Makale

İslâmiyet ve Türkler

İslâmiyet ve Türkler

Prof. Dr. Hakkı Dursun YILDIZ
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
  1. Türkler ile Müslümanlar arasındaki ilk askerî müna­sebetler

Türkler’in Müslüman olmaları, Türk ve İslâm tarihinde oldu­ğu kadar dünya tarihi açısından da büyük bir olaydır. Türkler bu yeni dini, İslâm devletinin siyasî hâkimiyetinde kalarak de­ğil, uzun bir tanıma devresinden sonra kabul etmişlerdir.

Türkler ile Müslümanlar arasındaki ilk temaslar hiç şüphe­siz 642’de yapılan Nihavend savaşını müteakip İran’ın fethinin tamamlanmasıyla başlamıştır. Ancak bu tarihten önce de bir­birinden çok uzak ülkelerde yaşayan Türkler ile Araplar, Sasanî imparatorluğunun aracılığıyla birbirlerini az da olsa tanıma imkânını bulmuşlardır. Cahiliye devri Arap şâirlerinden Nabiga el-Zubyanî, Hassân b. Hanzala, Evs b. Hacer ve Şammah b. Zirâr’ın şiirlerinde, Türkler’in askerî yönleri ve kahramanlıkları üzerinde durulması (1) dikkati çekmektedir. Diğer taraftan Hz. Muhammed’e atfedilen birçok Hadis’te yine Türkler’in askerî yönü üzerinde durulmaktadır. (2) “Türkler size dokunmadıkça, siz de onlara dokunmayınız.” “Benim doğuda Türk adını ver­diğim askerim vardır.” Misâllerini daha da çoğaltabileceğimiz bu mealdeki Hadisler’e pek erken devirlerde teşekkül etmeye başladığı için sağlam senetlerle Kütübüs-Sitte’de ve diğer mute­ber Hadis külliyatlarında rastlamamız mümkün ve doğruluk derecesi o nispette kuvvetlidir.

1- Ramazan Şeşen, ‘Eski Araplar’a Göre Türkler’, Türkiyat Mecmuası, İstanbul 1960, XV, 11-36.

2- Ramazan Şeşen, aynı makale.

285

Ayrıca Müslümanların Hendek muharebesine hazırlanırken Hz. Muhammed’in Türk çadırında (Kubbet el-Türkiyye) oturduğu rivayet edilmektedir. (3) Müs­lim ise Peygamber’in Türk çadırında îtikâfa çekildiğini belirt­mektedir. (4) Meşhur Arap müellifi el-Câhız, Fezâi’l el-Etrâk adlı eserinde, Türkler’in askerî kabiliyetlerini ısrarla belirtmek­tedir. (5) Bütün bunlar Araplar’ın, Türkler’i tanımaları başlan­gıçta askerî sahalarda olmuş ve bu Arap edebiyatında yerini bulmuştur.

Halife Hz. Ömer zamanında (634-644) yapılan fetihler ne­ticesinde Müslümanlar, Horasan ve bilhassa Mâverâünnehr ile Kafkaslar’da, Türkler ile karşı karşıya gelmişlerdir. Halife Muâviye’nin Horasan Valisi Ubeydullah b. Ziyâd, 674 tarihinde İran ile Turan arasındaki tabiî hudut olan Ceyhun nehrini ge­çerek muhtelif Türk beyliklerinin hüküm sürdüğü Mâverâünnehr’in önemli şehirlerinden Buhârâ’yı kuşattı. Şehrin Türk asıllı melikesi Kabaç Hatun ile anlaşma yaptıktan sonra, oradan aldığı 2000 Türk askeri ile geri döndü. (6) Göktürk devletinin zayıflaması üzerine ortaya çıkan bağımsız Türk beyliklerinin hâkim olduğu Mâverâünnehr’in fethi, Kuteybe b. Müslim’in Horasan valiliği sırasında (705-715) kısmen gerçekleşti. (7) Fakat Kuteybe’den sonra Mâverâünnehr’de Emevîler’in nüfuzu zayıflamaya başladı. Bir taraftan Arap kabileleri arasındaki re­kabetin yeniden başlaması ve valilerin kötü idaresi, diğer ta­raftan Mâverâünnehr’deki Türk beyliklerinin müşterek düşma­na karşı birleşmeleri ve aynı zamanda bu sıralarda güçlü bir devlet olan Türgiş Kağanlığı tarafından desteklenmeleri, bu cephedeki başarısızlıklara zemin hazırlamıştır. (8) Kafkaslar’da, Halife Hz. Ömer zamanında başlayan ve fasılalarla devam eden kanlı mücadelelerde, her iki tarafta toprak kazanma bakı­mından başarılı olamamıştır. Bu cephede Müslümanların ka­zandığı en önemli zafer, 737 yılında Azerbaycan ve Erminîye Valisi Mervân b. Muhammed’in Hazar başkenti îtil’i kuşatması ve Hazar halkının Müslümanlığı kabul etmek zorunda kalması ile neticelenen seferidir. (9)

3 - Taberi, Tarih el-Rusul ve’l-Mulûk, Leiden - 1879-1898, I, 1468.

4- Ramazan Şeşen, aynı makale.

5- el-Câhız, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Faziletleri, Türkçeye çeviren Ramazan Şeşen, Ankara - 1967, 61 vd. d.

6- Belazurî, Futûh el-Buldan, Leiden - 1866, 410; Taberî, II, 169; Narşahî, Tarih-i Buhara, Paris - 1892, 37.

7- Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, İstanbul - 1876, 13 vd. d. 39 vd. d.

8- Hakkı Dursun Yıldız, aynı eser, 20 vd. d.

9-İslam - Hazar savaşları için bkz. D. M. Dunlop, The History of the Jewish Khazars, Newyork -1967, 34-47, 58 – 87; Hakkı Dursun Yıldız, aynı eser, 8 vd. 25. vd. d. 39 vd. d.

286

Abbâsî hanedanının hilâfete geçmesiyle hemen bütün cep­helerde olduğu gibi Türkler ile yapılan mücadelelerde hızını kaybetmiş veya tamamen durmuştur. Abbâsîler’in iktidara gel­dikleri sıralarda, doğu’daki gelişmeler, bir asırdan beri devam eden Türk-Arap mücadelelerinin yeni bir veçhe kazanmasına sebep olmuştur. Mâverâünnehr’de Türk-Arap mücadelelerinin devam ettiği sırada bazı Türk beyleri, bu yeni düşma­na karşı Çin’den yardım istemişlerdir. Türkistan’da hâ­kimiyet kurmak için bu daveti iyi bir fırsat bilen Çin 747 yı­lında büyük bir ordu ile batıya doğru ilerlemeye başlamıştır. Ancak Çin’in sert tutumu ve bilhassa Taşkent Beyi Bagatur Tudun’un öldürülmesi bu sefer de Türkler’i, Horasan Valisi Ebû Müslim’den yardım istemeye sevketti. Ebû Müslim yardım teklifini derhal kabul ederek Ziyâd b. Salih kumandasındaki bir orduyu Çin kuvvetlerine karşı gönderdi. Türk-Müslüman müt­tefik kuvvetleri 751 yılında Talas suyu kenarında, bugünkü Al­maata yakınında Çin kuvvetleriyle karşılaştı. Temmuz 751’de beş gün devam eden çetin savaşta, Çinliler ağır kayıplar vererek savaş meydanını terk ettiler. Talas savaşı Türk-Müslüman münasebetlerinde bir dönüm noktasıdır. Bu savaşla yıllarca devam eden savaşlar, yerini sulh devresine terk etmiştir. Artık Türklerle Müslümanlar arasında çetin savaşlar olmuyor, bu­nun yerini ticarî münasebetler alıyor ve dolayısıyla İslâm dini, Türkler arasında yavaş yavaş tanınıp yayılmaya başlıyordu. (10)

  1. Türkler’in İslâm Devleti hizmetine girmeleri

Abbâsîler ile birlikte İslâm devletinin iç ve dış politikasın­da önemli değişiklikler olmuştur. Her şeyden önce Emevî hane­danının takip etmekte olduğu Arapçı politika terk edilmiş ve onun yerini Müslüman olan herkese eşit haklar tanınması al­mıştır. İhtilâlin yükünü omuzlarında taşıyan gayr-ı Arap unsur devletin yüksek makamlarını ele geçirmiştir.

10 - Hakkı Dursun Yıldız, ‘Talas Savaşı Hakkında Bazı Düşünceler’, Edebiyat Fakültesi Cumhuriyet’in 50. Yılına Armağan, İstanbul -1973, 71-82.

287

Abbâsîlerle birlikte ortaya çıkan vezirlik makamı olmak üzere sivil ve askerî kadrolarda İranlılar söz sahibi olmuşlardı. Bunlar arasın­da az sayıda olsa bile Türkler’in de bulunduğu muhakkaktır. Nitekim ihtilâlin birlik kumandanlarından Muhammed b. Sûl, Merv’de Abbâsîler lehine propaganda yapan Tarhûn b. el-Zâî ve Ebû Müslim’in güvenilir adamlarından Tarhûn el-Cemmâl, Abbâsî idaresinde temayüz eden ilk Türkler’dir. (11)

Türkler’in devlet içindeki sayı ve nüfûzları gittikçe artıyor­du. Kaynaklar, Halife Ebû Ca’fer el-Mansur’un, Türkleri askerî birlikleri arasına alan ilk halife olduğunu belirtirler. Halife Hârûn el-Reşîd’in muhafız birliğinin tamamen Türklerden mey­dana geldiği bilinmektedir. (12) Diğer taraftan Hârûn el-Reşîd zamanında yeniden tanzim ve tahkim edilen Bizans hududuna yerleştirilen gönüllüler arasında Türkler’in de bulunduğu, hattâ bazı şehirlerin tahkim vazifesinin Ebû Suleym Ferec el-Hâdim el-Türkî’ye verildiği görülmektedir. (13)

Hârûn el-Reşîd’in ölümünden (809) sonra, oğulları el-Emîn ile el-Me’mûn arasındaki hilâfet mücadelesi ve bu mücadeleyi takip eden yıllardaki gelişmeler, Halife el-Me’mûn’u devlet kad­rolarında büyük bir değişiklik yapmaya mecbur etti. Abbâsî- ler’in iktidarı ile birlikte İranlı unsur devletin yüksek makam­larını ele geçirmişti. İhtilâlin başarıya ulaşmasında başrolü oynayan Ebû Müslim ile daha sonraki yıllarda vezirlik makamında uzun müddet kalan Bermekî ailesinin devlet idaresindeki nü­fuzları âdeta halifeyi bile gölgede bırakıyordu. El-Emîn ile Me’mûn arasındaki mücadele bir bakıma İranlı-Arap iktidar mücadelesi idi. İranlı unsurun desteğiyle halife olan el-Me’mûn, kısa zaman sonra bilhassa veziri Fazl b. Sehl’in tesiriyle takip ettiği politikanın hatalı olduğunu gördü ve dolayısıyla bu un­sura karşı cephe almak zorunda kaldı. Bu durumda itimat ede­bileceği ve dayanabileceği yeni bir kuvvete ihtiyaç vardı. Hali­fe el-Me’mûn bunu bulmakta da gecikmedi. Horasan valiliği sırasında yakından tanıma imkânını bulduğu Türkler, askerî kabiliyetleri ve devlet idaresindeki tecrübeleri sayesinde İslâm imparatorluğundaki kuvvet boşluğunu rahatlıkla doldurabilirlerdi.

­

11- Hakkı Dursun Yıldız, aynı eser, 50 vd. d.

12 - İbn Abd - Rabbihi, ‘Kitâb el-İkd el-Ferîd’, Kahire -1848-53. II, 203.

13 -Hakkı Dursun Yıldız, aynı eser, 57 vd. d.

