Makale

Hicretin I. ve II. Yıllarında Kur’an’ın Getirdikleri

Hicretin I. ve II. Yıllarında Kur’an’ın Getirdikleri

Celâl KIRCA
Y. İ. E. Tefsir Öğretim Üyesi / KAYSERİ

GİRİŞ

Kur’an-ı Kerim’deki sûreler, Mekkî ve Medenî diye tasnife tabi tutulurken en meşhur görüş olarak hicret esas alınmıştır. (1) Bir tarih başlangıcı olarak kabul edilen hicret, aynı zamanda tedricî tekâmül gösteren ibadetlerle birlikte sulh, savaş vs. gibi ahkâma ait meselelerin de bildirildiği ve açıklandığı bir dö­nüm noktasını teşkil eder.

Hz. Âdem’den itibaren Hz. Muhammed (s.a.s.) e gelinceye kadar bütün peygamberlerine Cenâb-ı Hak, ahkâma ait mesele­leri tedricî bir tekâmülle inzâl ettiği gibi, Hz. Muhammed’e de inzâl ettiği ahkâmda tedricî bir tekâmül sırası takip etmiştir. Mek­ke’de nazil olan ayetlerde; iman, sabır, güzel ahlâk ve öğütle imana davet ve müşriklerle olan mücadele konularının ele alın­dığı, bunun tam aksine Medine’de nâzil olan ayetlerde ise; ibadet, sulh, savaş ve muamelât konularıyla Yahudi ve münafıklarla olan münasebetlerin açıklandığı görülür.

Rasulüllahın Hicreti, imandan amele ve muamelâta, sabırdan savaş ve sulha, müşriklerle olan mücadele ve onları imana davetten, Yahudilerle olan mücadele ve onları imana davete geçiş olmuş ve İslâm hukukunun tatbik edileceği ilk İslâm devleti­nin kuruluşunu sağlayan en büyük etken olmuştur. Hicretle birlikte Kur’an’ın üslubu ve ifade ettiği şeyler birdenbire değişivermiş ve onun muhatabı özellikle müminler olmuştur.

(1) Zerkeşi Muhammed b. Abdullah El-Burhan fi ulûmi’l - Kur’an, c. I, s. 187 (Beyrut, Tarihsiz)

147

Bundan sonra “Yâeyyühennâs” (=Ey insanlar) denildiği gibi, “Yâeyyühellezine âmenu”(=Ey iman edenler) diye de hitap edilecek ve onlara yapmaları ve uygulamaları gereken şeyler emredilecektir.

Hicretin ilk iki yılında Kur’an’ın getirdikleri, ibadet tarihi yönünden önemli olmakla birlikte, bir İslâm devletinin kuruluşunda Müslümanların öncelikle yapmak zorunda oldukları konuların ta­biî seyrini belirtmesi bakımından da önemlidir.

I. HİCRETİN İLK YILINDA KUR’ÂN’IN GETİRDİKLERİ

1-İlk Mescidin Yapılışı:

Mescitler, Allah’a ibadet ve kulluğun yapıldığı, Müslümanla­rın ferdiyetten kurtularak cemaatleştiği ve birbirleriyle kaynaştığı yerlerdir. Renkleri, dilleri ve sosyal mevkileri ne olursa olsun, inananları aynı yönde birleştiren ve onları tek hedefe, kıbleye yönelten mescit, aynı zamanda İslâm’ın ulaştığı yerlerdeki var­lığının da işareti ve tapusudur. Bunun için Peygamberimiz Medine yolu üzerinde bulunan Kuba’ya gelir gelmez ilk iş olarak bir mescit yaptırmış (2) ve bu mescidin inşasında da bir işçi gibi çalışmıştı. Kur’an-ı Kerim, bu ilk mescit hakkında şöyle buyur­maktadır:

“İlk günde takva üzerine tesis olunan mescit, namaz kılman için daha lâyıktır. O mescitte temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah temizlenenleri sever.” (3)

Müslüman görünüp, Kuba’da ‘mescit’ diye bir de nifak yu­vası kurarak Peygamberimize ve İslâm dinine karşı sinsice çalışan bir zümre, o zaman bile vardı. Bu zümrenin içinde Ebu Âmir Er-Râhib adında meşhur bir kişi de bulunuyordu. Bunlar yaptıkları bu mescitte Peygamberimizin ibadet etmesini istemiş­lerdi. Peygamberimiz ibadet için oraya gitmeye teşebbüs edince, ilâhî ihtar geliyor ve Peygamberimizin gitmesine mâni oluyor­du. (4)

(2) İbn Hişâm, c. II, s. 139 (Mısır, 1355 H.)

(3) K. Kerim, Tevbe Sûresi: 108.

(4) El-Kurtubî Muhammed b. Ahmed, El-Cami li Ahkâmi’l - Kur’ an, c. VIII, s. 253, (Beyrut - 1965) .

İbn Kesir, Tefsiru’l - Kur’âni’l - Azim, c. II, s. 388, (Mısır Tarihsiz)

148

“Müminlere zarar vermek, kendi küfürlerini takviye etmek, iman edenler arasına tefrika sokmak için evvelce Allah ve Rasû­lü ile harp edeni bekleyerek mescit bina edenler, ‘Bundan maksa­dımız iyilikten başka bir şey değildir’ diye yemin ederler. Onların yalancı olduklarına Allah şehadet eder. O, mescitte katiyen na­maz kılma.” (5)

Mescit yapmak, dinî bir emir ve hüküm olmasa da cemaat­le yapılabilecek ibadetler için lüzumlu bir araç ve önemli bir va­sıtadır. Bundan dolayı Peygamberimiz Medine’ye gelir gelmez de bir mescit inşaatına başlamış ve onu bitirmiştir. Bu, İslam ta­rihinde yapılan ikinci mescittir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu mescitte metfundur.

