Makale

Düşman Askerlerin Gözüyle Müslüman Neferleri

Düşman Askerlerin Gözüyle Müslüman Neferleri

Ahmet YURTTAKAL
Araştırmacı-Yazar

Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Anzak askerleri Gelibolu Yarımadasını boşaltıp geride birçok malzeme bırakırken takdir mesajları da bıraktılar. Bu mesajlar “Jhony Turk”, “Our Friend of Enemy” (aslında dostumuz olan düşmanımız) gibi saygılı anlamlar içermekteydi…

YEDİ düvel saldırmıştı Çanak-kale’ye… Yenilmez donanmalarıyla vatan topraklarımıza ve mukaddesatımıza saldırmışlardı. Haçlı zihniyetleriyle kinle dolu savaşmaya geldiler. Çanakkale Boğazı’nın geçip İstanbul’u işgal edip bu toprakları paylaşacaklardı. Hesap edemedikleri bir şey vardı; Türk askerlerin cesareti ve iman gücü…
18 Mart 1915 günü yaptıkları boğaz saldırısında ağır yenilgi aldılar. O güne kadar yenilmeyen İngiliz ve Fransız donanması Çanakkale’de ağır yenilgi tatmış; birkaç gemisini ve yüzlerce askerini kaybederek geri çekilmişlerdi. Boğazdan umduğunu bulamayan Müttefik askerleri, 25 Nisan 1915 günü Seddülbahir ve Arıburnu’nda kara harekâtına giriştiler. Birçok düşman askeri ilk defa Türk askerleriyle karşılaşacaktı. Türk askerleri hakkında fazla bilgileri mevcut değildi. Sadece ülkelerinde gazetelerde çıkan haberler kadar biliyorlardı.
Çanakkale savaşları öncesi Türklere karşı olumsuz propaganda yapılıyordu. Avustralya, Yeni Zelanda ve Batı gazetelerinde propaganda işleniyor; “Türkler Hristiyanları toptan öldürüyor, kadınlara tecavüz ediliyor, Türk askerleri savaş esirlerine çok kötü işkenceler uyguluyor.” şeklinde haberler yaparak dünya kamuoyunu yanıltıyordu. Müslüman Türk askerlerini “Abdul” olarak anıyorlardı. Bu lakapla Türk askerinin “acımasız, vahşi, zavallı, barbar Türk” olarak tanımlıyorlardı.
Günler süren muharebelerde Türk askerleri sayıca ve cephane mühimmat eksikliğine rağmen iyi direniş gösteriyordu. Düşman askerleri olan gücüyle saldırıyordu. Savaş gücü dengesi düşman askerlerin lehine idi. Düşman askerlerine nefret tohumları aşılanıyor; “Sakın teslim olmayın, esirleri Türk askerleri yakıyor.” diye kışkırtarak mücadele ettiriyorlardı. Düşmanın eline düşmektense intiharı seçmeleri konusunda askerlere telkinler veriliyordu.
Bir süre sonra, Anzaklar başta olmak üzere Çanakkale’de Mehmetçik ile çarpışıp, onu doğrudan tanıma fırsatı bulan tüm düşman askerleri, gerçeklerin tamamen farklı olduğunu anladılar. Ama bunun için, tüm acımasızlığıyla Çanakkale savaşlarının yaşanması ve yüz binlerce insanın kanının dökülmesi devam edecekti. (Tunçoku, A. Mete. Anzakların Kaleminden Mehmetçik, TBMM Yayınları, Ankara 2005, s. 27.)
İki taraf askerlerini birbirlerini bizzat görme ve tanıma fırsatı 24 Mayıs ateşkesinde olmuştur. Türklere karşı mevcut olan yersiz nefret ortadan kalkmaya, hatta garip bir saygının gelişmesine neden oldu. Anzak askerleri Türk’ün korkak ve hain olmadığını artık anlamıştı. Hatta kısa bir müddet sonra Avustralyalar gaz maskesi dağıtıldığında çoğu bunu takmak istememiş, neden takmadıkları sorulduğunda, “Türkler dürüst savaşçılardır, zehirli gaz kullanmazlar.” cevabını vermişlerdi. Gerçekten, harbin başından sonuna kadar Gelibolu Yarımadası’nda zehirli gaz kullanılmamıştır. (Moorehead, Alan. Çanakkale Geçilmez, (çev: Günay Salman) Milliyet Yayınları, İstanbul 1972, s. 246.)
Öte yandan Türklerle ilgili olumsuz yargılar geniş ölçüde yok olmuştu. Birkaç ay sonra, bir Yeni Zelandalı asker: “Türklere hiçbir düşmanlık hissi beslemediğimin farkına vardım. Aslında hiçbirimiz beslemiyorduk. O artık bizim için ‘Johnny Türk’ veya ‘Joe Burke’ idi. Yani âdeta bir dert ortağı olmuştu.” diye yazıyordu.