288

EI-Me’mûn halifeliğinin son yıllarında düzenli bir şekil­de Türk ülkelerinden ücretli Türk askerleri getirtmeye başladı. Çok kısa zamanda Bağdat’da sayıları 18.000’i bulan Türk bir­likleri teşkil edildi. Bunlar, el-Me’mûn’un Bizans’a yaptığı sefer­lerde açıkça görülebileceği gibi hilâfet ordusunun çekirdeğini meydana getiriyorlardı. Ordunun kumanda heyeti el-Afşîn, Aşnaş el-Türkî, Boğa el-Kebîr, Hâkan Urtuc vs. gibi Türkler’den meydana geliyordu. (14)

Halife el-Me’mûn’un kardeşi ve halefi el-Mu’tasım zamanın­da (833-842) Abbâsî ordusundaki Türkler’in durumu daha da sağlamlaştı. Hattâ 836 yılında Sâmarrâ şehri kurularak halife muhafız birlikleriyle beraber hilâfet merkezini yeni şehre nakletti. Sâmarrâ’da Türk birliklerine hususî mahalleler tahsis edildi. Halife el-Mıı’tasım, sayıları 35.000 civarında olan Türk birliklerine bazı imtiyazlar tanımıştı. Giydikleri elbiseler ve al­dıkları ücretler bakımından ordunun diğer kısımlarından fark­lı idiler. İslâm tarihinde ‘Sâmarrâ Devri’ adı verilen yarım asırlık devrede (836 - 892) Türkler yalnız askerî sahalarda değil, siyasî ve idarî sahalarda da devlet içinde büyük nüfûz sahibi oldular. Halifeler bile Türk kumandanları tarafından seçiliyor ve onların istekleri dışına çıkamıyorlardı. Bununla beraber ha­lifeler ile Türk kumandanları arasında amansız bir rekabet de hüküm sürüyordu. Her iki taraf da ağır kayıplar veriyorlardı. (15) 892 yılında hilâfet merkezinin tekrar Bağdat’a nakli devlet idaresindeki Türkler’in nüfüzunu bir dereceye kadar kırmıştır. Fakat bir müddet sonra 834 yılında Halife el-Râdî, İbn Râik el- Hazarî’yi geniş salâhiyetlerle Emirülümerâ tayin edince Türk nüfuzu yeniden kuvvetlendi. Bu durum Beckem ve Tûzûn’un emirülümerâlıklarında da devam etmiştir. 945 yılında Bağdat, Şiî Büveyhîler tarafından işgal edilince halifeler siyasî kudret­lerini tamamen kaybettiler. Abbâsî halifelerini, Büveyhîler’in tahakkümünden bir Türk hanedanı olan Selçuklular kurtar­mıştır.

14 - Fikret Işıltan, ‘Me’mun’ maddesi, İslâm Ansiklopedisi; Hakkı Dur­sun Yıldız, aynı eser, 61 vd. d. .

15 - Hakkı Dursun Yıldız, aynı eser, 89 -130.

289

3. Türkler’in Müslümanlığı Kabulü

Müslümanlığın Türkler arasında yayılması başlangıçta İs­lâm devletinin hâkimiyeti altına giren Türk ülkelerinde olmuş­tur. Bunların başında Kuteybe b. Müslim tarafından kısmen fethedilmiş olan Mâverâünnehr gelir. Kuteybe fethettiği bölge­lerde bir taraftan askerî hâkimiyetin tam manasıyla yerleşmesi için tedbirler alırken, diğer taraftan da İslâm dininin yayılma­sı için gayretler sarfediyordu. Nitekim Buhârâ’nın kesin olarak zaptından ve içine bir Müslüman garnizonunun yerleştirilmesinden sonra şehirde 713 yılında bir de cami yapılmıştır. (16) Diğer taraftan Mâverâünnehr’in ikinci büyük şehri Semerkant’ın tes­lim şartları kararlaştırılırken, şehirde bir caminin yapılmasına karşı konulmaması hükme bağlanıyordu. Kuteybe camiinin in­şasına bizzat nezaret ediyor ve yerli halkın herhangi bir taşkın­lığına meydan vermemek için sıkı tedbirler alıyordu. (17) Bü­tün bu gayretlere rağmen o zamanki halk arasında İslâmiyetin fazla hüsn-ü kabul görmediği, cuma günleri halkı camiye çeke­bilmek için nakdî mükâfat verileceğinin vadedilmesinden (18) anlaşılmaktadır.

Kuteybe b. Müslim askerî sahadaki başarılarını, fethettiği bölgelerde İslâm dinini yayma hususunda gösterememiştir. Bunda Kuteybe’nin tutumundan ziyâde Emevî hilâfetinin takip ettiği koyu Arapçı politika tesirli olmuştur. Fethedilen bölgeler­de İslâmiyeti kabul etmiş olan fakat Arap olmayan unsurlar, devletin gelirlerini artırmak gayesiyle her türlü vergiyi ödemek­le mükelleftiler.

Seferlere piyade olarak katılıyorlar ve Arap süvarilerinden daha az maaş, aynı zamanda ganimetten daha az pay alıyorlardı. Bu tutum Müslümanlığın yayılmasına en­gel oluyordu.

Halife I. Velîd’in ölümünden (715) sonra hilâfete geçen Süleyman zamanında (715-717) Horasan Valisi Yezid b. Mühelleb Curcân üzerine yürüyerek burasını zaptetmiş ve bölgenin hükümdarı Sûl-tegin’i esir almıştır. Sûl-tegin daha sonra Müs­lüman olarak adamlarıyle birlikte Yezid’in hizmetine girmiş ve efendisinin II. Yezid’e karşı isyanında Akr savaşında ölmüş­tür. (720) (19)

16 - W. Barthold, Turkestan down to the Mongol Invasion, London 1968, 108.

17 - Taberî, II, 1250.

18 - Narşahî, aynı eser, 47.

19 – Belazurî, 335; Taberî, II, 1317.

290

Ancak bu münferit hâdiseyle Curcân bölgesinin tamamının Müslümanlığı kabul ettiği düşünülemez,

Ömer b. Abdülaziz’in kısa süren halifeliği (717-720) sırasın­da, Mâverâünnehr’de Müslümanlığın yayılmasında bir hareket görülür. Valilerine gönderdiği kesin emirlerde Müslüman olan­lardan asla vergi alınmamasını ısrarla istiyordu. Bu kesin emir­lerine rağmen valiler eski alışkanlıklarını devam ettiriyorlardı. Nitekim bir heyet halifeye valilerden şikâyet etmek için bizzat Dımaşk’a kadar gelmiştir. (20) Ömer b. Abdülaziz’in ölümüyle beraber onun takip ettiği politika da terk edilerek tekrar eskiden olduğu gibi Müslümanlar’dan cizye alınmaya başlandı. Diğer taraftan Göktürk devletinin zayıflaması üzerine kuvvet kazanan Türgiş Kağanlığı, Mâverâünnehr’de Müslümanlar ile çetin bir mücadeleye giriştiler, hattâ bir müddet için üstünlük Türkler’e geçti. Böylece Mâverâünnehr’de İslâm hâkimiyeti tehlikeye gi­riyordu. Hişâm’ın halifeliğinde (724-743) Horasan Valisi Eşres b. Abdullah, Türkler arasında Müslümanlığın yayılması için Ebu’s-Seydâ Salih b. Tarîf ve Rebî b. İmrân el-Temîmi’yi vazi­felendirmiş ve bu iki şahıs Semerkand ve civarında Türkler’i kazanmak hususunda büyük gayret sarfetmişlerdir. (21) 742 yı­lında Belh şehrinde bir cami yapıldığı görülmektedir. (22)

Meşhur İslâm coğrafyacısı Yakut el-Hamavî, Halife Hi­şam’ın Türk hakanını İslâm’a davet için bir heyet gönderdiğini, hakanın elçi heyetine büyük bir merasimle birliklerini gös­terdikten sonra, “Bu askerler içinde ne bir hekim, ne bir kunduracı ve ne de bir terzi vardır; hepsi askerdirler. Eğer bunlar Müslü­manlığı kabul eder ve İslâm’ın şartlarını yerine getirecek olur­larsa hayatlarını nasıl sürdürürler.” dediğini kaydetmekte­dir. (23) Verilen bu bilgiden elçi heyetinin ne zaman ve hangi Türk hâkanına gönderildiğini tesbit etmek mümkün olmuyor. Muhtemelen bu sıralarda Türkistan’ın en kuvvetli devleti olan Turgiş Kağanı Su-lu’ya gönderilmiş olabilir.

El-Câhız, Hişâm’ın Horasan Valisi Cüneyd b. Abdurrahmân el-Murrî’nin (729-733) (yılları arasında valilik yapmıştır) Türk hakanı ile karşılaştığı­nı, hakanın kuvvetleri karşısında Cüneyd’in dehşete düştüğünü, bunu fark eden hakanın teminatı üzerine sakinleştiğini ve hakana İslam dini hakkında bilgi verdiğini belirtmektedir. (24)

20 - İbn el-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, Beyrut -1965, V. 42 vd. d.

21 - Taberî, II, 1506 vd. d. ; İbn el-Esîr, V, 147 vd.

22 - Barthold, Turkestan, 79.

23 - Yakut el-Hamavî, Mu’cem el-Buldân, Beyrut 1955-57, II, 23.

24 – el-Câhız, aynı eser, 86 vd.

291

Ve­rilen bu bilgilerden hakanın Müslümanlığı kabul ettiği hususun­da bir neticeye varmamız mümkün değildir. Ancak 730 yılında Cüneyd’in hezimetiyle biten bir savaşın olması (25) hakanın Müslümanlığı kabule yanaşmadığını göstermektedir.

Emevîler’in son Horasan Valisi Nasr b. Seyyâr, Arap hâki­miyetine karşı mukavemet eden Mâverâünnehr sâkinlerini, Araplar ile aralarındaki farklılıkları ortadan kaldırarak teskin etmeye çalışmış ve bir dereceye kadar bunda başarılı olmuştur. Nasr’ın bu tutumu halkın kendisine güvenmesine ve dolayısıyla yeni dini az da olsa kabule yardımcı olmuştur. Nasr 840 yılında Uşrûsana’ya yaptığı bir seferde buranın hâkimini kendisine bağladı. Şâş bölgesine yaptığı seferde mukavemetle karşılaştı ise de galip gelerek burasını da itaat altına aldı. (26)

Emevî hanedanının bir asra yaklaşan hâkimiyetleri zama­nında bütün fethedilmiş bölgelerde olduğu gibi Türk ülkelerin­de de İslâmiyetin yayılması, bu hanedanın takip ettiği yanlış politika sebebiyle süratle olmamıştır. Hele devamlı mücadelele­rin devam ettiği Mâverâünnehr ve Kafkaslar’da bu yayılma diğer bölgelere nispetle daha az olmuştur. Ancak Buhârâ ve Semerkand gibi büyük şehirlere Müslüman Araplar’ın da yer­leştirilmesiyle birer köprübaşı kazanılmış oluyordu. Diğer ta­raftan bölge halkı yeni dini tanımışlar ve dolayısıyla âdil bir idare gerçekleştiği takdirde, bu dini kabul etmeye hazırdılar.

Abbâsîler’in iktidara geçmesiyle İslâm devletinin takip et­mekte olduğu umumî politikada büyük değişiklikler olmuş­tur. Abbâsî ihtilâli, Mevâlî’nin nüfus bakımından çoğunlukta olduğu Horasan’da gelişti ve başarıya ulaştı. Bu sebeple doğu eyâletlerinin halkı, özellikle Horasanlılar devletin idarî ve as­kerî makamlarını paylaştılar. Abbâsî âilesi kendilerine iktidar yolunu açan Mevâlî’ye iyi davranıyor ve İlk Halife Ebu’l-Abbâs bir emirname çıkararak Müslüman olanlardan aslâ cizye alın­mamasını emrediyordu.

25 - Hakkı Dursun Yıldız, aynı eser, 23.

26 - Hakkı Dursun Yıldız, aynı eser, 24.

