Hicretin I. ve II. Yıllarında Kur’an’ın Getirdikleri
GİRİŞ
Kur’an-ı Kerim’deki sûreler, Mekkî ve Medenî diye tasnife tabi tutulurken en meşhur görüş olarak hicret esas alınmıştır. (1) Bir tarih başlangıcı olarak kabul edilen hicret, aynı zamanda tedricî tekâmül gösteren ibadetlerle birlikte sulh, savaş vs. gibi ahkâma ait meselelerin de bildirildiği ve açıklandığı bir dönüm noktasını teşkil eder.
Hz. Âdem’den itibaren Hz. Muhammed (s.a.s.) e gelinceye kadar bütün peygamberlerine Cenâb-ı Hak, ahkâma ait meseleleri tedricî bir tekâmülle inzâl ettiği gibi, Hz. Muhammed’e de inzâl ettiği ahkâmda tedricî bir tekâmül sırası takip etmiştir. Mekke’de nazil olan ayetlerde; iman, sabır, güzel ahlâk ve öğütle imana davet ve müşriklerle olan mücadele konularının ele alındığı, bunun tam aksine Medine’de nâzil olan ayetlerde ise; ibadet, sulh, savaş ve muamelât konularıyla Yahudi ve münafıklarla olan münasebetlerin açıklandığı görülür.
Rasulüllahın Hicreti, imandan amele ve muamelâta, sabırdan savaş ve sulha, müşriklerle olan mücadele ve onları imana davetten, Yahudilerle olan mücadele ve onları imana davete geçiş olmuş ve İslâm hukukunun tatbik edileceği ilk İslâm devletinin kuruluşunu sağlayan en büyük etken olmuştur. Hicretle birlikte Kur’an’ın üslubu ve ifade ettiği şeyler birdenbire değişivermiş ve onun muhatabı özellikle müminler olmuştur.
(1) Zerkeşi Muhammed b. Abdullah El-Burhan fi ulûmi’l - Kur’an, c. I, s. 187 (Beyrut, Tarihsiz)
147
Bundan sonra “Yâeyyühennâs” (=Ey insanlar) denildiği gibi, “Yâeyyühellezine âmenu”(=Ey iman edenler) diye de hitap edilecek ve onlara yapmaları ve uygulamaları gereken şeyler emredilecektir.
Hicretin ilk iki yılında Kur’an’ın getirdikleri, ibadet tarihi yönünden önemli olmakla birlikte, bir İslâm devletinin kuruluşunda Müslümanların öncelikle yapmak zorunda oldukları konuların tabiî seyrini belirtmesi bakımından da önemlidir.
I. HİCRETİN İLK YILINDA KUR’ÂN’IN GETİRDİKLERİ
1-İlk Mescidin Yapılışı:
Mescitler, Allah’a ibadet ve kulluğun yapıldığı, Müslümanların ferdiyetten kurtularak cemaatleştiği ve birbirleriyle kaynaştığı yerlerdir. Renkleri, dilleri ve sosyal mevkileri ne olursa olsun, inananları aynı yönde birleştiren ve onları tek hedefe, kıbleye yönelten mescit, aynı zamanda İslâm’ın ulaştığı yerlerdeki varlığının da işareti ve tapusudur. Bunun için Peygamberimiz Medine yolu üzerinde bulunan Kuba’ya gelir gelmez ilk iş olarak bir mescit yaptırmış (2) ve bu mescidin inşasında da bir işçi gibi çalışmıştı. Kur’an-ı Kerim, bu ilk mescit hakkında şöyle buyurmaktadır:
“İlk günde takva üzerine tesis olunan mescit, namaz kılman için daha lâyıktır. O mescitte temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah temizlenenleri sever.” (3)
Müslüman görünüp, Kuba’da ‘mescit’ diye bir de nifak yuvası kurarak Peygamberimize ve İslâm dinine karşı sinsice çalışan bir zümre, o zaman bile vardı. Bu zümrenin içinde Ebu Âmir Er-Râhib adında meşhur bir kişi de bulunuyordu. Bunlar yaptıkları bu mescitte Peygamberimizin ibadet etmesini istemişlerdi. Peygamberimiz ibadet için oraya gitmeye teşebbüs edince, ilâhî ihtar geliyor ve Peygamberimizin gitmesine mâni oluyordu. (4)
(2) İbn Hişâm, c. II, s. 139 (Mısır, 1355 H.)
(3) K. Kerim, Tevbe Sûresi: 108.
(4) El-Kurtubî Muhammed b. Ahmed, El-Cami li Ahkâmi’l - Kur’ an, c. VIII, s. 253, (Beyrut - 1965) .
İbn Kesir, Tefsiru’l - Kur’âni’l - Azim, c. II, s. 388, (Mısır Tarihsiz)
148
“Müminlere zarar vermek, kendi küfürlerini takviye etmek, iman edenler arasına tefrika sokmak için evvelce Allah ve Rasûlü ile harp edeni bekleyerek mescit bina edenler, ‘Bundan maksadımız iyilikten başka bir şey değildir’ diye yemin ederler. Onların yalancı olduklarına Allah şehadet eder. O, mescitte katiyen namaz kılma.” (5)
Mescit yapmak, dinî bir emir ve hüküm olmasa da cemaatle yapılabilecek ibadetler için lüzumlu bir araç ve önemli bir vasıtadır. Bundan dolayı Peygamberimiz Medine’ye gelir gelmez de bir mescit inşaatına başlamış ve onu bitirmiştir. Bu, İslam tarihinde yapılan ikinci mescittir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu mescitte metfundur.