2 - CUMA NAMAZININ FARZ KILINIŞI

Peygamberimiz Efendimiz Mekke’den ayrıldıktan sonra doğru­dan Kuba’ya gelmiş ve orada on günden fazla bir müddet kalmış­tı. (6) Bir cuma günü Medine’ye gitmek üzere Kuba’dan ayrılan Peygamberimiz, Salim b. Avf oğullarının oturdukları Ranûna vadisine geldiğinde güneş zevale ermiş ve öğle vakti olmuştu. Pey­gamberimiz öğle namazı için hazırlık yapan ashabına, cu­ma namazının farz kılındığını ve öğle namazı yerine cuma namazı kılacaklarını söyledi. Orada ilk cuma namazını kıldırdı ve ilk hut­besini okudu. (7) Cuma namazının farziyeti ile ilgili ilâhî vahiy şöyleydi: “Ey müminler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman hemen Allah’ın zikrine koşun, alışverişi terk edin. Eğer bilirse­niz bu sizin için daha hayırlıdır.” (8)

Artık müşriklerin ağır baskılarından uzaktılar, namaz kılmak ve Allah’a ibadet etmek için tenha yerler aradıkları, Kur’an okur­ken seslerini duyurmaktan çekindikleri günler geride kalmıştı. Bir araya gelmelerine ve büyük cemaatler olmalarına hiçbir engel yoktu. Yeni bir devir başlamıştı. Tek tek ve korkarak ibadet ve hareket etme yerine, toplu ibadet ve hareket etme devri baş­lamış oluyordu.

(5) K. Kerim, Tevbe, 107 - 108.

(6) Zebidî Abdul Latif, Tecrid-i Sarih Terc. Kâmil Miras, c. X, s. 106, (Ank. 1972).

(7) El-Kurtubî, a.g.e. c. XVIII, s. 98.

(8) K. Kerim, Cuma, 9.

149

3. MUHACİRLERLE ENSAR ARASINDA KARDEŞLİK

Peygamberimiz (s.a.s.) in Medine’ye gelişinden sonra eski ve sıkıntılı günler geride kalmış, inançlarından dolayı insanlara iş­kence yapan müşriklerin, eza ve cefa yapan ellerinin uzanama­dığı Medine’de, hürriyet ve emniyet havası içinde sakin bir ha­yat başlamıştı. Herkes inandığı gibi yaşamakta ve ibadet et­mekte serbestti. Vicdan ve din hürriyeti içinde Müslümanlık gün geçtikçe yayılıyordu.

Peygamberimiz, her şeyden önce Ensar ile Muhacir arasın­da samimi bir münasebet ve ilişkinin temini için çalıştı. Hicretin beşinci ayında (9) onları birbirine daha da kaynaştırmak için din kardeşliğinden ayrı olarak hakikî ve öz kardeş yaptı. Her bir Muhacir, Ensar’dan biri ölünce, kendi akrabasından daha önce mi­rasçı oluyordu. Mirasta Ensar’ın, öz kardeşi bile muhacirlerden sonraya kalıyordu. Bu uygulama ve hareket tarzı ise şu ayetin hükmüne dayanıyordu: (10)

“İman edip hicret edenler, Allah yolunda malları ve canları ile mücadele edenler, müminleri iskân edip onlara yardım eden­ler birbirlerinin dostlarıdır. İman ettikleri halde hicret etmeyenlerin velayetlerinden, hicret edinceye kadar size bir şey yoktur. (Bununla beraber) eğer onlar sizden bir hususta yardım ister­lerse, aranızda anlaşma bulunan kavim aleyhine olmamak üzere onlara yardım etmek size vaciptir. Allah işlediklerinizi görür.” (11)

Fakat bu uygulama Bedir savaşına kadar sürdü. Bu savaş­tan sonra Muhacirlerin Ensar’a ihtiyacı kalmadığı için bu hüküm yine Enfal sûresindeki şu ayetle neshediliyordu: (12)

“Hısımlar (miras almakta) Allah’ın Kitabınca birbirlerine da­ha yakındırlar. Allah her şeyi bilendir.” (13)

İslam uğruna ve Allah rızası için doğdukları yerden ayrılarak hicret eden Muhacirleri, Ensar karşısında manen bir ezikliğe ve minnete sürüklememek ve onların yaptıkları bu davranışı bizzat Ensar eliyle mükâfatlandırmak için Cenâb-ı Hak, Rasulü vasıtasıyla cihan tarihinde benzeri olmayan bir kardeşliği tesis ediyor. Kan kardeşliğinin en önemli sonucu olan miras konusunda bu kardeşlik ile kan kardeşliğini eşit tutmuyor. Aksine iman ve hicretle teessüs eden kardeşliği ön plana alıyordu. (14) Fakat özel ve geçici bir duruma ait olan bu uygulama, daha sonra Muhacirlerin, yardım ve himayeye ihtiyaçları kal­mayınca yürürlükten kaldırıldı.

(9) Lütfullah Ahmet, Hayat-ı Hz. Muhammed, c. I, s. 429, (İst. 1342).

(10) El-Kurtubî, a.g.e. c. VIII, s. 56, İbn Kesir, a.g.e. c. II, s. 328.

(11) K. Kerim, Enfal Sûresi, 72.

(12) Kurtubî, a.g.e. c. VIII, s. 56, İbn Kesir, c. II, s. 328.

(13) K. Kerim, Enfal, 75.

(14) El-Mahalli, Essuyûtî Celâlüddin, Tefsirul Celâleyn, s. 247, Şam-1378.