292

751 yılındaki Talas savaşında, Çinlilere karşı Türkler ile Müslümanlar’ın birlik olması, eskiden beri de­vam eden düşmanlıkları ve çekingenliği bir dereceye kadar or­tadan kaldırmıştır. Yeni hanedanın daha başlangıçta gösterdikleri bu tutumları Türkler’i, Müslümanlar’a ve İslâm dinine daha fazla yak­laştırmıştır.

İkinci Abbâsî Halifesi Ebu Ca’fer el-Mansûr ilk defa Türkler’i devlet hizmetinde vazifelendirmiştir. Aynı zamanda oğlu el-Mehdî’ye, Mevâlî’ye iyi davranmasını, onların isteklerine ku­lak vermesini ve onların haklarını korumasını vasiyet etmiştir. (27) Halife el-Mehdî’nin elçiler göndererek itaate ve İslâm’ı kabule davet ettiği hükümdarlar arasında Soğd, Toharistân, Fer­gana, Uşrusana, Karluk, Dokuz Oğuz ve diğer bazı Türk hüküm­darları da bulunuyordu. (28)

Bütün bu gayretlere rağmen Mâverâünnehr ve çevresinde Müslümanlığm tam mânasıyla kabul edilmediği, el-Me’mun zama­nında Soğd, Fergana ve Uşrusana üzerine yapılan akınlardan anlaşılmaktadır. Halife el-Me’mûn adı geçen bölge sâkinlerinin ahitlerini bozması üzerine bir taraftan askerî harekâta girişiyor, diğer taraftan da onları Müslümanlığı kabule teşvik ediyordu. Uşrusana’da gelişen dâhilî olaylar sebebiyle bölgenin hükümda­rı Kâvûs’un oğlu el-Afşîn halifeye gelerek Uşrusana’nın fethin­de yardımcı olacağını bildirdi ve onun tavsiyesine uyularak böl­ge kolayca fethedildi. Kâvûs ta Müslümanlığı kabul etti. (29) Halife el-Me’mûn, Mâverâünnehr’i tam mânasıyla itaat altına aldıktan sonra bölge valilerine, Türkistan üzerine seferler yapıl­masını emrediyordu. Valiler, Müslümanlığı kabul edenlere maaş bağlanacağını vaadederek bilhassa hükümdar ailelerini kazan­maya çalışıyorlardı. Müslümanlığı kabul için el-Me’mûn’a mü­racaat edenlere büyük bir hüsnü kabul gösteriliyor ve onlara iyi bir makam veriliyordu. Meselâ el-Me’mûn zamanının önde gelen kumandanlarından el-Afşîn, Aşnas, Boğa el-Kebîr ve İtâh gibi kumandanların hepsi, geldikleri bölgelerin idareci sınıfına veya hükümdar ailesine mensup idiler. Aynı siyaset el-Mu’tasım zamanında da devam ettirilmiştir. Onun zamanında halife ordu­ları saflarına alınan birliklerin çoğu Fergana, Uşrusana, Şâş ve Soğd gibi Türklerin oturduğu bölgelerden temin edilmiştir.

27 - el-Câhız, aynı eser, 29.

28 – el-Ya’kubî, Tarih, Beyrut - 1960, II, 397 vr.

29 - Belazurî, 430; Barthold, Turkestan, 210.

293

Bir taraftan halifelerin iyi idaresi, diğer taraftan da orduda ço­ğunluğu ele geçirmeleri üzerine el-Mu’tasım zamanında Mâverâünnehr sâkinleri büyük çoğunlukla Müslümanlığı kabul etmiş­lerdir. Kaynakların ifadelerine göre el-Me’mûn ve el-Mu’tasım zamanlarında Mâverâünnehr sâkinlerinin tamamı Müslüman ol­muştur. (Bununla beraber Müslümanlığı kabul eden Türkler’in, İslâm devleti hudutları dışındaki büyük Türk kitlesi yanında çok az olduklarını belirtmek lâzımdır.)

Seyhun nehrinin doğusunda yani büyük Türkistan ile Ka­radeniz ve Hazar denizinin kuzeyindeki bölgelerde yaşayan Türk boyları, Abbâsî hilâfetinin siyasî hâkimiyetine girmemiş­tir. Buralara Müslümanlık bazı askerî seferler, karşılıklı ticarî münasebetler ve derviş ile sûfîlerin az da olsa faaliyetleri neti­cesinde girmiş ve yerleşmiştir,

Seyhun’un ötesindeki ülkelere karşı askerî seferler Samanî emirleri tarafından düzenleniyor ve başarılı neticeler alınıyor­du. Samanî Emiri Nuh b. Esed 840 yılında İsficab’ı itaat altına alarak halkın ekili arazisini ve bağlarını, Türkler’in akınlarından korumak maksadıyla savunma tedbirleri aldırmış ve bazı surlar yaptırmıştır. (30) Diğer taraftan Tâhirîler de Oğuzlar’ın ülkesine karşı seferler yapıyorlardı. Bu fetihler devam ederken fethedilen ülkelerin iktisadî durumlarının düzeltilmesi için hali­feler yardımda bulunuyorlardı. Meselâ el-Mu’tasım, Şâş vilâyeti­nin ziraatının geliştirilmesi için 2 milyon dirhem yardım etmiş­tir. (31) Yine Samanî emirlerinden İsmail b. Ahmed 893 yılında, Karlukların elinde bulunan bölgeye akın yaparak başkent Talas’ı zaptetmiştir. Esirler arasında Karluk Yabgusu’nun karısı da bulunuyordu. Fetihten sonra şehrin büyük kilisesi camiye çevri­lir. (32) Aynı yıllarda Nasr b. Ahmed, Batı Şavgar’a karşı bir se­fer yapmıştır. Türkler de bu akınlar karşısında sessiz kalmıyor­lardı. 904 yılında Mâverâünnehr’i kısa süreli işgal ettikleri gibi 942’de de Balasagun’u geri aldılar. (33)

30 - Belazurî, 422; Sem’ânî, Kitâb el-Ensâb, Leiden 1921, ‘el-Sem’ânî’ kelimesinde.

31- Barthold, Turkestan, 212.

32 - el-Mes’ûdî, Murûc el-Zeheb, Paris 1861-77, VIII, 144; Barthold, Turkestan, 224.

33 -Barthold, Turkestan, 256.

294

Samanîler’in Türk ülkelerine karşı yaptıkları seferler bazen çetin mukavemetle karşılaşıyordu; buna rağmen akınlar devam ettiriliyordu. Nitekim 905 yılında İslâm hududu Balasaguna ka­dar uzanmıştı; hattâ bu şehrin bile Samaniler’in hâkimiyetine geçtiği anlaşılıyor. Zira biraz önce de belirttiğimiz gibi 942’de burası tekrar Türkler’in eline geçmiştir. Aynı zamanda Müslü­man olan Türkler de büyük bir şevk ve heyecanla, daha Müs- lümanlığı kabul etmemiş olan Türkler’e karşı çetin bir mücade­leye giriştiler. Hudut şehirleri (dârü’l-cihâd) ilân edilmişti. İsficab’da gazilerin barınması için 1700 rıbat bulunuyordu. Yalnız Kara-tegin rıbatının vakıf geliri 7000 dirheme ulaşıyordu. Tür­kistan’daki vakıf rıbatlarının sayısı onbine ulaşıyordu. (34)

Bu çetin askerî mücadeleler Türkler ile Müslümanlar’ın bir bakıma birbirlerini tanımalarına yardımcı oluyordu. Diğer bir ifadeyle Türkler, İslâm dinini daha yakından tanıma fırsatı buluyorlardı. Bu tanıma, Türkler’in Müslümanlığı kabul açısın­dan son derece önemlidir.

Samanîler bu fetihlere paralel olarak Mâverâünnehr’den gelen göçmenlerin sulh yolu ile bozkıra yerleşmelerine de yar­dımcı oluyorlardı. Seyhun’un aşağı kısmında yer alan Cend, Huvare ve Yenikent adlı üç Müslüman şehri bu şekilde meydana getirilmiştir. İslâm kaynaklarına göre, bu şehirler daha Müslü­manlığı kabul etmemiş olan Oğuzlar’ın idaresinde bulunuyor­du. Oğuzlar’ın elinde bulunan Yenikent ile Samanîler’in elinde bulunan Talas şehirleri, Müslüman ülkeler ile Orta Asya ara­sındaki ticarî faaliyetlerin ana merkezleri idiler. (35)

Türkler ile Müslümanlar arasındaki savaşlara rağmen bu iki unsur arasında az da olsa ticarî faaliyetler oluyordu. Savaş­ların duraklaması ticarî münasebetlerin gelişmesini hızlandırdı. IX. yüzyılın ikinci yarısı ile X. asrın başlarında İslâm ülkeleri, Türk ülkelerine nazaran oldukça gelişmişti. Bilhassa sanayi ma­mulleri Türklere çok cazip geliyordu. Kaynakların verdiği ithal ve ihraç mallarının listesi bu hususu teyid etmektedir. Müslü- manlar daha çok kumaş, madenî eşya, hububat vs. satıyorlar, bunlara karşılık bilumum hayvan ürünleri, kürkler, deriler, madenler, atlar, köleler vs. satın alıyorlardı. (36)

­

34 - İbn Havkal, Kitâb Suret el-Arz, Leiden 1938-39, 510 vd. d.; el-Mukaddesî, Ahsan el-Takasim, Leiden 1906, 271.

35 - Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Ankara 1975, 79.

36 – Barthold, Turkestan, 235 vd. d.

295

Bu ticarî münase­betlerde birinci sırayı Mâverâünnehr alıyordu. Ancak Hârizm’in de bilhassa Hazarlar ve Volga Bulgarları ile yaptığı ticaret önemli idi. Hârizmli tüccarlar nehirler yolu ile kuzeye çıkıyor­lar ve mallarını sattıktan sonra aldıkları hammaddelerle geri dönüyorlardı. (37) Hârizmliler X. asrın başlarında Hazar ve Bul­gar devletlerinin askerî ve idarî kadrolarını da ele geçirmeye başladılar. Hattâ Hazar ordusunun temelini ücretli Hârizm as­kerleri teşkil ediyordu. Ancak bunlar Müslümanlar ile yapılan savaşlarda dövüşmüyorlardı. (38) Ticaret kervanları yanında, gerek bu kervanlarla ve gerekse tek başlarına Türk ülkelerine giden din adamlarının ve bilhassa derviş ve sûfılerin, İslâm dini­nin Türkler arasında tanınıp yayılmasında tesiri olmuştur.

IX. yüzyılın ortalarından itibaren gelişen askerî, ticarî ve dinî münasebetler neticesinde Türkler büyük gruplar hâlinde birbiri arkasından Müslüman olmaya başladılar. IX. asrın ikinci yarısında Samanîler’in hâkimiyetine geçmiş olan şehirlerin (Ta­las, İsficab) halkının çoğunluğunun Müslüman olduğunu söyleyebiliriz. Ancak büyük rakamlara ulaşan ihtidalar X. asırda başlamıştır. Nasr b. Ahmed’in Talas seferi ve İsficab beylerinin faaliyetleri sonunda, Balasagun’un batısındaki Ordu şehrinde oturan Türkmen meliki İslâm’ı kabul etmiş ve İsficab beylerine vergi vermeye başlamıştır. Türk boyları arasında kalabalık bir grup hâlinde Müslümanlığı kabul edenler, Balasagun ile Talas’ın doğusundaki Mirkî kasabasında oturan Türkmenler olmuş­tur. (39)

Türk devletleri arasında İslâm dinini devlet dini olarak kabul eden ilk devlet, İtil (Volga) Bulgarları’dır. Bulgar Hakanı Almuş 920/21 yılında Bağdad Abbâsî Halifesi el-Muktedir Bil- lah’a bir elçi heyeti göndererek ondan İslâm dinini öğretecek fakihler, ülkesinde camiler ve istihkâmlar yapacak ustalar ile yardım olarak para gönderilmesini istemişti. Halife el-Muktedir, Bulgar Hakanının bu isteğini kabul etmiş ve istediği eleman ve parayı 2 Nisan 921 (11 Safer 309) tarihinde Bağdat’dan yola çıkarmıştır.

