İslam Tarihinde Hicret ve Alınması Gereken Dersler
İslâm’ın Doğuşu Sırasında Araplar:
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’ in hicretinin on beşinci yüzyılını kutladığımız bu sene, İslâm tarihi üzerinden 1400 sene geçmiş oldu.
Hicretin on beşinci yüzyılını kutlarken, bu tarihî büyük olayı anmak bizleri, bu muhteşem tarihi meydana getiren amillere, üzerine bina kılındığı unsurlara ve başlangıcından rayına oturuncaya kadar onu etkileyen tesirlere kısa bir göz atmak için aklımızı, fikrimizi o uzak geçmişe çevirmeye davet ediyor. Bundan önce, o tarihlerde dünyanın içinde bulunduğu durumlara az da olsa değinmekte fayda mülâhaza ediyorum.
Peygamberimizin risaletinden önceki tarihlerde Arabistan’da manzara şöyleydi: Vahşet ye zulüm oldukça yaygın; hayır ve fazilet namına hiç bir şey yok. Herkes şer kuvvetiyle iş görüyor; hak tamamıyla kuvvete mahkûm. Kalplerde şefkat ve merhametten eser yok. Ahlâksızlık, sefahat her tarafı kaplamış. Hiç bir yerde huzur ve sükûn yok. Özellikle Arabistan oldukça geri ve çok korkunç durumdadır. Halkı birbirine bağlayacak bir bağ, kabile hukukunu temin edecek bir kanun yok. Herkes müstakil olarak hareket etmekte ve daima birbiriyle çarpışıp durmaktadır. Aile hayatı, tamamıyla bozulmuş. Kadın ve aile hukuku denilen şey mevcut değil. Hele kadınlar için hiç bir hâk yok. Onlara insan nazariyle bakılmıyor. Onlar bir mal gibi alınıp satılmakta ve keyif için istenildiği gibi kullanılmakta. Bir erkek çocuk, babasının karısına, bir mal gibi vâris olmakta; bir baba, kız evlâdını diri diri toprağa gömmekte ve bundan zerre kadar vicdanı sızlamamaktadır.
119
Yetimlerin malları verilmez, fakirlere bakılmaz ve bunlar hayvan gibi kullanılmaktadır. Putperesttik her tarafı kaplamış, yalnız mabetlerdeki putlarla iktifa edilmiyor, çoklarının evlerinde de tapınacak putları var. Fitne ve fesat kavgaları her tarafı kasıp kavuruyordu.
Milâdî sene 610’da Arabistan toprakları üzerinde ilâhî bir nur doğdu ve her tarafı aydınlattı. Şirkin bataklıkları içerisinde çok korkunç durumda olan insanlığı putperestliğin ve küfrün karanlığından kurtarmak ve bir Allah’a imanın aydınlığına çıkarmak için Allah tarafından Hazreti Muhammed (s.a.s.) peygamber olarak gönderildi. Daha önceleri de milletinin putlara taptığını, ahlâksızlık ve delâlet içinde yaşadıklarını gördükçe içi sızlayan, ruhu sıkılan Peygamberimiz; çok zor fakat zor olduğu kadar da mukaddes olan ilâhî görevine başlarken, yaptıkları işlerin çirkin şeyler olduğunu kavminin yüzüne karşı söylüyor ve onları bunlardan vazgeçirmeye çalışıyordu. Yüzlerce puta tapan müşriklere, bir Allah’a ibadet etmelerini, putları kırıp atmalarını istiyordu.
Hz. Muhammed (s.a.s.) adaletle emrediyordu. Oysa adalet etmek ve herkesin hakkı- nı tanımak, şimdiye kadar zulüm yapmaya alışmış, yetim ve fakirlere hayvan muamelesi yapmış olan müşriklere uygun gelmiyordu. Onlar, yetimler ve fakirlerle birlikte yaşamayı istemiyorlardı. Bu hareketlerinin çirkinliğini bildiren ayetleri Peygamber Efendimiz okudukça, onlar iyice azgınlaşıyorlardı. Artık Müslümanlara yapabildikleri kadar zulüm ve işkence ediyorlardı.
