıştan, hicrî 674 tarihine kadar olan hâdiselerden bahseder. Latinceye tercüme edilmiş olan bu eser, Beydâlı diğer bir âli­me de isnâd olunmaktadır.

8. Risâle fi Mevzuâti’l-UIûm ve Ta’ârifuhâ (…)

İlmilerin mevzuu ve tarifi hak­kındadır.

9. El-İzâh fi Usûli’d-Dîn (…)

Usûlu’d-Dîn’e âittir.

10. Şerhu’l-Mahsûl (…)

11. Misbâhul-Ervâh (…)

Bu eser, usulden er-Râzi’nin "el- Muntahâb” adlı eserinin şerhidir.

12. Muntaha’l-Munâ (…)

13. Şerhu Muntasarı İbn Hâcib (…)

14. Envâru’t-Tenzil ve Esrâru’t-Te’vil (…)

Görüldüğü gibi, zamanındaki İslâmî ilimlerin her alanında mükem­mel eserler veren Beydâvî’nin ilmi ol­gunluğu kendiliğinden ortaya çık­maktadır. Onun asıl şöhretini, tef­siri ortaya koymuştur. (1)

TEFSİRİ

Beydâvî’yi ilim âleminde şöhrete ulaştıran eserinin, tefsiri olduğunu söylemiştik. “Envâru’t-Tenzil ve Esrâru’t-Te’vil” adını taşıyan tef­siri, Müslümanlar arasında hiçbir tefsirin varamadığı bir mevkiye ulaş­mıştır. Bu sebepten birçok İslâm ilim merkezlerinde ve Avrupa’da mü­teaddit defalar basılmıştır.(2) Hele bu tefsire yapılan şerh, haşiye ve ta­liklerin sayısı 250’yi aşmaktadır.

Yalnız Osmanlı âlimleri tarafından yapılanların sayısı 60’a ulaşmaktadır.

Beydâvî’nin bu tefsiri, ne çok ha­cimli ve ne de çok küçüktür. Orta hacimdedir. Ehl-i Sünnet usûlü üze­re deliller vererek, Arap dilinin kai­delerinin verdiği imkânlar nispetinde âyetleri tefsir ve te’vil eder. Mesele­lerin teferruatına girmeden, kısa, mu’cez bir şekilde onların faydalı olan yönlerini vermeye çalışır. Sarf, lugât, mantık, kıraât, târih, kelâm gibi konuları bazen çok kısa ve özlü bir şekilde verdiği için onları anla­makta müşkülat çekilir. Bu bakım­dan, müellifimiz, verdiği bazı bilgile­ri müphem bırakmakla itham edilir. Elbette insan kusursuz olmaz. Kusur­lu olan yönleri bir tarafa bırakıp, faydalı olanlarından istifade etmek gerekir. Her tefsirde olduğu gibi, bu tefsir de, kevnî ilimler yönünden tet­kik edilecek olursa, bugünkü müspet ilim bilgilerimize göre, pek çok eksik­likleri bulunabilir ama 7–8 asır evveli için özlü bir ilim hâzinesi ol­duğu gerçeği de gözlerden uzak tu­tulmamalıdır. Beydâvî bütün bilgisi­ni, bu eserinde göstermeye çalışır. Âdeta okyanusu, bir sürahiye sığdırmaya gayret gösterir.

Beydâvî’nin tefsiri, İslâm kültür mirasının bir meyvesi olarak kabul edilebilir. Tefsirini, hayatının sonları­na doğru Tebriz’de yazmıştır. Kay­naklar, Onun, Şirâz’daki kadılık vazifesinden ayrıldıktan sonra, ölünce­ye kadar kaldığı Tebriz’e 650/1252 senelerine doğru geldiğini zikrederler. Bu devre, müellifimizin olgunluk, ke­mâl ve istikrâr devresidir. Tefsirini de bu devrede yazmıştır. Buradan anlaşılıyor ki, tefsir, hicri yedinci as­rın ikinci yarısında yazılmıştır.

Beydâvî’nin tefsirini yazmak için, istifade ettiği en mühim kay­naklar, ez-Zamahşerî’nin Keşşaf’ı ile er-Râzî’nin Mefâtihu’l-Gayb’ı olmuş­tur, Lafızların ve terkiplerin beyânı, manalardaki nükteleri istihraç ve on­ların tahlilinde Keşşâf’a; Kur’ânî hik­metin ruhunu ortaya koymak için, usulü’d-dîn, felsefe ve usulu’l-fıkh yönünden olan görüşleri de Mefâtihu’l-Gayb’a dayanır. Yine müellifimiz, zevki manaların yazılmasında, ince, dakik bilgilerin işârî nüktelerinde, er-Râgıb el-İsfahânî’nin, Müfredât’ından istifade eder. Genellikle tef­sirinde, kendinden evvel gelen âlim­lerin, fikirlerini toplayıp tahlil eder, onları araştırır, tenkit eder ve onlar­dan hükümler çıkarır. Birçok vecihleri ve muhtelif ihtimalleri cem eder. Verdiği görüşleri tercih esasına göre sıralar, itimat ettiklerini, zayıf ve merdûd olanları zikreder. Zayıf olan rivâyet ve görüşler “ruviye” veya “kîle” lafızları ile gösterir. Bazen uzak olan görüşleri de bir kalıba yer­leştirir ve bütün bunları özlü bir şe­kilde hülâsa eder. Bu yönlerden Beydâvî’nin tefsiri, muhteva, metot ve uslûp bakımından araştırıcılar ve öğ­renciler için yüksek bir kıymeti hâizdir.