36 - Barthold, Turkestan, 235 vd. d.

37 - Barthold, Orta Asya Türk Tarihi, 80 vd. d.

38 - el-Mes’ûdî, Muruc el-Zeheb, II, 7 vd. d.

39 - Faruk Sümer, Oguzlar, Ankara 1967, 49 vd.; Barthold, Turkestan, 256.

296

Bu heyet 70 günlük bir seyahattan sonra Bulgar’ların başşehri Bulgar’a varmıştır. Bu heyete kâtip olarak katılan İbn Fadlan seyahat hatıralarını küçük bir kitap hâlinde kaleme almıştır. Bu eser günümüze intikal etmiştir. (40) İbn Fadlan’ın ver­diği bilgilerden Bulgarlar arasında Müslümanlığın IX. yüzyılın sonlarına doğru yayılmaya başladığı anlaşılmaktadır. X. asrın başlarında Bulgarlar’ın ülkesinde mescidler yapılmış ve böylece İdil havzasında İslâmiyet kök salmıştır. Bulgar Hâkanı Almuş da muhtemelen elçi heyetinin Bağdad’a gelmesinden önce, X. yüzyılın ilk yıllarında Müslüman olmuştur. (41) İslâm ülkesine komşu olmamakla beraber Bulgarlar’ın devlet dini olarak Müs­lümanlığı kabul etmelerinde, Hârizmli tüccarların rolü çok bü­yük olmuştur.

İslâm orduları hemen bütün cephelerde başarılı neticeler alarak ülkeler fethederken Hazarlar ile girişilen savaşlarda aynı neticeler alınamamıştır. Gerçi İslâm orduları bazı seferlerde galip geldiler ise de toprak kazanamadılar. Halife Hz. Ömer za­manında başlayıp Hârûn el-Reşîd devrine kadar fasılalarla de­vam eden İslâm - Hazar mücadelelerinde her iki taraf da ezici bir üstünlük sağlayamadılar. (42) Hazarlar arasında Müslümanlığın yayılması bu karşılıklı savaşların sona ermesiyle başlayan sulh devresinde ve bilhassa ticarî münasebetlerin ge­lişmesinden sonra gerçekleşmiştir.

Mervân b. Muhammed’in 737 yılında, Hazar başkenti İtil’i zaptıyla nihayetlenen seferinin sonunda Hazar hakanının Müs­lümanlığı kabul etmesi şartıyla ülkeyi terk edeceğini bildirmesi üzerine hâkan çaresiz bu teklifi kabul etmek zorunda kalmış­tır. (43) Ancak Mervân çekildikten sonra hâkan sözde kabul ettiği Müslümanlığı terk etmiş olmalıdır. Çünkü IX. yüzyılın ilk yıllarında hâkan ve âilesi Musevîliği kabul etmişlerdir.

40-İbn Fadlan’ın, ‘el-Rihle’ eserinin yegâne yazma nüshası Meşhed Kütüphanesinde bulunmaktadır. Burada 1923 yılında merhum Prof. Zeki Velidî Togan tarafından bulunmuş ve daha sonra neşredilmiştir. (İbn Fodlans Reisebericht, Leipzig 1939) Daha sonra çeşitli dillere ve Türkçeye, İbn Fadlan Seyahatnâmesi adıyla Ramazan Şeşen tarafından, İstanbul - 1975 yılında çevrilmiştir.

41- Akdes Nimet Kurat, ‘Bulgar’ maddesi, İslâm Ansiklopedisi.

42- Hakkı Dursun Yıldız, aynı eser, 25 vd. d.

43 - Hakkı Dursun Yıldız, aynı eser, 31 vd.

297

Bununla beraber yapılan anlaşmanın bir şartına göre Mervan, Nuh b. Sâbit el-Esedî ile Abdurrahman el-Hulânî adında iki fakihi, Hazarlar’a İslâm dinini öğretmeye memur ederek İtil’de bırak­tı. (44) Bu iki fakih az da olsa Hazarlar arasında Müslümanlığın yayılmasına hizmet etmişlerdir.

X. yüzyılın ilk yarılarında (903) eserini yazmış olan İbn Rusteh, Hazar başkenti İtil’de çok sayıda Müslüman, mescid, imam ve müezzinler bulunduğunu belirtmektedir. (45) İbn Fadlan ise bu bilgilere ilâve olarak hâkanın Müslümanları himâye ettiğini ve onların işlerini takip etmek için hususi memurlar tayin et­tiğini ilâve etmektedir. (46) Hakan ve devlet erkânının Musevî olmalarına rağmen diğer din saliklerine müsamahalı davran­maları neticesinde, X. yüzyılın ikinci yarısında Hazar başken­tinde 30 cami ve 10.000 kadar Müslümanın bulunduğu, Müslü­manların davalarına iki Müslüman kadı’nın baktığı devrin kay­nakları tarafından ifade edilmektedir. (47) Fakat aynı yıllarda kuzeyden gelen Ruslar’ın devamlı saldırıları, Hazar devletinin zayıflamasına ve daha sonra da yıkılmasına sebep olmuştur. Rus idaresine girmeyi kabul etmeyen Müslümanlar, diğer İslâm ülke­lerine göç etmişlerdir.

Türkler’den İslâmiyeti kabul eden ikinci Türk devleti ise Karahanlılar’dır. 893 yılında Karahanlılar’ın merkezi Talas’ın Samanîler tarafından zaptı, bu iki devlet arasında askerî müca­deleleri başlatmıştır. Samanî hânedanı arasında baş gösteren kar­gaşalıktan faydalanmak isteyen Karahanlı Hükümdarı Ogulçak, âsi Samanî şehzâdelerinden birisinin ülkesine sığınmasına izin vermiştir. Bu Müslüman şehzâde veya İslâm-süfî’nin vaazları, Ogulçak’ın yeğeni Satuk’un İslâmiyeti kabul etmesine sebep ol­muştur, Buğra Hân ünvanını alan Satuk’un amcasına karşı gi­riştiği mücadelenin başarıyla neticelenmesi, Karahanlı devletinin batı kısmında İslâm dininin resmen kabul edilmesini sağlamıştır. Bu önemli hâdisenin kesin tarihi tesbit edilememekle beraber, X. yüzyılın başlarında olduğu, Samanî emirinin Leylâ b. en-Nu’- mân ed-Deylemî’ye karşı mücadelesinde (308/920-21) Satuk Buğ­ra Hân’ın, Samanîler’e yardım etmesinden anlaşılmaktadır.

44- Zeki Velidî Togan, ‘Hazarlar’ maddesi, İslâm Ansiklopedisi.

45- İbn Rusteh, Kitâb el-A’lâk el-Nefise, Leiden 1892, 130 vd.

46- İbn Fadlan, Türkçe tercüme, 76.

47- İbn Havkal, 389, 393; el-Mukaddesî, 360.

298

Diğer taraftan Çinliler’den yardım isteyen Karahanlı devletinin doğu kısmının hükümdarı, büyük kağana karşı mücadelesinde (330/ 942-43 Balasagun Muharebesi) Satuk Buğra Hân mühim mik­tarda Müslüman gönüllülerine dayanıyordu. (48) Hakkında birçok efsanevî hikâye anlatılan (Tezkire-i Satuk Buğra Hân) ve İslâmî ad olarak Abdülkerim ismini alan Satuk Buğra Hân’ın Müslümanlığı kabulü, Türkler arasında bu dinin yayılmasında bir merhaledir. Bu bakımdan onun Müslümanlığının tarihî önemi büyüktür. Satuk’un oğlu Musa (Türkçe adı Baytaş) ülkenin doğu kısmının hâkanı Arslan Hân’ı mağlup ederek hânedânın bu kolunu orta­dan kaldırmış ve meşhur sûfî Abdulhasan Muhammed b. Sufyân el-Kalamâtî’nin yardımları sayesinde bütün ülkeyi İslâmlaştırmayı başarmıştır. (49)

Karahanlılar’dan sonra üçüncü Müslüman Türk devleti, baş­şehri Gazne olan Gazneliler devletidir. Bu devlet, Samanîler’in kumandanlarından Alp-tegin tarafından 969 yılında kurulmuştur.

X. yüzyılın başlarında Oğuzlar’ın elinde bulunan Yeni-kent, Huvare ve Cend gibi şehirlerde ve ayrıca Karluklar’ın idaresinde bulunan bazı şehirlerde Müslüman kolonileri bulunuyordu. Bu koloniler bulundukları bölgelerdeki Türklerle iyi münasebetler kurmuşlardı. Oğuzlar, medenî olan bu Müslümanlar’dan İslâm dininin esaslarını öğreniyorlardı. Diğer taraf­tan Mâverâünnehr ve Hârizm’den büyük ticaret kervanları en uzak Türk ülkelerine gidip geliyorlardı. Her Müslüman tacirin Türk ülkelerinde seyahat edebilmesi için bir Türk ile dostluk kurması gerekiyordu. Müslüman derviş ve şeyhlerinin de bu ara­da tüccarlarla birlikte Türk ülkelerine giderek İslâmiyeti tanıt­maya çalıştıklarını dâ ilâve etmeliyiz. (50)

Bütün bu gayretler semeresini vermeye ve Müslümanlık Türkler arasında süratle yayılmaya başlamıştır. Tarihçiler 349 (960) yılında 200.000 çadırlık Türk halkının, Müslümanlığı kabul ettiğini belirtirler. (51) Sayı olarak bir milyon civarında bir nüfu­su ifade eden bu grubun, Karahanlı hânedanının hâkim bulundu­ğu yerlerde oturan Karluk, Yağma, Çigil ve Tuhsi gibi Türk boy­ları olduğundan şüphe edilemez.

48- Omelyan Pritesak, ‘Karahanlılar’ maddesi, İslâm Ansiklopedisi.

49- Omelyan Pritesak, aynı yer.

50- Faruk Sümer, Oğuzlar, 52.

51- İbn el-Esîr, VIII, 396.

299

Aynı yıllarda Oğuzlar’ın da gruplar hâlinde bu yeni dini kabul ettiklerini görmekteyiz. Baş­langıçta Oğuz Yabgu devletinin hizmetinde olan ve fakat bazı anlaşmazlıklar sebebiyle oradan ayrılarak Cend şehrine büyük bir Oğuz grubuyla gelen Selçuk’un bu hareketi, konumuz bakı­mından büyük bir önem taşımaktadır. Selçuk ve maiyetindeki Oğuzlar burada Müslümanlığı kabul ettiler. (52) Onun oğul ve to­runları daha sonraki yıllarda kendi adıyla anılacak Selçuklu devletini kurmuşlardır. Diğer taraftan son Samanî Hükümdarı Ebû İbrahim, Mâverâünnehr’i Karahanlılar’ın elinden geri almak için giriştiği mücadeleler sırasında, bir ara Oğuz yabgusunun yanına giderek onunla ittifak yaptı. Sıhrî yakınlık kurdu ve so­nunda yabguyu ve tebaasını Müslümanlığa kazandı. (392/1002) (53) Böylece XI. yüzyılın başında Oğuzlar’ın Müslümanlığı ta­mamlanmış oluyordu.