Habeşistan’a İlk Hicret:
İslamiyet’i kabul eden Müslümanlara, onları dinden çevirmek için müşrikler yapmadık eza-cefa bırakmadılar. Hele kendisini himaye edecek kimsesi bulunmayanlara çok zülüm ve işkence ediyorlardı. Artık yapılan işkence ve eziyetler tahammül edilemeyecek hadde varmıştı. Hatta bazılarını da vicdanları sızlamadan şehit etmişlerdi. Peygamber Efendimiz, bu zulüm ve işkenceleri gördükçe içi sızlıyor, yüreği parçalanıyordu. Fakat zulme uğrayan bu Müslümanları himaye edecek kuvvete sahip değildi. Onun için kendilerini himaye edecek kabilesi olmayanların Habeşistan’a hicret etmelerini emretti. Peygamberliğinin beşinci senesinde on biri erkek, dördü kadın olmak üzere on beş Müslüman Habeşistan’a hicret etti. Müşriklerin işkencelerinden kurtulmak ve dinlerini muhafaza etmek için vatanlarını, mallarını, mülklerini ve yakınlarını terke mecbur olan ilk muhacirler, Mekke’den Habeşistan’a hicret eden bu fedakâr Müslümanlardır. Bunlar Habeş Hükümdarı Necaşî’nin ülkesine gittiler.
120
Müşriklerin Peygamber (s.a.s.)’ e Yaptıkları Ezalar:
Müşriklerin Peygamber Efendimize elleri ve dilleriyle yaptıkları işkenceler, hakaretler tüyler ürpertecek bir dereceye varmıştı. Fakat o bunlara hiç aldırmıyordu.
Bir gün Kureyş’ in büyüklerinden Utbe bin Rebîa, onlar namına Peygamber Efendimize şöyle bir teklifte bulundu: “Ey Abdullah’ın oğlu Muhammed! Senin böyle bir dava ile ortaya çıkmaktaki maksadın nedir? Mekke’ye hâkim ve hepimizin başına reis olmak sevdasında mısın? Yoksa asil ve güzel bir kızla evlenmek veyahut zengin olmak mı istiyorsun? Şayet böyle bir şey arzu ediyorsan, biz bunların hepsini sana verelim ve seni reis yapalım; yalnız bu söylediklerinden vazgeç, bizim dinimize, putlarımıza dil uzatma…”
Bu teklife cevaben Peygamber Efendimiz: “Bana dünyaları bağışlasanız bu yoldan dönmem. Çünkü ben kendiliğimden bir şey söylemiyorum, Allah’tan aldığımı söylüyorum. Ne mülk ne reislik ne de başka bir şey istiyorum. Bir elime Güneş’i, diğer elime de Ay’ı koysanız, yine de bu yoldan zerre kadar ayrılmam.” dedi ve ona şu mealdeki ayetleri okudu:
(Ey Muhammed onlara söyle): “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana, ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolundu. Artık O’na yönelin, O’ndan bağışlanma dileyin. Yazıklar olsun ortak koşanlara.” (1) Utbe de ne diyeceğini şaşırıp gitti. Müşriklerin yanına vardığında onlara: “Muhammed’in söylediği sözler şiirden daha üstün şeylerdi. Bana kalırsa, onu kendi hâlinde bırakınız. Muvaffak olur da bütün Arabistan’ı emri altına alırsa, bu sizin için de övünülecek bir şey olur. Muvaffak olamazsa zaten Arabistan onu imha eder.” diyordu. Fakat Kureyş onun sözlerini dinlememişti. (2)
Müşrikler, artık böyle tekliflerden bir netice alamayacaklarını anlamışlardı. Onun için her fırsatta Peygamber Efendimize ve Müslümanlara karşı daha şiddetli eza ve cefa yapmaya karar verdiler. Çünkü ne yaptılarsa olmadı, bir türlü Müslümanlığın önüne geçemediler. Müslümanlara o kadar eziyet ve işkence ettikleri halde yine de her gün Müslümanların sayısı artıyordu.