Müslümanlar, asrın telkinine itimat etmişler ve onu, tefsir ilmi için aslî bir kaynak kılmışlardır. Böyle bir mevkiye ulaşmasına rağ­men, bazı kimseler bu tefsiri, ibâre­lerindeki güçlük bakımından müphem bulmuşlar veya sûrelerin faziletleri­ne ait uydurma haberleri tefsirine soktuğu için veyahut da, onun ulaş­tığı şöhreti çekemediklerinden, ağır bir şekilde tenkit etmişlerdir. Hâlbuki bu tefsir, tefsir ilminde zamanına kadar bilgilerin yazıldığı, İslâm kül­türünün çiçeklenip, gelişmesinin ke­mâline ulaştığı, Eş’arî hikmeti üzerine bina edilen, ilmî metodun en yüksek, eseri sayılır.

Bu şöhretli tefsirin, şerh, haşiye, ta’lik ve ihtisarlarının pek çok oldu­ğunu söylemiştik. Bunlardan hiç ol­mazsa meşhûr olanlarından bir kaçı­m zikretmenin faydalı olacağı ka­naatindeyiz:

Haşiyeler:

1. Muhammed b, Yusûf el-Kirmânî (Ö. 786/1384).

2. İbn Temcîd (Muslihuddin) (Ö. 890/1485).

3. Abdulhakîm es-Siyelkûtî (Ö. 1067/1657).

4. es-Suyûtî (Ö. 911/1505).

5. el-Kâdî Zekeriyyâ el-Ensâri (Ö. 9101150i).

6. Şeyh zâde (Muhyiddin) (Ö. 950/1543)

7. Şihâbuddin el-Hafâcî (Ö. 1069/1659)

8. Molla Husrev (Ö. 885/1480).

9. Sa’di Çelebî (Ö. 945/1538)

10. Baba Nimetullah Nahcevânî (Ö. 920/1514).

Tâlikler:

1. Seyyid Şerif Cürcânî (Ö. 816/ 1413).

2. Şeyh Kâsım b. Kutluboğa (Ö. 879/1474),

3. Muslihuddin Muhammed Kâ­ri (Ö. 977/1569).

4. Muhammed b. İbrahim el -Halebî (Ö. 971/1563).

5. Sadruddin Şirvânî (Ö. 1020/ 1611).

Beydâvî’nin tefsiri Muhammed b. Muhammed b. Abdirrahmân (ö. 874/ 1469) tarafından ihtisâr edilmiştir. Abdurraûf el-Münâvî (6. 1031/1621) “el-Fethu’s-Semâvî fi Tahrici Ahâdisi’l-Beydâvî”, keza, Himmetzâde Mu­hammed b. Haşan ed-Dımaşke (Ö. 1175/1761) “Tuhfetu’r-Râvî fi Tahricî Ahâdisi’l-Beydâvî’’ adlı eserleriyle Beydâvî’nin tefsirinde bulunan hadis­leri tahriç etmişlerdir.

Bir yazar hakkında, başkalarının söyledikleri olumlu veya olumsuz söz­lerden ziyade, yazarın kendi eserle­rindeki ifadelerinden istifade etmek ilmî objektiflik bakımından daha uygundur. Biz de Beydâvî’nin tefsiri üzerine konuşurken, onun hakkında denilenlerden ziyade, tefsirinden ala­cağımız örneklerle, tefsirdeki meto­dunu vermeye çalışacağız. Şüphesiz her müellif, eserinin baş tarafına, bu eseri niçin yazdığını ve nasıl bir metot takip ettiğini, kısaca eseri­nin hangi gaye için yazılmış olduğu­nu, kısa veya uzun bir mukaddime ile belirtmeye çalışır. Beydâvî de, tefsirinin baş tarafına kısa bir mukad­dime eklemiştir. Onun bu kısa mu­kaddimesi ile tefsirinden alacağımız orijinal örneklere temas ederek, tef­sirdeki metodunu göstermeye çalışa­cağım.

Beydâvî, bu ünlü tefsirinin mu­kaddimesinde, besmele, hamdele ve salveleden sonra, maksadını şöyle a­çıklamaktadır:

“Şeriat kaidelerinin binası ve esası, dinî ilimlerin başı ve önderi olan tefsir ilmi, miktar yönünden i­limlerin en büyüğü, şeref ve alâmet bakımından da en yüce olanıdır. Tefsir yazmak ve onun hakkında konuşmak, ancak dinî ilimlerin hep­sinde, usûl ve furu’nda akranlarına üstün gelen, Arap dili sanatında, edebî fenlerde yüksek derecede bu­lunan kimselere ait olabilir.