150

4. MEDİNELİ YAHUDİLERLE OLAN MÜNASEBET

Medineli Yahudiler, Peygamberimizi kendi taraflarına çekmek ve istifade etmek ümidiyle bir müddet ılımlı ve yumuşak bir politika takip ettiler. Fakat Peygamberimizi çeşitli vesilelerle deneyip kendi yanlarına çekemeyince, başka taktiklere başvur­dular. Kin ve haset tuğyanı içinde Peygamberimize düşmanca tavırlarda bulunmaya başladılar. (15) Öyle ki, kendi ırklarından Müslüman olanlara bile şiddetle saldırmaktan çekinmediler. Meşhur Yahudi âlimlerinden Abdullah b. Selâm Müslüman olun­ca, bazı Yahudiler, “Muhammed’e ancak bizim şerirlerimiz ve kötülerimiz iman etti. Şayet onlar hayırlılarımızdan olsalardı, atalarımızın dinini bırakmazlardı.” dediler. (16) Bunun üzerine, “Onların hepsi bir değildir, onların içinde bir cemaat var ki on­lar, gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okurlar.” ayeti nâzil oldu. (17) Ayrıca bu zat hakkında Ahkâf 10. ayeti ile Rad 43. ayeti nâzil olmuştur. (18)

Hicretten sonra nâzil olan Medenî sûrelerin ilki olan Bakara Sûresi (19) ve onu takiben nâzil olan Enfâl, Âl-i İmrân, Ahzâb, Mümtehine ve Nisâ (20) sûrelerinde, özellikle hicretin ilk yılların­daki münasebetler ele alınmakta ve konu ile ilgili açıklamalar ve hükümler bulunmaktadır. Sayılarının ve ifade ettikleri konu­ların çokluğu nedeniyle bu konuda nâzil olan bütün ayetlerden bahsetmemize imkân yoktur.

(15) Bkz. Muhammed Rıza, Muhammed Rasûlüllah (s.a.s.), s. 152, (Bey­rut 1975).

(16) El-Kurtubî, a.g.e. c. IV, s. 175.

(17) Kur’an-ı Kerim, Âl-i İmrân, 113.

(18) Nisaburî, Ali b. Ahmed El Vâhidî, Esbabün Nüzul, s. 78, (Kahire 1868). Muhammed Rıza, a.g.e. s, 153.

(19) Nisaburî, a.g.e. s. XII, Ez-Zerkeşî, a.g.e. c. I.

(20) Ez-Zerkeşî, a.g.e. c. I.

151

Ancak Müslümanlarla Yahudiler arasındaki bazı önemli hâdiseleri açıklayan ayetlerden kısaca bahsedeceğiz. Bu ayetlerden bir kısmı Yahudilerin, yalan ve yan­lış bazı sözlerini tasrih sadedinde nâzil olmuştur. (21) Bakara Sûresi; 42, 44. ve 75. ayetleri gibi... Bir kısmı da Rasûlüllah’a sor­dukları sorulara cevap olarak gelmiştir. (22) Bakara Sûresi; 97, 107, 189. ayetleri gibi.

Genel olarak bizzat Yahudilerin kendilerinden bahseden ayetlerin sayısı 17 dir. (23) Bu ayetlerin 14 tanesi Âl-i İmrân, diğer­leri de birer tane olmak üzere, Tevbe, Mâide ve Nisâ sûrelerindedir.

Ayetlerin haricinde de bazı sûreler, Yahudilerin yaptıkları bazı işler üzerine nâzil olmuştur. Meselâ Felâk ve Nâs sûre­leri Peygamberimize, Lebib b. A’sam adındaki bir Yahudi’nin yap­tığı sihir üzerine nâzil olmuştur. (24)

Yahudilerle ilgili olarak nâzil olan ayetler, onların inanç, fikir ve düşüncelerini hedef alır ve onların içinde bulundukları ruhî bunalımlardan bahseder. Onların inanç ve fikir bozuklukla­rını, hak ve hakikati inkâr edişlerini açıklar. Ayrıca bu ayetler, Müslümanların onlarla iyi münasebet içinde olmalarını da ister. Peygamberimiz de Medine’deki ilk günlerinden itibaren onlara karşı, onların yaptığı gibi yumuşak bir politika uygulamış ve bü­tün tahriklere karşı sabırla ve metanetle direnmiştir. Fakat daha sonraları bu tutum ve davranış değişecektir.

5. MÜNAFIKLARLA OLAN MÜNASEBET

Medine’de Müslümanların sayıları artıp kuvvetlenmeye baş­ladıktan sonra, zahirde mümin, gerçekte ise inanmayan bir grup teşekkül etmişti: Münafıklar... Bunlar, Müslümanların ara­sına giriyorlar, onlarla düşüp kalkıyorlar ve sûreti haktan görü­nerek Müslümanları şüpheye düşürecek sorular soruyorlardı. Bakara sûresinin 8-20. ayetleri, sözleri ve davranışları dolayısı ile münafıkların reisi Abdullah b. Übey hakkında nâzil olmuş­tu. (25)

(21) Nisaburî, a.g.e. s. 14, 16; Kurtubî, a.g.e. c. 1, s. 342, c. II, s. 1.

(22) Nisaburî, a.g.e. s. 17, 19; Kurtubî, a.g.e. c. II, s. 36.

(23) Jule La Bomume, Tafsilu’l Ayati’l Kur’ani’l - Kerim, Arapçaya nakil: M. Fuat Abdulbaki, s. 658, 659. (Beyrut tarihsiz)

(24) Nisaburi, a.g.e. s. 310. -

(25) Nisaburi, a.g.e. s. 12; İbn Kesir, c. I, s. 47; Kurtubî, c. I, s. 192.