2 - CUMA NAMAZININ FARZ KILINIŞI
Peygamberimiz Efendimiz Mekke’den ayrıldıktan sonra doğrudan Kuba’ya gelmiş ve orada on günden fazla bir müddet kalmıştı. (6) Bir cuma günü Medine’ye gitmek üzere Kuba’dan ayrılan Peygamberimiz, Salim b. Avf oğullarının oturdukları Ranûna vadisine geldiğinde güneş zevale ermiş ve öğle vakti olmuştu. Peygamberimiz öğle namazı için hazırlık yapan ashabına, cuma namazının farz kılındığını ve öğle namazı yerine cuma namazı kılacaklarını söyledi. Orada ilk cuma namazını kıldırdı ve ilk hutbesini okudu. (7) Cuma namazının farziyeti ile ilgili ilâhî vahiy şöyleydi: “Ey müminler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman hemen Allah’ın zikrine koşun, alışverişi terk edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (8)
Artık müşriklerin ağır baskılarından uzaktılar, namaz kılmak ve Allah’a ibadet etmek için tenha yerler aradıkları, Kur’an okurken seslerini duyurmaktan çekindikleri günler geride kalmıştı. Bir araya gelmelerine ve büyük cemaatler olmalarına hiçbir engel yoktu. Yeni bir devir başlamıştı. Tek tek ve korkarak ibadet ve hareket etme yerine, toplu ibadet ve hareket etme devri başlamış oluyordu.
(5) K. Kerim, Tevbe, 107 - 108.
(6) Zebidî Abdul Latif, Tecrid-i Sarih Terc. Kâmil Miras, c. X, s. 106, (Ank. 1972).
(7) El-Kurtubî, a.g.e. c. XVIII, s. 98.
(8) K. Kerim, Cuma, 9.
149
3. MUHACİRLERLE ENSAR ARASINDA KARDEŞLİK
Peygamberimiz (s.a.s.) in Medine’ye gelişinden sonra eski ve sıkıntılı günler geride kalmış, inançlarından dolayı insanlara işkence yapan müşriklerin, eza ve cefa yapan ellerinin uzanamadığı Medine’de, hürriyet ve emniyet havası içinde sakin bir hayat başlamıştı. Herkes inandığı gibi yaşamakta ve ibadet etmekte serbestti. Vicdan ve din hürriyeti içinde Müslümanlık gün geçtikçe yayılıyordu.
Peygamberimiz, her şeyden önce Ensar ile Muhacir arasında samimi bir münasebet ve ilişkinin temini için çalıştı. Hicretin beşinci ayında (9) onları birbirine daha da kaynaştırmak için din kardeşliğinden ayrı olarak hakikî ve öz kardeş yaptı. Her bir Muhacir, Ensar’dan biri ölünce, kendi akrabasından daha önce mirasçı oluyordu. Mirasta Ensar’ın, öz kardeşi bile muhacirlerden sonraya kalıyordu. Bu uygulama ve hareket tarzı ise şu ayetin hükmüne dayanıyordu: (10)
“İman edip hicret edenler, Allah yolunda malları ve canları ile mücadele edenler, müminleri iskân edip onlara yardım edenler birbirlerinin dostlarıdır. İman ettikleri halde hicret etmeyenlerin velayetlerinden, hicret edinceye kadar size bir şey yoktur. (Bununla beraber) eğer onlar sizden bir hususta yardım isterlerse, aranızda anlaşma bulunan kavim aleyhine olmamak üzere onlara yardım etmek size vaciptir. Allah işlediklerinizi görür.” (11)
Fakat bu uygulama Bedir savaşına kadar sürdü. Bu savaştan sonra Muhacirlerin Ensar’a ihtiyacı kalmadığı için bu hüküm yine Enfal sûresindeki şu ayetle neshediliyordu: (12)
“Hısımlar (miras almakta) Allah’ın Kitabınca birbirlerine daha yakındırlar. Allah her şeyi bilendir.” (13)
İslam uğruna ve Allah rızası için doğdukları yerden ayrılarak hicret eden Muhacirleri, Ensar karşısında manen bir ezikliğe ve minnete sürüklememek ve onların yaptıkları bu davranışı bizzat Ensar eliyle mükâfatlandırmak için Cenâb-ı Hak, Rasulü vasıtasıyla cihan tarihinde benzeri olmayan bir kardeşliği tesis ediyor. Kan kardeşliğinin en önemli sonucu olan miras konusunda bu kardeşlik ile kan kardeşliğini eşit tutmuyor. Aksine iman ve hicretle teessüs eden kardeşliği ön plana alıyordu. (14) Fakat özel ve geçici bir duruma ait olan bu uygulama, daha sonra Muhacirlerin, yardım ve himayeye ihtiyaçları kalmayınca yürürlükten kaldırıldı.
(9) Lütfullah Ahmet, Hayat-ı Hz. Muhammed, c. I, s. 429, (İst. 1342).
(10) El-Kurtubî, a.g.e. c. VIII, s. 56, İbn Kesir, a.g.e. c. II, s. 328.
(11) K. Kerim, Enfal Sûresi, 72.
(12) Kurtubî, a.g.e. c. VIII, s. 56, İbn Kesir, c. II, s. 328.
(13) K. Kerim, Enfal, 75.
(14) El-Mahalli, Essuyûtî Celâlüddin, Tefsirul Celâleyn, s. 247, Şam-1378.