Uzun zamandan beri, hem Sahâbîlerin büyüklerinden, tâbiîlerin âlimlerinden ve bunların dışındaki se­lef bilginlerinden bana ulaşan haber­lerin özetini içine alan, hem de gerek benim ve gerekse benden evvel gelen faziletli kimselerin ve araştırıcıların ortaya koydukları mühim birtakım ince nükteleri ve latifeleri ihtiva e­den, meşhûr sekiz imâma ulaşan kıraât vecihlerini ve muteber kurrâdan rivâyet edilen sazları da açıklayan fenleri içine alan bir kitap yazmayı düşünmekteydim. Ancak, aczim beni bu işi yapmaktan alıkoymakta ve istediğim şu makama yükselmeme engel olmaktaydı. Nihayet yaptığım istihareden sonra, mazhar olduğum bereket ve kolaylık sayesinde endi­şelerden kurtuldum ve yapmak iste­diğim geye bağlamaya ve niyet etti­ğim şeyi yerine getirmeye gayretim, sağlam bir şekilde arttı. Kitabı ta­mamlayınca ona “Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vil” adını vereyim diye niyet ettim. Allah’ın, beni doğru yolun güzelliklerine ulaştırması dileğiy­le sözlerime başlıyorum. Her ulaş­tıran ve her isteyene İstediğini veren yegâne O’dur.”

Görüldüğü gibi Beydâvî, bu kısa ve özlü mukaddimesinde, hem tefsir ilminin, diğer ilimler arasındaki ö­nemini, hem tefsir yazmak isteyen kimsenin, sâhip bulunması lâzım ge­len vasıflarını, hem de yazılacak tef­sirin muhtevasının neleri içine alması gerektiğini açıklamaktadır. Bunla­ra ilâve olarak, kendi yaşayış ve ka­rakterini ortaya koymaktadır. Uzun zamandan beri böyle bir eser yazmayı tasarladığını söyleyen Beydâvi, kendisinde gördüğü eksiklikten dolayı, bu ise başlayamadığını ve kendisini yetiştirip bu işi başaracağına kanaât getirdikten sonra, şartlan hâiz bir kişi olarak eseri yazmaya baş­ladığını ifade etmektedir.

Şimdi bu ünlü tefsirin tah­liline geçebiliriz. Beydâvî kısa mu­kaddimesinde de açıkladığı gibi, sa­habe, tâbiîn ve selef bilginlerinden kendisine ulaşan haberlerin hulâsa­sını ve kendisinden evvel gelen araş­tırıcıların ortaya koydukları nükte­leri ve haberleri vereceğini ifade et­tiğine göre, kendinden önce gelen kaynaklardan faydalanacağı tabiî­dir. Nitekim Beydâvî, tefsirinde la­fızların ve terkiplerin beyânı ve tahlillerinde, manalardan nükteler çıkarmakta Zamahşerî’ye; Kur’ânî hikmetler ve felsefe nazariyelerini, din usûlü ve fıkıh usûlü kâidelerini ortaya koymakta, Fahruddin er-Râzî’ye; maârif, incelikleri, lugât ve iş­tikak bahisleri için de er-Râgıb’ın "Müfredâf’ına, bazen onların isimle­rini zikrederek, bazen de zikretmeyerek dayanır.

Beydâvî’nin, metodunu kendi ifa­delerinden alacağımız örneklerle ortaya koymaya çalışalım. Meselâ, Âli İmrân sûresinin 97. inci "... yo­luna gücü yeten herkesin, o evi ta­vaf etmesi, insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır” âyetini tefsir ederken) evvela hükme konu olan “hâcce” ke­limesini ele almakta, manası için çe­şitli tahlilleri yaptıktan sonra, keli­menin okunuşu üzerinde, kıraât imamlarının görüşlerini zikretmekte­dir. Durum okuyucuyu tatmin edici bir safhaya geldikten sonra, âyetteki hükmü tamamlayan diğer kısımlara geçmekte ve onların i’rablarını, cüm­le içindeki yerlerini belirtmektedir. Şayet bu konuda bir hadis varsa, onu zikrederek, fikrî mezheplere gö­re meseleyi tekrar tahlile tâbi tut­makta ve onların getirdikleri delil­leri, meselenin önemine göre ortaya koymaya çalışmaktadır. Şâfi’i mez­hebine mensûb olduğu için, bu mez­hebin görüşlerini tercih etmektedir. Teferruata girmeksizin bazı fıkhî meselelere âit ahkâm âyetlerini arzeder ve genellikle kendi mezhebine meyleder. Hazreti Peygamber’e kadar ulaşan merfu hadisleri “Allah’ın Elçisi şöyle tefsir etti” veya "Allahın Elçisi şöyle dedi” demek suretiyle, isnâd vermeksizin zikreder(3).