- Fussilet Suresi, 6.
- Asr-ı Saadet, 1/246, Ömer Rıza Doğrul.
121
Hele Hz. Hamza ile Hazreti Ömer’in Müslüman oluşu, onların gözlerini büsbütün korkuttu. Bunun üzerine toplanıp aralarında şu kararı verdiler:
“Bundan sonra Müslümanlarla ve Müslümanları himaye edenlerle ve genel olarak Muhammed’in akrabaları olan Benî Hâşim’le hiç kimse görüşmeyecek, onlarla alışveriş etmeyecek, kız alıp vermeyecek, onların serbestçe çarşı pazarlarda gezmelerine müsaade edilmeyecek, çarşı ve pazarlarda görülenlere her türlü eziyet vs. hakaret yapılacak, onlarla olan her türlü ilişki ve dostluk kesilecek.”
İşte müşrikler aralarında böyle bir muahede yaptılar ve bunu yazarak Kâbe’nin içine astılar. Bu karara göre hareket edeceklerine yemin ettiler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz’ in yakınları ile Müslümanlar, Şı’bi Ebî Tâlib denilen mahallede toplandılar. Müslümanlarla Benî Hâşim burada üç sene kadar kaldılar. Çok büyük sıkıntı çektiler. Müslümanlar Mekke’ye ancak gizlice çıkabilirlerdi. Müşrikler onları görünce başlarına üşüşürler, onları döverler ve çeşitli eziyetler yaparlardı.
Müslümanların Habeşistan’a İkinci Hicretleri:
Bu üç sene içinde Müslümanlar din uğrunda her türlü zulme, işkenceye, açlığa ve susuzluğa katlandılar. Ağaç yaprakları yiyerek, sefalet içinde yaşamaya mecbur oldular. Fakat İslâm’dan asla dönmediler.
İnsanlık dışı bu zulüm ve işkenceler karşısında çök güç durumda olan Müslümanlara, Peygamber Efendimiz tekrar müsaade etti. “İsteyenler, müşriklerin zulümlerinden kurtulmak için Habeşistan’a gitsinler.” buyurdu.
Bunun üzerine 77’ si erkek, 13’ ü kadın olmak üzere toplam 90 kişi, müşriklerin eza ve cefalarından kurtulmak ve dinlerini korumak maksadıyla doğup büyüdükleri aziz vatanlarından ayrılıp yabancı bir ülkeye gitmiş ve orada yaşamaya mecbur kalmışlardır. (3)
Yemen tarafında bulunan Müslümanlar da Habeşistan’a giderek oradaki din kardeşleriyle buluştular. Bu suretle Habeşistan’da Müslümanlar çoğalmaya başladı.
- Asr-ı Saadet, Ömer Rıza Tercümesi.