152

“İnsanlardan, iman etmemiş oldukları halde, Allah’a ve ahiret gününe inandık diyenler vardır. Allah’ı ve iman edenleri (gü­ya) aldatırlar. Hâlbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bu­nun da farkında değildirler. Onların kalplerinde hastalık vardır, Allah hastalıklarını artırsın. Onlara yalan söylediklerinden dola­yı acıklı bir azap vardır. Kendilerine yeryüzünde bozgunculuk yapmayın denildiğinde, ‘biz ancak ıslah ediciyiz’ derler. Dikkat et, onlar gerçekten fesatçıların ta kendileridir. Fakat bunu an­lamazlar. Onlara, diğer insanlar gibi siz de iman edin denildiğin­de, ‘biz de o sefihler gibi inanalım mı?’ derler. Dikkat et, asıl sefihler onların kendileridir fakat bunu anlamazlar. Onlar, müminlere rastlayınca iman ettik derler, şeytanlarıyla baş başa kaldıkların­da ise biz sizinle beraberiz, onlarla istihza ediyoruz derler. (Asıl) Allah onlarla istihza eder ve onları taşkınlıkları içinde ser­serice dolaştırır. Bunlar o kimselerdir ki, doğru yolu bırakıp sa­pıklığı satın almışlardır. Ticaretleri de kâr etmedi ve hidayete erenlerden de olmadılar.” (26)

Cenâb-ı Hak tarafından karakter ve şahsiyetleri böylece çizilen münafıklar, içten Müslümanlara düşman olsalar da bu­nu açıkça izhar edememişler daima fitne ve fesat tohumları ekmişlerdir. Onlar Müslümanlarla soğuk savaş yapmışlar ve en­gellemelerde bulunmuşlardır. Peygamberimiz Efendimiz de onlara karşı sert davranmamış ve ılımlı bir siyaset uygulamıştır. Bakara Sûresinin 8 - 20. ayetlerinin haricinde genel olarak onlardan bahseden ayetler şunlardır: Nisa 139 - 143; Mâide, 33; Tevbe, 64-74; El- Haşr, 11; El-Münâfikûn, 6-4, 8; El-Ahzâb, 12-47; El - Hadid, 13-15. ayetleridir. (27)

II. İKİNCİ YILDA KUR’AN’IN GETİRDİKLERİ

1. KIBLENİN TAHVİLİ

Hicretin ikinci yılı olaylarından biri, belki de başkalarına benzememe konusundaki emirlerin en önemlisi kıblenin tahvili­dir.

Rasûlüllah ve O’nun ümmeti namazlarını, Medine’deki ikametinin on sekizinci ayına gelinceye kadar Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ ya doğru kılarlardı. (28)

(26) Kur’an-ı Kerim, Bakara, 8-16.

(27) Jules la Bomume, a.g.e. s. 636 - 637.

(28) Muhammed Rıza, a.g.e. s. 146; İbn Hişâm, a.g.e. s. 257.

153

Rasulüllah bütün kalbiyle Kâbe’nin kıble olmasını arzu ediyor fakat bu konuda gelecek ilâhî vahyi bekliyordu. Zira Medineli Yahudiler, “Muhammed bize mu­halefet ediyor, hâlbuki bizim kıblemize uyuyor.” (29) diyorlardı. Bu ve bunun gibi sözlere, Allah’ın Rasulü üzülüyor fakat bir şey demiyordu. Nihayet ilâhî vahiy geliyor ve kıble Kudüs’ten Mek­ke’ye, Beytullah’a çevriliyordu.

“Biz senin semaya yüzünü çevirdiğini gördük, seni razı olacağın kıbleye döndüreceğiz. Yüzünü Mescid-i Haram tarafı­na çevir. Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o tarafa çeviriniz. Ehl-i Kitap, kıblenin değiştirilmesinin Rableri tarafından hak ol­duğunu bilirler. Allah, işledikleri şeylerden gafil değildir.” (30) Kıblenin değişmesi Rasulüllah’ı ve müminleri çok sevindirdi. Fakat Yahudileri çok kızdırmıştı. Bu vesile ile de fitne ve fesat­larına devam ettiler. Şu ayetler bu hadiseyi anlatmaktadır:

“İnsanlardan sefih olanlar (beyinsizler): ‘Müminleri üstünde bulundukları kıblelerinden ne döndürdü?’ diyeceklerdir. De ki: Meşrik ve mağrip Allah’ındır. O, dilediğini doğru yola hidayet eder. Böylece siz insanlar üzerine şahitler olasınız ve Rasul de sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi vasat bir ümmet kıldık. Se­nin üzerinde bulunduğun Kıbleyi, Peygamber’e tabi olan ile ar­kasına döneni bilelim diye yaptık. Kıblenin değiştirilmesi büyük ve ağır ise de Allah’ın hidayet ettiklerine öyle değildir. Allah imanınızı zayi etmez. Allah insanlara karşı re’fet ve merhamet sahibidir.” (31)

2. HIRİSTİYANLARLA OLAN MÜNASEBET

Yahudiler, Müslümanlara cephe alıp çeşitli dedikodular ya­parken, Hıristiyanların durumu ilgi çekiciydi. Medine’nin içinde Hıristiyanlar yoktu. Zira onlar, Medine’nin civarındaki vadilerde yaşıyorlardı. Onlar da Yahudiler gibi, Peygamberimize zaman zaman gelerek sorular soruyorlardı. Peygamberimiz de onlara; gelen ilâhî vahiylerle cevap veriyordu. Kur’an, gerek Yahudileri ve gerekse Hıristiyanları bir gruba dâhil etmiş ve onlara ‘Ehl-i Kitap’ diye hitap etmiştir. Hıristiyanlar teslise inanıyorlar ve Hz. İsa’ya Allah’ın oğlu diyorlardı.