Türk askerlerine karşı düşünceler iyice değişmiş, artık karşılıklı hediyeleşmeye geçmişti. Gazeteci C.E.W. Bean, 10 Kasım 1915’te hatıralarında; “Son zamanlarda Türklerle iyi iletişim kuruyorduk. Siperlerine, Mısır’daki Türk soylu esirlerden gelen ve çok iyi bakıldıklarını anlatan mektuplarıyla, sağlıklı ve mutlu olduklarını gösteren fotoğraflarını atmıştık. Karşıdan şu yanıtı aldık: ‘Sadakayla yaşayan bir adam domuzun, lanetin tekidir. Karnımız tok olduğu gibi yedek yiyeceğimiz de bol. Elimizde tüfeklerle hazırız. İngilizlerin çok yiyecek ve cephanesi olabilir. Ancak bizim de süngülerimiz ve inancımız var. Eğer iddia ettiğiniz gibi büyük bir milletseniz, neden üstün ilkeler doğrultusunda hareket etmiyorsunuz da başkalarının aklını çelerek sadakatlerini bozmaya çalışıp alçalıyorsunuz?’ Çok asilce bir cevap… Bu çabaları yoğunlaştırıp Türklerin teslim olmalarını sağlayabiliriz sanıyorduk.” diyordu.
Charles Bean, bir başka günkü hatırasında; “Üç hafta kadar önce Türklerin üç günlük bir bayramları vardı. Bizim siperlere, silinmez kalemle ve aceleyle üzerinde şunlar yazılı iki paket sigara attılar: “Alın afiyetle için, mutlu düşmanlarımız” karşılığında biz de onlara konserve ve sığır eti yolladık. Paketi, üzerinde “Sığır bifteği istemeyiz” mesajı yazılı olarak geri yolladılar.” diyordu.
XII’nci piyade taburunda er K. J. Skyes Müslüman Türk askerinin yaptığı ibadeti anlatıyordu; “Çetin bir çarpışmanın yorgunluğu içinde başlayan bir gecenin başlangıcındaydık. Biraz olsun dinlenebilmek için sindiğimiz siperlerde, Türk tarafında gelen Allahü Ekber, Allahü Ekber diye yükselen bir sesle, ne olduğunu anlayamadan hemen silahlarımıza sarılıp alarma geçtik… Karanlık içinde olmasına rağmen hemen yakınımızdaki görüntüyü seçebiliyorduk. Hepimiz hayretler içinde kalmıştık. Türk siperlerinin önüne çıkmış beyaz sarıklı bir din adamı ayakta ve fütursuzca dinî görevini yapmaktaydı.” (Karatay, Vefa Baha. Mehmetçik ve Anzaklar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1987, s. 124.)
Müttefik askerlerinin Başkomutanı General Ian Hamilton’da; “Dünyada Osmanlı Türkünden başka, bir din uğruna canını fedaya tartışmasız hazır bir millet ve asker yoktur.” (Hamilton, Ian. Gelibolu Hatıraları 1915, Örgün Yayınevi, İstanbul 2005, s. 209.) diyerek Türk askerlerini övüyordu. Hamilton, 7 Haziran 1915 günü hatıralarında ise Türk topçuların ilginç bir hareketine yer vermiştir. Gemi yanmaya başlamış, yükü boşaltamaz duruma gelmiş ve yardıma muhtaç hâle düşmüştür. Türk askeri, burada zor duruma düşen düşman gemisini batıracak son birkaç atımı kullanmayacak kadar asil ruhlu olduğunu göstermekten başka bir şey yapmamıştı. Hamilton; “Ben buna şaştım. Türkler, birkaç mermi daha atsalardı, gemi muhakkak batacaktı. Ama atmadılar. Türkler, ateşlerini durdurmuşlardı nedense! Hâlbuki gemi tutuşmuş, baca gibi tütüyordu. Nedense Türkler değeri biçilmez ödülü almaktan vazgeçmişlerdi. Kocamış Türkler gerçekten çok ilginç.” (Hamilton, age. s. 185.)
Bu tür sahneler Yeni Zelanda gazetelerinde yer almıştır. Wellington’da çıkan “Otago Times” Gazetesi, 1 Kasım 1915 günü, “Hastaneye ateş edilmiyor, zehirli gaz kullanılmıyor. Triumph zırhlısı isabet alıp batmaya başlayınca, tekrar ateş edilmiyor. Türk, ikili oynamıyor. Bunun aksini iddia edenler Gelibolu’ya değil, en çok Mısır’a kadar gelenlerdir.” (Karatay, age. s. 118.)
Türk askerleri siper savaşlarında düşman asker ve subaylarının da takdirini kazanmıştır. General Hamilton Türk askerlerinin mertçe savaştığını belirtiyor; “Mevzilenme, siper savunma işlerinde Türkler her zaman çok iyi. Oysa bilgisiz olan bu askerler kendilerine verilen görevleri aynen yerine getirmek konusunda çok mert hareket ediyorlar. Bir yere tam siper ettiler mi, araziye yapışıyor ve üzerlerine gelen her hedefi vuruyor. Bu çeşit savaşlarda Türk askeri çok usta, (Hamilton, age. s. 198.) diyerek övmüştür.