122
Kureyşliler, Müslümanların çoğalmasından ve dışta bir koruyucu ve bir sığınılacak yer bulmuş olmalarından endişeye düştüler ve Necaşî’ye Amr b. el-Âs İle Abdullah bin Rebîa’dan müteşekkil bir heyet gönderdiler. Birçok kıymetli hediyelerle Necaşî’ye giden bu heyet, oraya hicret eden Müslümanların kendilerine teslimini rica ettiler. Heyet, Necaşî’nin huzuruna girince, âdetleri üzere yerlere kadar eğilerek lâzım gelen tazimleri yaptılar ve getirdikleri hediyeleri takdim ettiler. Necaşî de maksatlarının ne olduğunu sordu. Bunun üzerine heyet başkanı Amr b. el-Âs: “Mekke’de Benî Hâşim’den bir adam çıktı. Peygamberlik davasında bulunuyor. İçimizden bir takım kısa görüşlü kimseler ona uydular. Onları cezalandırmaya çalıştık. Bunun üzerine bir kısmı buraya geldiler. Bizden ve atalarının dininden yüz çevirdiler. Sizin dininizi de kabul etmemişler. Onların bize teslim ve iadesini rica ediyoruz.” dedi. Necaşî’nin etrafında bulunan rahipler ve diğer adamları aldıkları hediyelerin etkisi altında kalarak Amr b. el-Âs’ın sözlerini tasdik ettiler ve “Her kabile kendi fertlerinin hâlini daha iyi bilir. Mültecileri bunlara teslim edersek, Kureyşi memnun ederiz.” dediler. Necaşî ise, “Bana iltica edenleri, düşmanlarıma teslim edemem.” diyerek Müslümanları dinlemeyi ve peygamberlik davasında bulunan şahıs hakkında bilgi edinmeyi uygun buldu. Bunun üzerine Müslümanları çağırttı. Onlar Necaşî’nin huzuruna girince, Kureyşliler gibi yerlere eğilmeyerek sadece selâm verdiler. Necaşî’nin adamları, hükümdara tazim etmelerini hatırlattılar. Onlar da “Biz Allah’tan başkasına secde etmeyiz.” dediler. Necaşî, huzuruna giren Müslümanlara şöyle hitap etti: “Sizi memleketinizden ayıran bu dinin mahiyeti nedir, niçin ne benim dinime ne de bu milletlerden herhangi bir kimsenin dinine girmediniz?” Bunun üzerine Müslümanların başkanı Cafer b. Ebu Tâlib söz alarak şöyle dedi:
“Ey Hükümdar! Biz cahiliyet âdeti üzere yaşayan bir millet idik. Putlara tapardık. Ölü hayvan eti yerdik. Fuhuş yapardık. Akrabalara küserdik. Komşuluk hakkına riayet etmezdik. Zayıf, kuvvetlinin esiri idi. Biz bu hâl üzere iken Allah Teâlâ içimizden birini peygamber gönderdi. Nesebi ve asaleti, sadakat ve emaneti, şeref ve namuskârlığı hepimizce malumdur. O, bizi bir Allah’a ibadet etmeye davet ediyor. Atalarımızın tapına geldikleri putları, ağaç ve taş parçalarını terk etmemizi söylüyor.
123
Bize doğru söylemeyi, emanete ve akrabalık bağlarına riayet etmeyi, komşularımızla güzel geçinmeyi, haramdan ve kan dökmekten sakınmayı bildiriyor. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara iftira etmekten nehyediyor. Allah Teâlâ’ya ibadet edip O’na hiç bir suretle şirk koşmamamızı emrediyor. Namaz kılmaya, sadaka vermeye, ihsanda bulunmaya, oruç tutmaya davet ediyor. Biz de ona inandık. Getirdiği dini kabul ettik. Allah Teâlâ tarafından getirdiklerini tasdik ettik. O’nun emrettiği şekilde ibadet ediyoruz. O’nun helâl dediklerini helâl, haram dediklerini haram tanıdık. Bundan dolayı kavmimiz bize düşman kesildi. Bize her türlü eza, cefa ve zulüm yapmaya başladılar. Bizi, tekrar putlara tapmaya zorladılar. Gün geçtikçe zulüm ve işkenceleri arttı. Tahammül edemez olduk. Bunun için onlardan kaçarak sizin memleketinize iltica ettik. Size karşı itimadımız vardır. Sizi başkalarına tercih ettik. Sizin komşuluğunuzu bir nimet bildik. Sizi emin bularak sizin yanınıza geldik. Zulme uğramayacağımızı ve haksızlık görmeyeceğimizi umduk.”