(29) Cessâs, Ebu Bekr b. Ahmed, Ahkâmu’l - Kur’ân, c. I, s. 90 (Bey­rut - 1335).

(30) Kur’an-ı Kerim, Bakara, 144.

(31) Kur’an-ı Kerim, Bakara, 142 – 143.

154

Peygamberimiz ise bütün insanları tevhit dinine çağırıyor ve geçmiş peygam­berlerin hepsini tasdik ediyordu. Bu bakımdan bir kısım Hıristiyanlar, Peygamberimiz (s.a.s.)’ e hangi peygamberi tasdik ettiği­ni sormuşlardı. Bu sorularına cevap olarak gelen ayet-i Kerime’de, Cenâb-ı Hak Müslümanlara şöyle söylemelerini buyuruyor: “Biz Allah’a iman ettik, bize gönderilene, İb­rahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve Esbât’a gönderilenlere, Musa ve İsa’ya verilenlere, bilumum peygamberlere Allah tara­fından verilene inanır, Allah’ın peygamberlerinden hiç birini di­ğerinden ayırt etmeyiz. Biz Allah’a teslim olmuş insanlarız.” (32) Peygamberimiz de müminlere yaptığı tavsiyede, “Ehl-i Kitabı ne tasdik ediniz, ne de yalanlayınız.” buyurarak bu ayeti okuyunuz demişti. (33)

Hıristiyanlarla olan münasebet, Yahudilerle olan münase­betten sonra başlamış ve özellikle hicretin ikinci yılında yo­ğunluk kazanmıştır. Kur’an-ı Kerim, Müslümanlara, Yahudilerle olan münasebetlerinde olduğu gibi, Hıristiyanlarla olan münase­betlerinde de ılımlı ve yumuşak bir politika uygulamalarını tavsi­ye etmiş; Ehl-i Kitaba karşı hitabında aynı üslubu kullanmıştır.

İslâm devleti güçlenip kuvvetleninceye ve müşriklerle olan mücadelesinde kesin bir sonuca varıncaya kadar Peygamberi­miz (s.a.s.) Ehl-i Kitapla olan münasebetlerini dengeli ve çok yönlü olarak ele almıştır. Onlara karşı, Kur’an’ın üslûbunda da görüleceği gibi açıkça cephe almadan inanç ve fikirlerinin sakat ve bozuk yanlarını göstermekle yetinmiştir. Özellikle cihat emri gelinceye kadar, bu uygulamaya önemle riayet etmiştir.

3. ORUCUN FARZ KILINIŞI

Kelime-i Tevhid’den sonra İslâm’ın diğer bir rüknü olan oruç, hicretin ikinci senesi içinde, Bedir savaşından bir ay ve­ya bir kaç gün önce farz kılınmıştır. Bedir savaşı ise, hicretin ikinci senesi Ramazan ayının 17. günü olan Cuma günü olmuş­tu. (34)

Orucun farziyetini bildiren ve hükümlerini açıklayan ayetler, Medenî bir sûre olan Bakara sûresi içinde yer almaktadır.

(32) Kur’an-ı Kerim, Bakara, 136.

(33) Kurtubî, a.g.e. c. II, s. 140.

(34) El-Bağdadi Muhammed b. İbrahim, Lübabu’t-Te’vil fi meani’t-Ten­zil (El-Hazin) Beyrut, Tarihsiz, c. 1, s. 113.

155

Bu ayetlerde şöyle denmektedir: “Ey iman edenler! Sizden önce geçen ümmetlere farz kılındığı gibi günahlardan sakınmanız için, sizin üzerinize de oruç farz kılındı. Sayılı günlerdir, sizden hasta veya yolculukta olan, tutamadığı günler sayısınca diğer günler­de oruç tutmalıdır. Gücü yetmeyenlere de bir fakirin doyumluk fid­yesi vardır. Kendiliğinden bir hayır edene bu, onun için daha ha­yırlıdır. Eğer oruç tutarsanız, bu bilseniz sizin için daha hayırlı­dır.” (35)

Oruç hakkında, sadece bir ayet-i kerime Mekkîdir ve o da susmak anlamındadır. (36) Mekkî olan bu ayette, “Ben Allah’a oruç adadım, onun için bugün hiç kimseye söz söylemeyeceğim de.” denilmektedir. (37)

Allah Teâlâ, orucu pek çok hikmetlere mebni farz kılmıştır. Bu hikmetlerin başında, nefsin arzularına gem vurmak, onun şiddet ve hiddetini kırmak ve bu vesile ile Allah’a teslim olmak hususu yer alır. Hem iyiliğe ve hem de kötülüğe meyyal olan nefis için Hz. Yusuf, “Ben nefsimi terbiye edemem, çünkü nefis pek ziyade fenalığı emreder. Ancak Rabbimin rahmet buyurarak korudukları müstesnadır.”(38) diyerek Allah’a sığınmıştır.

4. ZEKÂTIN FARZ KILINIŞI

Malî bir ibadet olan zekât, arzuya bağlı bir yardım ve sada­ka anlamında Müslümanlarca daha Mekke dönemindeyken de biliniyordu. (39) Ancak, bugünkü anlamda ve İslâm devletinin bir malî kaynağı olarak farz kılınışı, hicretin ikinci yılında olmuş­tur. (40) Tafsilâtı ve diğer hükümleri ise, daha sonraları tedricî olarak gelmiştir. “Zekâtınızı veriniz.” (41) ayeti mutlak anlamda ve umumî olarak zekâtın farziyetini ifade etmektedir. (41) “Onların mallarından sadaka al.” (42) ayeti de şartla mukayyet olmaksızın mutlak hüküm ifade eden diğer bir zekât ayetidir. (44)

(35) Kur’an-ı Kerim, Bakara, 183 - 184.