Argus Gazetesi’nde 10 Ağustos 1915’te yayınlanan “Düşünceli ve Saygılı Türk” başlıklı bir asker mektubunda da yaralı düşman askerine, Türk askerinin yardım ettiğini aktarıyordu. Avustralyalı çavuş H. D. Collyer, yaralanıp tedavi için yattığı Malta’daki hastaneden arkadaşına şunları anlatıyordu: “Türklerin aslında iyi kalpli insanlar olduğunu biliyorum. İşte bunu kanıtlayan hatırladığım üç olay: Bir keresinde on iki yaralı askerimiz, cephede Türk Kızılay ekibi tarafından bulundu. Esir alınmadılar. Yaraları sarıldı ve kendilerine: ‘sizinkiler gelip sizi alırlar’ denilip bırakıldılar. Bir başka sefer bir Türk askeri, yaralı ve yürüyemeyen bir askerimizi buldu. Yaralarını temizleyip sardı. Onu kuytu bir yere yerleştirdi. Arkadaşları tarafından bulunması gecikebilir endişesiyle de yanına, bisküvi ve su bıraktı. Gene bir başka Türk yaralı bir askerimizin yarasını sardı ve hemen gitmesini söyledi.” (Tunçoku, age. s. 87.) The Age adlı Avustralya gazetesinde 13 Eylül 1915 tarihinde benzer bir haber yer aldı. Deniz Albayı O.L. Steele gazeteye yaptığı açıklamada; Türk’ün sıkı bir savaşçı olduğunu, ama dürüst çarpışan ve insancıl özelliklere sahip bir insan olduğunu söyleyip, bizzat tanık olduğu şu olayı anlatıyor: “Yaralı bir Avustralyalı, Türklere esir düşmüştür. İşaret vererek, Türklerin kendisini Avustralya siperlerine iade edeceklerini bildirir. Hemen bir sedye yollanır ve arkadaşları kısa süre sonra yaralıyı getirirler. Türk malı bir battaniyeye sarılı olan askerin, yaraları da düşman tarafından tedavi edilmiş ve kendisine çok iyi davranılmıştır.” (Tunçoku, age. s. 92.)
Anzak askerleri Gelibolu Yarımadasını boşaltıp geride birçok malzeme bırakırken takdir mesajları da bıraktılar. Bu mesajlar “Jhony Turk”, “Our Friend of Enemy” (aslında dostumuz olan düşmanımız) gibi saygılı anlamlar içermekteydi… (Nigel Steel-Peter Hart. Gelibolu Yenilginin Destanı, çev. Mehmet Harmancı), Sabah Kitapları, İstanbul 1996, s. 134.) Bir başka asker de geri çekildiği gün bıraktığı eşyaları zehirlememiş ve üzerine yazmıştır. Anısını şöyle anlatıyordu; “Sabaha karşı Gelibolu’dan ayrılacaktık. Bize geride hiçbir şey bırakmamamız emredildi. Bütün yiyecek stoklarını yok etmemiz gerekiyordu. Fakat ben ve yardımcı çavuşum anlaşarak bir karar verdim. Bütün her şeyi, el sürmeden Coni Türk’e bırakacaktık. Öyle de yaptık. Stokların üzerine büyük bir uyarı yazısı yazdık: “Coni Türk, Bunlar zehirli değildir. Afiyetle ye!” (Karatay, age. s. 77.)
Türk askerlerinin Çanakkale’de sergilediği mert, dürüst ve sıkı bir savaşçı olma özelliği sadece cephede değil, Batılı ülkelerde de yankıları olmuştur. Lord Kitchener, İngiliz Parlamentosu’nda yaptığı konuşmasında Türk askerinden övgü ile söz eder: “Türk, Prusya daha henüz ilkel-putperest ve barbarlık dönemini yaşarken, asker düşmanına centilmence davranmak gibi, takdir edilecek bir savaşçı olma meziyetine sahip olagelmiştir.”
Sonuç olarak düşman askerleri, Türkler hakkında kendilerine ne söylenmişse ona inanmışlardı. Bu savlarının asılsız olduğunu zamanla anlamışlardı. Türk askerleri de kendileri gibi açı çekiyor, kendileri gibi can veriyorlardı. Onların da ailesi, geride sevdikleri vardı. Üstelik kendi vatanlarını savunmak için savaşıyorlardı. Zamanla Türk’ün davasını haklı bulmaya bile başladılar. Müslüman askerlerin barbar olmadıklarını esir askerlere bile kendi çorbasını ikram ettiklerini öğrendiler. Yaralılara merhametli davrandıklarını, kendi hastanelerinde tedavi ettiklerini gördüler. Türk askerleri gösterdikleri kahramanlıkla düşman askerlerini kendilerine hayran bıraktılar.