Türk - İslâm Kültürü’ne Giriş
Prof. Dr. Hüseyin G. YURDAYDIN
GİRİŞ
İslâm dininin doğuşu ve hızla yayılışı, tarihin kaydettiği müstesna olaylardan biridir. Gerçekten İslâm tarihi, M. 622 yılında olan hicretle başladığı, bu tarihten on yıl sonra İslâm Peygamberi Hz. Muhammed vefat ettiği hâlde, daha 650 yılına gelinmeden Suriye, Mısır, Mezopotamya ve İran Müslümanlar tarafından fethedilmiş bulunuyordu. Bu süratli fetihler sırasında İslâm inancı, büyük bir imparatorluğun kurulması için hareket ettirici ve yön verici bir kaynak olarak olağanüstü bir görevi yerine getirmiştir. Bu fetihlerin sonucu olarak Araplar, Yakın ve Ortadoğu’nun daha önceki ileri uygarlıklarının kalıntıları ile karşılaşmışlar, İslâm dininin temel ilkelerinden olan hoşgörü, bilim ve kültüre önem vermelerinin sonucu olarak bu eski uygarlıklar, doğmakta olan İslâm uygarlığının şekillenmesinde aktif bir rol almışlardır. Gerçekten Peygamberin ölümünden 120 yıl kadar sonraki yıllarda ortaya çıkmış olan Abbasi halifeliğinin kuruluşu, sadece İslâm tarihi bakımından değil, aynı zamanda dünya tarihi yönünden son derece önemli bilimsel ve kültürel bir dönemin başlangıcını göstermektedir. Bü gelişme, bilim ve kültüre verilen büyük değer sayesinde olmuştur. Bu anlayış içinde gelişen kültür alış-verişi, doğmakta olan İslâm uygarlığının temelinde kuvvetli ve değerli bir unsur olmuş, böylece alınmış olan bu yeni ülkelerin bütün olanakları harekete geçirilerek kısa zamanda ileri ve yüksek bir uygarlığın gelişmesi sağlanmıştır. Belirtmek yerinde olur ki, bu bilimsel heyecan sadece din ve edebiyat alanında değil, eski çağların felsefe, bilim ve özellikle de hekimlik ile ilgili bilgilerine karşı yoğun bir şekilde duyulmakta idi. Bu bilimsel merak ve tecessüs, aynı zamanda bir kendileştirme hareketinin başlangıcı oldu. Böylece sistemli ve yoğun bir çeviri çalışmasının sonucu olarak ilk çağların bilgileri, yeni başkent Bağdad yolu ile İslâm dünyasına akmaya başladı.
249
Bu gelişmede kuşkusuz yeni inancın ilke ve telkinlerinin; bu inancı benimsemiş olan Araplar, Fars ve Türklerin kendilerine özgü kültür unsurlarının da büyük etkileri olmuştur. Ancak önemle belirtmeliyiz ki, İslâm uygarlığının gelişmesinde, bu zamanlarda Müslümanların bilime, düşünceye ve özellikle de yabancı kültürlere karşı göstermiş oldukları derin ve sıcak ilginin önemli rolü olmuştur. İşaret edildiği üzere bu ilgi sayesinde daha M. VIII. yüzyılda Müslümanlar, o zamanki dünyanın bütün eski kültürleriyle temasa geçmişler, hemen bir yüzyıl içinde bu eski kültürlere ait belli başlı eserleri Arapçaya çevirmek suretiyle İslâm dünyasına kazandırmışlardır.
Arapça, tıpkı batının Latincesi gibi, bütün bilim ve felsefe çalışmalarının ifade aracı olmuş; bu çeviri dönemini, yeni ve orijinal eserlerin yazıldığı verimli bir devir takip etmiştir. İşte bu dönemde İslâm yazarları, türlü konularda dünya bilim ve düşüncesine yeni katkılarda bulunmuşlardır. Böyle gelişme çizgisi dünyanın bütün kültür ve uygarlıkları için tabii, doğal bir hâldir. Çünkü toplumlarda görülen değişmeler, medeni hamleler ve ilerlemeler, karşılıklı bir takım etki ve tepkilerin sonucu olarak meydana gelir. Bilim, düşünce, edebiyat ve sanata ait yeni bir eserin ortaya konulmasında bu değişik etkilerin, bu etkilere karşı gösterilen tepkilerin önemli bir rol oynadığı görülür. Ancak söylemek gerekir ki, her yeni eser, yeni bir terkiptir. Kendisini meydana getiren değişik etkileri, kendi bünyesinde, kendi içeriğinde eritmiş, yepyeni bir kimlik kazanmıştır. Böylece bu eser, aynı zamanda hem milli hem de insani (beşeri) bir değere sahiptir. Aslında zamanımızda değişik uygarlıklar, dünyada tek bir uygarlığın varlığından söz açılmasını mümkün kılacak bir istikamete yönelmiş bulunmaktadır. Böylece bütün insanlığın ortak malı olduğu ileri sürülebilecek olan bu uygarlık, toplumlar arasındaki karşılıklı etkilerin artmasıyla gelişmektedir. Kendi içine kapanan ve herşeyi yalnız kendinde arayan toplumların, yeni ve orijinal eserler ortaya koymaları mümkün değildir. Zamanımızda son derece gelişmiş bulunan tarih araştırmaları, şimdiye kadar kendi imkânları içinde kendi kendilerine gelişmiş oldukları sanılan birçok uygarlıkların, gerçekte birbirleriyle nasıl ilgili ve ilişkili bulunduklarını bütün delilleriyle ortaya koymuştur.
İslâm uygarlığını da bu kuralların dışında değerlendirmemiz mümkün değildir. Gerçekten İslâm uygarlığının gelişmesi de Arapça’ya başka dillerden yapılmış büyük ölçüde bir çeviri döneminden sonra başlamıştır.
250
Arapça’ya; Yunanca, Sanskrit, Süryani ve Pehlevî dillerinden çeviriler yapılmıştır. M. VIII. yüzyılın ikinci yarısında daha İkinci Abbasi Halifesi Mansur zamanında eski Yunan düşüncesine ait eserlerin Arapça’ya çevrilmesi işine girişildiği görülmektedir. Ayrıca Hindistan ya da Hindistan’a yakın bölgelerden astronomi, trigonometri ve hekimlik konusunda, Sanskrit dilinde yazılmış önemli kitaplar getiren bilginlere iyi davranıldığı, değer verildiği bilinmektedir. Abbasi Halifesi Harun Reşid ve kendine vezir edindiği, aslında Belh şehrinin Budist dinî hiyerarşisinde önemli bir yeri olan bir aileden gelen Bermek’in girişimleriyle, son derece önemli bilimsel yazma eserler sağlanmış, kurulmuş olan Beytu’l-Hikme’de bu eserler, Arapça’ya çevirilmeye başlanmıştır. Harun Reşid’in oğlu Me’mun (813-833) eski yazma eserleri bulmakta güçlüğe uğramış, bunları sağlamak amacıyla Bizans İmparatorluğuna özel bir elçilik heyeti göndermişti. (1) Me’mun zamanında Beytu’l-Hikme’de; Felsefe, Tıp, Astronomi ve Matematiğe ait eski Yunan eserlerinin önemli bir kısmı Arapça’ya çevrilmiştir. Bu çalışmalar sonucunda M. 850 yıllarında eski Yunan bilimi ve düşüncesine ait başlıca bilgilerin Müslümanlarca bilinmekte olduğunu söyleyebiliriz.
İslâm uygarlığının gelişmesinde eski Hint uygarlığının da önemli etkileri olmuştur. Sanskrit dilinden Arapça’ya çevrilen ilk eserler, matematik ve astronomi’ye aittirler. Müslümanların ‘Erkam-ı Hindiye’, Batılıların ‘Arap Rakamı’ dediği rakamlar; eski Hint matematiğinin İslâm matematiğine yaptığı katkıların başında gelmektedir. Onlu sistem de eski Hint matematiğinin diğer bir katkısıdır. Eski Hint etkisinin, İslâm kültürünün diğer alanlarını da etkilediği görülmektedir. Gerçekten bu aralarda aslı Sanskrit olan ancak Sanskrit orijinalinden değil de Arapça’ ya, eski Farsça yani Pehlevi dilinden çevrilmiş olan önemli siyasi ve ahlaki bir eser bulunmaktadır ki, bu da Beydaba’nın ünlü Kelile ve Dimne adlı eseridir. İbnu’l-Mukaffa’nın Arapça’ya çevirdiği bu eserde yazar, düşüncelerini hayvanları konuşturmak suretiyle ortaya koymuştur. Bu eser bugün İbnu’l-Mukaffa’nın bu Arapça çevirisi esas alınarak, dünyanın hemen hemen kırk ayrı diline çevrilmiş bulunmaktadır. (2)
- - Bu konuda Bkz. Aydın Sayılı, Turkish Contribatlons to Scientific Work in İslam, Türk Tarihi Kurumu, Belleten XLIII, 172 (Ekim 1979) P. 716.
- – Bkz. P.K. Hitti, History of the Arabs, p. 308, London-1970.
251
Öte yandan özellikle M. X. yüzyıldan itibaren mimarlık ve resim alanlarında Türk sanatının, İslâm sanatına büyük etkileri görülmektedir. Bilindiği üzere İslâm resim sanatının doğuşu ve gelişmesinde, Mani sanatının büyük etkileri olmuştur. Maniheizm dininin kurucusu, aynı zamanda büyük bir nakkaş olan Mani, İranlı idi. Bu dinin esasları, resim yolu ile açıklanmış, bu nedenle de resim sanatı bu dince teşvik edilmiştir. Ancak zamanımıza kadar örnekleri kalmış ve İslâm resim sanatının doğuşunu hazırlamış olan Mani sanatı örnekleri, Maniheist Uygur Türklerine ait bulunmaktadırlar. İslâm resim sanatının başlangıcında görülen bu Uygur etkileri, daha sonraki yüzyıllarda, örneğin İlhanlılar dönemi İran’ında daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. (3)
Çeviri dönemini, İslâm dünyasında yeni ve orijinal eserlerin yazıldığı bilim ve felsefede dünya kültürüne yeni katkıların yapıldığı yüksek seviyeli bir dönem takip etmiştir. Genellikle İslâm uygarlığının ‘Altın Çağı’ sayılan bu dönemde İslâm bilgin ve filozofları, kendi konularında daha öncekileri geride bırakan eserler yazmışlar, ileri sürdükleri yeni düşüncelerle konularını büyük ölçüde geliştirmişlerdir. Sadece bir fikir vermek için şu kadarını belirtelim ki, tıp’da Zekeriya er-Razi ve İbni Sina; felsefede El-Kindî, Farabi, İbni Sina ve İbni Rüşd; matematik ve astronomide Ahmed el-Fergani, El-Battani ve Ebu Reyhan el-Beyrunî; kimyada Câbir İbn Hayyan; tarihde Taberi, Mes’udi ve İbn Haldun, bu yüksek seviyeli bilim ve felsefe dünyasına kişiliklerinin damgasını vurmuş, birçok isimden, sadece önde gelen birkaç örnektir. İşte bunlar ve diğerlerinin yazmış oldukları eserler, batı ortaçağının aksine, İslâm dünyasında gelişmiş olan ileri kültürün varlığının canlı şahitleri olarak, bugün de bilim adamlarının ilgisini çekmektedir.
Ortaçağ İslâm kültürünün, dünya düşünce tarihi içinde çok anlamlı görünen bir özelliği, İslâm dünyasında gerçekleştirilmiş olan eğitimin örgütlendirilmesi ve sistemleştirilmesinde gösterilen önemli başarılardır. Özellikle İslâmî ve dışarıdan alınan bilimlerde, bilimin yayılması ve halka indirilmesi yönünde büyük hamleler yapılmıştır.
3- Bu konuda bkz. H.G. Yurdaydın, İslâm resminin menşeleri, A. U. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, III, 3-4 (1954), ss. 31-55.
252
İslâm Ortaçağında tarihte ilk kez bilgi edinmeye, herkesin ulaşabileceği birşey gözüyle bakılmıştır. Genel kitaplıkların, okulların ve yükseköğretim veren kurumların bolluğu, bunların muntazam bir şekilde yürütülmesi, bu davranışın ve bu düşüncenin gerçekleştirilmiş olmasının açık bir delilidir.
Fazla olarak eğitimin yürütülmesi ve yaygınlaştırılması, devletin görevi olarak kabul edilmiştir. (4)
Bilginin ve bilginlerin son derece övüldüğü birkaç Kur’an âyetleri bulunmaktadır. Nitekim buna bir örnek olarak Zümer Sûresi’nin 9. âyetini gösterebiliriz ki burada, “(Ey Muhammed!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” buyurulmaktadır. Bilgi edinmeyi ve bilginleri yüceltici nitelikte birçok hadis de söz konusudur. Örneğin, “İlim Çin’de de olsa onu alınız.” ve “İlim öğrenmek kadın - erkek her Müslümana farzdır.” hadisleri gibi. (5) Bu hadislerin doğruluk derecesi tartışılabilir. Ancak en eski ve fazla inanılır hadis kitaplarında yer aldıkları için hiç değilse bunların bazılarının doğruluğunu kabul etmek gerekir. Kur’an âyetlerinin ortaya koyduğu düşüncelerle peygamberin sözleri tam bir uyumluluk içindedir.