150
4. MEDİNELİ YAHUDİLERLE OLAN MÜNASEBET
Medineli Yahudiler, Peygamberimizi kendi taraflarına çekmek ve istifade etmek ümidiyle bir müddet ılımlı ve yumuşak bir politika takip ettiler. Fakat Peygamberimizi çeşitli vesilelerle deneyip kendi yanlarına çekemeyince, başka taktiklere başvurdular. Kin ve haset tuğyanı içinde Peygamberimize düşmanca tavırlarda bulunmaya başladılar. (15) Öyle ki, kendi ırklarından Müslüman olanlara bile şiddetle saldırmaktan çekinmediler. Meşhur Yahudi âlimlerinden Abdullah b. Selâm Müslüman olunca, bazı Yahudiler, “Muhammed’e ancak bizim şerirlerimiz ve kötülerimiz iman etti. Şayet onlar hayırlılarımızdan olsalardı, atalarımızın dinini bırakmazlardı.” dediler. (16) Bunun üzerine, “Onların hepsi bir değildir, onların içinde bir cemaat var ki onlar, gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okurlar.” ayeti nâzil oldu. (17) Ayrıca bu zat hakkında Ahkâf 10. ayeti ile Rad 43. ayeti nâzil olmuştur. (18)
Hicretten sonra nâzil olan Medenî sûrelerin ilki olan Bakara Sûresi (19) ve onu takiben nâzil olan Enfâl, Âl-i İmrân, Ahzâb, Mümtehine ve Nisâ (20) sûrelerinde, özellikle hicretin ilk yıllarındaki münasebetler ele alınmakta ve konu ile ilgili açıklamalar ve hükümler bulunmaktadır. Sayılarının ve ifade ettikleri konuların çokluğu nedeniyle bu konuda nâzil olan bütün ayetlerden bahsetmemize imkân yoktur.
(15) Bkz. Muhammed Rıza, Muhammed Rasûlüllah (s.a.s.), s. 152, (Beyrut 1975).
(16) El-Kurtubî, a.g.e. c. IV, s. 175.
(17) Kur’an-ı Kerim, Âl-i İmrân, 113.
(18) Nisaburî, Ali b. Ahmed El Vâhidî, Esbabün Nüzul, s. 78, (Kahire 1868). Muhammed Rıza, a.g.e. s, 153.
(19) Nisaburî, a.g.e. s. XII, Ez-Zerkeşî, a.g.e. c. I.
(20) Ez-Zerkeşî, a.g.e. c. I.
151
Ancak Müslümanlarla Yahudiler arasındaki bazı önemli hâdiseleri açıklayan ayetlerden kısaca bahsedeceğiz. Bu ayetlerden bir kısmı Yahudilerin, yalan ve yanlış bazı sözlerini tasrih sadedinde nâzil olmuştur. (21) Bakara Sûresi; 42, 44. ve 75. ayetleri gibi... Bir kısmı da Rasûlüllah’a sordukları sorulara cevap olarak gelmiştir. (22) Bakara Sûresi; 97, 107, 189. ayetleri gibi.
Genel olarak bizzat Yahudilerin kendilerinden bahseden ayetlerin sayısı 17 dir. (23) Bu ayetlerin 14 tanesi Âl-i İmrân, diğerleri de birer tane olmak üzere, Tevbe, Mâide ve Nisâ sûrelerindedir.
Ayetlerin haricinde de bazı sûreler, Yahudilerin yaptıkları bazı işler üzerine nâzil olmuştur. Meselâ Felâk ve Nâs sûreleri Peygamberimize, Lebib b. A’sam adındaki bir Yahudi’nin yaptığı sihir üzerine nâzil olmuştur. (24)
Yahudilerle ilgili olarak nâzil olan ayetler, onların inanç, fikir ve düşüncelerini hedef alır ve onların içinde bulundukları ruhî bunalımlardan bahseder. Onların inanç ve fikir bozukluklarını, hak ve hakikati inkâr edişlerini açıklar. Ayrıca bu ayetler, Müslümanların onlarla iyi münasebet içinde olmalarını da ister. Peygamberimiz de Medine’deki ilk günlerinden itibaren onlara karşı, onların yaptığı gibi yumuşak bir politika uygulamış ve bütün tahriklere karşı sabırla ve metanetle direnmiştir. Fakat daha sonraları bu tutum ve davranış değişecektir.
5. MÜNAFIKLARLA OLAN MÜNASEBET
Medine’de Müslümanların sayıları artıp kuvvetlenmeye başladıktan sonra, zahirde mümin, gerçekte ise inanmayan bir grup teşekkül etmişti: Münafıklar... Bunlar, Müslümanların arasına giriyorlar, onlarla düşüp kalkıyorlar ve sûreti haktan görünerek Müslümanları şüpheye düşürecek sorular soruyorlardı. Bakara sûresinin 8-20. ayetleri, sözleri ve davranışları dolayısı ile münafıkların reisi Abdullah b. Übey hakkında nâzil olmuştu. (25)
(21) Nisaburî, a.g.e. s. 14, 16; Kurtubî, a.g.e. c. 1, s. 342, c. II, s. 1.
(22) Nisaburî, a.g.e. s. 17, 19; Kurtubî, a.g.e. c. II, s. 36.
(23) Jule La Bomume, Tafsilu’l Ayati’l Kur’ani’l - Kerim, Arapçaya nakil: M. Fuat Abdulbaki, s. 658, 659. (Beyrut tarihsiz)
(24) Nisaburi, a.g.e. s. 310. -
(25) Nisaburi, a.g.e. s. 12; İbn Kesir, c. I, s. 47; Kurtubî, c. I, s. 192.