Beydâvi, ayetleri tefsir ederken, genel olmamakla beraber, kelime bilgisi üzerinde fazla durmaz. Nahiv yönünden cümleyi ele alarak, belâgatlı bir şekilde maksadın anlatıl­ması üzerinde durur. Edebî yönden cümlenin tahlilini yapar ve tercih ettiğini izâha çalışır (4). Tahlilini vermeye çalışacağımız Mâide sûresinin 8.inci âyetinin üç bölümde tefsir edilişi göz önüne alınırsa, ifade edil­meye çalışılan hususlar kolayca an­laşılmış olur. Birinci bölümde, Allah için adaletli olmak, müşriklere dahi adaletli ve insanî davranmak emredilmektedir. İkinci bölümde, bu şe­kilde hareket etmenin kurtuluşa en yakın vesile olacağı, kâfirlerle müna­sebete bu derece önem verilirken, müminlerle olan münasebetlerde ise adaletin önemine işaret edilmekte­dir. Üçüncü bölümde ise, insanlar, Allah’tan korkmaya davet edilerek, emir ve nehiylerin mutlaka yerine getirilmesi istenmekte, aksi takdirde, yapılan işlerden Allah Teâlâ’nın ha­berdar olduğuna dikkat çekilmekte­dir. Görüldüğü gibi bu misâl, yuka­rıda zikredilen hususiyetleri topla­maktadır. Burada, ne derin kelime tahlillerine, ne kıraât hususiyetleri­ne, ne mezhep farklılıklarına ve ne de bunların dayandığı hadislere te­mas edilmiş, sadece, âyetin manası­nın mantıki silsile içerisinde anlaşıl­ması edebî bir şekilde temin edilmiş­tir. Müfessirimizin bu şekilde hareket edişi, onun tefsirde takip ettiği ge­nel metodunu etkilemez.

Beydâvî’nin diğer bir özelliği, hükme konu olan kelime veya ibâreler, şayet daha evvel anlatılmışsa, kısaca âyeti tefsir eder ve o kelime veya ibarenin açıklaması nerede geçmişse, oraya işaret ederek “sabaka tefairuhu” demek suretiyle, ge­rekli bilginin oradan alınmasını sağ­lar. Bu usulü ile müellifimiz, hem zaman ve malzemeden tasarruf sağ­larken, hem de eserini lüzûmsuz taf­silât ve tekrarlardan koruyarak, o­nun edebî ve ilmî değerini artırmış olur. Eğer, hüküm hususunda mez­hepler arasında anlayış farkı bulun­muyorsa, o noktaya temas edilmek­sizin âyet kısaca tefsir edilir (5).

Beydâvî’hin İslâm âleminde şöh­rete ulaşan bu tefsiri, bu gün dahi birçok faydaları ihtiva etmektedir. Bü­yük imâmların sözlerinin hülâsası, ümmetin seçkinlerinin Kur’ân ve onun manası hakkındaki en temiz görüşle­ri, lafızları hakkındaki müşkilleri a­çıklığa kavuşturma, icazının en açık ve özlü şeklini, onda bulmak müm­kündür.

Meselâ, Nisâ sûresinin 59. âyetini tefsir ederken, bu âyeti açık­lamak ve tefsir etmek için, yine aynı sûrenin 83. âyetini delil olarak getirmektedir (6) Bilindiği gibi âye­tin âyet ile tefsiri, tefsir ilminde en kuvvetli ve en geçerli bir yoldur. Ke­za, yine Nisâ sûresinin 60. âyetini tefsir etmek için, İbn Abbas’dan ge­len bir haberi ele almaktadır. Bu haberde, bir münâfıkın bir Yahudi ile olan anlaşmazlığını Hazreti Peygam­ber’in halletmeye çalışması, bu çareyi kabul etmeyen münâfığın mesele­yi Hz. Ömer’e getirmesi ve Hz. Ömer’in, münafığın boynunu vurması ile meseleyi halledişi anlatılmaktadır. Hâk ile bâtılı ayırt ettiği için Hz. Ömer’e, Cebrâil tarafından “el-Fârûk” lakabının verildiğine işaret edil­mektedir (7).

Beydâvî, müteşâbih âyetleri, Ehl-i Sünnet görüşüne uygun bir şe­kilde te’vil eder. Mesela, Mâide sûre­sinin 64. âyetindeki “yedâ” lafzı­na itâ, cûd, ihsân manaları verir­ken(8), yine Tâha sûresinin 5. âye­tindeki “îstevâ” kelimesine ihata manası vermektedir (9).

Diğer tefsirlerde olduğu gibi, bu tefsirde de âyetler tefsir edilirken, hepsinin üzerinde aynı ölçüde durulmamaktadır. Zaten aynı ölçüde du­rulması hususunda bir kâide de yok­tur çünkü âyetlerdeki kelimelerin ve cümlelerin anlaşılması farklı ola­bilir. Hiç açıklamaya ihtiyaç göstermeyen âyetlerin yanında, zor o­lanlar ve hatta anlaşılmayıp Allah Teâlâ’nın ilmine havale edilenler da­hi bulunabilir. Muhatâbların çeşitli kültür seviyesinde bulunmaları da, ifadelerin değişik olmasını gerektiren diğer bir âmil olabilir. Kur’ân-ı Ke­rimin mu’ciz olan emir ve nehiyleri, her zamanı ihtiva etmesi ve ondaki hakikatlerin devamlılığı göz önünde tutulacak olursa, ifâdelerinin farklı olacağı zaruretini de ortaya koyar. Bir emrin veya bir nehyin ifadesi ile bir kıssanın veya âhirete ait olan bir haberin ifadesi, tabiidir ki, aynı olmayacaktır. Ahkâm ve itikada taalluk eden bir husus muhataba anlaya­cağı şekilde, açıklanmaya çalışılır­ken, kıssalar mümkün mertebe özlü ifade edilerek kısa geçilmiştir. Kısa­cası Fıkıhda Şâfi’i mezhebine mensûb olan Beydâvi, nesh meselesinde Kur’an’da neshin varlığını kabul et­mektedir (11). Bakara sûresinin 106. âyetini tefsir ederken, bu âyetin, neshin varlığına delil olduğunu söyle­mektedir. Şâfiiler, bir âyetin yine bir âyetle neshedileceği görüşünü savu­nurlarken, müellifimizin de, şâfi’i ol­masına rağmen, böyle bir görüşü savunduğuna eserinde rastlayamadık. Nisa sûresinin 82. âyetini tef­sir ederken, neshi kabul etmeyenlere karşı, meseleyi makûl bir şekilde sa­vunarak, nesih olayında, hükümlerin aslında bir değişiklik ve noksanlık olmadığını ve ancak hükümlerin hal­lerinde ve maslahatlarında bir de­ğişiklik olduğunu söylemekte böylece hem nesih anlayışını ifade etmek­te ve hem de neshi kabul etmeyenlere karşı cevap vermektedir (12).