Oğuzların Müslüman olmalarının kısa zamanda neticeleri büyük olmuştur. Mayıs 1038’de Selçuk’un torunu Tuğrul Beg adına Nişapur’da hutbe okunarak yeni bir Müslüman Türk dev­leti, Selçuklu İmparatorluğu ortaya çıkmış oluyordu. Ancak Türkistan’ın doğu ve kuzey bozkırlarında henüz Müslüman olmayan göçebe Türkler vardı. Selçuklu devletinin kurulmasından birkaç yıl sonra (435/1043-44) 10.000 çadırlık bir Türk grubu Müslüman olarak aynı yılın Kurban bayramında 20.000 koyun kurban kesmişlerdir. Bu bilgiyi veren İbn el-Esîr, Çin hududun­daki Tatar ve Hıtaylar’ın dışında bütün Türkler’in Müslüman ol­duklarını ilâve eder. (54)

Selçuklu Sultanı Alp Arslan 1065 yılında büyük bir ordu ile Ceyhun nehrini geçerek Aral ve Hazar denizi sahillerini dolaş­tı. Oğuz ve diğer Türk boylarının yurdu olan Man-kıslag yarım­adasına vardı. Gayrımüslim Türkler ile birleşerek etrafı yağmalayan Oğuz, Kıpçak ve Cazıglar’a karşı sefer yaptı. Bunların 30.000 kişilik ordusunu bozdu; Cazıglar’ın hükümdarı Kafşut’u itaat altına aldı. Buradan dedesinin mezarını ziyaret etmek maksadıyla Cend’e gitti. Cend hânı, Alp Arslan’ı büyük bir me­rasimle karşıladı. (55) Cend şehri Selçuklular ve daha sonra Hârizmşahlar zamanında bile Müslüman olmayan Türkler’e karşı yapılan gazaların üssü idi.

52 - İbrahim Kafesoğlu, ‘Selçuklular’ maddesi, İslâm Ansiklopedisi.

53 - Faruk Sümer, Oğuzlar, 50.

54 - İbn el-Esîr, IX, 520.

55 - Osman Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1969, 115.

300

Kıpçaklar’a karşı yapılan se­ferler buradan yürütülüyordu. Kıpçaklar’ın bir kısmı batıya göç ederek Balkanlara kadar ulaştılar. Doğuda kalanlar Müslü­man olurken, batıya göç edenler de Hıristiyanlığı kabul ettiler.

Dünya tarihinin en önemli olaylarından birisi olan Türkler’in Müslüman olmaları, Emevî hilâfeti zamanında Türk ülkelerinin fethiyle kısmen başlamış, bu dini Türkler’in yakından tanımalarıyla hızlanmış ve X. yüzyılın ilk yarısında Müslüman Türk devletleri ortaya çıkmıştır. Türkler’in Müslümanlığı kabulleri X. ve XI. yüzyıllarda büyük gelişmeler göstermiştir. Bu tarihten sonra da Müslümanlaşma devam etmiş ve XIV. yüzyılda bütün Türk dünyası artık Müslüman olmuş ve İslâm âleminde her ba­kımdan üstünlüğünü kabul ettirmişti.

İslâm dini, çoğunlukla askerî ve siyasî hâkimiyetle beraber yayılmıştır. Arabistan yarımadası bizzat Hz. Muhammed tara­fından İslâm’a kazandırılmış, bunu Hulefâ-i Raşidîn ve Emevîler devrinde Suriye, Filistin, Irak, İran, Mısır, bütün Kuzey Afrika ve İspanya takip etmiştir. Bugünkü Pakistan ise Gazneli Sultan Mahmud’un seferleri sâyesinde bir Müslüman ülkesi hâline gel­miştir, Siyasî hâkimiyet kurulmadan Müslümanlığın yayıldığı yerler ise başta Türk ülkeleri olmak üzere Güney-Doğu Asya’­dır. Burada şu hususu bilhassa belirtmek gerekmektedir. İslâm dininin yayılması için gaza ve cihad bütün müminlere farz kılın­makla beraber, bu siyasî hâkimiyet altına giren gayrımüslimleri, Ortaçağ Avrupası’nda olduğu gibi tehdit ve işkencelere tabî tu­tarak değil; İslâmî nizamın mükemmelliğini göstermek suretiyle gerçekleştirilmiş ve mutlak bir başarı kazanılmıştır. Zaten birisi­ni zorla Müslüman yapmak bizzat İslâm dini tarafından men edilmiştir. Bu hususa açıklık kazandırmak için şu iki hâdiseyi karşılaştırmak kâfi gelecektir. 1453 yılında Osmanlı Padişahı Fâ­tih Sultan Mehmed tarafından fethedilen İstanbul’da, çeşitli din sâliklerine bizzat Fâtih tarafından geniş dinî ve sosyal haklar tanınırken; aynı yüzyılda (1492) Katolik Hıristiyanların eline ge­çen İspanya’da öldürme ve sürgün neticesinde birkaç yıl içinde tek bir Müslüman kalmamıştır.

Türkler’in Müslümanlığı kabullerini izah etmeye çalışırken, Türk ülkelerinin pek azının İslâm devletinin askerî hâkimiyeti altına girdiğini, buralarda yaşayan Türkler’in büyük kitle karşı­sında sayıca çok az olduklarını ve büyük Türk kitlesinin askerî ve siyasî hâkimiyete girmeden Müslümanlığı kabul ettiğini belirtmiştik. Dinler tarihinde, bir dinin bu kadar kısa zamanda baskı olmadan bir millet tarafından kabul edildiğine pek ender rast­lanır. Konumuz çerçevesini pek taşmadan, Türkler’i bir zorlama olmadan İslâm’ı kabule sevkeden sebepler üzerinde kısaca dur­mak faydalı olur kanaatindeyiz.

301

Türkler Müslüman olmadan önce çeşitli dinlerle karşılaşmış­lar ve bazı boylar bu dinleri kabul etmişlerdir. Musevîlik, Hıris­tiyanlık ve Budizm gibi dinler çok az sayıda taraftar bulmuş­lardır. Hattâ bu dinlerin yayılmasına karşı sert tepkiler bile ol­muştur. Buna rağmen İslâmiyeti kabullerinde böyle bir durumla karşılaşmıyoruz. XII. yüzyılda yaşamış din adamı ve tarihçi Süryani Mihail (ölm. 1199) şu bilgiyi vermektedir: “Türk mil­leti tek tanrıya inanmakta idi. Araplar’ın da tek Allah’a inanma­ları, Türkler’in İslâm dinini kabul etmelerine sebep olmuş­tur.” (56) Süryani Mihail’in bu tespiti bir gerçeği ortaya koy­maktadır. Türkler’in M.Ö. III. asırdan itibaren her şeye kâdir olan ebedî Gök-tanrı’ya inandıkları, bir tarihî hakikat olarak ortaya konmuştur. (57) Bu sebeple kendi tanrı telakkilerine ters düşmeyen İslâm’ın Allah’ını kolaylıkla kabul edebilmişlerdir. Diğer taraftan İslâm’ın cihad mefkûresi ile Türkler’in savaşçılık ruhu ve dünyaya hâkim olma idealleri birbirini tamamlıyordu. Cihadın faziletleri ve âhirette vadedilen mükâfatlarda, Türkler kendi ideallerini bulmuş oluyorlardı. Esasen kendi inançlarına göre, öldürdükleri düşman nisbetinde öteki dünyada mükâfatın vadedilmiş olması, yeni dini kabulde teşvik edici bir âmil olmuştur. Hz. Muhammed’in, Türkler hakkındaki hadisleri, Türkler ara­sında İslâm Peygamberine karşı bir sempati ve yakınlığın doğ­masına sebep olmuştur. Keramet sahibi olan ve gâipten haber veren Kamlar ile İslâm’ın evliya ve mürşitleri birbirlerinin ye­rine geçerken, daha doğrusu birbirleriyle kaynaşırken meydana gelen değişiklik pek fark edilmiyordu. Türk töresi ile İslâm’ın vazettiği nizam arasında, bilhassa ahlâkî meselelerde büyük benzerlik dikkati çekmektedir.

Kısaca belirtmeye çalıştığımız bu hususlar, Türkler’in inanç ve ideallerine uygun gelen ve za­manın en üstün ve mükemmel bir din ve medeniyetine, neden ve süratle girmiş olduklarını bir dereceye kadar ortaya koymaktadır.

56 - Michel le Syrien, Chronique, Paris 1890-1910, III, 156.

57 - İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ankara 1977, 258 vd, d.

302

4. Türkler’in İslâm’a hizmetleri

Türkler’in İslâm âlemine ilk girişlerinin, Abbasî halifeleri zamanında daha ziyade askerî maksatlarla olduğunu yukarıda kısaca belirtmeye çalışmıştık. Bilindiği gibi Türk askerlerini dü­zenli bir şekilde hilâfet ordusu saflarına alan ilk halife el-Me’mûn’dur. Abbasî halifelerinin en büyüklerinden biri olan el-Me’mûn zamanında asayiş bakımından İslâm imparatorluğunun durumu pek parlak değildi. El-Emin - el-Me’mûn arasındaki ik­tidar mücadelesi ülke dâhilindeki sükûneti bozmuş ve birçok isyanların çıkmasına sebep olmuştur. Azerbaycan’da isyan ettik­ten sonra kısa zamanda etrafına büyük bir taraftar grubu toplayan Bâbek el-Hurremî, dinî ve siyasî bakımdan devleti tehdit ediyordu. Ülkenin batı hududunu teşkil eden Mısır’da ise Arap kabilelerinin sebebiyet verdikleri huzursuzluk hüküm sürüyor­du. Halife el-Me’mûn’un bütün gayretlerine rağmen bir türlü sükûnet sağlanamıyordu. Bazı tarihçilerin ifade ettikleri gibi Türkler’in İslâm âlemine girmeleri, bu âlemin gerilemesine se­bep olmuştur düşüncesinin aksine Türkler, İslâm dünyasının siyasî bakımdan zayıflamaya ve parçalanmaya başladığı bir za­manda âdeta hizmete koşmuşlardır. El-Me’mûn’un son yıllarında orduda idareyi ellerine geçiren Türkler, Mısır isyanlarının bas­tırılmasında ve bilhassa Bizans’a karşı yapılan seferlerde önemli roller oynamışlardır. (58)

Türkler’in desteği ile halife olan el-Mu’tasım, yirmi yıldan beri devam eden Bâbek el-Hürremî isyanının bastırılmasına, bu sırada Abbâsî ordusunun başkumandanı el-Afşin ile maiyetin­deki Türk birliklerini memur etmiştir. Üç yıllık çetin bir mü­cadeleden sonra el-Afşîn, Bâbek tehlikesini ortadan kaldırmış­tır. (837) Yine el-Mu’tasım devrinde 838 yılında Bizans’a karşı yapılan ve İstanbul’dan sonra imparatorluğun en önemli şehri olan Amorion (Ammûrîye)’ un fethinde ordunun sevk ve ida­resi tamamen Türkler’in elinde idi. (59)

58 - Hakkı Dursun Yıldız, aynı eser, 67 vd, d.

59 - Hakkı Dursun Yıldız, aynı eser, 134 vd. d.

303

İslâm tarihinde ‘Sâmarrâ Devri’ diye bilinen yarım asırlık devrede (836-892) biraz önce de belirttiğimiz gibi askerî kadrolar tamamen Türk hassa askerlerinin kontrolünde bulunuyordu. Ya­vaş yavaş idarî meselelerde de söz sahibi oluyorlardı. Sâmarrâ devrinde her ne kadar Türk kumandanları ile halifeler arasında bâzen her iki tarafın da hayatlarına mal olan mücadeleler olu­yorduysa da devleti tehdit eden dış ve iç düşmanlara karşı bu birlikler gönderiliyordu. 870 yılında Basra bölgesinde patlak ve­ren ve 13 yıl devam eden Zenciler’in isyanının bastırılması ile İran’da bağımsızlığını ilân ettikten sonra, halife ile ihtilafa düşmesi üzerine batıya doğru harekete geçen ve Vasıt’ı bile ele geçiren Ya’kub b. Leys el-Saffar’ın durdurulmasında, Musa b. Boğa el-Kebîr gibi Türk kumandanları ile Türk askerlerinin gayretleri bilinmektedir. (60) Bütün kötü şartlara rağmen Sâ­marrâ devrinde devletin parçalanması önlenebilmiştir ve bunda da Türkler’in payı vardır.