Bir kısım Ortaçağ İslâm düşünürleri, bu bilgi sözcüğünü, matematik, fizik ve tabiat bilimlerini dışarda bırakan bir yoruma gitmişler, ancak müspet bilimlerle uğraşanlar, bu âyet ve hadislerin kendi bilim dallarını da yüceltici bir nitelik taşıdığını belirtmişlerdir. Bu nedenle bu âyet ve hadisler, eğitimin halk arasında yaygınlaştırılması kadar pozitif bilimlerin geliştirilmesinde de kuvvetli bir itici güç olmuşlardır.
Eğitimin gelişmesi ve bilginin yayılmasında kâğıdın önemli bir rolü olmuştur. Bilindiği gibi parşömen kâğıdının yapımı Çin’de bulunmuş ve geliştirilmişti. Müslümanlar kâğıt yapımını, Türkistan’a geldiklerinde Uygurlar’dan öğrenmişler, kâğıt endüstrisi kısa zamanda, bütün İslâm dünyasında benimsenmiş ve yayılmıştır. Kâğıt yapımı, gerçekten eğitimin gelişmesi ve bilginin yayılmasında yüzyıllarca sonra icat edilen matbaanın, Avrupa’da yaptığına benzer önemli bir rol oynamıştır. Bu aynı zamanda Avrupa ile İslâm dünyası arasında temasın sağlanması ve kolaylaştırılmasında hizmette bulunmuş olacaktır.
4- Bkz. A. Shalaby, History of Muslim Education, p. 57, Beyrut 1954.
5- Her iki hadis bir arada bkz. El-Aclunî, Keşfu’l-Hafa, 1, 154, Halep tarihsiz.
253
Eğitimin halk arasında yayılması konusundaki başarılar, İslâm dünyasının dünya uygarlığına olan büyük katkıları arasında yer alır. İslâm medresesi ve genç Ortaçağ Avrupa üniversiteleri arasındaki ilişkiler meselesi, eğitimin demokratikleşmesinde, İslâm’ın katkısı açısından büyük bir önem kazanmış bulunmaktadır. Ancak İslâm dünyasında eğitimin örgütlendirilmesi söz konusu edildiğinde, bu konuda Türkler’in İslâm uygarlığına olan önemli katkılarından söz etmek gerekecektir. Gerçekten medrese sisteminin varoluşu, İslâm dünyasında Türklerin yönetimde bulunduğu dönemlere rastlamaktadır. Bu türlü kuruluşların ilk kez devlet tarafından desteklenmesi, Selçuklu Türklerinin bir eseridir. Daha genel anlamdaki medrese sisteminin doğuşu, Türk girişimleri sayesinde mümkün olmuştur. Gerçekten medrese, halkının Türklerden oluştuğu Maveraünnehir ve Horasan bölgesinde gelişmiş, Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu hükümdarları, bu tür en eski okulların kurucuları olmuşlardır. Bundan başka Türkler, İslâm dünyasında ilk kitap dostları ve kitaplık kurucuları arasında yer almış görünmektedirler. (6)
KÜLTÜREL GELİŞME, SİYASAL ÇÖKÜŞ
Öte yandan İslâm kültürünün son derece geliştiği ve düşünce tarihinin parlak bir aşaması sayılan bu dönemler, İslâm dünyasında siyasal bakımdan bir çöküşün işaretlerini de taşımakta idi.
MAHALLİ SÜLÂLELER
Daha M. 822 yılında Halife Me’mun’un Horasan Valisi Tahir, hutbede halifenin adının zikredilmesine mani olarak Tahiriler sülâlesini kurmuş bulunuyordu. Halife’ye bağlı- olduğunu iddia etmesine rağmen, gerçekte bağımsız bir durumda idi. Böylece Tahir, İslâm tarihinde bundan sonra kurulacak ve devamlı bir şekilde halifenin otoritesini sarsacak birçok mahalli, küçük hükümdarlık sülâlesi zincirinin ilk halkasını teşkil etmektedir. Zaten bu sıralarda İslâm İmparatorluğunun merkezi durumunda bulunan Irak bölgesi halkı, eski savaşçı özelliklerini kaybetmişler, bir bilginler ve tacirler sınıfı hâline gelmişlerdi. Bu kimselerden iyi asker olmaları beklenemezdi.
6- Bkz. A. Sayılı, adı geçen makale, p. 717-7l8.
254
TÜRKLERDEN MÜTEŞEKKİL HASSA ORDUSU
İşte bu nedenle Me’mun’un yerine geçen Halife Mu’tasım (833-842) kendisine Horasanlı Türklerden müteşekkil bir hassa ordusu kurdu. Bundan sonra da halifelerin sadece nazari bir otoriteleri vardı. Gerçek otorite, bu muhafız ordusunun başında bulunan yüksek komutana geçmiş bulunuyordu. Bu dönemin özelliği, Türk soyundan gelen ordu komutanlarının halifeleri istedikleri gibi indirip çıkarmış olmalarıdır. Ordunun bu egemenliği (945-1055) yılları arasında İran Menşe’li Buveyhoğulları tarafından kısmen kırılmış ise de bilindiği üzere, M. 1055 yılında Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey Bağdad’a girecek, bu defa halife tarafından Selçuklu Sultanının dünyevi otoritesi kabul edilecektir. Selçukluların İslâm dünyasındaki bu egemenliği, Sultan Sencer’in 1157 yılında ölümüne kadar devam edecektir. Bu dönemde halifelerin otoriteleri, tamamiyle nazari ve şeklidir. Bu dönemde İslâm dünyasının gerçek hâkimi Selçuklu Türkleridir. Selçuklular, gerçekten halifeler ve sultanlar arasındaki bu iktidar mücadelesini bir nizama bağlamışlar, kendileri siyasal iktidarı ellerinde bulundurmuşlar, ancak halifenin dinî ve manevi otoritesine de saygı göstermişlerdir. Böylece halifenin dünyevi yetkilerinin elinden alınmasını, İslâm tarihinde Türk yönetimi ile birlikte din ve devlet işlerinin birbirinden fiilen ayrılmış olduğu şeklinde yorumlayanlar olmuştur. Buna karşılık, sultanların, sultanlıklarının meşruluğu da halifenin vereceği menşura bağlı kalmıştır. (7)
TÜRKLER VE İSLÂM
Türklerin İslâm dini ile ilk temasa geçmelerinin tarihi M.S. VIII. yüzyılın başlarına rastlamaktadır. Bu ilk temaslar sonucunda bazı münferit ihtidalar olduğu görülmektedir. Ancak Emeviler zamanında takip edilen Araplık siyaseti yüzünden, bu dönemdeki ilişkilerin dostça olmadığı dikkati çekmektedir. Bu nedenle bu sıralarda Emeviler aleyhinde faaliyette bulunan Şucubiye fırkası, Maveraünnehir ve Doğu İran’daki Türkler arasında da itibar görmüş ve böylece Abbasilerin iktidara gelişinde, İranlılarla birlikte bu ilk Müslüman Türklerin rolü büyük olmuştur.
7- Bkz. M. A. Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, ss. 168-205, Ankara - 1963.
255
Abbasi yönetiminde birçok Türk’ün görev alması, Ceyhun ötesi Türklerin de İslâm âlemine karşı bir ilginin uyanmasına sebep olmuş, Halife Mutasım’ın Türklerden müteşekkil bir hassa ordusu kurması (835), bu ilgiyi daha da artırmıştır. İslâmiyetin Orta Asya bozkırlarında yayılmasında ticari ilişkilerin de önemli bir rolü olmuştur.
Ticaret kervanlarına katılan mutasavvıf dervişler, Türkler arasında İslâmiyetin yayılmasını sağlamışlardır. Nihayet milattan sonra X. yüzyılda büyük Türk grupları Müslüman olmuşlardır. İslâmiyet, bu Müslüman Türkler arasında, ortak siyasal bir bünye meydana gelmesini sağlamış ve böylece ilk Müslüman Türk devletinin kurulması imkânları ortaya çıkmıştır. (8)
TÜRK SOYUNDAN VALİLERİN KURDUKLARI DEVLETLER
Zaten böyle bir devlet kurulmadan önce Türk soyundan gelen Abbasi dönemi valilerinden Mısır Valisi Dokuzoğuzlar’dan Tolun oğlu Ahmed (875-905)’in ve gene Mısır’da Ihşıtlar devleti (935-969)’ ni kuran Ferganalı bir Türk prensin soyundan gelen Ebu Bekir Mehmed’in kurmuş bulundukları mahalli devletlere temas etmek yararlı olacaktır. Zira bunlar İslâm dünyası içinde ilk Müslüman Türk Hükümdarlık sülâlelerini oluşturmuşlar ve zamanlarında yapılan kültür eserlerinde Türk kültür ve sanatı etkilerinin belirgin bir şekilde ortaya çıkmasına önayak olmuşlardır. (9)
İLK MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETİ KARAHANLILAR
Ancak yöneten ve yönetilenlerinin tümünü Müslüman Türklerin oluşturduğu ilk Müslüman Türk devleti, kuşkusuz Karahanlılardır. Bu devletin asıl unsurunu meydana getiren ve H. 349 / M. 960 yılında başlarındaki hükümdarıyla birlikte Müslüman olan Karluk Türkleri, eski Göktürk İmparatorluğuna dâhil bir Türk zümresidir. 349/960-609/1212 yılları arasında Türkistan ve Maveraünnehir’de hüküm sürmüşlerdir. Bu bölgedeki Samanoğlu egemenliğine son vermişlerdir. Aynı zamanda henüz Müslüman olmamış soydaşlarıyla da savaşmışlardır.
8- Bkz. O. Turan, Türkler ve İslâmiyet, AÜDTCF Dergisi, IV (1946) ss. 457 - 485.
- Bu konuda bkz. Köprülüzade Mehmed Fuad, Türkiye Tarihi, ss.105-106, İstanbul1923.
256
Devletin kurucusu Satuk Buğrahan ve ondan sonra gelenlerin faaliyetleri Tezkire-i Buğra Han adlı menakıbta anlatılmıştır. Müslüman Karahanlılar, Müslüman Türk kültür ve sanatı bakımından özel bir önem taşımaktadır. Ortaya konulan maddi ve manevi eserler, eski Türk ve Müslüman inanç ve telakkilerinin kendine özgü bir terkibi ve sentezi hâlindedir. Örneğin Karahanlı devlet telakkisi tıpkı Göktürklerde olduğu gibi idi. Devlet, saltanat ailesinin malı sayılır, başta ailenin büyüğü demek olan hakan bulunmakla beraber, hanedan üyeleri bulundukları yerlerde, âdeta bağımsız olarak hüküm sürerlerdi. Muntazam bir ordu teşkilatı kurulmuştu. Düşmanın gelişini haber vermek üzere minare şeklinde ateş kuleleri yaparlardı. Hakan’ın bayrağı al denilen turuncu ipek kumaştan yapılır ve 3 tane olurdu. Başında daima aynı kumaştan yapılmış ‘Çetr’ denilen bir çadır tutulur, karşısında eski Türk âdetlerinde olduğu gibi kös, davul çalınırdı. Bu âdete Selçuklularda, Moğollarda ve Timuroğullarında da rastlanır. Bu dönemlere ait minyatürlerde hükümdarlar, mutlaka başlarında şemsiyeye benzeyen bir ‘çetr’ ile gösterilmiştir. Emevi ve Abbasi dönemi minyatürlerinde böyle bir özellik yoktur. Bunun Mısır’da Fatımiler döneminde görülmesi, Mısır’da onlardan önce hüküm sürmüş olan Türk Tolunoğlu saltanatının etkisiyle açıklanabilir. (10)
Öte yandan belirtmek yerinde olur ki, Karahanlılar döneminde İslâmî bilimlerin öğretimine de önem verilmiş, Buhara ve Semerkand bu bilimlerin öğretildiği başlıca merkezler hâline getirilmiştir. Bu dönemde ayrıca şehirlerin cami, medrese, köprü ve kervansaraylarla süslenmiş bulunmaları da dikkati çekmektedir. Bu vesileyle önemle belirtilmesi gereken bir husus da devletin resmî dilinin Türkçe olması, bu zamanda Türk dilinin gelişme imkânı bulması ve bu ilk Türk-İslâm dönemine ait Türk dili ile yazılmış ilk edebî ürünlerin, bu zamanda ortaya konmuş olmasıdır. Bu dönemde yarlık (ferman) larda ve defterlerde kullanılan yazı da, Arap yazısının bilinmesine rağmen Uygur yazısı idi. Bu dönemde yazılmış Türkçe eserlerin en önemlisi ise Buğra Han’ın Has Hacibi Yusuf’un, 462/1069-70 yılında yazdığı Kutadgu Bilig (hükümranlık bilgisi) adlı manzum-siyasetnamesidir. (11)
10- Bkz. Köprülü zade Mehmed Fuad, Türkiye Tarihi, ss. 110-120, İstanbul - 1923.
- Kutadgu Bilig, yayınlanan R. R. Arat, I (Metin) Türk Dil Kurumu, İstanbul 1947, II (tercüme), Türk Tarih Kurumu, Ankara 1959.