Beydâvî, genellikle Şâfi’i görüş­lerini savunur. Meselâ, sûre başla­rındaki “besmele”nin durumu hakkın­da: Besmele, her sûre başında müs­takil bir âyettir. Mekke, Küfe âlim­leri, Îbnu’l-Mubarek ve eş-Şâfi’i de, besmeleyi Fâtiha’dan ve her sûrenin başında bulunanları da, o sûreden bir âyet olduğunu kabul ettiklerini zik­reder. Basra, Şâm, Medine âlimleri ile Mâlik ve el-Evzâ-i’nin yukarıda­kilere muhalefet ettiklerini, Ebû Hanife’nin de, bu konuda ortaya bir de­lil ileri sürmeden, besmelelerin sûre­lerden bir âyet olmadığını söylediğini ifade etmektedir(13). Burada Beydâvi, Şâfi’î ve aynı görüşte olanların fikirlerini söyledikten sonra, bu gö­rüşe muhalefet edenleri "ve hâle fehum” demek suretiyle, ilk görüşü benimsediğini göstermiş olur.

Aşağıda vermeye çalışacağımız örnekler, onun Şâfi’i mezhebine olan temâyülünü veya o mezhebe mensûbiyetini daha iyi aksettirecektir. Bakara sûresinin 228. âyetini tef­sir ederken, boşanmış kadınların üç kuru (üç âdet veya üç temizlik süre­si) beklemeleri gereğini ele aldığın­da “kuru” kelimesine “temizlik-tuhr” manası vererek, Şâfi’i mezhebi gö­rüşünü benimsemektedir. Hanefîler ise bu kelimeye “hayz” manası ver­mektedirler, Beydâvi bunlara ilâve olarak, bu kelimenin manası, hanefîlerin ‘dediği gibi “hayz” değildir de­mek sûretiyle mezhep görüşünü or­taya koymaktadır (14).

Yine Bakara sûresinin 231. “kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini bitirdiler mi, kendi arala­rında anlaştıkları takdirde (eski) ko­calan ile evlenmelerine engel olma­yın” âyetinin gelişinden, eş-Şâfi’i, bekleme süreleri dolan karı-kocanın birbirlerinden velisiz ayrılabilecekleri görüşüne sâhip olmaktadır. Bu ayetle muhatap velilerdir. Bu da kadının velisiz evlenemeyeceğine işa­rettir, (15). Eğer kadının velisiz evlen­mesi mümkün olsaydı, bu ayette veli­lerin muhatap olması yersiz olurdu. Bu bakımdan Şafi’î mezhebine göre, kadının nikâhında velinin izni şart koşulmuştur. (Hanefilere göre evlen­me çağına gelmiş olan kadın velisiz olarak şahitler huzurunda nikâh hak­kına sahiptir). Beydâvî bu meseleyi incelerken, Hanefî mezhebi görüşü­ne yer vermemiştir. Keza yine, Nisâ sûresinin 43. âyetindeki "kadınlara dokunmuşsanız” ibâresini tefsir ederken, eş -Şâfi’i âyetteki "dokunmanın” abdesti bozacağına delil getirmiştir, “dokunmanın” cinsî temasdan kinâye olarak kullanılması, mutlak olarak dokunmaktan daha az kullanıldığına da işâret edilmiştir (16). Beydâvî burada hükme konu (olan “lâmese” kelimesini ele almakta ve bu kelimenin manasının herhangi bir şekilde mutlak olarak dokun­ma manasını ifade ettiğini söy­lemektedir. “Lâmese” kelimesinin cinsî münasebet manasına mecaz olduğuna, hakikî mana müm­kün iken, mecaza gidilemeyeceğine işaret etmektedir. Zaten, kelimeye cinsî münasebet manası verilmesini “kile” lafzı ile ifade ederek, bu gö­rüşe itibar etmediğini belirtmiş ol­maktadır.

Her Ehl-i Sünnet âlimi gibi, Beydâvî’de kıyâsı, şer’î dört delilin en mühim asıllarından biri kabul eder. Nisâ sûresinin 59. “... eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa dü­şerseniz, onu Allah’a ve Resûlüne gö­türün” âyetini tefsir ederken, dini ihtilâf hususunda, Allah’ın kitâbına, dayanılmasını Hazreti Peygamber hayatta iken, kendisinden sorulma­sına, irtihâlinden sonra da sünnetine müracaat edilmesini istemektedir. Burada, kıyâsı kabul etmeyenlerin “Allah Teâlâ, ihtilaf edilen hususta, kıyâsa değil de, kitap ve sünnete başvurularak meselenin halledilmesi­ni farz kılmıştır.” şeklindeki görüş­lerine karşı, cevap olarak "ihtilaf edi­len şeyi naslara götürmek ancak tem­sili olur. Hâlbuki ihtilafı nassa gö­türüp, oradan hüküm çıkarmak ise, kıyasla olur” demektedir (17).