(36) Abdülkadir Ali Hasan, Nazretün Amme fi tarihi’l fikhi’l - İslâmî, s. 16 (Kahire 1965)

(37) Kur’an-ı Kerim, Meryem, 36.

(38) Kur’ân-ı Kerim, Yusuf, 53.

(39) Abdülkadir Ali Hasan, a.g.e. s. 19.

(40) Zebidî, Tecrid-i Sarih, c. 5, s. 44; Muhammed Rızâ, a.g.e. s. 148.

(41) Kur’an-ı Kerim, Bakara, 43.

(42) Kurtubî, a.g.e. c. 1, s. 343; İbn Kesir, a.g.e. c. I, s. 84.

(43) Kur’an-ı Kerim, Tevbe, 103.

(44) Kurtubî, a.g.e. c. VIII, s. 247.

156

Zekât, kalplerdeki dünya sevgisi ve hastalığını gideren bir ilâç ve zenginlikten dolayı olabilecek taşkınlığa da bir engel teşkil eder. Zekâtın pek çok hikmetleri vardır. Bu hikmetlerden önemli birkaç tanesini şöyle zikredebiliriz:

1- Zekât, malın bir şükrüdür.

2- Zekât, zenginin malındaki fakirin hakkıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, “Onların mallarında dilenci ve mahrumun hakkı vardır.” (45) buyurmaktadır.

3- Zekât, dilencilerin sayısını azaltır, hırsızlığı ve soygun­culuğu önler.

4- Zekât, zenginleri cimrilikten korur.

5- Zekâtta İslami yardımlaşma ve Allah’ın adını yüceltme vardır.

5. İLK CİHAD EMRİNİN GELİŞİ

Hicretin ikinci senesinde Kur’an’ın getirdikleri hükümler­den biri de cihat ve ona ait emirdir. Rasulüllah (s.a.s.) cihat emri gelinceye kadar tam on üç sene Kureyş müşriklerini puta tapmaktan vazgeçirip Allah’a ibadet etmeye savaşmadan davet­te bulunmuş ve bunun üzerine artan ve azgınlaşan eziyet ve tuğyanlarına karşı ümmetiyle birlikte büyük bir sabır numunesi göstermiştir.

Ne sabırları, ne de iyi ve yumuşak muameleleri, bu azgın müşriklere fayda vermiş, kurtuluşu, vatanlarını ve mallarını terk ederek Mekke’den Medine’ye hicret etmekte bulmuşlar­dı. (46) Kendisine ashabının yaralı ve dövülmüş olarak her geli­şinde o, sabır tavsiyesinde bulunmuş ve ‘Henüz harbe mezun değilim’ (47) demişti.

Mekke’de cihada izin verilmeyip sabır ve teenni tavsiye olunduğu gibi, Medine’ye hicret olunduktan sonra da hemen izin verilmemiştir. Ancak hicretin ikinci senesinde, Müslümanlar güçlenip kuvvetlendikten sonradır ki cihada izin verilmiştir. (48)

(45) Kur’ân ı Kerim, Mearic, 25.

(46) Muhammed Rıza, a.g.e. s. 156 v.d.

(47) Zebidî, Tecrid-i Sarih, c. X, s. 127.

(48) Muhammed Rıza, a.g.e. s. 156.

157

Cihatla ilgili ilâhî emir şöyleydi: “Kendilerine kıtal ve tecavüz edilen müminlere (tedafül harbe) izin verildi. Çünkü onlar zu­lüm olunmuşlardı. Şüphesiz ki Allah, onları yardımıyla muzaf­fer kılmaya kâdirdir.” (49) Cihat emrinin verilmesine sebep ola­rak da Cenâb-ı Hak şu gerekçeyi gösteriyordu: “O mazlumlar ki, ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden başka bir sebep olmaksı­zın haksız olarak diyarlarından çıkarılmışlardır. Eğer Allah, in­sanların bir kısmının tecavüzünü öbür kısmının müdafaası ile karşılama- saydı -içinde Allah adı çok zikrolunan- manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yıkılırdı. Şu da mu­hakkaktır ki Allah, kendisine kulluk eden kişiyi muzaffer kıla­caktır. Şüphesiz ki Allah, çok kuvvetlidir, ziyadesiyle izzet ve şevket sahibidir.” (50)

Cihatla ilgili diğer bir ayet-i kerime de şudur: “Sizinle harp edenlerle Allah yolunda siz de savaşınız ve aşırı gitmeyiniz. Allah aşırı gidip tecavüz edenleri sevmez.” (51)

Cihat emrinin verilişi, bu iki ayet-i kerimenin hükmüyle sabittir. Fakat hangisi ile cihadın ilk önce farz kılındığında ihtilâf edilmiştir. Cessâs (52), Kurtubî (53) ve Şevkanî (54); Bakara sû­resi 190. ayetinin ilk cihat ayeti olduğunu kabul ederler, Ebu Bekr (r.a.) ise, Hac sûresi 39. ayetinin ilk cihat ayeti olduğunu söylemiştir. (55) İbnü’l Kayyim, Zadü’I - Mead’da; “Hac sûresi 39. ayeti için bu ayetle cihada izin verilmiştir fakat cihat farz kı­lınmamıştır.” der. (56)

Bu ayetlerin hangisi önce nazil olmuş olursa olsun, her iki­sine de bakacak olursak, müsaade edilen harbin tecâvüzî bir mahiyet taşımadığını görürüz. Müslümanlara, kendilerine tecavüz edenlere karşı, kendilerini müdafaa etmek ve maruz kaldıkları haksızlığı ve zulmü gidermek için harp etmeye müsaade ediliyor. Müslümanlar silaha sarılmaya icbar edildiklerinde savaşmışlardır. Yoksa asla tecavüz ve taarruzda bulunmamışlardır.