257
Yazar bu eserinde beşeri melekeleri, kanun (kut) iktidar, akıl (ukuş) ve kanaat (akıbet) olarak kabul etmiş; bunları kişi şeklinde (Kuntoğlu, Aytoldu, Öğüdilmiş, Odgurmuş) tasvir ederek konuşturmuştur. Bu vesileyle bu sıralarda Türklere, Türk kültür ve diline karşı duyulan geniş ilgiye cevap vermek üzere, Kaşgarlı Mahmud’un 464/1071-72 tarihinde yani Selçukluların Bağdad halifeliğinin savunmasına başladıkları sırada, Arapça olarak yazmış olduğu Divanı Lügati’t - Türk adlı eserinin adını burada anmakta yarar bulunmaktadır. (12)
GAZNELİLER
Bu sıralarda varlığını duyuran ve Türk - İslâm kültür tarihine katkılarda bulunmuş olan bir Müslüman Türk devleti de Gazneliler (963-1118) dir. (13) Bu devletin özelliği, sadece yöneticilerinin ve ordunun Türk, Kalaç Türklerinden olması, ancak devletin türlü kavimlerle meskûn geniş bir alana yayılmış bulunmasıdır. En ünlü hükümdarı da Sünnî İslâmiyet anlayışının kuvvetli bir temsilcisi olarak ortaya çıkan ve bu arada Hindistan’a 17 sefer yaparak İslâmiyetin oralarda tutunmasını ve yayılmasını sağlamış bulunan Mahmut (977-1030) tur. Gerçekten samimi bir Sünnî Müslüman olan, İslâmî konularda bir fakih derecesinde bilgi sahibi olan Mahmut, resmî dil olarak da Arapçayı kabul etmişti. Bu dönemde Arap olaylarını anlatan tarihçi Utbî, Tarih el-Yeminî adlı eserini Arapça, Ebu Reyhan el - Beyrûnî de eserlerini Arapça yazmıştı. Ancak Beyrûnî, ana dilinin ne Arapça ne de Farsça olduğunu, ana dilinde bilimsel kitaplar yazmanın mümkün olmadığını belirtmektedir. Böylece Türk olduğu kuşkusuz olan Beyrûnî sözlerine devamla Arapça’nın bilim, Farsça’nın da methiyeler ve öyküler için uygun olduğunu, ancak kendisinin Farsça methedilmektense, Arapça tenkid edilmeyi tercih ettiğini ifade etmektedir. Ayrıca Beyrûnî’ye göre, “İnsanların düşünceleri ve inançları çeşitlilik gösterir; dünyanın refah ve saadeti de bu çeşitliliklere dayanır.” Öte yandan Beyrûnî, dünya uygarlığını da doğu ve batı olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Ona göre doğu uygarlığının temsilcileri Hintliler, Çinliler ve Türklerdir. İslâm Uygarlığı ise batı uygarlığının yani antik dünyanın bir devamını oluşturmakta idi.
12- Bu eser Besim Atalay tarafından Türkçe’ye çevrilerek 3 cilt hâlinde Türk Dil Kurumu’nca yayınlanmıştır. (Ankara 1939 - 1941).
- Gazneliler için bkz. C. E. Bosworth, the Ghaznawids, their empire in Afganistan and Eastern İran, Edinburgh 1963.
258
Beyrûnî’nin inancına göre, Türkler Müslüman olmak suretiyle batı uygarlık alanının genişlemesine sebep olmuşlar ve böylece insanlığa önemli bir hizmette bulunmuşlardır. Gazne sarayında son derece itibar görmüş olan Beyrûnî, Mahmud’un Hint seferlerine katılarak Hint din ve dilleri hakkında bilgi edinme imkânları bulmuş, bu konularda geniş bilgiler veren ünlü eseri Kitab mali’l-Hind’i yazmıştır. (14)
Beyrûnî, Hint dinlerini objektif bir tarzda inceleyerek İslâm dünyasında mukayeseli dinler tarihi araştırmalarının büyük bir öncüsü olduğunu da ortaya koymuştur. (15)
Bu vesile ile önemle belirtilmesi gereken bir husus da İran edebiyatının kurucularından Firdevsi’nin ünlü eseri Şehname’yi 1009 yılında Sultan Mahmud’a sunmuş olmasıdır. Bu tarih aynı zamanda İslâm dünyasında Arapça’dan sonra edebi bir dil olarak Farsça’nın ortaya çıkışının başlangıcını simgelemektedir. Gerçekten de bu sıralarda eserlerini Arapça ve Farsça yazanların himayesi, saltanatın gerekleri arasında sayılmıştır. Son yılarda Lesker-i Bazar’da Gazneliler zamanına ait bulunan saray harabelerinin ve bu harabelerin duvarlarında görülen resimlerin incelenmesi, Gazneliler dönemi Türk - İslâm sanatı hakkında oldukça aydınlatıcı bilgiler vermektedir.
BÜYÜK SELÇUKLU İMPARATORLUĞU
M. 1030 yılında Gazneli Sultan Mahmud ölmüş, Gazneliler devleti Kuzey Hindistan’da 1186 yılına kadar devam etmiş fakat Türkistan ve İran, 10 yıl gibi kısa bir zaman içinde diğer bir Türk zümresinin, Oğuzların egemenliğine girmiştir. Asya’nın çok geniş bir kısmında baş- kanları Selçuk’un adına izafetle Selçuklu İmparatorluğu’nu kurarak Türk ve İslâm âleminin kaderi üzerinde önemli bir rol oynayan, nihayet Azerbaycan ve Anadolu’yu Türkleştirenler, bu Oğuz Türkleridir. Daha M. VI. yüzyılda Göktürk İmparatorluğu’nu kuranlar da Türklerdi. Orhun kitabelerinde bunlar ‘Dokuzoğuz’ adı ile anılmaktadırlar ki, bu kayıttan onların, o sırada dokuz boya ayrılmış oldukları anlaşılmaktadır.
- Bkz. A. Z. V. Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, ss. 86-90, İstanbul-1946.
- Bu konuda bkz. A. Jeffery, Al-Biruni’s Contribution to Comparative Religion, Al-Bi- runi Commemoration Volume, pp. 125-160. Calcutta, 1951; Günay Tümer, Birûnî’ye göre Dinler ve İslam Dini, Ankara-1975.
259
H. IV / M. X. yüzyıldan sonra İslâm ülkelerine doğru olan Oğuz göçleri artmış; Oğuzlar arasında İslâmiyet yayılmaya başlamış; Müslüman olan Oğuzlara daha sonraları Türkmen adı verilmiştir. İşte Büyük Selçuklu İmparatorluğu esasını, bu Oğuz kültürlerinden alan tamamıyla milli bir devlet olmuştur. Selçuklu Hükümdarları, Seyhun havalisinden devamlı olarak gelen göçebe Oğuzları, daima devletin batı hudutlarına sevketme politikası gütmüşler; böyece kısa zamanda Kuzey İran, Azerbaycan, Güney Kafkasya, Irak ve Halep havalisi, özelikle bütün Anadolu Türkleşmiştir. Daha sonraları Moğol istilası da doğuda bulunan göçebe Oğuzları batıya sürmüş, M. S. XIII. yüzyılda Türkistan’dan kalkarak Fırat ve Dicle’nin yukarı vadilerine gelen iki büyük Türkmen aşireti yani Akkoyunlu ve Kara koyunlular da Doğu Anadolu’daki Oğuz kesafetini artırmışlardır.
Selçuklu hanedanına adını veren Selçuk, Oğuzların Üçok koluna mensup Kınıklardan Dukak’ın oğlu idi. Uygur devleti tebaası olan Dukak, hakana yaklaşmayı başarmış, bu sayede oğlu Selçuk, Subaşılık’a kadar yükselmiştir. Selçuk bazı sebeplerle Hakan’dan kuşkulandığı için adamları ve sürüleri ile birlikte Seyhun Nehri kenarındaki Cend şehri civarına gelmiş ve orada İslâmiyeti kabul etmişti. Selçuk’un torunları olan Tuğrul ve Çağrı (Çakır) Beyler, Amuderya’yı geçmişler, kendilerine katılan ve Selçuklu sülâlesinin kuruluşundan sonra dünya tarihinde Selçuklu adıyla tanınan Oğuzlarla birlikte, Horasan’ı tamamiyle egemenlikleri altına almışlardır. 1040 yılında Dandanakan savaşında Gazneli Hükümdarı Mes’ud’u yenerek büyük Selçuklu devletini kurmuşlardır. O sırada Şiî Büveyh Oğulları ile Fatimiler, Abbasî halifesini büyük bir baskı altında bulunduruyorlardı. Samimî bir Sünnî Müslüman olan Tuğrul Bey’in Selçuklu sultanı olarak büyük bir kudretle ortaya çıkışı, Sünnîliğin diğer mezhep cereyanları üzerinde zafer kazanmasına yardım etmiş; bu hâl Abbasî halifeliğinin 200 yıl daha yaşamasını sağlamıştır. Tuğrul Bey’in yeğeni Alparslan zamanı (1063-1072)’ında, Bizans İmparatorluğuna karşı Malazgirt Zaferi (1071) kazanılarak Anadolu kapıları Müslüman Türkler’e açılmıştır. Bilindiği üzere 1071 yılı, genellikle Anadolu’nun birbirleriyle atbaşı giden Türkleşmesi ve İslâmlaşması olayının başlangıç tarihi olarak kabul edilmektedir.
260
Karahanlılarda olduğu gibi Selçuklularda da devlet, hanedan mensuplarının ortak malı sayılırdı. Bu nedenle devlet arazisi kısımlara bölünmüş ve her kısım, saltanat ailesinden birisinin yönetimine verilmişti. Hükümdarların yoksul halkı doyurmaları, bu amaçla şölenler tertip etmeleri, değişmeyen bir âdetti. Örneğin Tuğrul Bey’in sofrası, herkese açık bulundurulurdu.
Büyük Selçuklularda devlet teşkilatı tamamiyle askerî nitelikte idi. Saraylardaki hassa askerlerine maaş verilirdi. Öte yandan İslâm’ın da öngördüğü mukataa usulünce araziyi bölerek askerlere taksim etmişlerdi ki, bilindiği üzere buna ikta sistemi denilmektedir. Timar sahipleri çiftçilerin emlâkine asla dokunamazlardı. Büyük Selçuklulardan sonra Anadolu Selçukluları ve Osmanlılarda da aynı yol takip edilmiştir. Selçuklu devleti bir imparatorluk hâline gelince, sultanların debdebesi de artmıştır. Hükümdarlar, davul, boru ve sancaklarla çıkarlar, başları üzerinde çetr taşıtırlardı. Bir mızrak üzerinde havada küçük bir kubbe şeklindeki bu saltanat şemsiyesini, hükümdarın yanında yürüyen bir kimse taşırdı. Büyük Sultan’ın sarayında günde beş defa, ona tabi yarı bağımsız; diğer Selçuklu sultanlarının ordularında ise üç defa nöbet çalınırdı. Türk ordularında askerî mızıka bulunması ve nöbet çalınması, Türklerin İslâm’dan önceki devirlerden kalma eski bir geleneğidir. (16)
Öte yandan Selçuklular devrinde sosyal birlik ve dayanışmanın sağlanması için dinî görevlerin yerine getirilmesine önem verilmiş, her türlü eğitim ve öğretim işlerini yürütmek üzere medreseler kurulmuştur. Medreselerin çeşitli kuruluş nedenleri arasında, bu sırada propagandalarını artırmış bulunan Batınî cereyanlara karşı, düşünce alanında savaşacak adamlar yetiştirmek bulunmaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki, İslâm’ın ortaya çıkışından bu tarafa öğrencilerin sayısı gittikçe artmış; bunların meydana getirdiği halkaların çoğalması, camilerde öğretimi güçleştirmiştir. Bu hâl, camilerde muntazam ibadete mani olmakta idi.
16 - Bkz. M. A. Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Ankara 1954; aynı yazar, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara, 1963; O. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Ankara 1965; F. Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Ankara 1967.
261
Örneğin Fatimiler tarafından kurulmuş olan el-Ezher gibi bir cami, Cuma namazları dışında tamamiyle öğretim hizmetleri için kullanılmakta idi. Oysa camiler her şeyden önce ibadet için yapılmışlardı. Ayrıca, camilerde yapılan öğretim sırasında zaman zaman tartışmalar oluyor; sessizlik içinde bulunması gereken camide, bu yerine getirilemiyordu. Bu şartlar altında camiden medreseye yani okula geçiş zorunlu idi. Öte yandan bilimlerin ilerlemesi, birtakım insanların soyut bilgi yolu ile geçim sağlamasını zorlaştırmıştı. Bilgi kazanmak isteyen gençlere, bilimsel çalışmalarını sürdürmek isteyen yetişkinlere imkânlar sağlamak üzere de medreselerin açılması zorunlu idi. Ancak belirtmek gerekir ki, kurulan ilk medreselerde daha çok dinî araştırma ve çalışmalar teşvik edilmişti. Bunun sebebi de o sıralarda Irak, Suriye ve Mısır’da Buveyhî ve Fatimi yöneticilerinin, Şiîliğin yayılması için çalışmakta bulunmalarıdır.