Beydâvî, genellikle, Mutezile mezhebi görüşlerini şiddetli bir şekil­de reddetmeye, çalışmış ve bu sebeptendir ki, tefsiri Ehl-i Sünnet indinde revâç bulmuştur. Bu konuya birkaç örnek vermek faydalı olacak­tır. Bakara sûresinin 106. nesh âyetini tefsir ederken, orada bizzat Mutezile’nin ismi zikredilerek, onla­rın bu âyeti, Kur’an’ın hudûsuna (mahlûk olduğuna) delil getirdik­lerini ileri sürmektedir. Mutezile, Kur’an’da değişmenin ve farklılığın bulunması, onun hâdis olmasına ge­rektiren hallerdendir, demektedir. Beydâvî ise buna cevap olarak, Kur’an’daki değişiklik ve farklılık, Kadîm olan Zât ile kâim manasına, taâlluk eden işlerin avânzındandır, demektedir(18). Yine Beydâvî, mutezile mez­hebinin, Allah’ın görünmesinin müm­kün olmadığına dâir görüşüne karşı, O’nun görüleceğini iddia ve ispat etmektedir. Meselâ, A’raf süresinin 143’ncü “(Musâ a.s ): Ya Rabbi, ba­na görün, sana bakayım” âyetini tef­sir ederken, bu âyeti, Allah’ı gör­menin câiz olduğuna delil getirmek­tedir zirâ Peygamberlerin, Allah’ı bilmediklerini gösteren bir harekette bulunmaları ve muhal olan şeyi iste­meleri câiz olmaz. Hz. Musâ’nın "bana görün” suâline karşı, Allah Teâlâ "sen beni göremezsin” şeklindeki cevabı, Allah’ın görülemeyeceği sakıncasını ortadan kaldırmaktadır. Hz. Musa’ya verilen cevapta "sen beni, göremezsin” deniliyor da “ben gö­rünmem”, “ben sana görünmem” ve­ya “sen bana bakamazsın” denilmi­yor. Burada "görmemek” fiili Hz. Musa’ya hasredilmektedir. Bu soru “bize Allah’ı aşikâr göster” diyen kavmini susturmak için söylenmiş­tir, şeklinde izah etmek hatalıdır. Eğer, Allah Teâlâ’yı görmek müm­kün olsaydı, Hz. Musa’nın kavmini cehaletle vasıflandırması ve doğruyu onlara açıklaması, kendisi için lüzumlu olurdu. Nitekim onlar “bize de böyle bir tanrı yap” dedikleri za­man, Hz. Musa, onlara darılmış “siz cahilsiniz” demiş ve hakikati onlara izâh etmiştir. Hâlbuki burada Allah Teâlâ “Ta Musa sen beni göremezsin, fakat dağa bak, eğer dağ yerinde durursa, sen de beni görürsün” bu­yurmuş ve öndeki cümleyi açıklamak için gelmiştir. Kısacası âyet, Hz. Musa’nın, Allah Teâlâ’yı görmeye ta­hammül edemeyeceğini anlatmak is­temiştir. Burada görmenin, dağın ye­rinde durması şartına bağlanması, rü’yetin mümkün olacağına delildir zira bir şeyin olmasını, mümkün o­lan bir şeyin olması şartına bağla­mak, o şeyin zorunlu olarak mümkün olacağını gösterir, demek suretiyle konuyu incelemektedir. (19) Beydâvî, Allah’ın görülebileceğine bu âyeti, de­lil getirirken, peygamberlerin müm­kün olmayan bir şeyi istemeleri on­ların, Allah’ı gereği gibi tanımadık­larına, böyle bir hâlin de peygamber­lerde bulunmaması gerektiği söyleye­rek, Peygamberlik vasfı ile ceha­letin bağdaşamayacağına işaret et­mektedir.

Kezâ Beydâvî, En’âm sûresinin 103. “gözler ona idrak edemez” âyetini tefsir ederken, Mutezile’nin, bu âyeti Allah’ın görünmesinin müm­kün olamayacağına delil getirdiğini ve bu görüşün de zayıf olduğunu söylemektedir çünkü “idrak” ke­limesi, mutlak olarak görmeyi ifade etmez. Âyetin olumsuzluğu bütün zamanlara şâmil değildir... , demek sûretiyle(20), Mutezile’nin, âyeti anla­yışlarının zayıf noktalarını makûl bir tarzda tespit ederek, onların fikirlerini çürüttükten sonra, bu âyeti, Allah Teâlâ’nın görülebileceği­ne delil olarak getirmektedir.

Yine Kıyâme sûresinin 22–23. “yüzler var ki, o gün ışıl ışıl parlar, Rabbine bakar” âyetlerini tefsir e­derken de, sen onu, Allah Teâlâ’nın cemâline hayran olmuş halde gö­rürsün (21), demekle, mutezile görü­şünün aksini ifade etmeye çalışır.