152
“İnsanlardan, iman etmemiş oldukları halde, Allah’a ve ahiret gününe inandık diyenler vardır. Allah’ı ve iman edenleri (güya) aldatırlar. Hâlbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun da farkında değildirler. Onların kalplerinde hastalık vardır, Allah hastalıklarını artırsın. Onlara yalan söylediklerinden dolayı acıklı bir azap vardır. Kendilerine yeryüzünde bozgunculuk yapmayın denildiğinde, ‘biz ancak ıslah ediciyiz’ derler. Dikkat et, onlar gerçekten fesatçıların ta kendileridir. Fakat bunu anlamazlar. Onlara, diğer insanlar gibi siz de iman edin denildiğinde, ‘biz de o sefihler gibi inanalım mı?’ derler. Dikkat et, asıl sefihler onların kendileridir fakat bunu anlamazlar. Onlar, müminlere rastlayınca iman ettik derler, şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise biz sizinle beraberiz, onlarla istihza ediyoruz derler. (Asıl) Allah onlarla istihza eder ve onları taşkınlıkları içinde serserice dolaştırır. Bunlar o kimselerdir ki, doğru yolu bırakıp sapıklığı satın almışlardır. Ticaretleri de kâr etmedi ve hidayete erenlerden de olmadılar.” (26)
Cenâb-ı Hak tarafından karakter ve şahsiyetleri böylece çizilen münafıklar, içten Müslümanlara düşman olsalar da bunu açıkça izhar edememişler daima fitne ve fesat tohumları ekmişlerdir. Onlar Müslümanlarla soğuk savaş yapmışlar ve engellemelerde bulunmuşlardır. Peygamberimiz Efendimiz de onlara karşı sert davranmamış ve ılımlı bir siyaset uygulamıştır. Bakara Sûresinin 8 - 20. ayetlerinin haricinde genel olarak onlardan bahseden ayetler şunlardır: Nisa 139 - 143; Mâide, 33; Tevbe, 64-74; El- Haşr, 11; El-Münâfikûn, 6-4, 8; El-Ahzâb, 12-47; El - Hadid, 13-15. ayetleridir. (27)
II. İKİNCİ YILDA KUR’AN’IN GETİRDİKLERİ
1. KIBLENİN TAHVİLİ
Hicretin ikinci yılı olaylarından biri, belki de başkalarına benzememe konusundaki emirlerin en önemlisi kıblenin tahvilidir.
Rasûlüllah ve O’nun ümmeti namazlarını, Medine’deki ikametinin on sekizinci ayına gelinceye kadar Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ ya doğru kılarlardı. (28)
(26) Kur’an-ı Kerim, Bakara, 8-16.
(27) Jules la Bomume, a.g.e. s. 636 - 637.
(28) Muhammed Rıza, a.g.e. s. 146; İbn Hişâm, a.g.e. s. 257.
153
Rasulüllah bütün kalbiyle Kâbe’nin kıble olmasını arzu ediyor fakat bu konuda gelecek ilâhî vahyi bekliyordu. Zira Medineli Yahudiler, “Muhammed bize muhalefet ediyor, hâlbuki bizim kıblemize uyuyor.” (29) diyorlardı. Bu ve bunun gibi sözlere, Allah’ın Rasulü üzülüyor fakat bir şey demiyordu. Nihayet ilâhî vahiy geliyor ve kıble Kudüs’ten Mekke’ye, Beytullah’a çevriliyordu.
“Biz senin semaya yüzünü çevirdiğini gördük, seni razı olacağın kıbleye döndüreceğiz. Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o tarafa çeviriniz. Ehl-i Kitap, kıblenin değiştirilmesinin Rableri tarafından hak olduğunu bilirler. Allah, işledikleri şeylerden gafil değildir.” (30) Kıblenin değişmesi Rasulüllah’ı ve müminleri çok sevindirdi. Fakat Yahudileri çok kızdırmıştı. Bu vesile ile de fitne ve fesatlarına devam ettiler. Şu ayetler bu hadiseyi anlatmaktadır:
“İnsanlardan sefih olanlar (beyinsizler): ‘Müminleri üstünde bulundukları kıblelerinden ne döndürdü?’ diyeceklerdir. De ki: Meşrik ve mağrip Allah’ındır. O, dilediğini doğru yola hidayet eder. Böylece siz insanlar üzerine şahitler olasınız ve Rasul de sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi vasat bir ümmet kıldık. Senin üzerinde bulunduğun Kıbleyi, Peygamber’e tabi olan ile arkasına döneni bilelim diye yaptık. Kıblenin değiştirilmesi büyük ve ağır ise de Allah’ın hidayet ettiklerine öyle değildir. Allah imanınızı zayi etmez. Allah insanlara karşı re’fet ve merhamet sahibidir.” (31)
2. HIRİSTİYANLARLA OLAN MÜNASEBET
Yahudiler, Müslümanlara cephe alıp çeşitli dedikodular yaparken, Hıristiyanların durumu ilgi çekiciydi. Medine’nin içinde Hıristiyanlar yoktu. Zira onlar, Medine’nin civarındaki vadilerde yaşıyorlardı. Onlar da Yahudiler gibi, Peygamberimize zaman zaman gelerek sorular soruyorlardı. Peygamberimiz de onlara; gelen ilâhî vahiylerle cevap veriyordu. Kur’an, gerek Yahudileri ve gerekse Hıristiyanları bir gruba dâhil etmiş ve onlara ‘Ehl-i Kitap’ diye hitap etmiştir. Hıristiyanlar teslise inanıyorlar ve Hz. İsa’ya Allah’ın oğlu diyorlardı.