Devamlı karışıklıkların hüküm sürdüğü Mısır 869 yılında, Ahmed b. Tolun’un eline geçmiş ve kısa zamanda ülkede sükû­net sağlanarak Mısır tarihinin en parlak devrini yaşamıştır. İk­tidarlarının kısa sürmesine rağmen Tolunlular’ın Mısır’da bırak­tıkları eserler bugün bile ayakta durmaktadır. Meselâ Ahmed b. Tolun’un yaptırdığı cami bugün bile Kahire’nin en büyük camilerinden birisidir. Hemen hemen aynı yıllarda diğer bir Türk hânedanı olan Sâc Oğulları, Azerbaycan’da bağımsızlıkla­rını kazanıyorlar ve 889-929 yılları arasında Ermeniler ile amansız mücadeleye giriyorlardı. Hatta öyle ki Ermeni patriği, Bizans imparatoru ve Ortodoks patriğinden bir Haçlı seferinin düzen­lenmesini istemiştir. (61)

X. Yüzyılın başlarından itibaren İslâm âleminde tam bir parçalanma dikkati çekmektedir. Merkezi hükümeti temsil eden Abbasî halifelerinin hükmü, Bağdad’ın dışına pek çıkmıyordu. Ülkenin doğu eyâletleri Samanîler’in idaresinde bulunuyordu. Suriye’de ise Hamdânîler bağımsızlıklarını kazanmışlardı. (929)

60 - Hakkı Dursun Yıldız, aynı eser, 160 vd. d.

61 - Hakkı Dursun Yıldız, Azerbaycan’da hüküm sürmüş bir Türk hânedanı: Sâc Oğulları, adlı makale serisinde bu husus üzerinde geniş olarak dur­muştur. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, sayı 30 - 31 ve Tarih Enstitüsü Dergisi, sayı 9.

304

Bunlardan çok daha tehlikelisi 899’da Bahreyn’de ortaya çıkan ve kısa zamanda Hicaz ve Suriye’de söz sahibi olan ve hattâ Kâbe’den Hacer’ül-Esved’i Ahsa’ya götüren Karmatîler ile 908’ de Tunus’ta kurulan, 969’da Kahire’yi zapteden ve daha sonra bütün Kuzey Afrika, Mısır, Suriye ve Batı Arabistana hâkim olan Şiî Fatımî hilafetini zikretmeliyiz. Bunlar yetmiyormuşcasına 945 yılında Şiî Büveyhîler Bağdad’ı işgal ettiler. Böylece Abbâsî hilafeti, Şiîler’in tahakkümü altına girmiş oluyordu. Si­yasî birliğin bozulması, iktisadî çöküntüye de zemin hazırlıyor­du. Halifenin iktisadî bakımdan zayıflaması ve valilerine avuç açması, parçalanmayı daha da hızlandırıyordu. İslâm dünyasın­da bu parçalanma devam ederken, Bizans imparatorluğu topar­lanıyor ve İslâm ülkelerine karşı saldırılarını sürdürüyor ve top­rak kazanıyordu.

İslâm dünyasının siyasî bakımdan böyle zor bir durumla karşılaştığı sıralarda yeni bir güç ortaya çıkıyordu. 1038 yılında istiklâlini kazanan ve 1040’da Dandanakan savaşı ile İran’da tek si­yasî güç hâline gelen Selçuklu devletinin politikası iki istika­mette gelişiyordu: a) Bağdad halifesini Şiî Büveyhîler’in tahak­kümünden ve Suriye ile Mısır’ı da Fatımîler’den kurtararak bozu­lan İslâm birliğini sağlamak. b) Bizans’a karşı yeni akımlara hız vererek fetih ruhunu yeniden canlandırmak. Selçuklu Sultanı Tuğrul Beg bir taraftan yeni bir ruhla Anadolu gazalarına bü­yük bir canlılık verirken, diğer taraftan da Bağdad’ı kurtarmak için harekete geçti. 1055 yılı Aralık ayında büyük bir merasimle Bağdad’a girdi. Böylece Abbâsî halifesi, Büveyhîler’in tasallutundan kur­tarılmış oluyordu.

Hz. Ömer zamanında başlayan Anadolu gazaları asırlarca devam etmesine rağmen Anadolu’nun fethi bir türlü gerçekleş­tirilememişti. Bu büyük fetih Selçuklulara nasip olmuştur. Anadolu’nun bir Türk ve Müslüman ülkesi hâline gelmesini te­min eden 26 Ağustos 1071 tarihindeki Malazgirt Sava­şı’nın cereyan ettiği Cuma günü, Abbâsî Halifesi el-Kâim biemrillah tarafından hazırlatılan ve aynı gün İslâm memleketleri­nin minberlerinde okunan hutbe, bu savaşın İslâm âleminin ka­deri üzerindeki tesirini göstermektedir. Hutbede şöyle deniyor­du: “Tanrım İslâm sancağını yükselt... Şehinşâhu’l-âzam Sultan Alp Arslan’ın Senden dilediği yardımı esirgeme... Senin dinini şerefli ve yüce tutabilmek için O’nu lütûfkâr ve her zaman tesirli olan desteğinden mahrum kılma... Ordusunu meleklerinle destekle. Niyet ve azmini hayır ve başarıyla neticelendir.

305

Çünkü o, Senin rızan için rahatını terketti. Malı ve canıyla buyruklarına uymak için Senin yoluna düştü... O’na zafer kısmet eyle... Ey Müslümanlar! O’nun için Tanrı’ya yalvarıp yakarınız; O’nun şe­refli olarak düşmanlarını mahvetmesi, sancağını yükseltip za­ferlerin en son derecesine erişmesi için Tanrı’ya dua ve niyazda bulununuz. Tanrım! O’nun bütün güçlüklerini kolaylaştır ve şir­ke O’nun önünde boyun eğdir.” (62) Bu hutbe Sultan Alp Ars- lan’ın İslam’a yaptığı hizmeti açık bir şekilde ortaya koymakta­dır.

Anadolu’nun fethi, Filistin’in ve bilhassa Kudüs’ün Selçuk­luların hâkimiyetine geçmesi Avrupa Hıristiyan dünyasında bü­yük bir heyecanın uyanmasına sebep oldu. Papa II. Urbain’in teşvik ve tahrikleriyle meşhur Haçlı Seferleri başladı. Kalabalık ordular hâlinde Anadolu, Suriye ve Filistin’e gelen Haçlılar ile savaşan yegâne kuvvet Büyük Selçuklu imparatorluğunun par­çalanması üzerine, Anadolu’da bağımsızlığını kazanan Türkiye Selçuklular’ı ile Suriye ve Filistin’deki diğer Türk emirlikleri idi. 1096’da başlayan ve 1099 yılında Kudüs’ün zaptı ve Müslü­man halkının katledilmesiyle sona eren Birinci Haçlı seferinin sonunda, Yakın-Doğu’da Haçlı devlet ve kontlukları ortaya çık­tı. Beş asırdan beri birer Müslüman beldesi olan Filistin ve Su­riye’nin bazı kesimleri tekrar Hıristiyanların eline geçmiş olu­yordu. Haçlılar’ın iştahı bir türlü tatmin olmak bilmiyor ve Av­rupa’dan yeni kuvvetler geliyordu. Anadolu’yu kendilerine ikin­ci bir vatan olarak tutan Türkler, bu Haçlı sürülerine karşı ba­şarılı mücadele veriyor ve bu ülkede onların yerleşmesine engel oluyordu. Diğer taraftan Suriye ve Filistin’deki Haçlı devletle­riyle de amansız mücadele veriyorlardı. Musul Emiri İmâdeddin’in 1144’te Urfa’yı zaptını, Selâhaddin Eyyûbî tarafından Kudüs’ün fethi takip etti. Artık Haçlılar Suriye ve Filistin’de de tutunamıyorlardı. Mısır Türk - Memluk Hükümdarı Sultan Baybars sahil şehirlerindeki son Haçlı kalıntılarını da birer birer ortadan kaldırdı. Sultan Baybars’ın İslâm âlemine yaptığı ikinci büyük hizmeti de bütün Türkistan, İran ve Irak’ı harabeye çe­viren ve batıya doğru ilerlemekte olan Moğol ordusunu, 1260 yı­lında Ayn Câlût’ta mağlup ederek durdurmuş olmasıdır.

62 - Osman Turan, Selçuklular, 139 vd.; Ali Sevim, Malazgirt Meydan Savaşı, Ankara, 1971, 71 vd. d.

306

Câlût savaşında öncü kuvvetlerin kumandanı olan Baybars, bu savaşta gösterdiği başarı üzerine sultanlığı elde etmiştir. Orta­çağın büyük tarihçilerinden Bedreddin el-Aynî, “Moğollar’a karşı İslâmiyeti Türkler kurtarmıştır.” diyerek (63) Ayn Câlût zaferinin ehemmiyetini belirtmektedir. Baybars’ın hükümdar olmasından üç yıl önce Bağdad, Moğollar tarafından işgal edilmiş ve Abbâsî hilâfetine son verilmişti. Baybars, Moğol katliâmın­dan kurtularak Dımaşk’a kaçmış olan Abbâsî Halifesi el-Zâhir’in oğlu Ahmed’i Kahire’ye davet ederek 9 Haziran 1291 tarihinde, el-Mustansır billah ünvanıyla halifeliğini ilân ve ona biat et­ti. (64) Böylece beş asırdan beri hilâfeti ellerinde bulunduran ve manevî bakımdan İslâm âleminde hâlâ itibarı olan Ab­bâsî hilafetini yeniden kurmuş oluyordu.

Haçlı ordularının Yakın-Doğu’yu istilâya kalktıkları yıllarda diğer bir grupta, Sicilya ve İspanya Müslümanlığına karşı taar­ruza geçmişti. İslâm tarih ve medeniyetinde büyük bir yeri olan bu iki bölgedeki Müslümanlar maalesef Haçlı saldırılarına karşı koyamayarak buraların kaybına sebep olmuşlardır. Bu durum Türkler’in, Haçlılar’ın karşısında İslâm açısından oynadıkları mühim rolü ortaya koymaktadır.

Mısır’daki Türk Memlûklu sultanlığının, Haçlılar ve Moğollar karşısındaki bu başarılarına rağmen Selçuklular’la kısmen sağlanmış olan İslâm birliği, XIII. ve XIV. yüzyıllarda parçalan­maya başlamıştır. Doğudan gelen Moğol istilâsı yalnız siyasî ba­kımdan değil, medeniyet bakımından da İslâm için büyük bir darbe olmuştur. İslâm medeniyeti Moğol felâketinden sonra bir türlü belini doğrultarak eski parlak devrini yaşayamamıştır. Yine Mo­ğol istilâsı sebebiyle Türkiye Selçuklu devleti parçalanmış ve birçok beylik ortaya çıkmıştır, Sicilya Normanlar tarafından işgal edilmiş, İspanya’da Müslümanlar gerilemiş ve zaten par­çalanmış olan Kuzey Afrika’nın durumunda bir değişiklik ol­mamıştır.

İslâm birliğinin yeniden sarsıldığı bu ikinci devrede de yine sahnede Türkler’i görmekteyiz. Türkiye Selçuklu devletinin parçalanması üzerine Bizans hududunda ortaya çıkan Osmanlı Bey­liği süratle gelişmeye başladı. (65)

63 - Bedreddin el-Aynî, Ikd el-Cuman, Veliyyüddin Efendi Kütüphânesi, No. 2391, vr. 436.

64 - Fuad Köprülü, ‘Baybars’ maddesi, İslâm Ansiklopedisi.

65- Osmanlı Beyliği’nin kurulup kısa zamanda gelişmesinin sebepleri, Fuad Köprülü’nün, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu (Ankara-1959) adlı eserinde etraflı bir şekilde incelenmiştir.