Keza, müellifimiz, Mü’minûn sû­resinin 14. âyetindeki “âhsenu’l-hâlikîn” ibâresini “el-Mukaddirîne tak­diren” şeklinde tefsir etmektedir (22). Mutezile’nin, eğer Allah’tan başka “hâlık” olmasaydı, Allah Teâlâ “Ahsenu’I-Hâlikîn’ demesi câiz olmazdı. Nitekim insanlar arasında, hâkim ve merhamet edenler bulunduğu için, Allah Teâlâ hakkında “Ahkemu’l-Hâkimîn”, “Erhamu’r-Râhimîn” de­nilmiştir, gibi sözlerini zımnen redde­derek “Hâlık” lafzını başka bir kelime ile te’vil etmektedir. Yine, Bakara sûresinin 2–3. âyetlerini tefsir ederken, Ehl-i sünnet, Mutezile ve Hâricilere göre, imân ve nifakın manasını geniş bir şekilde arz etmekte ve ehl-i sünnet görüşünü tercih etmektedir (23). Aynı âyetin devamın­da rızkın ne olduğu hususunda, Ehl-i Sünnet ile Mutezile arasındaki ihtilâ­fa da temas edilir (24).

Yukarıda vermeye çalıştığımız birkaç örnekten anlaşılacağı üzere, Beydâvî, kelâm yönünden Ehl-i Sün­net görüşünü savunmuş, genellikle Mutezile olmak üzere, diğer mezhep sahiplerinin görüşlerini, bazen bun­ların isimlerini zikrederek, bazen de onların isimlerini zikretmeksizin red­detmiştir.

Fesahât, belagât ve dil incelik­leri yönünden Zemahşerî’nin, Keşşâf adlı tefsirinden bol bol istifade etmiş ve onun Mutezili fikirlerini ayıklamışsa da, bazen de onun tesiri altında kaldığı görülür. Meselâ, Ba­kara sûresinin 275. "faiz yiyenler, ancak şeytanın çarpmış olduğu kim­senin kalktığı gibi kalkarlar...” âye­tini tefsir ederken, cinlerin, insanla­ra ancak vesvese vermek ve iğva etmek suretiyle onlara tesallut ede­bileceği görüşünü benimser (25). Bu görüş, Zemahşeri’nin görüşüdür.

Beydâvî, bazı kevnî âyetleri tef­sir ederken, ilmî tefsir metodunu da kullanmış, O, hâdisenin oluş ve tabia­tını izah etmeye çalışmıştır. Bu ko­nuda Râzi’den de bol bol istifade etmiştir. Meselâ es-Saffât sûresinin 10’uncu ayetini tefsir ederken "Sihâb”ın hakikatini anlatmaya çalışır ve bu konuda denilenleri nakle­der (26) en-Neml sûresinin 88. “dağları görürseniz, onları yerinde durur sanırsınız” âyetini tefsir e­derken, dünyanın döndüğüne işaret etmektedir. Bunu ispat için de, büyük cisimler tek bir cihete doğru hareket ettiklerinde, hareketi fark edilmez de­mekle, zahirde gözün aklanabilece­ğini ifade etmektedir (27).

Yine Beydâvî’nin tefsirinde, Keşşâf sahibini tenkide vesile olan bazı hususları görmek mümkündür. Mese­lâ her sûre sonunda, o sûrenin fa­ziletini ve onu okuyanın, Allah in­dindeki sevap ve ecrini bildiren ha­disler, hadis ehlince ittifakla mevzu olduğu bilinmektedir. Her konuda ti­tizlikle hareket eden Beydâvî, mevzû hadisler hakkında, Zamahşeri’yi ta­kip etme yoluna nasıl girdiğini izâh etmek çok güçtür. Bazı kimselerin o­nu mazur göstermeye çalışmaları ve­ya onun namına özür dilemeleri, müşkili halletmeye yeterli değildir. Bu şekildeki hareketler, bu. konu­da onu tebrie edemez. Geniş İslâmî kültüre sâhip olan bir zâtın, böyle bir hataya düşmesi, izâhı güç bir mesele olarak karşımızda dur­maktadır.

Müellifimiz tefsirinde, sahabe, tâbiiler ve selefin görüşlerini nak­leder. Bir taraftan da aklını kullan­mayı ihmâl etmez. Orada, en par­lak nükteler ince latifeler mucîz bir üslupla anlatılır. Tefsiri özlü olduğu için, bazen ibârelerini anlamak güç­leşir. Bunlar ancak kuvvetli bir basi­ret ve açık bir idrakle sezilebilir. Nahiv sanaâtına ait örneklerini genişletmeksizin vermeye çalışır. İsraili rivâyetleri cidden azdır. Bu rivayet­lerde “kile” veya "ruviye” lafızları ile zikredilerek zayıflıklarına işaret edilmiş olur(28).

Kendinden evvelki bazı tefsir­lerin, hileli ve eksik yerlerini izâh ederek, ortaya koymuş, itizâlî yön­leri varsa onları göstermiş ve ta­mamlayıcı bilgiler vermiştir.