H. 447 / M. 1055’de Büyük Selçukluların Bağdad’a girmeleriyle aynı zamanda, Şiîliğe karşı Sünnî inancın savunulması konusu üzerinde durmuşlar ve bir karşı propagandaya girişmişlerdir. Ünlü Selçuklu Veziri Nizamülmülk, halka Sünnî inancın öğretilmesi amacıyla Bağdad, Nişabur ve öteki şehirlerde, daha sonraları kendi adıyla anılacak olan medreseleri kurmuş ve bu medrese kurma çalışmaları köylere kadar yayılmıştır. Tarihçi İmad ed-Din İsfahanî, “Nizamülmülk, herhangi bir kasabada bilgin birini bulursa, onun öğretimde bulunması için tıemen bir medrese yaptırır, gerekli kitap ve her türlü malzemeyi sağlardı.” demektedir. Öte yandan Es-Subkî ise, Nizamülmülk’ün tam teşkilatlı bir şekilde medrese kurduğu şehirlerin listesini vermektedir. Bu şehirlerin başında Bağdad, Belh, Nişabur, Herat, İsfahan, Basra, Merv ve Musul gibi şehirler gelmektedir. Es-Subkî, Nizamülmülk’ün, Irak ve Horasan’ın hemen her kasabasında bir okul yaptırmış olduğunu da sözlerine eklemektedir. (17)
Bundan sonra da İslâm dünyasının hemen her yanında medreseler açılmaya devam edilmiştir. Bu konuda Nizamülmülk’ten sonra üzerinde durulması gereken önemli bir kişi Şam’da ilk kez medreseler kurmuş olan Selçuklu atabeylerinden Nureddin Zengî’dir. (541/1146-569/1173-74) yılları arasında iktidarda bulunan Nureddin, yönetimi altında bulunan şehirlerde medreseler kurmuştur. Nureddin’in bu çalışmaları, başka hükümdar ve şehzadelere hatta tüccarlara da örnek olmuştur.
- Bkz. A. Shalaby, History of Muslim Education, p. 58.
262
Onlar da gerek medrese kurmak, gerekse eğitim ve öğretim çalışmalarını himayelerine almak suretiyle bu tür çalışmalara katkıda bulunmuşlardır. Nureddin’in Şam’da kurduğu ünlü medrese, ‘Medresetü’n Nuriyeti’l-Kübra’ adını taşımaktadır. Bu medrese, Şam’da Ümeyye Camii’nin yaklaşık olarak yarım mil güneyindedir.
Bu vesileyle belirtilmesi gereken önemli bir husus da medreselerin öğrenci ve öğretim üyelerinin her türlü ihtiyaçlarının giderilmiş olması, özellikle öğrencilerin barınma yerleri ile her türlü maddi ihtiyaçlarının sağlanmış olmasıdır. Bu medreselerde zamanın ünlü bilgin ve düşünürlerinin öğretim üyeliği yaptıkları bilinmektedir. Bunlar arasında bulunan GAZALÎ (450/1058 /505/1111), o zamana kadar câri olan, felsefenin her dediğini kabule ya da redde mütemayil olan iki zıt görüşten ikisinin de yanlışlığını ortaya koymuştur. Bununla birlikte onunla dinî akîdelere aykırı felsefî bahislerin reddi meselesi, ilm-i kelâm’a girmiş ve zamanla ilm-i kelâm’da, adetâ bir din felsefesi hâline gelmiştir.
GÖÇEBE TÜRKLERİNİN DİNÎ ANLAYIŞLARI
Selçuklu hükümdarları takip ettikleri İslâmî siyaset bakımından Sünnîliği savunmalarına, medreselerin yetiştirdiği kimselerde bu konuda kendilerine büyük ölçüde yardımcı olmalarına rağmen, Müslümanlığı kabul etmiş olan göçebe Türkmenler, gerçekte eski milli geleneklerinin etkisi altında idiler. Onlar, fakihlerin, kendilerine çok karışık ve sıkıntılı gelen vaazlarından çok; kendi Kam ve Ozan’larının telkinlerine tabi idiler. Maveraünnehir ve İran’a gelmezden önce Budizm, Mazdeizm, Maniheizm ve Hıristiyanlık gibi çeşitli itikad sistemleri ile temas etmiş olan Türkmenler, Müslüman olduktan sonra da birtakım bâtınî cereyanların etkisi altında kalmışlardı. Bu yabancı ve karışık inanç sistemlerinin, göçebe Türkmenlerin eski geleneklerinin yerini tutamayacağı tabii idi. İslâm Fakih ve Kelamcılarının, mantıki ve felsefi görüşlerini anlıyamayan Göçebe Türkmenler, İslâmiyetin kendi geleneklerine uydurdukları ve anladıkları bir şeklini benimsediler. (18) Onların benimsedikleri bu görüşlerin, Türkmen geleneklerine, şeriat hükümlerinden çok daha uygun gelmesi, batıya gelen Türkmenler arasında bu inançların yayılmasına yardım etti.
- Bkz. F. Köprülü, Influence du Chamanisme Turco - Monogol sur les Orders mystiques musulmanes, İstanbul 1929.
263
Göçebe Türkmen hayatında büyük bir yeri olan kadınların, bu birlikte hayatın dışına çıkarılmak istenmesi ve eskiden beri kadınlarla birlikte tertip edilen sazlı - sözlü şölenlerin yasaklanması, Türkmenler için göçebe hayatı ile telifi güç olan birtakım kayıtlayıcı hükümler sayılıyordu. Tam bu sırada İslâm dünyasında tasavvuf cereyanları etkili olmaya ve her tarafta sufî zümreleri teşekküle başlamıştı. Bunlar, aynı zamanda faal bir nevi misyonerlik işine de girişmiş bulunuyorlardı. İşte Türkmenler arasında bu zamandan itibaren görülmeye başlayan, ‘baba’, ‘ata’ lâkaplı sofiler eski Kam’lardan kalma, bir kutsallık havası içinde faaliyet göstermekte idiler. Garip kıyafetleri, ağızlarda dolaşan kerametleri, meczubane yaşayışları ile eski kamların hatırasını, İslâmî bir renk ve şekil altında yaşatan bu babalar, Türkmenlere, onların anlayacağı bir dil ile İslâmiyetin, onların eski geleneklerine uyan, sade, sofiyane bir şeklini telkin ediyorlardı. Daha sonra Anadolu’da görülecek birçok dinî - siyasî olaylarda ve bugünkü Anadolu Alevilerinin dinî anlayışlarında bu noktaları doğrulayacak birçok hususlar bulunmaktadır. Eski Türk Kam’larının davranışları, kıyafetleri ve çeşitli rakslarıyla ‘Kalenderiye’ tarikatına mensup birtakım Türkmen babalarının hareketleri arasında açık bir benzerlik görülmektedir. Yesevilik ve daha sonraki Mevlevilik ve Bektaşilik gibi Türk-İslâm tarikatlarında görülen zikir ve sema, Türklere özgü bir özellik olup, eski Türk Kamlarının vecdli rakslarından kalmadır. İlk yüzyıllarda Ehl-i Sünnet bilginleri tarafından iyi karşılanma- yan sofiler, Ebul-Kasım Kuşeyrî (ölümü 465/1072-73)’ nin eserlerinden sonra İslâm kamuoyunda hürmet kazanmaya başladı. Ulema’dan bazılarının şeyhlere intisabı, hükümdarların tekkeler yaptırarak bu cereyana kapılmaları, bu hareketi teşvik etti. H. 4 / M. X. yüzyıldan başlayarak yavaş yavaş H. Vl / M. XII. yüzyıla kadar teşekküle başlayan tarikatlar, daha sonraki yüzyıllarda çoğalıp kuvvetlendiler. Bu zamanlarda ise Türklerin İslâm Tarihi içinde en faal oldukları ve siyasal egemenliği ellerinde bulundurdukları dönemlerdi. Kuşkusuz bu ilk sufilerin en ünlüsü, kendi adına izafetle Yesevilik (Yeseviye) tarikatını kurarak hatırası Orta Asya, Azerbaycan ve Anadolu’da yüzyıllar boyunca yaşayan Hoca Ahmed Yesevi (doğumu yaklaşık 1050)’ dir. Yesevi, Buhara medresesinde okumuş, ancak sonraları Şeyh Yusuf Hemedânî (440/1048 - 535/1140-41)’ ye intisab etmiş, onun üçüncü halifesi olmuştu.
264
Sonra Yesi’ye dönerek Yesevilik tarikatını kurmuştu. Arapça ve Farsça bilmesine rağmen Türkçe tasavvufî ve ahlâkî Divan-ı Hikmet’i yazmıştı. Zira etrafına toplananlar, İslâmiyete yeni girmiş Türklerdi. Zikir tarzı ve diğer birçok hususlarda eski Türk dini Şamanizm’in izleri görülen Yesevilik 562/1167’de, Hoca Ahmed Yesevi’nin ölümünden sonra yarım yüzyıl geçmeden Harzem Kıpçak havalisi, Maveraünnehir, Horasan, Azerbaycan ve Anadolu’da yayıldı. (19)
Bu vesileyle belirtilmesi gereken bir husus da şudur: Türkler, Müslümanlığı kendilerinden önce kabul etmiş olan İranlılar arasında gelişmiş bazı düşüncelerin de etkisi altında kalmışlardır. Ünlü Şair Firdevsi’den itibaren İran edebiyatında destani bir devir açılmış, bunu da mistik-filozofik diyebileceğimiz tasavvufî-felsefî bir devir takip etmiştir. Medreselerin faaliyetlerine paralel olarak bu tasavvufî-felsefî görüş tarzı, zamanla gelişmiş ve örgütlenmiştir. Bu düşünce sisteminin esasını, ideal bir panteizm olarak vasıflandırmak mümkündür. Sûfilerin, genellikle Hak dedikleri Allah, mutlak varlık, bütün tezahür etmiş varlıkları içine alan mutlak iyi ve mutlak güzeldir. İşte Vahdet-i Vücud ile ilgili bu türlü görüş ve düşünceler, Müslüman Türkler üzerinde de etkili olmuş; Selçuklular döneminden itibaren ortaya çıkan Müslüman Türk tarikatlarında, bu düşünceleri benimsemiş önemli kişiler yetişmiştir.
ANADOLU SELÇUKLULARI
Bilindiği üzere 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonraki beş on yıl içinde Anadolu’nun hemen her tarafı Türkler tarafından fethedildi. Anadolu Selçuklu Devletinin kurucusu Süleyman Şah (ölm. 1086) İznik’i başkent yapmış fakat yüzyılın sonlarında olan I. Haçlı Seferleri yüzünden Selçuklular, Anadolu’nun orta yaylalarına çekilmişler, Konya başkent yapılmıştı. Bu yüzden ümide kapılan Bizanslılar harekete geçmişler, ancak 1176 yılında Kumdanlı (Myriokephelon) da II. Kılıç Arslan (1153-1192) tarafından büyük bir bozguna uğratılmışlardı. Bu zaferle Bizans’ın Anadolu’yu geri almak umudu kırılmakla kalmamış, aynı zamanda Bizans’a ağır bir darbe de indirilmişti. Kılıç Arslan’ın bu zaferi ile Anadolu siyasal istikrara kavuşmuş, bu da kültür ve uygarlık ile ilgili çalışmaların yapılması için gerekli ortamı hazırlamıştır.
19 - Bu konuda bkz. (Ülken) Hilmi Ziya, Orta Asya’da Türkmenlerin Dini, Mihrab Mecmuası, sene 1 (1940), sayı 8, 9, 10, 11, 12 ve 25.
265
Anadolu’nun böylece Türkler’e açılmış ve burada bir Türk devletinin kurulmuş olması, Türk ve Dünya tarihinin önemli bir kültür olayının da başlangıcı olmuştur. Özellikle Türk Tarihinin bu önemli olayı, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasıdır. (20) [Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması, birlikte olan tarihin çok önemli bir olayıdır. 1071 Malazgirt zaferinden itibaren Türkmenlerin büyük bir göçü ile birlikte Selçuklu orduları Anadolu içlerine doğru ilerlemeye başlamışlar, Türkmenlerin Anadolu’ya sevki işi, Büyük Selçuklu Sultanlarının değişmez bir politikası olmuştur. Böylece kısa zamanda Türkleşen ve İslâmlaşan Anadolu’da, Büyük Selçuklu döneminde kurulup gelişen kültür kurumları, birbiri ardından kurularak Anadolu’nun Türklük ve Müslümanlığı pekiştirilmiştir. Anadolu’da kurulan ilk eğitim kurumları medreseler, II. Kılıç ARSLAN (1153-1192) döneminde başlamıştır. Daha önce sadece Danişmendli hükümdarı Yağı Basan’ın Niksar’da bir medrese yaptırmış olduğu bilinmektedir.
II. Kılıç Arslan, biri Konya, diğeri Aksaray’da iki, emirlerinden Altun Aba da yine Konya’da bir medrese yaptırmıştır. Daha sonra Konya’da Sırçalı (1242-1243), Karatay (1251), İnce Minareli (1252, 53), Atabekiyye (1251 den sonra); Kayseri’de Hunat (Hond) Hatun (1237-38), Sahibiyye (1267-68); Sivas’ta Gökmedrese (1271), Buruciye (1271-72), Çifte Minare (1271); Kırşehir’de Cacaoğlu (1271) medreseleri kurmuşlardır. Aksaray medresesinden yetişen bilginler XIV. Yüzyılda, Suriye ve Mısır’da bile büyük itibar görmüşlerdir. Bu medreselerin programlarında ağırlıklı olarak tefsir, hadis ve fıkıh dersleri verilmekte idi.