(29) Cessâs, Ebu Bekr b. Ahmed, Ahkâmu’l - Kur’ân, c. I, s. 90 (Beyrut - 1335).
(30) Kur’an-ı Kerim, Bakara, 144.
(31) Kur’an-ı Kerim, Bakara, 142 – 143.
154
Peygamberimiz ise bütün insanları tevhit dinine çağırıyor ve geçmiş peygamberlerin hepsini tasdik ediyordu. Bu bakımdan bir kısım Hıristiyanlar, Peygamberimiz (s.a.s.)’ e hangi peygamberi tasdik ettiğini sormuşlardı. Bu sorularına cevap olarak gelen ayet-i Kerime’de, Cenâb-ı Hak Müslümanlara şöyle söylemelerini buyuruyor: “Biz Allah’a iman ettik, bize gönderilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve Esbât’a gönderilenlere, Musa ve İsa’ya verilenlere, bilumum peygamberlere Allah tarafından verilene inanır, Allah’ın peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz Allah’a teslim olmuş insanlarız.” (32) Peygamberimiz de müminlere yaptığı tavsiyede, “Ehl-i Kitabı ne tasdik ediniz, ne de yalanlayınız.” buyurarak bu ayeti okuyunuz demişti. (33)
Hıristiyanlarla olan münasebet, Yahudilerle olan münasebetten sonra başlamış ve özellikle hicretin ikinci yılında yoğunluk kazanmıştır. Kur’an-ı Kerim, Müslümanlara, Yahudilerle olan münasebetlerinde olduğu gibi, Hıristiyanlarla olan münasebetlerinde de ılımlı ve yumuşak bir politika uygulamalarını tavsiye etmiş; Ehl-i Kitaba karşı hitabında aynı üslubu kullanmıştır.
İslâm devleti güçlenip kuvvetleninceye ve müşriklerle olan mücadelesinde kesin bir sonuca varıncaya kadar Peygamberimiz (s.a.s.) Ehl-i Kitapla olan münasebetlerini dengeli ve çok yönlü olarak ele almıştır. Onlara karşı, Kur’an’ın üslûbunda da görüleceği gibi açıkça cephe almadan inanç ve fikirlerinin sakat ve bozuk yanlarını göstermekle yetinmiştir. Özellikle cihat emri gelinceye kadar, bu uygulamaya önemle riayet etmiştir.
3. ORUCUN FARZ KILINIŞI
Kelime-i Tevhid’den sonra İslâm’ın diğer bir rüknü olan oruç, hicretin ikinci senesi içinde, Bedir savaşından bir ay veya bir kaç gün önce farz kılınmıştır. Bedir savaşı ise, hicretin ikinci senesi Ramazan ayının 17. günü olan Cuma günü olmuştu. (34)
Orucun farziyetini bildiren ve hükümlerini açıklayan ayetler, Medenî bir sûre olan Bakara sûresi içinde yer almaktadır.
(32) Kur’an-ı Kerim, Bakara, 136.
(33) Kurtubî, a.g.e. c. II, s. 140.
(34) El-Bağdadi Muhammed b. İbrahim, Lübabu’t-Te’vil fi meani’t-Tenzil (El-Hazin) Beyrut, Tarihsiz, c. 1, s. 113.
155
Bu ayetlerde şöyle denmektedir: “Ey iman edenler! Sizden önce geçen ümmetlere farz kılındığı gibi günahlardan sakınmanız için, sizin üzerinize de oruç farz kılındı. Sayılı günlerdir, sizden hasta veya yolculukta olan, tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde oruç tutmalıdır. Gücü yetmeyenlere de bir fakirin doyumluk fidyesi vardır. Kendiliğinden bir hayır edene bu, onun için daha hayırlıdır. Eğer oruç tutarsanız, bu bilseniz sizin için daha hayırlıdır.” (35)
Oruç hakkında, sadece bir ayet-i kerime Mekkîdir ve o da susmak anlamındadır. (36) Mekkî olan bu ayette, “Ben Allah’a oruç adadım, onun için bugün hiç kimseye söz söylemeyeceğim de.” denilmektedir. (37)
Allah Teâlâ, orucu pek çok hikmetlere mebni farz kılmıştır. Bu hikmetlerin başında, nefsin arzularına gem vurmak, onun şiddet ve hiddetini kırmak ve bu vesile ile Allah’a teslim olmak hususu yer alır. Hem iyiliğe ve hem de kötülüğe meyyal olan nefis için Hz. Yusuf, “Ben nefsimi terbiye edemem, çünkü nefis pek ziyade fenalığı emreder. Ancak Rabbimin rahmet buyurarak korudukları müstesnadır.”(38) diyerek Allah’a sığınmıştır.
4. ZEKÂTIN FARZ KILINIŞI
Malî bir ibadet olan zekât, arzuya bağlı bir yardım ve sadaka anlamında Müslümanlarca daha Mekke dönemindeyken de biliniyordu. (39) Ancak, bugünkü anlamda ve İslâm devletinin bir malî kaynağı olarak farz kılınışı, hicretin ikinci yılında olmuştur. (40) Tafsilâtı ve diğer hükümleri ise, daha sonraları tedricî olarak gelmiştir. “Zekâtınızı veriniz.” (41) ayeti mutlak anlamda ve umumî olarak zekâtın farziyetini ifade etmektedir. (41) “Onların mallarından sadaka al.” (42) ayeti de şartla mukayyet olmaksızın mutlak hüküm ifade eden diğer bir zekât ayetidir. (44)
(35) Kur’an-ı Kerim, Bakara, 183 - 184.