Beydâvî’nin İslâm âleminde şöh­rete ulaşan bu tefsiri, bu gün dahi birçok faydaları ihtiva etmektedir. Bü­yük imâmların sözlerinin hülâsası, ümmetin seçkinlerinin Kur’ân ve onun manası halikındaki en temiz görüşle­ri, lafızları hakkındaki müşkülleri a­çıklığa kavuşturma, icazının en açık ve özlü şeklini, onda bulmak müm­kündür. Kendinden evvelki bazı tefsirlerin, hileli ve eksik yerlerini izah ederek, ortaya koymuş; itizâlî yönleri varsa onları göstermiş ve tamamlayıcı bilgiler vermiştir. Onu methedenler, bu tefsirin saflaştırılmış bir altın gibi ortaya çıktığını, güneş gibi yer yeri aydın­lattığını herkesin ona sâhip olmaya çalıştığını onu tanıyanların tadına doyamadıklarını, âlimler, onu tedris için üzerine düştüklerini, pek çok haşiye ve şerhlerinin yapıldığını, bütün Müslümanların kabulüne mazhar ol­duğunu, onun güzelliklerinin vasf edilmekle bitirilemeyeceğini, söylemektedirler.

(1) Beydayî’nin, hayatı, yetişmesi re eserleri için bakınız: es-Sübkîi, Tabakâtu’s-Şâfi’iyye, Mısır. (İsa el-Bâbi’l-Halebi), VIII. 157-168; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Bey­rut 1966, XIII. 309. ; el-Yafi’i, Mir’âtu’l-Cinân, Haydarâbat 1339/ 1920, IV. 220; es-Suyûtî, Buğyetu’l- Vu’ât, (Dâru’l-Ma’rife) Beyrût, d. 286. ; ed-Dâvûdî, Tabakâtu’l-Müfessirin, Mısır 1392/1972, 242-243..; İbnu’l- İmad el-Hanbeli, Şezerâtu’z-Zeheb, Beyrut, V. 392-393.; Tasköprüzade, Mevzuâtu’l-Ulûm, İstanbul 1313, I. 555-556.; Kâtib Çelebi, Keşfu’z-Zunûn, İstanbul 1941, 186, 1032, 1116, 1193, 1373, 1481, 1546, 1698, 1704, 1705, 1854, 1858, 1878; Bağdatlı İsmail Pasa, Hediyyetu’l-Arifin, İs­tanbul 1955, I. 462-463; Izâhu’l-Meknûn, İstanbul 1947, Brockelmann, C., el-Beydâvî (Encyclopédie de l’Islam), I. 603–604. ; G. I. 461-418; S. I. 738-743; ez-Zehebi, et-Tefsir ve’I-Müfessirûn, el-Kâhire 1381/1961. I. 296-304.; Ö­mer Rıza Kahhale, Mu’cemu’I-Müellifin, Beyrut, VI. 97-98, XIII. 400; ez-Zrikli, el-A’lam, Beyrut (3. tabı) IV. 248; Cevdet bey, Tefsir Tarihi, İstanbul, 1927, s. 113-115. ; ez-Zürkânî, Menâhilu’l-lrfân, Mısır 1372, I. 535. ; Robson, J., el-Beydâvî (Encyclopédie de l’Islâm Nouvelle dition) I. 1163. ; Fâdıl b. Âşûr, et-Tefsîr ve Ricâluhu, Tunis 1966, s. 95-107.; Bilmen, Ömer Nasûhî, Tefsir Târihi, Ankara 1960, s. 350-357.

(2) Bu tefsir, H.O. Fleisher tarafından iki cilt, yedi cüz halinde 1844–1848 senelerinde Leipzig’de basılmış, ba­sılan bu esere Winand Fell tarafından faydalı bir fihrist ilave edilmiştir. Eser 1878 senesinde Leipzig’de tek­rar basılmıştır. (Beydâvi’nin tefsirinin İslâm alemindeki ve Avrupa’daki bas­kılan için bkz: Serkis, Mu’cemu’l- Matbuât, I. 617–618. G. I. 416–418, S. I. 738–748).

(3) Tefsiru’I-Beydâvi (Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vil), İstanbul. 1314, I. 221;

(4) Aynı eser, I. 327.

(5) Tefsiru’l-Beydâvî, I. 326.

(6) Aynı eser, I. 282.

(7) Aynı eser, I. 283.

(8) Aynı eser, I. 348.

(9) Aynı eser, II. 50.

(10) Bunlara ait örnekler isin bkz. Tefsiru’l-Beydâvî, I. 37, 114, 158, 161; II. 41, 262, 403, 569.

(11) Aynı eser, I. 105, 290, 681.

(12) Aynı eser, I. 290.

(13) Aynı eseri, I. 3.

(14) Tefsiru’l-Beydâvî, X. 158.

(15) Aynı eser, I. 161.

(16) Aynı eser, I. 277

(17) Aynı eser, I. 282–283.

(18) Tefsiru’l-Beydavî, I. 105.

(19) Aynı eser, I. 445.

(20) Aynı eser, I. 395.

(21) Tefsiru’l-Beydâvî, II. 565.

(22) Aynı eser, II 116.

(23) Aynı eser, I. 21.

(24) Aynı eser, I. 22.

(25) Aynı eder, I. 185.

(26) Aynı eser, II. 821.

(27) Aynı eser, II. 207.

(28) Tefsiru’l-Beydâvî, XX. 196