Anadolu Selçuklular döneminde tıp konusu da çok önem kazanmış bulunuyordu. Hemen her şehirde Daru’ş-Şifa, Daru’l-Âfiye ve Daru’s-Sıhha gibi adlar verilen hastahaneler kurulmuştu. Bunların başlıcaları Kayseri’deki Gevher Nesibe (1205), Sivas’taki İ. İzzeddin Keykavus (1217), Divriği’deki Mengücüklerden Fabreddin Behram Şah’ın kızı Turan Melek (1228), Amasya’daki Torumtay (1266), Tokat’daki Muiniddin Pervane (1275) ve Kastamonu’daki Pervane oğlu Ali (1272) hastahaneleridir.
20 - Bu konuda bkz. F. Babinger, Anadolu’da İslâmiyet, Çev. Ragıp Hulusi (Özden), Dâru’l-Fünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, Sayı 3; F. Köprülü, Anadolu’da İslâmiyet, Dârü’l-Fünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, s. 4-5.
266
Bu hastanelerin birçoklarında birden fazla hekim bulunduğu sanılmaktadır. Zira bu sıralarda tıp tahsili hastahanelerde yapılmakta idi. Ayrıca şehirlerde serbest olarak çalışan hekimler de vardı. Yine şehirlerde eczahaneler mevcut olup, buralarda Hindistan’dan gelmiş hekimlikle ilgili bitkiler bile bulunmakta idi. Bu dönemde bazı medreselerde heyet ilminin de okutulduğu ve rasat ile ilgili incelemelerin yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu medreselerden birisi, 1272 yılında Kırşehir’de yapılmış olan Cacaoğlu Medresesi idi. Anadolu Selçuklu hükümdarlarından II. Kılıç Arslan ve Alâeddin Keykubad ile bu sonuncunun çağdaşı Selçuklulara bağlı Erzincan Hükümdarı Mengücük oğlu II. Davud, astrolojiye olan ilgileri ile tanınmışlardır. Alâeddin Keykubad, üstün yetenekli, kültürlü bir hükümdardı. Bilgin, şair ve sanatçıları korur, onlara karşı cümert davranırdı. Adı geçen II. Davud aynı zamanda tabiat, matematik, mantık ve ilahiyat konularında bilgili bir kişi idi.
Ancak belirtmek yerinde olur ki, özellikle Anadolu Selçuklu hükümdarları ve saray çevresi, giderek daha da fazla İran dil ve kültürü etkisi altında kalmaya başlamışlardır. Bu etki, kuşkusuz aydınlar, yöneticiler, sanatçılar ve tüccarlar arasında çok sayıda bulunan İran’dan gelme unsurların varlığı ile açıklanabilir.
XIII. yüzyıl ortalarında olan İlhanlı istilası sırasında bunların sayısı daha da artmıştır. Bu konuda tipik bir örnek olarak Mevlâna üzerinde durulabilir. Aslı Türk olmasına rağmen eserlerini örneğin Mesnevi’sini, Divan-ı Kebir’ini Farsça yazan Mevlâna’nın etkileri daha çok büyük şehirlerde, yüksek tabaka arasında itibar görmüştür. Zaten Anadolu Selçuklu devletinin resmî yazı dili de Farsça idi. 1272 yılında Konya’ya giren Karaman oğlu Mehmed Bey’in önderliği altında Türkçe ile ilgili olarak verilen karar, Türkçe’nin resmî yazı dili olmasıyla değil, Türkçe’den başka dil konuşulmaması ile ilgiliydi. Konuşulması yasak edilen dilin Farsça olduğu kuşkusuzdur. Bu karar, yalnız Mehmed Bey’in değil, o sıralarda sayısı epeyce artmış bulunan aydın Türklerin de duygularını belirtmiş olmalıdır. Şurası kesindir ki bu karar, Türk dilinin Farsça’ya karşı bir tepkisidir. Aslında, bu sıralarda klasik Türk edebiyatının ilk ürünlerini vermeye başladığı da görülmektedir. (21)
21 - Bkz. M. H. Yinanc, Anadolu’nun Fethi, İstanbul 1944; Osman Turan, Selçuklu Kervansarayları, Türk Tarih Kurumu, Belleten, XXXIX, Ankara 1946.
267
Öte yandan XIII. yüzyıl ortalarında olan İlhanlı istilası önünden Anadolu’ya çok sayıda yeni Türkmen göçleri olduğu ve bunlar arasında birçok dervişlerin bulunduğu bilinmektedir. Anadolu’nun Müslüman Türkler’e açılmasında, İslâmiyetin Türkler eliyle yeni ülkelere yayılmasında, hatta Osmanlı devletinin kurulup, gelişip, özellikle Balkanlarda yayılmasında sadece Allah rızası için faaliyette bulunan bu gezici Müslüman Türk dervişleri (alpler, alperenler, abdallar) nin büyük rolü olmuştur. İlhanlı istilası önünden Anadolu’ya gelenler arasında bulunan Baba İshak, 1240 yılında etrafına topladığı Türkmenlerle Fars dili ve kültürü etkisindeki Anadolu Selçuklu devletine karşı isyan etmiş, bu isyan kısa zamanda bastırılmıştır. Ancak bu isyan, zamanımız Türk tarihçileri tarafından Fars dil ve kültürü etkisindeki Anadolu Selçuklularına karşı milli bir ayaklanış olarak değerlendirilmiştir. Böylece Baba İshak’ın etrafına toplanan Türkmenlerin hayat tarzları ve dinî anlayışları arasında, Türkmenlerin İslâm öncesi düşünce ve inançları ile ilgili bazı özelliklerin devam etmekte olduğu anlatılmak istenmiştir. Daha sonraları bu geleneğin Baba İshak’ın halifelerinden olduğu da söylenen Hacı Bektâş-ı Veli tarafından devam ettirildiği görülür. (22) İslâm dininin esaslarını bilen, usulünce yetişmiş bir bilgin kişi olduğu anlaşılan Hacı Bek- taş’ın o zamana kadarki ünlü sûfilerin eserlerine dayanarak Makalât adlı Arapça bir eser yazmış bulunduğu bilinmektedir. Ancak daha çok kırsal bölgelerde Türkmenler arasında faaliyette bulunan Hacı Bektaş ve onun yolundan gidenler, Türk dili ve kültürüne önem vermişler, onu korumuşlar, tasavvuf yolundaki Türk halk edebiyatının gelişmesine yardımcı olmuşlardır. Eski Türk kültürünün de etkisi altında kurulmuş ve İslâm’ın dünyevi amaçlarına da bağlı kalmış olan Bektaşilik, zamanla toplumun çeşitli tabakalarında taraftar bulmuş, XIV. yüzyılda Osmanlı Yeniçeri Ordusu’nun resmî tarikatı olmuştur. Bektaşi geleneğine göre Yunus Emre ve Sarı Saltuk bu yolun temsilcileridir. Geleneğin anlattığına göre, Sarı Saltuk Anadolu’dan Rumeli’ye geçmiş, Dobruca yakınlarında İslâmiyetin yayılması için çalışmıştır. Ayrıca Sarı Saltuk, kendisi için yedi tabut yapılmasını, öldüğü zaman bunların her birinin Müslüman ülkesi olmayan yedi ayrı yere gömülmesini istemiş bununla bu yerlerin, kendisinden sonra gelenlerce İslâm ülkesi hâline getirilmesi dileğini anlatmak istemiştir. (23)
22- Bkz. Vilâyet-Nâme (Menakıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli), A. Gölpınarlı yayını, İstanbul 1958.
23- Bu konuda bkz. T. Okiç, Sarı Saltuk’a ait bir fetva, A. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, I (1952), ss. 48-58.
268
BEYLİKLER DÖNEMİ
XIV. yüzyılın başlarından XVI. yüzyılın başlarına kadar süren bu dönemde Anadolu’nun siyasal birliği bozulmuş ve memleketin her bir bölgesi, bir beyliğin yani küçük bir devletin yönetimine geçmişti. Bu devletçiklerin sayısı ondan fazla idi. Bu beylikler şunlardır: Beyşehir’de Eşrefoğulları (yıkılışı: 1328), Balıkesir - Bergama bölgesinde Karesi Oğulları (yıkılışı: 1336), Denizli’de İnançoğulları (yıkılışı: 1368), Isparta - Antalya bölgesinde Hamidoğulları (yıkılışı: 1391), Aydın - İzmir bölgesinde Aydın Oğulları (yıkılışı: 1405), Manisa bölgesinde Saruhanoğulları (yıkılışı: 1410), Muğla bölgesinde Menteşeoğulları (yıkılışı: 1425), Kütahya bölgesinde Germiyanoğulları (yıkılışı: 1428), Konya bölgesinde Karamanoğulları (yıkılışı: 1433), Kastamonu bölgesinde Candaroğulları (yıkılışı: 1461), Maraş bölgesinde Dulkadiroğulları (yıkılışı: 1521), Çukurova’da Ramazanoğulları (yıkılışı: 1608) ve nihayet bütün bu beylikleri yıkarak Anadolu’da birliği sağlamış olan Eskişehir - Bursa bölgesinde kurulan Osmanoğullarıdır. Bu beyliklerin kurucuları çoğunlukla göçebe Türkler arasından çıkmıştı. Öte yandan Orta Anadolu’nun Ankara - Aksaray hattının doğusundan Erzurum’a kadar olan yerler, 1336 yılına kadar İlhanlı genel valisinin yönetiminde idi. 1338 yılında İlhanlı Ebu Said Bahadır Han’ın ölümü ile İlhanlılar arasında sonu gelmez bir iç mücadelenin başlaması, Anadolu’daki beyliklerini tamamiyle bağımsız bir duruma getirdiği gibi İlhanlı işgali altında bulunan yerlerde de yeni Türk beyliklerinin kurulmalarına yol açtı. Kayseri-Sivas bölgesinde Uygur Türklerinden Eretna’nın kurduğu Eretna Beyliği gibi. Aynı yerde yüzyılın ikinci yarısının ortalarından az sonra Türkmen Kadı Burhaneddin Devleti kurulmuş, bu sıralarda Doğu Anadolu’da Karakoyunlular ile Akkoyunlular siyasal faaliyetlerine başlamışlardı. Böylece XIV. yüzyılda Batı Türklerini meydana getiren Türkmenler, İslâm dünyasındaki eski siyasal egemenliklerini yeniden kurmak yolunu tutmuşlardı.
269
Ayrıca belirtmek yerinde olur ki Beylikler dönemi, yurdun her tarafında Türk dil ve kültürü ile ilgili çalışmaların hızla gelişmesine neden olmuştu.
Gerçekten bu zamanda Anadolu’da her bakımdan büyük bir gelişme görülmekte idi. Türk toplumunu şehirliler, köylüler ve göçebe Türkmenler teşkil etmekte idiler. Şehirler, tam anlamıyla Türk karakterini almış bulunuyordu. Şehirlerde Ahi adı verilen kalabalık esnaf zümreleri bulunmakta idi. Her şehirde her biri, ayrı bir mesleği temsil etmek üzere kollara ayrılmışlardı. Ahiler aynı zamanda silahlı idiler. Bunlar, beylerin siyasî kuvvetleri karşısında beledî kuvveti temsil etmekte idiler. Ahiler, genel olarak esnaflık yapmakta iseler de bu sıfatı taşıyan okumuş kimseler, hatta emirler de vardı. Ahiler yeni alınan ülkelerin medenileşmesinde, oralarda şehir hayatının geliştirilmesinde daima yardımcı olmuşlardır. Köylülerin işledikleri topraklar, Selçuklular döneminde olduğu gibi Beylikler döneminde de devlete aitti. Beylikler döneminin yaratıcısı olan ve yüksek yaylalarda boy ve oymaklar hâlinde yaşayan göçebe unsur ise, her zaman olduğu gibi Türk halkının yaratıcı gücünü ve canlılığını temsil etmekte idiler.
Beylikler döneminde de medreselerin kurulduğu, tıp alanında çalışmaların yapıldığı bilinmektedir. Bu dönemin ünlü bir hekimi olarak Konyalı Hacı Paşa (ölm. 1417)’nın adı anılabilir. Bu dönemin Türk kültür tarihi bakımından önemi, Türkçenin bilim ve edebiyat dili olarak gelişmeye başlaması fakat daha da önemlisi bu küçük devletlerin resmî dil hâline gelmesidir. Bir yandan Türkçe eserler yazılırken, öte yandan Arapça ve Farsça’dan Türkçe’ye çeviriler yapılmakta idi. XIV. yüzyıl Türk dilinin büyük şairleri olarak Gülşehri (XIV. yüzyılın ilk yarısı), Nesimî (ölm. 1404) ve Ahmedî (1335 -1412) dikkati çekmekte idiler.