(36) Abdülkadir Ali Hasan, Nazretün Amme fi tarihi’l fikhi’l - İslâmî, s. 16 (Kahire 1965)
(37) Kur’an-ı Kerim, Meryem, 36.
(38) Kur’ân-ı Kerim, Yusuf, 53.
(39) Abdülkadir Ali Hasan, a.g.e. s. 19.
(40) Zebidî, Tecrid-i Sarih, c. 5, s. 44; Muhammed Rızâ, a.g.e. s. 148.
(41) Kur’an-ı Kerim, Bakara, 43.
(42) Kurtubî, a.g.e. c. 1, s. 343; İbn Kesir, a.g.e. c. I, s. 84.
(43) Kur’an-ı Kerim, Tevbe, 103.
(44) Kurtubî, a.g.e. c. VIII, s. 247.
156
Zekât, kalplerdeki dünya sevgisi ve hastalığını gideren bir ilâç ve zenginlikten dolayı olabilecek taşkınlığa da bir engel teşkil eder. Zekâtın pek çok hikmetleri vardır. Bu hikmetlerden önemli birkaç tanesini şöyle zikredebiliriz:
1- Zekât, malın bir şükrüdür.
2- Zekât, zenginin malındaki fakirin hakkıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, “Onların mallarında dilenci ve mahrumun hakkı vardır.” (45) buyurmaktadır.
3- Zekât, dilencilerin sayısını azaltır, hırsızlığı ve soygunculuğu önler.
4- Zekât, zenginleri cimrilikten korur.
5- Zekâtta İslami yardımlaşma ve Allah’ın adını yüceltme vardır.
5. İLK CİHAD EMRİNİN GELİŞİ
Hicretin ikinci senesinde Kur’an’ın getirdikleri hükümlerden biri de cihat ve ona ait emirdir. Rasulüllah (s.a.s.) cihat emri gelinceye kadar tam on üç sene Kureyş müşriklerini puta tapmaktan vazgeçirip Allah’a ibadet etmeye savaşmadan davette bulunmuş ve bunun üzerine artan ve azgınlaşan eziyet ve tuğyanlarına karşı ümmetiyle birlikte büyük bir sabır numunesi göstermiştir.
Ne sabırları, ne de iyi ve yumuşak muameleleri, bu azgın müşriklere fayda vermiş, kurtuluşu, vatanlarını ve mallarını terk ederek Mekke’den Medine’ye hicret etmekte bulmuşlardı. (46) Kendisine ashabının yaralı ve dövülmüş olarak her gelişinde o, sabır tavsiyesinde bulunmuş ve ‘Henüz harbe mezun değilim’ (47) demişti.
Mekke’de cihada izin verilmeyip sabır ve teenni tavsiye olunduğu gibi, Medine’ye hicret olunduktan sonra da hemen izin verilmemiştir. Ancak hicretin ikinci senesinde, Müslümanlar güçlenip kuvvetlendikten sonradır ki cihada izin verilmiştir. (48)
(45) Kur’ân ı Kerim, Mearic, 25.
(46) Muhammed Rıza, a.g.e. s. 156 v.d.
(47) Zebidî, Tecrid-i Sarih, c. X, s. 127.
(48) Muhammed Rıza, a.g.e. s. 156.
157
Cihatla ilgili ilâhî emir şöyleydi: “Kendilerine kıtal ve tecavüz edilen müminlere (tedafül harbe) izin verildi. Çünkü onlar zulüm olunmuşlardı. Şüphesiz ki Allah, onları yardımıyla muzaffer kılmaya kâdirdir.” (49) Cihat emrinin verilmesine sebep olarak da Cenâb-ı Hak şu gerekçeyi gösteriyordu: “O mazlumlar ki, ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden başka bir sebep olmaksızın haksız olarak diyarlarından çıkarılmışlardır. Eğer Allah, insanların bir kısmının tecavüzünü öbür kısmının müdafaası ile karşılama- saydı -içinde Allah adı çok zikrolunan- manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yıkılırdı. Şu da muhakkaktır ki Allah, kendisine kulluk eden kişiyi muzaffer kılacaktır. Şüphesiz ki Allah, çok kuvvetlidir, ziyadesiyle izzet ve şevket sahibidir.” (50)
Cihatla ilgili diğer bir ayet-i kerime de şudur: “Sizinle harp edenlerle Allah yolunda siz de savaşınız ve aşırı gitmeyiniz. Allah aşırı gidip tecavüz edenleri sevmez.” (51)
Cihat emrinin verilişi, bu iki ayet-i kerimenin hükmüyle sabittir. Fakat hangisi ile cihadın ilk önce farz kılındığında ihtilâf edilmiştir. Cessâs (52), Kurtubî (53) ve Şevkanî (54); Bakara sûresi 190. ayetinin ilk cihat ayeti olduğunu kabul ederler, Ebu Bekr (r.a.) ise, Hac sûresi 39. ayetinin ilk cihat ayeti olduğunu söylemiştir. (55) İbnü’l Kayyim, Zadü’I - Mead’da; “Hac sûresi 39. ayeti için bu ayetle cihada izin verilmiştir fakat cihat farz kılınmamıştır.” der. (56)
Bu ayetlerin hangisi önce nazil olmuş olursa olsun, her ikisine de bakacak olursak, müsaade edilen harbin tecâvüzî bir mahiyet taşımadığını görürüz. Müslümanlara, kendilerine tecavüz edenlere karşı, kendilerini müdafaa etmek ve maruz kaldıkları haksızlığı ve zulmü gidermek için harp etmeye müsaade ediliyor. Müslümanlar silaha sarılmaya icbar edildiklerinde savaşmışlardır. Yoksa asla tecavüz ve taarruzda bulunmamışlardır.