(49) Kur’ân-ı Kerim, Hac, 39.

(50) Kur’an-ı Kerim, Hac, 40.

(51) Kur’an-ı Kerim Bakara, 190.

(52) Cessâs, Ahkâmu’l - Kur’an, c. I, s. 256.

(53) Kurtubî, a.g.e. c. II, s. 347.

(54) Şevkanî, Ali b. Muhammed, Fethu’I - Kadir, c. I, s. 190 (Beyrut tarihsiz).

(55) Kurtubî, a.g.e. c. II, s. 347.

(56) Zebidî, Tecrid-i Sarih, c. X, s. 130.

158

6. BEDİR SAVAŞI VE ALINAN ESİRLER HAKKINDAKİ HÜKÜM

Bedir savaşı, cihat emri geldikten sonra yapılan ilk ve en önemli savaştır. Bu savaş, hicretin ikinci yılında ve Ramazan ayının 17. gününde vuku bulmuştu. (57) Kur’an-ı Kerim’de bu sa­vaşa çok önem verildiğini görmekteyiz. Pek çok ayet-i kerime, bu savaştan ve onun neticelerinden bahseder. (58) Cenâb-ı Hak, özellikle bu savaşta müminlere yardım etmiş ve onları melekle­riyle takviye etmiştir. (59)

Enfâl suresinde Cenâb-ı Hak, meleklerine: “Haydi gidiniz, benim nusretim sizinle beraberdir. Müminleri saflarında tutunuz ve sebat ettiriniz. Ben kâfirlerin kalplerine korku salacağım. Siz onların boğazlarına ve parmaklarına vurunuz buyurdu.” (60)

Peygamberimize de:

“Habibim endişelenme, şimdi size birbiri ardınca bin me­leği yardımcı olarak gönderiyorum.” (61) diye vahyolundu. Ardın­dan Peygamberimiz, “Aman Allah’ım yardım ve imdat eyle.” diye yalvardıkça, üç bin ve daha sonra da beş bin melekle yar­dım gelmişti. (62) Meleklerin fiilen harbe iştirak edişleri Bedir savaşının özel- liklerindendir. (63) Bu savaşta müminler melekleri gördükleri gibi, müşrikler de görmüştür. (64)

Müslümanların ilk ve en önemli zaferi olan Bedir savaşında pek çok müşrik esir alınmıştı. Bu esirler hakkında bir karara varılması gerekiyordu. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda isti­şarede bulundu. Yapılan istişare neticesinde iki önemli görüş ortaya çıktı.

(57) El-Kurtubî, c. IV, s. 190.

(58) Âl-i İmrân 123 – 127; Kamer, 46 – 47; Enfâl, 17.

(59) El-Kurtubî, c. IV, S. 193.

(60) Enfâl, 12.

(61) Enfâl, 9.

(62) Âl-i İmrân, 124 - 125.

(63) El – Kurtubî, c. IV, s. 196; Zebidî, Tecrid-i Sarih, c. 10, s. 148.

(64) Zebidî, Tecridi Sarih, c. X, s. 148, H. N. 1565; Âl-i İmrân, 13.

159

Bunlardan birincisi Hz. Ebu Bekir’in görüşü idi. O şöyle diyordu: “Ey Allah’ın elçisi! Onlar senin amcaoğulların, aşiretin ve kardeşlerindir. Allah sana zaferi nasip etti ve on­lara galip de geldin. Onlar öldürülmemeli ve onlardan fidye alınmalıdır. Alacağımız şeyler bize kuvvet verir ve belki Allah onlara hidayet eder.” (65)

Buna karşı Hz. Ömer şunları söyledi: “Ey Allah’ın elçisi! Onlar seni yalanladılar, seni yurdundan çıkardılar ve seni öldürmeye teşebbüs ettiler. Ben Ebu Bekir gibi düşünmüyorum, onları öldürelim ve onlardan fidye almayalım.” (66)

Peygamberimiz ve ashâbı, Hz. Ebu Bekir’in görüşünü be­nimseyip tercih ettiler. Fakat Peygamberimiz, Hz. Ebu Bekir’in görüşünü tercih edişi dolayısı ile muaheze olunmuş ve Hz. Ömer’in görüşüne uygun ilâhî vahiy gelmişti. (67) İlâhî vahiy şöyleydi: “Hiç bir peygamberin yeryüzünde zaferler kazanıncaya kadar esirler alması (vaki) olmamıştır. Siz dünyanın geçici şeylerini istersiniz. Hâlbuki Allah ahireti murat eder. Allah aziz­dir, hakimdir.

Eğer Allah tarafından geçmiş bir yazı olmasaydı, aldığınız­dan dolayı size büyük bir azap dokunurdu. Artık, ganimet olarak aldığınız şeylerden helâl ve hoş olarak yiyin, Allah’tan korkun. Allah gafurdur, rahimdir.” (68)

İlâhî vahiy Hz. Ömer’in görüşüne uygun geliyor fakat Pey­gamberimizin uygulamasını da onaylıyordu. (69)

7. GANİMETLERİN TAKSİMİ

Bedir savaşından sonra elde edilen ganimetler konusunda Müslümanlar arasında bir ihtilâf olmuş ve nasıl taksim olunaca­ğı hususunda görüş ayrılıkları belirmişti. (70)

(65) El Kurtubî, c. VIII, s. 147.