Beylikler döneminde, aynı zamanda milli duyguların canlı bir şekilde yaşadığı görülmektedir. Kökü, Oğuzlar’a dayanan Selçuklu Türkleri, Anadolu’ya gelirken Dede Korkut destanını da birlikte getirmişlerdi. Fakat bu destan, daha o zaman yazılmamıştı. İlhanlı istilâsı yüzünden Anadolu’ya gelen Oğuzlar ise, eski yurtlarında olmuş birtakım olaylarla ilgili anıları da birlikte getirmişlerdi. Bütün bu anılar, XIII. yüzyılın son ya da XIV. yüzyılın başlarında, büyük bir ihtimalle Doğu Anadolu’da yazıldı.
270
Dede Korkut destanları adı verilen bu kahramanlık destanları, Anadolu Türklerinin kendi dillerinde yazılmış milli destanları idi. Bu destanları, ozanlar Kopuz denilen sazları eşliğinde anlatır, terennüm ederlerdi. Bu ozanlar, sadece Anadolu’da değil, Mısır Türkmenleri ve İlhanlılar katında da itibar görmekte idiler. Bu ozanlar, Bursa ve Edirne Sarayları’nda da görülmekte idiler. Ayrıca Anadolu Türklerinin, ataları Oğuzlar’a büyük bir değer verdiği görülüyordu. Osmanlı hükümdarı II. Murad, ilk kez paralara ve silahlara Oğuz Kayı boyu damgasını vurdurduğu gibi, Oğuz Han ile Oğuzları konu edinen önemli bir eseri de Türkçeye çevirtmişti. Tarihçiler arasında da Osmanlılardan önce Oğuz Han ile oğullarını, onların- soyundan gelenleri ve Selçukluları içine alan milli bir tarih görüşü uyanmıştı. Öte yandan bu dönemde yapılmış olan cami, medrese, saray, kervansaray, imaret zaviye, han, hamam, köprü, suyolu ve çeşmenin sayısının binden fazla olduğu sanılmaktadır. (24)
OSMANLILAR
Osmanlı Beyliği, Türk-Bizans sınırında yaşayan bir Türkmen boyu tarafından kurulmuştu. Ülkenin coğrafi durumu, Bizansın zayıf bir hâlde bulunması ve nihayet ilk Osmanlı beylerinin yetenekli kimseler olmaları, bu beyliği XIV. yüzyılın sonlarında, İslâm dünyasının en güçlü devletlerinden birisi hâline getirmişti.
Daha 1071 yılından itibaren Anadolu’da sosyal bir gelişme ve ekonomik bir canlılık başlamıştı. Bu canlılık sayesinde artık çökmeye yüz tutmuş Bizansın harabeleri üzerinde yeni ve ileri bir uygarlığın ortaya çıkması mümkün olmuştur. Selçuklular zamanında kurulan istikrar ve ulaşılan refah, XIII. yüzyıl ortalarına kadar sürmüş, ancak bu sırada olan İlhanlı istilası ile siyasal bir karışıklık dönemi başlamıştı. İşte hak ve adalet temeline dayalı Osmanlı yönetiminin halk kitleleri tarafından kısa zamanda benimsenmesinde, bu siyasal karışıklıkların büyük etkisi olmuştur. Siyasal egemenliğin Osmanlılara geçmesini mümkün kılan bir olay da İlhanlılar yönetiminde bir kukla durumuna indirilmiş olan Selçuklu ailesi mensuplarının halkın gözünden düşmüş olmasıdır.
24- Bkz. İ. H. Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri Ankara 1969; F. Sümer, Türkiye Kültür Tarihine Umumi Bir Bakış, AÜDTCF Dergisi, XX, 3-4 (1962), ss. 211-244.
271
Ayrıca İlhanlı egemenliğindeki Selçuklu yönetimi, uc’lara söz geçiremez bir durumda idi. İşte bütün bu nedenlerle Osmanlı beyliğinin kurulduğu Uc bölgesi, Anadolu’yu karışıklıklardan kurtaracak siyasal bir gücün doğmasına son derece elverişli bulunmakta idi. Üstelik bu bölgede bulunan Eskişehir, Konya ve Ankara’dan gelen yolların bir kavşak noktası durumunda idi. Osmanlılar dışa karşı başarılar kazandıkça, Anadolu’da kendilerine Türk kitlelerinin katılmaları kolaylaşmış, bu da onların başarılarının devamını sağlamıştı. (25) 1402 yılındaki Timur olayı, Osmanlı devletini yıkmadı ise de onun için ağır bir darbe olmuştur. Timur tarafından diriltilen beyliklerin, tekrar ortadan kaldırılması işi, ancak XV. yüzyılın ortalarında tamamlanabilmişti. Zaten, 1453 yılında İstanbul’u aldıktan sonra Fatih Sultan Mehmed’in öteki başarılarıyla Osmanlı Devleti XV. yüzyılın ikinci yarısında İslâm dünyasının en güçlü devletlerinden birisi hâline gelmişti.
Evrensel bir imparatorluğun başkenti olmaya en uygun yer de kuşkusuz İstanbul idi. Fatih, İslâm âleminde gaza düşüncesinin en büyük temsilcisi, İslâm ülkelerinin en büyük koruyucusu sıfatlarını da benimsemişti. Gerçekten İslâm’ın yakın doğu’da temel tutabilmesi için Doğu Roma’nın egemenlik altına alınması tarihî bir zorunluluk idi. Hz. Muhammed’in, İstanbul’un alınması ile ilgili olarak İstanbul’u alacak olan hükümdar ve askerleri övmesi ise, İstanbul’un alınmasını Müslüman devletler için büyük bir ideal hâline getirmişti.
Öte yandan XIX. yüzyıldan kalma yanlış bir görüşe göre, İstanbul’un alınmasının bütün insanlığı ilgilendiren tek medeni değeri, Fatih’in zaferi üzerine vatanlarından kaçan Bizanslı bilginlerin, İtalya Rönesansına önayak olmaları idi. Bu düşünce doğru değildir. Aksine Doğu Roma’nın yerine Türk yönetiminin geçmesiyle insanlık, insan hakları, vicdan özgürlüğü gibi kavramların ve adalet duygusunun somut örneklerini görmüştür. Gerçekten başka dinlere, başka mezheplere, başka düşüncelere saygı, Türk tarihinin bir özeliğini, köklü bir geleneğini teşkil etmektedir. İlkin Ortadoks Hıristiyan dünyası, daha sonra Katolik dünyası, Türk yönetiminin sağladığı bu hoşgörü ve adalet duygusundan geniş ölçüde yararlanmışlardır.
25- Bkz. F. Köprülü, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, Ankara, 1959; P. Wittek; The Rise of Ottoman Empire, London 1966.
272
Bu hoşgörü, başka inanç ve düşüncelere saygı geleneğinin büyük temsilcisi olan, İtalyan Rönesansına ilgi gösteren, ünlü İtalyan ressamı Gentile Bellini’ye resmini yaptıran İstanbul’un Fatihi, fetih’ten hemen sonra Rum Ortodoks kilisesini yeniden kurmuş, onu, Katolik kilisesinin boyunduruğundan kurtarmış, ona bağımsızlık kazandırmıştır. Ortodoks âlemi, bugünkü varlığını, İstanbul’un fethi üzerine ortaya konulmuş olan Fatih’in bu son derece insani, medeni ve hukuka dayalı anlayış ve yönetimine borçlu bulunmaktadır. (26) Öte yandan bu sıralarda, Osmanlı ordusunun teknik üstünlüğü her tarafta hissedilmeye başlanmıştı. Daha sonra bu ordu ile I. Selim (1512-1520), o zamana kadar zaferden zafere koşan Safevi Hükümdarı Şah İsmail’i ağır bir yenilgiye uğratmış (1514), böylece Osmanlıları endişelendiren Şiîlik tehlikesini önlemiş, daha sonra da o sıralarda İslâm dünyasının en güçlü devleti sayılan Memlûk Devletini ortadan kaldırmıştı. (1517) Selim’in bu zaferleri ile Doğu Anadolu’nun önemli bir kısmı, Suriye ve Mısır ile Mekke ve Medine gibi İslâm’ın kutsal yerleri, Osmanlı egemenliği altına girmiştir. Kanuni Sultan Süleyman zamanı (1520-1566), bu devletin en parlak dönemi kabul edilir. Bu dönemde İmparatorluk yeni elde ettiği topraklarla Viyana önlerinden Basra körfezine, Kırım’dan Habeşistan’a kadar yayılmış, bu arada Kuzey Afrika toprakları da imparatorluğa katılmıştı. Böylesine geniş bir imparatorluğu idare etmek için gerekli kanunların yapılmasını sağladığı için Türkler, bu büyük hükümdarlarına oldukça mütevazı ‘Kanunî’ lakabını vermişler, Avrupalılar ise isteklerini kendilerine sadece dikte ettiren, gerçekten haşmetli bu büyük Osmanlı hükümdarına, ‘Muhteşem Süleyman’ demişlerdir. Kanuni’den sonra imparatorluk yüzyıldan fazla bir müddet, bu hükümdar zamanında ulaştığı sınırları korumuş, hatta bazı önemsiz toprak kazançları da elde etmiş ancak zamanla eski kudret ve haşmetini kaybetmeye başlamıştır. Ancak XVII. yüzyılda Avrupa ordularında görülen teknik ve lojistik gelişmelerin tam anlamıyla takip edilememesi yüzünden, 1685 yılındaki Viyana kuşatmasında, Avusturya ve müttefikleriyle yaptığı savaşlarda Osmanlılar yenilmişler ve ilk olarak önemli arazi kayıplarına uğramışlardır.
26 - Bkz. İ. H. Danişmend, İstanbul Fethinin İnsanî ve Medenî Kıymeti, ss. 22, vd. d. İstanbul 1953.
273
Değişen ve gelişen Avrupa devletleri karşısında, Osmanlıların bu gelişmelere ayak uyduramamasının kuşkusuz çeşitli nedenleri vardır. Bunlardan birisinin üzerinde burada durmakta yarar görüyoruz.
Klasik zamanların bir Müslümanı için Frenklerin Avrupa’sı barbarlık ve inançsızlığın karanlığında bulunmakta idi. İslâm’ın parlak dünyasının bunlardan öğrenecekleri birşey yoktu. Bu görüş, Ortaçağların sonlarına doğru yavaş yavaş geçerliliğini kaybetmiş olmasına rağmen, Osmanlılara da intikal etmişti. Osmanlıların birbiri arkasından Avrupalılara karşı kazandığı zaferler, bu görüşü daha da kuvvetlendirmişti. XVI. yüzyılın sonlarından itibaren görülen gerilemeler karşısında bütün XVII. yüzyıl boyunca Osmanlı aydınları, Avrupa’dan örnek almayı hiçbir zaman düşünmüyorlar, Kanuni dönemi kanun ve nizamlarının uygulanması ile sorunların hâlledileceğine inanıyorlardı. XVIII. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlılar, kendi düşünce ve imkânlarının yetersizliğini anlıyacaklar ve bundan sonra yapmak istedikleri işlerde, Avrupa’dan örnek almak gereğini duyacaklardır.
Osmanlı Devleti, haklı olarak büyüklüğü, uygarlık ve ihtişamı ile eskiden beri Roma İmparatorluğu ile karşılaştırılmıştır. Bu imparatorluk, aynı zamanda ikisi Araplar ve ikisi de Türkler tarafından kurulmuş olan dört İslâm imparatorluğunun da en uzun ömürlüsü olmuştur. Bu devletin askeri ve idari teşkilâtı, sosyal ve kültürel kurumları, Selçuklu, kısmen de İlhanlı teşkilat ve kurumlarının devam ettirilmesi ve geliştirilmesi yoluyla ortaya konulmuştu. Bizans kurumlarının, Osmanlı kurumları üzerindeki etkisinin Avrupalı bilginlerce ileri sürüldüğü gibi olmadığı, merhum Prof. F. Köprülü tarafından ortaya konulmuştur. (27) Karşılıklı ilişkilerin ortaya koyduğu normal, tabiî etkiler dışında Osmanlılar, zengin Anadolu Selçuklu uygarlığının varisleri olarak Bizans’tan fazla etkilenmemişlerdi. Ayrıca, Bizans ayrı bir dinî âlemin temsilcisi durumunda, Türklerin devamlı mücadele hâlinde bulunduğu bir devlet olup kültürleri de Selçuklularınkinden üstün değildi.
Osmanlı Devleti, mükemmel bir askeri ve idari teşkilata sahip bulunuyordu. Bu teşkilat, XVI. yüzyılda, modern devletlerin teşkilatları derecesinde muntazam karmaşık bir manzara arz etmekte idi.
27 - Bkz. F. Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, c. 1, ss. 165-313, İstanbul 1931.
274
Bunu iyice anlayabilmek için binlerce defter ve yüzbinlerce belgenin bulunduğu Osmanlı arşivlerini görmek gerekir. Bu devlet, geniş imparatorluğun en uzak köşesindeki küçük bir hisarda bulunan askerinin ve ona ait malzemenin miktarını bildiği gibi, en küçük bir köyde yaşayan kimselerin ne işle meşgul olduğundan da haberdar bulunuyordu. Bunu zaman zaman yaptığı vergi ve arazi tahrirleriyle daimi bir surette kontrol altında tutuyordu. Bugün bu tahrir defterlerinden binden fazlası mevcut bulunmaktadır.