(49) Kur’ân-ı Kerim, Hac, 39.
(50) Kur’an-ı Kerim, Hac, 40.
(51) Kur’an-ı Kerim Bakara, 190.
(52) Cessâs, Ahkâmu’l - Kur’an, c. I, s. 256.
(53) Kurtubî, a.g.e. c. II, s. 347.
(54) Şevkanî, Ali b. Muhammed, Fethu’I - Kadir, c. I, s. 190 (Beyrut tarihsiz).
(55) Kurtubî, a.g.e. c. II, s. 347.
(56) Zebidî, Tecrid-i Sarih, c. X, s. 130.
158
6. BEDİR SAVAŞI VE ALINAN ESİRLER HAKKINDAKİ HÜKÜM
Bedir savaşı, cihat emri geldikten sonra yapılan ilk ve en önemli savaştır. Bu savaş, hicretin ikinci yılında ve Ramazan ayının 17. gününde vuku bulmuştu. (57) Kur’an-ı Kerim’de bu savaşa çok önem verildiğini görmekteyiz. Pek çok ayet-i kerime, bu savaştan ve onun neticelerinden bahseder. (58) Cenâb-ı Hak, özellikle bu savaşta müminlere yardım etmiş ve onları melekleriyle takviye etmiştir. (59)
Enfâl suresinde Cenâb-ı Hak, meleklerine: “Haydi gidiniz, benim nusretim sizinle beraberdir. Müminleri saflarında tutunuz ve sebat ettiriniz. Ben kâfirlerin kalplerine korku salacağım. Siz onların boğazlarına ve parmaklarına vurunuz buyurdu.” (60)
Peygamberimize de:
“Habibim endişelenme, şimdi size birbiri ardınca bin meleği yardımcı olarak gönderiyorum.” (61) diye vahyolundu. Ardından Peygamberimiz, “Aman Allah’ım yardım ve imdat eyle.” diye yalvardıkça, üç bin ve daha sonra da beş bin melekle yardım gelmişti. (62) Meleklerin fiilen harbe iştirak edişleri Bedir savaşının özel- liklerindendir. (63) Bu savaşta müminler melekleri gördükleri gibi, müşrikler de görmüştür. (64)
Müslümanların ilk ve en önemli zaferi olan Bedir savaşında pek çok müşrik esir alınmıştı. Bu esirler hakkında bir karara varılması gerekiyordu. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda istişarede bulundu. Yapılan istişare neticesinde iki önemli görüş ortaya çıktı.
(57) El-Kurtubî, c. IV, s. 190.
(58) Âl-i İmrân 123 – 127; Kamer, 46 – 47; Enfâl, 17.
(59) El-Kurtubî, c. IV, S. 193.
(60) Enfâl, 12.
(61) Enfâl, 9.
(62) Âl-i İmrân, 124 - 125.
(63) El – Kurtubî, c. IV, s. 196; Zebidî, Tecrid-i Sarih, c. 10, s. 148.
(64) Zebidî, Tecridi Sarih, c. X, s. 148, H. N. 1565; Âl-i İmrân, 13.
159
Bunlardan birincisi Hz. Ebu Bekir’in görüşü idi. O şöyle diyordu: “Ey Allah’ın elçisi! Onlar senin amcaoğulların, aşiretin ve kardeşlerindir. Allah sana zaferi nasip etti ve onlara galip de geldin. Onlar öldürülmemeli ve onlardan fidye alınmalıdır. Alacağımız şeyler bize kuvvet verir ve belki Allah onlara hidayet eder.” (65)
Buna karşı Hz. Ömer şunları söyledi: “Ey Allah’ın elçisi! Onlar seni yalanladılar, seni yurdundan çıkardılar ve seni öldürmeye teşebbüs ettiler. Ben Ebu Bekir gibi düşünmüyorum, onları öldürelim ve onlardan fidye almayalım.” (66)
Peygamberimiz ve ashâbı, Hz. Ebu Bekir’in görüşünü benimseyip tercih ettiler. Fakat Peygamberimiz, Hz. Ebu Bekir’in görüşünü tercih edişi dolayısı ile muaheze olunmuş ve Hz. Ömer’in görüşüne uygun ilâhî vahiy gelmişti. (67) İlâhî vahiy şöyleydi: “Hiç bir peygamberin yeryüzünde zaferler kazanıncaya kadar esirler alması (vaki) olmamıştır. Siz dünyanın geçici şeylerini istersiniz. Hâlbuki Allah ahireti murat eder. Allah azizdir, hakimdir.
Eğer Allah tarafından geçmiş bir yazı olmasaydı, aldığınızdan dolayı size büyük bir azap dokunurdu. Artık, ganimet olarak aldığınız şeylerden helâl ve hoş olarak yiyin, Allah’tan korkun. Allah gafurdur, rahimdir.” (68)
İlâhî vahiy Hz. Ömer’in görüşüne uygun geliyor fakat Peygamberimizin uygulamasını da onaylıyordu. (69)
7. GANİMETLERİN TAKSİMİ
Bedir savaşından sonra elde edilen ganimetler konusunda Müslümanlar arasında bir ihtilâf olmuş ve nasıl taksim olunacağı hususunda görüş ayrılıkları belirmişti. (70)
(65) El Kurtubî, c. VIII, s. 147.