307

Hıristiyanlara karşı yapılan gazaların tertip ve idare edildiği Osmanlı Beyliği’nin kurucusu Osman Beg’e de ‘Gazi’ unvanının verilmesi bundan ileri gel­mektedir. Osman Gazi’nin Bizans’a karşı yaptığı gazalar, Ana­dolu’daki Türkmen gönüllülerinin bu bölgeye gelerek gazalara katılmasını sağlamıştır. Devamlı gaza yapmak Osmanlı İmpara­torluğu’nun kuruluşunun dinamik âmilidir. Osmanlılar bu uc gazi ananesinden hareketle XV. yüzyılda bütün İslâm dünyası­nın koruyucuları rolünü benimseyeceklerdir. Anadolu’da kurulan ve sayıları onbeşi geçen Türk beylikleri içinde, üstelik bun­ların en küçüklerinden biri olmasına rağmen Osmanlı Beyliği’nin bir imparatorluk hâline gelmesinde, gaza fikrinin tesirleri çok büyüktür. Yine bu beyliğin gelişmesinde, dâhilde sosyal teşkilatlanmayı sağlayan ve hariçte ise uca gelen gazileri akınlara teşvik eden ve bizzat kendileri de katılan Ahîler’i de dikkate almak gerekmektedir.

Osmanlı Beyliği’nin süratle gelişerek Çanakkale boğazı yo­luyla Avrupa’ya geçmeleri ve burada başarılı fetihlerde bulun­maları, Haçlı zihniyetinin yeniden hortlamasına sebep olmuştur. Balkanlar’daki Hıristiyan devletleri, Papa’nın da teşvikleriyle Osmanlılar’a karşı müttefik bir cephe oluşturdular. Osmanlılar’a karşı harekete geçen ilk Haçlı ordusu 1389’da Kosova’da Sultan I. Murad tarafından hezimete uğratıldılar. Onun oğlu Yıldırım Bâyezid bir taraftan Anadolu’da Türk birliğini kurmağa çalışır­ken, diğer taraftan yeniden harekete geçen Hıristiyan ordularını, 1401 yılında Niğbolu’da mağlup etmeyi başardı. Yıldırım Bâye- zid’den sonraki Osmanlı padişahları fetihlere büyük bir hızla devam ediyorlardı. Nihayet yedinci Osmanlı Padişahı II. Mehmed; kendisinden önce defalarca teşebbüs edildiği halde bir tür­lü fethedilemiyen ve fakat Hz. Muhammed’in bir hadis’i ile fet­hedileceği müjdelenen (66) İstanbul’un fethini gerçekleştirmiş (29 Mayıs 1453) ve dokuz asırdan beri İslâm âleminin en büyük düşmanı olan Bizans İmparatorluğuna son vermiştir.

66 - İstanbul’un fethi ile ilgili hadislerin en meşhuru şudur: “Konstantiniyye muhakkak fethedilecektir; onu fetheden emir ne iyi emir, onu fetheden asker ne iyi askerdir.” Bu hadisler hakkında bkz. Marius Canard, ‘Les expé­dition des Arabes contre Costantinople, dans l’histoire et dans la legende’, Journal Asiatique, CCVII, Paris 1926, 61-121.

308

Bu önemli tarihî hâdise aynı zamanda Ortaçağ’ın sonu ve Yeniçağ’ın baş­langıcı olmuştur. Fâtih Sultan Mehmed 1481 yılında da İtalya’­ya karşı harekete geçerek İstanbul Patrikliğinden sonra, Roma papalığını da hâkimiyeti altına almak istemiş, ancak buna ömrü yetmemiştir. İstanbul’un fethinden sonra Osmanlılar, İslâm dün­yasının en sağlam ve kuvvetli devleti hâline geldiler ve Hıristiyanlar karşısında İslâmiyet’in müdafii oldular.

II. Bâyezid devrinde Osmanlılar açık denizlerde de Venedik’e karşı koyabilecek bir deniz gücü oluşturarak Batı Akde­niz’de kudretini hissettirmeye başladılar. Onun oğlu Yavuz Sul­tan Selim önce Anadolu’daki Şiî Safevî İran’ı ezdikten sonra, Suriye ve Mısırı zaptederek imparatorluğun hudutlarını olduk­ça genişletti. Mısır’ın zaptı ile halifelik tarihinde yeni bir devir başlıyordu. Son Abbâsî Halifesi el-Mütevekkil Alellah halifeliği ve halifelik emanetlerini Sultan Selim’e devretti. Böylece Emevî ve Abbâsî hanedanlarından sonra Osmanlı hanedanı halife­lik makamına geçmiş oluyordu. Mısır’ın fethinden hemen sonra Osmanlı donanması Kızıl Deniz’de, Hindistan Müslümanlığını tehdit etmeye başlayan Portekiz ile mücadeleye başladı.

Osmanlı sultanları Fâtih devrinden itibaren en büyük gazi­ler sıfatıyla kendilerini, İslâm sultanları arasında Hulefâ-i Raşidîn’den beri en üstünü saymaya başlamışlardı. Kanunî Sultan Süleyman’ın tahta geçişinde, Mekke Şerifi’nin gönderdiği mek­tupta, “Sizler Efranc’den (yâni Avrupalılar’dan) ve emsalinden memleketler fethetmekle bize ve İslâm sultanlarına üstün bulu­nuyorsunuz.” demekle Osmanlı üstünlüğünü kabul ediyordu. Os­manlı padişahları halifeliğe sahip olmakla kendilerini İslâm dünyasının, Hıristiyan dünyasına karşı koruyucusu, İslâm’ın, Şeriat’ın, Mekke ve Medine’nin, Hac yollarının hizmetkârı olarak görüyorlardı. Onlar bu kuvvetin kendilerine Allah tarafından verildiğini, ‘muayyad min ind Allah’ olduklarını düşünüyorlar­dı. (67)

Osmanlı devletinin en parlak devri olarak bilinen ve Avrupalılar’ın, ‘Muhteşem Süleyman’ dedikleri Kanunî Sultan Süley­man devrinde (1520-1566) Osmanlı orduları karada ve denizde Hıristiyan Avrupa karşısında büyük başarılar kazanmıştır.

67 - Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunda Kültür ve Teşkilat, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara 1976, 974, 990.

309

Ka­rada bütün Macaristan fethedilip Viyana kapılarına kadar va­rılıyordu. Denizde ise Ege adalarının zaptından ve müttefik Hıris­tiyan donanması, Preveze’de 1538’de hezimete uğratıldıktan son­ra Akdeniz de bir Türk gölü hâline getiriliyordu. Akdeniz’deki Türk hâkimiyeti, İspanya ve Portekiz’in devamlı tehdidi altında olan Kuzey Afrika Müslümanlığına yeni bir güç vermiştir. Ak­deniz’in Osmanlı kontrolüne geçtikten sonra Ümit Burnu’nu dolaşarak Hindistan’a ulaşan Avrupalılar karşısında Hint Müslümanlarını koruma görevini de Osmanlılar üstlenmiştir. Kanu­nî Süleyman Hindistan’daki Portekiz tehlikesini bertaraf edebil­mek için dört sefer tertip etmiş ve Kızıldeniz’i emniyete almak maksadıyla Yemen ile Güney Arabistan’ı, Osmanlı hâkimiyetine almış ve Yemen eyâletini kurmuştur. Afrika’da daha güneyde ele geçirilen topraklarda Habeş eyâleti tesis edilmiştir. Islâm hükümdar ve halifeleri arasında 12 büyük sefere katılmış ve son nefesini bir sefer esnasında veren Kanunî’den sonra ikinci bir şahsa rastlanmamaktadır. (68) Kanunî’den sonra fetihler az da olsa yine devam etmiştir. Bu devrede Osmanlı Sadrazamı Sokollu Mehmed Paşa’nın, Don ve Volga nehirleri arasında bir kanal açtırarak Orta Asya Türk ve Müslümanları’na yardımcı olabil­me teşebbüsü zikre değer. Yine aynı şahsın Süveyş Kanalı teşeb­büsü de Hint Müslümanlarına yardım emeline hizmet edecekti.

Osmanlı İmparatorluğu XVII. asrın başlarından itibaren ge­rek dâhildeki güçlükler ve gerekse Avrupa devletlerinin müş­terek hareket etmeleri sebebiyle fetih hızını kaybetti ve hattâ bu asrın sonlarından itibaren Avrupa’da toprak kaybına bile başladı. Avrupa’daki toprak kayıplarına rağmen asırlar boyun­ca Hıristiyan dünyasıyla tek başına mücadele etmiştir.

XIX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren İslâm ülkeleri de Avrupalılar tarafından işgal edilmeye başladı. Cezayir ve Tunus, Fransızlar tarafından zaptedilirken; Osmanlı devletinin artık müdahale ede­mediği Asya Müslümanlığı da başta Çarlık Rusya olmak üzere İngiltere ve Hollanda tarafından sömürge hâline getiriliyordu. Haçlı hareketinin yeniden başlaması karşısında Osmanlı idareci ve aydınları İttihad-ı İslâm’ı sağlamak için yoğun çaba sarfet- mişlerdir. Trablusgarp savaşları sırasında Türk kuvvetleri, Lib­ya’da İtalyanlara; Birinci Cihan Savaşı’nda ise Irak ve Mısır’da İngilizler’e; Kafkaslar’da Ruslar’a; Çanakkale’de İtilaf Devletleri kuvvetlerine karşı çok kötü şartlara rağmen binlerce şehit vererek savaşmıştır.

68 - Tayyib Gökbilgin, ‘Süleyman I.’ maddesi, İslâm Ansiklopedisi.

310

Ancak müttefiklerinin mağlûp olması üzerine cephelerdeki Osmanlı orduları da geri çekilmek zorunda kalmıştı. Bu son mücadeleler sırasında Medine Müdafii Fahreddin Paşa, mütarekenin ilân edildiğini bildiği halde resmen bu haberi tebellüğ etmemek için telgraf direklerini yıktırarak üç ay Medine’yi müdafaa etmiştir. Bu son hadise bile Türkler’in, İslâm’a hizmet hususunda ne büyük fedakârlıklara katlandıkla­rını ortaya koymaktadır.

İslâm dünyası tarihinin en karanlık devrini hiç şüphesiz Bi­rinci Dünya Harbi’ni takip eden yıllarda yaşamıştır. Çünkü Türkiye’nin küçük bir kısmı hariç bütün Müslüman ülkeler, Hı­ristiyan devletlerin işgali altında idi. Böyle zor bir durumda bi­le bir çıkış yolunun bulunabileceğini yine Türkler ortaya koy­muşlardır. 1920-1922 yılları arasında yapılan savaşlardan sonra Tür­kiye yeniden istiklâlini kazanmıştır. Büyük devlet adamı ve ku­mandan Gazi Mustafa Kemâl Atatürk’ün liderliğinde başarıya ulaşan Türk İstiklâl Savaşı, diğer mazlum Müslüman milletlere bir umut ışığı olmuş ve onlar da yavaş yavaş istiklâllerine ka­vuşmuşlardı.

IX. yüzyılın ortalarından XX. yüzyılın başlarına kadar devam eden uzun tarihî devrede Türkler, İslâm dünyasının Hıristiyanlar karşısında savunucusu olmuş ve bunu başarıyla yü­rütmüştür. Osmanlı İmparatorluğunun İslâm’a hizmetlerini, Prof. Bernard Lewis şöylece belirtmektedir: (69)

“Osmanlı İmparatorluğu kuruluşundan yıkılışına kadar İs­lâm kuvvet ve imanının ilerlemesine veya savunmasına adan­mış bir devlet idi. Osmanlılar altı asır, başlangıçta esas itibariy­le başarılı olarak Avrupa’nın geniş bir kısmında, İslâm hâkimiyetini kurma gayretiyle daha sonra da Batı’nın amansız karşı sal­dırısını durdurmak ya da geciktirmek için uzun müddet ve de­vamlı bir şekilde Hıristiyan Batı ile savaş hâlinde idiler. Yüz­yıllarca devam eden bu mücadele Türkler’in Müslümanlığın ta köklerindeki kaynaklarıyla Türk toplumunun ve kurumlarının bütün yapısına tesir etmiştir.