Ateşli silahlarla teçhiz edilmiş olan Osmanlı ordusu, İslâm âlemine yeni bir savaş tarzı getirmişti. Babürlü devletinin kurucusu Babür, Hatırat’ında Hindistan’ın alınması sırasındaki zaferlerini, Osmanlı muharebe tarzı ile kazandığını yazmaktadır. Safeviler, kendi ordularını Osmanlı ordularına göre yeniden tanzim etmişlerdir.
Selçuklular devrinde kurularak gelişmiş olan medreseler, devletin kuruluşundan itibaren Osmanlılarda da görülmektedir. İlk Osmanlı Medresesi İznik’te kurulmuş, bu medreseye ilk müderris olarak Kayserili Davud (ölm. 1335) atanmıştır. Kayserili Davud, Mısır’da tahsil görmüş, hem naklî hem de aklî ilimlerde tam bir uzmanlığa sahip olmuştu. Muhyiddin İbnu’l Arabi’nin, Fususu’l-Hikem adlı eserinde yazdığı bir şerh, tasavvufun Osmanlı ülkelerinde yayılmasına sebep olmuştu. İznik bir bilim merkezi olarak önemini XV. yüzyılda da korumuş ve bu yüzden bu şehre, ‘bilginler yuvası’ sıfatı verilmiştir. Bu medresenin yetiştirdiği ünlü bilginlerin başında Şemseddin Mehmed Molla Fenari (1350-1431) gelmekte idi. Karamanlı olan Molla Fenarî, değerli bir bilim adamı olarak Suriye ve Mısır’da da ün kazanmıştı. Molla Fenarî’ye gelinceye kadar, Türk bilim adamları, bilgilerini artırmak için Suriye, Mısır ve İran’a giderlerdi. Fakat Fenarî’nin öğrencilerine, öteki İslâm ülkelerinde de değer verilmiştir. Osmanlı medreseleri, Fâtih (1451-1481) ve Kanunî (1520-1566) dönemlerinde tam bir gelişme göstermişler, teşkilat yönünden de genişlemişlerdir. Bu zamanlarda medreseler, görevleri bakımından on iki dereceye ayrılmış olup, bu dereceler şunlardır: Genel olarak ‘ibtida-i dâhil’ ve ‘ibtida-i hariç’ adı verilen kısım bugünkü ilköğretimi; ‘hareket-i dâhil’ ve ‘hareket-i hâriç’ adı verilen kısım bugünkü ortaöğretimi; ‘musıla-i sahn’ adı verilen kısım bugünkü liseyi; ‘sahn-ı sem’an’ adı verilen kısım ise üniversiteyi karşılamakta idi.
275
Medreselerin üniversiteyi karşılayan kısmı; edebiyat, ilahiyat ve hukuk bölümlerini içine alıyordu. Sahn-ı Sem’an’ı bitiren yani icazet alan bir kimse ‘Mülazim’ adını alırdı. Ancak kendisinin Sahn-ı Sem’an müderrisliğine yükselmesi yolları açıktı. Süleymaniye müderrisliğinin üzerinde yalnız ‘Daru’l-Hadis’ müderrisliği vardı. Bu ikisinin müderrislerine, ‘Kibar-ı Müderrisin’ adı verilirdi. Osmanlı dönemi boyunca müderrislik, ‘ilmiye sınıfı’nın en şerefli bir derecesi olmuştur. (28) Osmanlı medreselerinin yetiştirdiği başlıca bilim adamları arasında özellikle Hızır Bey (ölm. 1459), Hocazade (ölm. 1488), Molla Hüsrev (ölm. 1489), Hızır Bey’in oğlu Sinan Paşa (ölm. 1486), Molla Lutfi (ölm. 1495), Zenbilli Ali Efendi (ölm. 1525) ve Kemal Paşazade (ölm. 1534) gibi adlar üzerinde durulabilir. Bunlardan Ho- cazade’nin, Gazali’nîn Tahafüt’ü hakkında yazmış olduğu eseri tanınmıştır. Molla Hüsrev, Fıkıh’da büyük bir otorite sayılmakta idi. Eserleri Türk dili için de önemli olan Sinan Paşa, babası gibi pek çok öğrenci yetiştirmişti. Bunlardan birisi olan Molla Lutfi, Mantık ve Kelam üzerinde eserler yazmış, matematik ve hey’et üzerinde de çalışmıştı. Molla Lutfi, eleştirici bir mizaca sahip ve hür düşünceli idi.
Öğrencisi, aynı zamanda tanınmış bir tarihçi olan Kemal Paşazade, Osmanlı bilginlerinin hâl tercümeleri ve bilimlere, onların tasniflerine ait yazdığı eserlerle tanınmış olan Taşköprüzade (ölm. 1560), Türkçe’de ilk ahlak kitabını yazmış olan Kınalızade (ölm. 1581) ve nihayet büyük bir bilgin olan Ebussud Efendi (ölm. 1574)’ de bu vesile ile adları anılması gereken önemli şahsiyetlerdir.
Osmanlı tarihçilerine göre devletin başlıca iki görevi vardır: Bunlardan biri, halkı adil bir şekilde yönetmek, öteki de vatanı yabancı saldırılarına karşı korumaktır. Adalet, Şeriat hükümlerinin yerine getirilmesiyle sağlanır. Şeriat ise, Allah’ın kulları için koymuş olduğu din ve dünya ile ilgili hükümlere denir. Peygamberler ve halifeleri, bu hukukun icra kuvveti durumunda idiler. Kuşkusuz bir İslâm devleti olarak Osmanlılar da bu anlayışın etkisinde kalmışlardır. Ancak Müslüman Türkler, mahalli ve milli nizamlar da kurabilmişler, kanunlar yapabilmişlerdir.
28- Bu konuda bkz. İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, ss. 11-17, Ankara 1965.
276
Fâtih ve Süleyman Kanunnameleri gibi. Ancak bunların şeriate uyup uymadığının tespiti gerekmiştir. Bunun içindir ki şeriate vakıf bir sınıfa ihtiyaç duyulmuştur. Bu sınıf ‘ilmiye sınıfı’dır. İlmiye sınıfı, müderrisler, kadılar ve müftülerden meydana gelmekte idi. Bunların kaynağı da biraz önce haklarında kısaca bilgi verilen medreseler idi.
Öte yandan müderrislerden sonra haklarında bilgi verilmesi gereken kadılar, bir taraftan yargı yetkisine sahip idiler, öte yandan idari ve askeri yetkileri ellerinde bulundurmakta idiler. Bunların şer’î meseleler hakkında verdiği hükümler, bir ‘İ’lâm’ niteliği, diğer hususlardaki kararları ise, daha çok bir ‘arz’ hüviyetini taşımakta idi. Osmanlı döneminde kadıların bir takım sınıflara ayrıldıkları görülmektedir. Başta birinci sınıf kadılar gelir ki bunlar, Anadolu ve Rumeli kadılarıyla İstanbul kadısıdır. Anadolu ve Rumeli kazaskerleri, Sadrazam ve Şeyhülislamdan sonra, Divan’ın en yüksek şahsiyetleri durumunda idiler. Rumeli, Daru’l-Cihad olduğundan, Rumeli kazaskeri teşrifatta önde gelirdi. Bunlar Şeyhülislâm’ın teklifi ve Sadrazam’ın inhası üzerine padişah tarafından tayin edilirlerdi. İstanbul kadısı, yargı yetkisi yanında bütün diğer kadılar gibi, bugünkü belediye reislerinin görev ve yetkilerine de sahipti. Birinci sınıf kadılar arasında ‘harameyn’ adı verilen, Mekke ve Medine kadıları da bulunmakta idi. Bundan sonra ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci olarak sınıflanan kadılar vardı. Üçüncü sınıf olanlar müfettiş kadılar idi. Dördüncü sınıfı, küçük şehir ve kasaba kadıları teşkil etmekte idi. Beşinci sınıfı ise ‘naibler’ teşkil etmekte idiler ki bunlar, görevi başına gitmeyen kadılara vekillik ederlerdi. (29)
Öte yandan üzerinde durulması gereken önemli bir Osmanlı kurumu da ‘Bab-ı Meşihat’ adı verilen Şeyhülislâmlık makamı idi. Bu makama, ilmiye sınıfından belli dereceleri geçmiş kimseler, doğrudan padişah tarafından tayin edilirdi. Bu makama getirilen zata Müftü ya da Şeyhülislâm adı verilirdi. Şeyhülislâm, ‘ilmiye sınıfı’nın başı idi. Teşrifatta Sadrazam’dan sonra gelirdi. Genellikle ‘Halife’ kabul edilen padişah, hilâfeti kendi zatı ile temsil ettiğinden Şeyhülislâm’ın ruhanî bir sıfatı ve yetkisi bulunmamakta idi.
29 – Bkz. a.g.e. ss. 83-126.
277
Başlıca görevi, devletin siyasî hukukunun ve idari icraatının şeriat hükümlerine uygun bir şekilde yürütülebilmesi için padişah ve sadrazama yardım etmekti. Bu maksatla da sadrazam başkanlığındaki Divan toplantılarına katılırdı. Ayrıca padişahın iradesi mahsulü olan emir ve nehiyleri, vereceği bir fetva ile teyid ederdi. Bundan başka Şeyhülislâmın elinde, bugünkü Adalet ve Millî Eğitim Bakanlıklarının yetkileri de bulunmakta idi. Ancak makamın herhangi bir garantisi yoktu. Kendisine karşı sorumlu bulunduğu padişah tarafından, sebep gösterilmeksizin her an azledilebilirdi. Bu duruma göre Şeyhülislâm, yüksek bir devlet memuru idi. II. Mahmut dönemine kadar bir daireleri mevcut olmayıp, görevlerini kendi konaklarında yaparlardı. 1826’da Yeniçeri ocağı kaldırıldıktan sonra Yeniçeri Ocağı’na mahsus olan ‘Ağa Kapısı’, Şeyhülislâmlık dairesi hâline getirilmiştir. (30)
Türkiye’de tarih’e ait Türkçe ilk eser, XIV. yüzyılın ortalarında yazılmıştır. Osmanlı tarihine ait en eski Türkçe eser ise XV. yüzyılın başlarında Şair Ahmedî tarafından manzum bir şekilde kaleme alınmıştır. Aynı yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı tarihçiligi büyük bir gelişme göstermiş ve bu dönemde Osmanlı tarihi ile ilgili birçok eser yazılmıştır. Bunlardan Kemal Paşazade’nin henüz iki cildi basılmış olan Osmanlı Tarihi önemlidir. Kanunî döneminde Celalzade Mustafa, Bostan Çelebi ve Matrakçı Nasûh, yaşadıkları dönemin tarihine ait dikkate değer eserler bırakmışlardır. Ünlü bir silâhşör olan, silâhşörlük ve matematik konusunda da eserler yazmış olan Matrakçı Nasûh, aynı zamanda tarihe ait eserlerinin bir kısmını bizzat resimlendirmiş ünlü bir nakkaştı. Onun Beyan-ı Menazil-i Sefer-i Irakeyn (31) ve Tarih-i Feth-i Şiklos adlı eserlerinde yapmış olduğu İstanbul- Bağdad ve İstanbul - Budapeşte arasında, Kanunî ordularının menzil olarak konakladıkları şehir, kasaba ve köylerin resimleri, resim sanatı bakımından olan değerleri yanında, XVI. yüzyıl Yakındoğu ve Balkan şehirleri hakkında bilgi veren belge niteliğini de taşımaktadır. Yüzyılın sonlarında yazılmış olan Gelibolu’lu Mustafa Ali’nin çeşitli eserleri arasında, Osmanlı dönemine ait bir görgü (âdâb-ı muaşeret) kitabı olan Mevayidü’n-Nefais fi Kavaidi’l-Mecalis adlı eseri dikkat çekmektedir.
30 - Bkz. H. G. Yurdaydın, İslam Tarihi Dersleri, ss. 101, Ankara 1971.
31 - Matrakçı’nın, ‘Beyan-ı Menazil-i Sefer-i Irâkeyn-i Sultan Süleyman Han’ adlı eseri, Türkçe ve İngilizce önsöz, giriş, çeviri yazı, notlar ve dizinler ilâvesiyle H. G. Yurdaydın tarafından 1976 da yayımlanmıştır.