(66) Muhammed Rıza, a.g.e. s. 173.
(67) El-Kurtubî, c, VIII, s. 45.
(68) Kur’an-ı Kerim, Enfâl, 67-68- 69.
(69) El-Kurtubî, c. VIII, s. 46.
(70) El-Kurtubî, c. VII, s. 360; Cessâs, a.g.e. c. III, s. 45.
160
Bunun üzerine, “(Habibim) sana ganimetten sorarlar. De ki, ‘Ganimetler Allah’ın ve Rasûlünündür.’ Allah’tan korkun ve aranızı düzeltin. Ve eğer müminlerden iseniz Allah’a ve Rasûlüne itaat edin.” (71) ayet-i kerimesi indi. (72) Bu ayetin hükmüne göre ganimet, Allah’ın Rasûlüne aitti. (73) Fakat cumhura göre bu ayetin hükmü, yine bu sûredeki şu ayetin hükmü ile kaldırılıyordu. (74) “Biliniz ki ganimet olarak aldığınız bir şeyin beşte biri Allah’a ve Peygamberine, hısımlara, yetimlere, fakirlere ve yolcularadır. Eğer Allah’a ve iki cemaatin karşılaşıp hak ile bâtılın ayrıldığı günde kulumuza indirdiğimiz şeye iman ediyorsanız, böyle biliniz. Allah her şeye kadirdir.” (75)
Bu ayetin hükmüne göre, ganimetlerin beşte biri Allah’ın Rasulüne, diğer beşte dördü de gazilere aittir. Gaziler dilerlerse haklarını isteyebilirler. Bu takdirde taksim vacip olur. Dilerlerse, Allah rızası için terk edebilirler. Bu durum, onların içtihatlarına bırakılmıştır. (76)
SONUÇ
1-2. yılında hicretin getirdiklerini, Kur’an-ı Kerim açısından kısaca ve öz olarak açıkladık. Nazil olan ayetler ve getirdikleri hükümler bu kadar değildir. Mekkî ve Medenî sûreler hakkında kesin bir ittifak mevcut değildir. İttifak edilen sûrelerin yanında, ihtilaf edilen sûreler de vardır. Bazı sûreler hakkında bir kısım İslâm âlimleri Mekkî derken, bir kısmı Medenî, diğer bir kısmı da hem Mekkî hem Medenî sûreler olarak kabul ederler.
Mekkî ve Medenî sûreleri bilmek, İslâm Teşri Tarihi bakımından önemli olduğu kadar, Nasîh ve Mensuh olan ayetlerin bilinmesi yönünden de büyük önemi haizdir.
Bilindiği üzere, Mekke’de ferdî olan ibadet, daha hicret neticelenmeden bile Cuma namazının farziyetiyle bir cemaatleşmeye doğru gidilmiş, bir ibadet yeri olduğu kadar, Müslümanların varlığının ve şahsiyetinin bir sembolü olan camilerin yapılması da ayrıca cemaat ruhunu tebarüz ettiren diğer bir etken olmuştur.
(71) Kur’an-ı Kerim, Enfâl, l.
(72) El-Kurtubî, c. VII, s. 360.
(73) Cessâs, c. III, s. 45.
(74) El-Kurtubî, c. VIII, s. 2; Cessâs, c. III, s. 50.
(75) Kur’an-ı Kerim, Enfâl, 41.
(76) Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, c. III, s. 2406 (İst. 1936).
161
Müslümanlar, bugün içinde bulundukları karışıklık ve ne yaptığını bilmezlikten, ancak Rasûlüllah’ın hayatını iyi tetkik ederek anlamak ve Kur’an’ın Teşri Tarihi’ni iyi bilmek suretiyle kurtulabilirler. Mekke’de nazil olan ayetlerin hükümleriyle, Medine devrinde nazil olan ayetlerin ihtiva ettiği hükümlerin mahiyeti iyi kavrandığında, Müslümanlar arasında mevcut olan uygulama ve metot farklılıkları da kendiliğinden sona erecektir. Hicrî 1500. yüzyıla girerken, bu gerçeğe eğilmek zorundayız.
Muhacirlerle Ensâr arasında teessüs eden kardeşlik, önceleri mirasta öz kardeşini dahi geride bırakmıştır. Toplu olma ve birlikte yaşamanın en güzel örneklerini veren ashabın bu davranışı, Müslümanlara daima örnek olmalıdır.
Hicretin ikinci yılında, ancak oruç gibi nefiste mücadeleyi emreden ve samimî kulluğu sembolleştiren ibadetle, toplumun sosyal yapısını ve yaşayışını canlandıran ve belli ellerde mal birikimini önleyerek zengin ile fakir arasındaki uçurumu ortadan kaldıran zekât gibi malî ibadet emredilmiştir. Cihat ise İslâm’ın beş şartından dördü, kelime-i şehadet, namaz, oruç ve zekât farz kılındıktan sonra ve ancak müdafaa maksadıyla farz kılınmıştır. Bu konuda ilk vahiy, bi’setten tam on dört yıl sonra gelmiştir. İslâm Tarihi’nin ilk büyük savaşı olan Bedir savaşı, bu emirden sonra olmuştur. Bedir savaşı sadece zafer yönüyle değil, aynı zamanda neticeleri itibariyle de büyük öneme sahiptir. Bedir zaferinin psikolojik ve sosyolojik tesirlerinin yanında, esirler ve ganimetlerle ilgili hükümler getirmesi bakımından da önemli yönleri bulunmaktadır.
162