69 - Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, Oxford, 1968, 13.

311

Osmanlı Türk’ü için bütün ilk Müslüman memleketlerini içine alan imparatorluk İslâmiyetin ta kendisi idi. Osmanlı kaynaklarında imparatorluğun toprakla­rı ‘Memâlik-i İslâm’, hükümdarı ‘İslâm Padişahı’ ve din işle­rini yürüten ‘Şeyhülislam’ olarak isimlendirildi. İmparatorluk halkı kendini her şeyden önce Müslüman sayardı. Daha önce gördüğümüz gibi Osmanlı ve Türk nispeten yeni kullanılan ta­birlerdir; Osmanlı Türkleri kendilerini Müslümanlık ile bir gör­müşler, diğer herhangi bir Müslüman milletinden çok daha bü­yük ölçüde hüviyetlerini İslâmiyet içinde eritmişlerdi. Türk ke­limesi Türkiye’de hemen hemen hiç kullanılmaz iken, Batı’da Müslümanın eş anlamı hâline gelmesi ve Müslüman olmuş bir batılıya, hâdise İsfahan yahut Fas’ta olsa bile ‘Türk olmuş’ den­mesi dikkat çekmektedir.”

Türkler’in İslâmiyet’e hizmetleri yalnız siyasî, askerî ve idarî sahalarda olmadığı ve İslâm medeniyetinin gelişmesinde Araplar, Farslar ve diğer unsurlarla beraber en az onlar kadar hizmetleri olduğu bir gerçektir. İslâm dünyasında felsefe ve il­min gelişmesi, eski Yunan ve Latin felsefî ve ilmî eserlerinin Arapça’ya tercümesiyle başlamıştır. Bu tercümelerle İslâmî dü­şünceye girmeye başlayan eski Yunan felsefî görüşlerini, İslâmî fikir ile uzlaştırarak İslâm felsefesinin başlamasında Türkler’in rolü büyük olmuştur. Eski Yunan felsefesinin, İslâm fikir haya­tında ilk gerçek temsilcisi, Oğuzlar’ın yaşadığı Karacuk (Farab) şehrinde doğan Uzlug oğlu Muihammed el-Farabî (ölm. 950)’ dir. Farabî metafizik, fizik, astronomi, mantık, psikoloji, siyaset, mu­siki vs.’ye dair yazdığı 160 kadar eseriyle Aristotales’in hemen bütün fikirlerini, İslâmî düşünceyle telif ettiği için ona, ‘Mual­lim-i Sani’ unvanı verilmiştir. Büyük bir filozof ve tabip olan İbn Sina (ölm. 1037)’nın Mâverâünnehr’de yetişmesi ve felsefî bilgisinin esasını Farabî’den alması, İslâm-Türk kültürünün yü­celiğini göstermektedir.

Türk-İslâm topluluklarında müspet ilim de Farabî ile baş­lamıştır. İhsaü’l-Ulûm adlı kitabı ile ilk defa ilimleri tasnif et­miştir. O ayrıca Euklides’in geometrisini de şerhetmiştir. Trigo­nometrinin kurucularından Türk asıllı Abdullah el-Barânî (ölm. 929), matematik ilminin Doğu’daki başlıca temsilcilerinden, Kitâbü’l-cebr ve’l-mukabele’nin yazarı İbn Türk el-Cilî ve astro­nomide büyük bir şöhrete sahip olan Amâcûr ailesi gibi isim­leri zikretmekle yetineceğiz.

312

Gazne Türk sarayında büyük bir itibar gören, Sultan Mahmud ile Hint seferlerine katılan, ‘Dün­ya tarihinin Archimedes, Leonardo ve Leibniz tipinde ilmî ve entelektüel dâhilerden’ kabul edilen ve muhtemelen Türk asıl­lı olan Hârizmli Ebû Reyhân el-Bîrûnî (ölm. 1051) çeşitli bilgi dallarında 110 kadar eser yazan, Ortaçağ İslâm-Türk âleminin en dikkate değer simalarındandır.

İslâm-Türk devletlerinde dinî ilimlerin gelişmesi için büyük gayret sarf edilmiştir. Karahanlılar zamanında Semerkand ve Bu­hara şehirleri ile Gazneliler devrinde Gazne ve Hint Türk sul­tanlığında Delhi şehirleri başlıca ilim merkezleri idiler. Türk nüfusunun hâkim olduğu Mâverâünnehr şehirlerinde büyük bil­ginler yetişmeye başlamıştı. Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed b. Hanbel’in ‘üstad’ dediği, Abdullah b. el-Mubarek et-Türkî ünlü bir hadis bilgini olup aynı zamanda tefsirci ve gra­merci idi. IX. yüzyılın ortalarına kadar ilk hadis ve megazî bil­ginlerinden Tarhân oğlu Ebu’l-Mu’tamir Süleyman ile oğlu Ebû Muhammed el-Mu’tamir Türk asıllı idiler. İslâm dünyasında büyük fıkıh, hadis, kelâm ve tefsir bilginlerinden çoğu Selçuklu hâkimiyeti devrinde yetişmiştir. Risâle-i Kuşeyriye müellifi büyük sûfî Ebu’l-Kasım el-Kuşeyrî, İslâm âleminin en büyük mütefekkirlerinden ve Bağdad Nizamiye medresesi rektörü el-Gazâlî, mezhepler tarihi yazarı Muhammed eş-Şehristanî, meşhur Keşşaf Müellifi ez-Zemahşeri gibi büyük isimler bu cüm­ledendir. (70)

İslâm dünyasında eğitim ve öğretim müesseseleri bakımın­dan Selçuklular çağının bir dönüm noktası olduğu bilinmekte­dir. Daha önce dağınık ve hususî ellerde yapılan öğretim, ilk de­fa Selçuklu Sultanı Alp Arslan zamanında programa bağlanmış ve devlet himayesine alınmıştır. Devrin tanınmış ilim ve fikir adamlarını sinesinde toplayan maaşlı müderrisleri (profesör), aylık ve erzak alan öğrencileri ve zengin kütüphaneleriyle yükseköğrenim müessesesi olarak medrese, İslâm dünyasında ilk defa Sultan Alp Arslan tarafından kurulmuştur. (1066) İlk ön­ce Bağdad’da kurulan, geniş mâlî imkânlara sahip olan ve ismi­ni, kurucusu Selçuklu Veziri Nizâmülmülk’ten alan ‘Nizâmîye Medresesi’, daha sonraki yıllarda önemli kültür merkezlerinde de kurulmuştur.

70 - İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, 321 vd. d.

313

Nizâmiye medreselerinde dinî ilimler yanında felsefe, matematik ve filoloji de okutulurdu. Medreseler daha sonraki devirlerde kurulan İslâm devletlerinde dinî ve idarî kadrolara kaliteli eleman yetiştirmiştir. (71)

İslâm sanatında da Türkler’in yeri büyüktür. Mimarî, tez­hip, hat, çinicilik, minyatür vs. sahalarında, Türkler’in Müslü­man olmalarından sonra büyük gelişmeler olmuş, Arap ve İran sanatında yeni üslup ve gelişmelere zemin hazırlamıştır. İslâm sanatında Türk tesiri ilk defa Halife el-Mu’tasım tarafından, Türk birlikleri için kurdurduğu Sâmarrâ’daki mimarî eserlerde görülür. Selçuklular, Osmanlılar ve diğer Müslüman Türk dev­letleri dinî, sivil ve askerî mimarîde şaheserler meydana getir­mişlerdir. Dünyanın ‘yedi hârikası’ndan biri kabul edilen Tac Mahal’in plânlarını yapan ve uygulayan Osmanlı Mimarı Muhammed İsa Efendi, Türk sanat dehasının en bariz bir misâli­dir.

Bin yıla varan Türk-İslâm tarihinde, Türkler’in İslâmiyete çeşitli sahalarda yaptığı hizmetleri bu kısa yazıda izah etme­nin imkânsızlığı kabul edilmelidir. Bu faslı şu cümle ile bitir­mek istiyorum: Bugün dünyada bir milyara yaklaşan Müslü­man topluluğunun bulunmasında Türkler’in hissesi çok büyük­tür.

5. İslâmiyet’in Türk millî varlığındaki önemli rolü

Yeni bir din veya medeniyetin kabulü, cemiyette inanış, düşünüş ve yaşayış gibi çeşitli bakımlardan meydana getirdiği değişiklik ve inkişâflar dolayısıyla bir milletin tarihinde en önemli hâdiselerden biri olma vasfını daima korumaktadır. Böyle bir değişiklikle milletlerin varlıklarını koruduğu, yeni bir iman ve hızla ileri bir seviyeye eriştiği veya millî bünyelerini sarstığı, hattâ millî benliklerini kaybettiklerinin misallerine tarihte rast­lamak her zaman için mümkündür. Din değiştirmenin millet hayatında meydana getirdiği değişiklikleri, Türk tarihinde açık olarak görebiliriz. Türkler Müslüman olmadan önce gerek Tür­kistan’da ve gerekse yaşadıkları başka ülkelerde; Budizm, Maniheizm, Musevîlik ve Hıristiyanlık gibi dinleri kabul etmişlerdir. Ancak bu dinleri kabul kısmen olmuş ve büyük Türk kitlesi kendi Gök-Tanrı dinlerine bağlı kalmışlardır. Türkler’in kısmen de olsa kabul ettikleri bu dinlerin ortaya koyduğu nizam, onların töre ve yaşayışlarına uymadığı için kısa zamanda millî benliklerini kaybetmişlerdir.

71- Osman Turan, Selçuklular, 256 vd. d.

314

Göktürk Hâkanı Bilge Kağan, Veziri Tonyukuk’tan bir Budist mabedinin yapılmasını istediği zaman bilge vezirin ona verdiği, “Savaşı ve hayvan eti yemeyi yasaklayan ve miskinlik telkin eden bu dinin kabulü, Türkler için felâket olur.” cevabı, bu hususu bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Büyük Vezir Tonyukuk’un bu veciz sözlerinin, bir kehânet olmadığını tarih göstermektedir. Musevîliği kabul etmiş olan Hazarlar’ın, Hıristiyanlığı benimsemiş olan Bulgar ve Macarlar’ın, bugün için Türklüklerinden bahsedilemez.

İslâmiyet’in kabulü Türkler’e yeni bir ruh ve kuvvet ver­miş ve Asya steplerinden Avrupa içlerine kadar uzanan sahalar­da, büyük ve uzun ömürlü imparatorlukların kurulmasında baş­lıca âmil olmuştur. Müslüman Oğuzlar’ın, Hz. Muhammed za­manından beri asırlarca Dârü’l-Cihâd ilân edilerek seferler yapıl­masına rağmen bir türlü gerçekleştirilemeyen Anadolu’nun fet­hinde ve buranın ikinci bir Türk vatanı olmasında, Osmanlı İm­paratorluğu gibi dünya tarihinin en büyük ve uzun ömürlü im­paratorluklarından birinin kurulmasında, İslâm dininin oynadığı rol son derece önemlidir.

Bunlardan daha önemlisi İslâm dininin ortaya koyduğu ni­zâm ile Türk töre ve yaşayışı birbirine uyduğu ve birbirini ta­mamladığı için Türkler millî varlıklarını devam ettirmişler­dir. İslâm dinini kabul etmiş olan Türk boylarından hiç birisi, diğer dinleri kabul edenler gibi varlıklarını kaybetmemişlerdir. Diğer bir ifâde ile dünya’nın çeşitli bölgelerine dağılan Türk milleti varlığını, İslâm dini sayesinde koruyabilmiştir. Bugün dünya üzerinde 150 milyon civarında Türk’ün varlığından bahsedebiliyorsak, bunda İslâm dininin tesiri çok büyüktür. İslâmi­yet’in bu müspet tesiri, devlet idaresinden sanata kadar cemiyet hayatının her alanında kendini göstermiş, ilham kaynağı olmuş ve ölümsüz eserler meydana getirilmiştir.

315