278
Osmanlı tarihçileri arasında son derece ünlü olan iki tarihçi de XVII. yüzyılın sonları ve XVIII. yüzyılın başlarında yaşamışlardır. Bunlardan birisi Müneccimbaşı Ahmed Efendi (ölm. 1702)’ dir. Müneccimbaşı, orijinal kaynaklara dayanarak bir genel tarih yazmıştır. Bu eserin özellikle İslâm tarihi bölümü büyük bir değer taşımaktadır. Öteki ise Mustafa Naima Efendi (ölm. 1716) olup, Osmanlı tarih edebiyatının en güzel tarih eseri sayılmaktadır. XVII. yüzyılda yaşamış çok yönlü bir şahsiyet de Kâtip Çelebi’dir. Kâtip Çelebi, büyük bir bibliyograf ve coğrafyacı olarak Türk bilim tarihinde önemli bir yer işgal etmektedir. Aynı zamanda, Fezleke ve Tuhfetü’l-Kibar fi Esfari’l-Bihar gibi, tarihe ve Osmanlı denizcilik tarihine ait eserleri olduğu bilinmektedir. Kâtip Çelebi, bu özelliklerinin yanı sıra Dusturu’l-Amel ve Mizanu’l-Hak adlı eserlerinden anlaşılıyor ki o, bir düşünce adamı olarak da dikkat çeken değerli bir şahsiyettir. Düşünce sistemi olarak Farabi ve İbn Sinâ’nın akılcı toplum anlayışını eleştiren ve toplumları canlı uzviyetlere benzeten ünlü İslâm düşünürü İbn Haldun (ölm. 1405)’ un etkisi altında kalmıştı. Kâtip Çelebi, Mizanu’l- Hak adlı eserinde ise, Osmanlı medreselerinin o sıralarda içine düşmüş bulundukları skolastik zihniyeti, cesur ve acı bir dille eleştirmiştir. (32)
Osmanlılarda coğrafya ile ilgili orijinal eserler, XVI. yüzyılda yazılmıştır. Bunların en değerlisi Piri Reis (ölm. 1555)’ in, Muradi ile birlikte yazdıkları deniz coğrafyasına ait Kitab-ı Bahriye adlı eseridir. (33) Bu eserdeki bilgilerin önemli bir kısmı, Pîrî Reis’in gözlemlerine dayanmaktadır. Eserde ayrıca birçok haritalar vardır. Pîrî Reis’in ayrıca bir Amerika haritası bulunmakta olup yayınlanmıştır. Deniz coğrafyacılığına ait diğer önemli bir eser, Seydi Ali Reis’in, Mir’atü’l-Memâlik adlı eseridir. Bu eser, amiral yazarın iyi tanındığı Hint Okyanusu ile Kızıl Deniz hakkında önemli bilgiler vermektedir. Kâtip Çelebi’nin Cihannuma’sında ise Anadolu, Suriye, Irak, Mısır ve Rumeli hakkında başka hiçbir eserde bulunmayan bilgiler verilmiştir.
32- Bkz. H. G. Yurdaydın, İslâm Tarihi Dersleri, ss. 130 -134, Ankara - 1971.
33- Kitab-ı Bahriye, İlkin P. Kahle (Leipzig 1926). Daha sonra da H. Alpagut ve F. Kurtoğlu tarafından (İstanbul 1935) yayınlanmıştır.
279
Osmanlı döneminde ilk hastahane Yıldırım Beyazıt tarafından Bursa’da yaptırılmıştı. Fâtih, İstanbul’da ünlü medresesinden sonra bir de hastahane yaptırmıştı. 1470 yılında yapılan bu hastahanede iki tabip, yardımcıları, bir cerrah, bir göz hekimi, bir de eczacı bulunmakta idi. İkinci önemli hastahaneyi II. Beyazıt, Edirne’de yaptırmıştı. Bu hastahanenin yanında bir de tıp medresesi vardı. Hastahanede üç tabip, iki göz hekimi ve iki de cerrah çalışmakta idi. XVII. yüzyılın ünlü gezgini Evliya Celebi, bu hastahanede bazı hastaların musiki ile tedavi edildiğini yazmaktadır. XVI. yüzyılda 1539’ da Kanunî’nin eşi Hürrem Sultan, 1554‘te annesi Ayşe Sultan, 1555’de de bizzat Kanunî hastahaneler yaptırmışlardır. Kanunî’nin yaptırdığı hastahanede üç hekim, iki göz hekimi, iki cerrah, bir eczacı ile iki eczacı kalfası bulunmakta idi. Bu hükümdar ayrıca bir tıp medresesinin kurulmasını sağlamıştı. Fâtih döneminin hekimleri arasında, Sabuncuoğlu Şerafeddin ve Altuncuzade (Altunizade) çok ünlü idiler. Batı dünyasında icadı, Sanctorius (1561-1636) ya da onun çağdaşlarına atfedilen vücudun su toplamış yerlerinden suları çekmeye yarayan cerrah aleti Trokar’ın, Sabuncuoğlunun aleti örnek alınarak yapılmış olabileceğini akla getirmektedir. Ayrıca Sabuncuoğlu ve Altuncuzade’nin şırınga ve sonda kullandıkları bilinmektedir. (34)
Osmanlı medreselerinde XVI. yüzyıl sonlarına kadar matematik ve kozmoğrafya da okutuluyordu. İlk Osmanlı matematikçisi ve astronomu Kadızadenin (1337-1412) idi. Bilgisini artırmak için Semerkand’a giden Kadızadenin yol masraflarını, mücevherlerini satan kızkardeşi sağlamıştı. Orada Seyyid Şerif Cürcani’nîn öğrencisi oldu. Daha sonra da ünlü Uluğ Bey’in önderliğinde ve himayesinde Semerkant’taki bilim çevresinin teşekkülünde önemli bir rol oynadı. Kadızade aynı zamanda, hamisi Uluğ Bey’in hocası olmuştu. Kendisi de ünlü bir astronom olan Uluğ Bey, hocası Kadızade’yi Semerkand medresesinin müdürü yapmıştı. Böylece Kadızade Türkiye’ye dönmemiş, ancak öğrencilerinden Ali Kuşçu (ölm. 1474) Türkiye’ye gelerek, İstanbul’da Matematik ve Astronomi dersleri vermişti. Öğrencilerinden Mirim Çelebi (ölm. 1525)’nin adı anılabilir. Batılı Regiomantanus ve Co- pernicus’un çağdaşı sayılabilecek olan bu iki Türk bilgini, nazari ve uygulamalı Astronomide olduğu kadar Matematikte de iyi yetişmişlerdi.
34 -Bkz. A, Sayılı, adı geçen makale, p. 736.
280
XVI. yüzyılın ikinci yarısında 1575’de, İstanbul’da ilk Osmanlı rasathanesinin kurulduğu görülmektedir Bu rasathanenin başında Takiyyüddin Mehmed bulunmakta idi. Batıda Tycho Brahe’nin Uranborg rasathanesi, bundan bir yıl sonra 1576’da kurulmuştu. Bugün her iki astronomun kullanmış bulundukları aletler arasındaki ilginç benzerlikler gün ışığına çıkarıl- mıştır. Gerçi bu aletlerin çoğunun menşeleri Ptolemeus’a kadar götürülebilirse de gerçekte onlar, doğu İslâm dünyasında geliştirilmişler, kendilerine yeni özellikler kazandırılmış, büyük rasathane âletlerinin gereklerine uydurulmuşlardı. İşte Tycho Brahe’nin âletlerinin, geç ortaçağ dönemi İslâm rasathanelerinde kullanılanlarla yakın bir ilgisi bulunmakta idi. Bu sonuç, uygarlık tarihinde genellikle görüldüğü üzere tarihsel devamlılığın belirgin bir bağını açıkça ortaya koymakta idi. Denilebilir ki modern Avrupa’nın rasathaneleri, Türk-İslâm dünyası rasathaneleri örnek alınarak kurulmuş ve geliştirilmişlerdir.
XVI. yüzyılda İmparatorluk Divan’ında tek bir dil, Türkçe kullanılıyordu. Avrupa devletlerinde olduğu gibi İran şahlarına, Hint hükümdarlarına, Türkistan hakanlarına, Mekke şeriflerine yazılan yazılar daima Türkçe yazılmakta idi. Ayrıca Fâtih’in Divan’ında, Uygurca bilen kâtipler de bulunmakta idi.
Osmanlıların ilk devirlerinde yaşamış olan Şeyhoğlu, Ahmedî, Ahmed Daî ve Şeyhî gibi şairler, Germiyanlı idiler. Bunlar arasında Süleyman Çelebi, bir istisna teşkil eder. Onun 1409 yılında yazdığı Mevlid (35), dilinin güzelliği, duygularının içtenliği yüzünden Türk edebiyatının bir şaheseri hâline gelmiş, yüzyıllar boyunca Türklerin dinî hayatı üzerinde etkili olmuştur. Mevlid, Türklerin İslâm Dinî yaşantısına yaptıkları önemli bir katkıdır. XVI. yüzyılda ise divan edebiyatı en yüksek noktasına erişmiş; Türk edebiyatının en büyük şairi sayılan Fuzulî (ölm. 1556), Osmanlı şiirinin gelişmesinde derin ve devamlı etkileri bulunan Bakî (ölm. 1600) bu zamanda yaşamışlardır. XVII. yüzyılda Nef’î, XVIII. yüzyılda ise Nedim dönemleri, Türk şiirinin usta temsilcileri olmuşlardır.
Osmanlıların kuruluş döneminde sanat, özellikle mimarlık büyük gelişme göstermiş, resim sanatı ise, ancak Fâtih Sultan Mehmed zamanında önem kazanmıştır.
35- Mevlid (Vesiletü’n-Necât), Prof. Dr. A. Ateş tarafından (Ankara-1964) yayınlanmıştır.
281
Fâtih döneminde Horasan ve Semerkand’dan gelmiş olan minyatürlü yazmalar, bugün Topkapı ve Vakıflar müzelerinde bulunmaktadırlar. Fâtih, ayrıca Rönesans devri İtalyan sanatına ünlü kişilerin tersim edildiği madalyonlara ilgi göstermiş, bazı İtalyan ressamlarını İstanbul’a getirterek kendi resmini yaptırmıştır. Diğer taraftan Fâtih döneminden itibaren gelişme gösteren bir sanat kolu da hattatlık olmuştur. Böylece çeşitli sanat kollarında önemli gelişmeler dikkati çekmekle birlikte, belirtmek yerinde olur ki Osmanlılar zamanında sanat alanında en büyük gelişme mimarlıkta görülmektedir. Osmanlılar bu alanda Selçuklu mimarlığı geleneklerine dayanmakta idiler. Böylece Osmanlılar, eski Bizans toprakları üzerinde, dinî, sivil ve askerî yapıları ile yepyeni bir sanat anlayışını yansıtan İslâm-Türk şehirleri kurmuşlar, bu alanda giriştikleri büyük yapı çalışmaları ile Bizans mimarlığına ait eserleri gölgede bırakmışlardır. Bu Osmanlı yapı faaliyetleri, giderek İslâm memleketlerinden Mısır’a, Hicaz’a ve hatta Hindistan’a kadar etkisini gösteren muazzam bir mimarlık kültürü hâline gelmiştir. 1480-1603 yılları arası, Osmanlı mimarlığının klâsik dönemi olarak kabul edilir. Bu dönemde şaheser denmeye lâyık pek çok eser yapılmıştır. Klâsik uslubun ilk büyük örneği İstanbul’daki Beyazıt Camii’dir. XVI. yüzyıl Osmanlı Türkiye’sinin büyük sanat adamı Mimar Sinan’ın yaptığı Süleymaniye ile Edirne’deki Selimiye (1575) gibi ‘Selatin Camileri’, bu uslubun doruk noktalarını meydana getirmektedirler. Yüksek ve müstesna kişiliğinde mimarlık, mühendislik ve şehircilik gibi bilimi ve sanat dallarının kendine özgü özelliklerini birleştiren ve daima daha güzeli arayarak insanoğluna birbirinden güzel sayısız eserler kazandırmış olan Mimar Sinan, kuşkusuz dünyanın en büyük mimarlarından biridir. Osmanlı sanatının altın çağı sayılan Kanunî döneminin yaratıcılık hamlesi, XVII. yüzyılda da durmamış, bu yüzyılda yapılan Sultan Ahmed Camii (Mavi Cami) (1616) ve Yeni Cami (1663)’ de bir önceki yüzyılın özellikleri devam ettirilmiştir. Fazla olarak mekân tesiri bakımından Süleymaniye’yi de geçen Sultan Ahmed Camii, göklere yükselen altı narin minaresi ve zarif kubbesi ile karşısındaki Ayasofya’nın ağırlık ve hantallığı yanında; hafifliğin, zarafet ve inceliğin erişilmez bir sembolü hâlindedir. (36)
36 - Bkz. S. K. Yetkin, İslâm Sanatı Tarihi, s. 280, Ankara 1954.
282
Osmanlı mimarlık gelenekleri, batıdan gelen yeni unsurlarla karışmaya, XVIII. yüzyıldan itibaren başlamıştır.
Yüzyılların geçmesi ile özellikle Rönesanstan itibaren, Avrupa her alanda büyük ilerlemeler kaydetmişti. Bu defa İslâm dünyası, bilgisini artırmak, bilim kurumlarını yenileştirmek için batıdan örnek almaya başladı. Avrupa dışında böyle bir hareketin öncülüğünü de Osmanlı Türkiye’si yapmıştı. Bilindiği üzere bu yönde atılmış önemli adımlar olarak da 1773 de, ‘Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyûn’; 1795’de de ‘Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn’ açılmıştı. Bu yöndeki çalışmalar, XIX. yüzyıl boyunca çeşitli alanlarda genişleyerek devam etti. Bu tür yenilikler, XIX. yüzyılda Mısır’da da ünlü Mehmed Ali Paşa eliyle yürütüldü.
Bütün bu çalışmalar, Türklerin üstün bir dünya uygarlığı meydana getirme konusunda gösterdikleri gayretlerin bir ifadesi olarak, dünya uygarlık tarihindeki yerini almış bulunuyordu.
283