(66) Muhammed Rıza, a.g.e. s. 173.

(67) El-Kurtubî, c, VIII, s. 45.

(68) Kur’an-ı Kerim, Enfâl, 67-68- 69.

(69) El-Kurtubî, c. VIII, s. 46.

(70) El-Kurtubî, c. VII, s. 360; Cessâs, a.g.e. c. III, s. 45.

160

Bunun üzerine, “(Habibim) sana ganimetten sorarlar. De ki, ‘Ganimetler Allah’ın ve Rasûlünündür.’ Allah’tan korkun ve aranızı düzeltin. Ve eğer müminlerden iseniz Allah’a ve Rasûlüne itaat edin.” (71) ayet-i kerimesi indi. (72) Bu ayetin hükmüne göre ganimet, Allah’ın Rasûlüne aitti. (73) Fakat cumhura göre bu ayetin hük­mü, yine bu sûredeki şu ayetin hükmü ile kaldırılıyordu. (74) “Biliniz ki ganimet olarak aldığınız bir şeyin beşte biri Allah’a ve Peygamberine, hısımlara, yetimlere, fakirlere ve yolcularadır. Eğer Allah’a ve iki cemaatin karşılaşıp hak ile bâtılın ayrıldığı günde kulumuza indirdiğimiz şeye iman ediyorsanız, böyle bili­niz. Allah her şeye kadirdir.” (75)

Bu ayetin hükmüne göre, ganimetlerin beşte biri Allah’ın Rasulüne, diğer beşte dördü de gazilere aittir. Gaziler dilerler­se haklarını isteyebilirler. Bu takdirde taksim vacip olur. Dilerler­se, Allah rızası için terk edebilirler. Bu durum, onların içtihatlarına bırakılmıştır. (76)

SONUÇ

1-2. yılında hicretin getirdiklerini, Kur’an-ı Kerim açısından kısaca ve öz olarak açıkladık. Nazil olan ayetler ve getirdikleri hükümler bu kadar değildir. Mekkî ve Medenî sûreler hakkında kesin bir ittifak mevcut değildir. İttifak edilen sûrelerin yanında, ihtilaf edilen sûreler de vardır. Bazı sûreler hakkında bir kısım İslâm âlimleri Mekkî derken, bir kısmı Medenî, diğer bir kısmı da hem Mekkî hem Medenî sûreler olarak kabul ederler.

Mekkî ve Medenî sûreleri bilmek, İslâm Teşri Tarihi bakı­mından önemli olduğu kadar, Nasîh ve Mensuh olan ayetlerin bilinmesi yönünden de büyük önemi haizdir.

Bilindiği üzere, Mekke’de ferdî olan ibadet, daha hicret neticelenmeden bile Cuma namazının farziyetiyle bir cemaatleş­meye doğru gidilmiş, bir ibadet yeri olduğu kadar, Müslümanların varlığının ve şahsiyetinin bir sembolü olan camilerin yapıl­ması da ayrıca cemaat ruhunu tebarüz ettiren diğer bir etken olmuştur.

(71) Kur’an-ı Kerim, Enfâl, l.

(72) El-Kurtubî, c. VII, s. 360.

(73) Cessâs, c. III, s. 45.

(74) El-Kurtubî, c. VIII, s. 2; Cessâs, c. III, s. 50.

(75) Kur’an-ı Kerim, Enfâl, 41.

(76) Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, c. III, s. 2406 (İst. 1936).

161

Müslümanlar, bugün içinde bulundukları karışıklık ve ne yaptığını bilmezlikten, ancak Rasûlüllah’ın hayatını iyi tetkik ederek anlamak ve Kur’an’ın Teşri Tarihi’ni iyi bilmek suretiyle kurtulabilirler. Mekke’de nazil olan ayetlerin hükümleriyle, Me­dine devrinde nazil olan ayetlerin ihtiva ettiği hükümlerin ma­hiyeti iyi kavrandığında, Müslümanlar arasında mevcut olan uy­gulama ve metot farklılıkları da kendiliğinden sona erecektir. Hicrî 1500. yüzyıla girerken, bu gerçeğe eğilmek zorundayız.

Muhacirlerle Ensâr arasında teessüs eden kardeşlik, ön­celeri mirasta öz kardeşini dahi geride bırakmıştır. Toplu olma ve birlikte yaşamanın en güzel örneklerini veren ashabın bu davranışı, Müslümanlara daima örnek olmalıdır.

Hicretin ikinci yılında, ancak oruç gibi nefiste mücadeleyi emreden ve samimî kulluğu sembolleştiren ibadetle, toplumun sosyal yapısını ve yaşayışını canlandıran ve belli ellerde mal bi­rikimini önleyerek zengin ile fakir arasındaki uçurumu ortadan kaldıran zekât gibi malî ibadet emredilmiştir. Cihat ise İslâm’ın beş şartından dördü, kelime-i şehadet, namaz, oruç ve ze­kât farz kılındıktan sonra ve ancak müdafaa maksadıyla farz kılınmıştır. Bu konuda ilk vahiy, bi’setten tam on dört yıl sonra gelmiştir. İslâm Tarihi’nin ilk büyük savaşı olan Bedir savaşı, bu emirden sonra olmuştur. Bedir savaşı sadece zafer yönüyle de­ğil, aynı zamanda neticeleri itibariyle de büyük öneme sahiptir. Bedir zaferinin psikolojik ve sosyolojik tesirlerinin yanında, esir­ler ve ganimetlerle ilgili hükümler getirmesi bakımından da önemli yönleri bulunmaktadır.

162