Necaşî, Cafer b. Ebu Tâlib’ den bu sözleri dinledikten sonra, ‘Peygamber olduğunu iddia ettiğiniz adama vahyolunan ayet-i kerimelerden bir miktar okuyunuz.’ dedi. Cafer b. Ebu Tâlib de Meryem Suresi’nin evvelinden, şu mealdeki ayet-i kerimelere kadar okudu:
“Meryem çocuğu gösterdi: ‘Biz beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz?’ dediler. Çocuk: ‘Ben şüphesiz Allah’ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı; nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı ve zekât vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti. Beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde, dirileceğim günde bana selâm olsun.’ dedi.” (4) Bazı rivayetlere göre Necaşî’ ye yanındaki rahipler, işittikleri ayetlerden o kadar duygulandılar ki, ağladılar.
Bunun üzerine Necaşî, “Allah’a yemin ederim ki, işittiğim bu kelâm, İsa’nın getirdiği kelâm gibi aynı yerden nazil olmuştur. Haydi, gidin, bunları size teslim etmem; peygamberlerini tekzip eden milletin hediyeleri bana lâzım değildir.” diyerek hediyelerini de reddetti. Sonra Müslümanlara dönerek, “Sizi ve yanından geldiğiniz Zat’ı tebrik ederim. Memleketimde huzurla oturun. Size kimse taarruz edemez. Allah bana bu mülkü, rüşvetsiz verdi. Ben de sizden rüşvet istemem. Kimsenin sözünü de dinlemem.” dedi. Müslümanlara daha fazla sevgi ve saygı gösterdi. Böylece hak batıla galebe çaldı. (5)
- Meryem Sûresi, 29-33.
- El-Esâle, 75-78, özel sayı.
124
Hz. Muhammed (s.a.s.) Müşriklere Meydan Okuyor:
Hazreti Muhammed (s.a.s.) müşriklerin kızmalarına, düşmanlıklarına hatta uygula- makta oldukları ablukaya rağmen, üzerine aldığı ilâhî vazifesini tebliğe devam ediyor, hiç yılmıyor ve Allah’tan aldığı şu ayetlerle onlara meydan okuyordu:
“Kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’an’dan şüphe ediyorsanız, siz de O’nun benzeri bir sûre meydana getirin; eğer doğru sözlü iseniz, Allah’tan başka güvendiklerinizi de yardıma çağırın. Yapamazsanız -yapamayacaksınız- o takdirde, inkâr edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının.” (6)
Bu ne kadar büyük bir iddia idi. Bütün dünyaya karşı böyle muazzam bir davada bulunmak, elbette bir insanın kendiliğinden söyleyeceği bir şey değildi; elbette bunu söyleten Allah Teâlâ Hazretleridir. Bunun üzerine din düşmanları ne yapacaklarını şaşırdılar. Fakat yine de inatlarında, küfürlerinde yürüyüp gidiyorlardı.
Müslümanlar tam üç sene muhasara altında kaldılar; açlık, susuzluk gibi çok sıkıntılı günler geçirdiler. Nihayet Kureyş içinde Müslümanların dûçar oldukları bu işkenceyi haksız görenler olmuş, birçoklarının muhalefetine rağmen, bu bir kaç kişi, o muahedeyi alıp yırtmışlar ve Müslümanları mahsur bulundukları yerden çıkarmışlardır.
Hz. Peygamber (s.a.s.)’ in Tâif Yolculuğu ve Neticesi:
Peygamberliğin onuncu yılında Peygamberimizin amcası Ebu Tâlib ve zevcesi Hazreti Hatice öldükten sonra müşriklerin eziyetleri daha da arttı. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), Mekkelilerin tutum ve davranışlarından usandı. Fakat davadan vazgeçmesi asla söz konusu olamazdı. Bu arada, Tâif halkını dine davet ve irşat etmeyi düşündü. Bu maksatla evlâtlığı Zeyd b. Hârise’yi yanına alıp Tâif’e gitti. Orada en asil ailelerden birine mensup olan üç kardeşle görüştü. Fakat bunların üçü de Peygamberimizi sağır bir kulakla dinlemişlerdi. Peygamberimiz orada on gün kadar kalarak birçok kişiye peygamberliğini tebliğ etti.
- Bakara Sûresi, 23-24.
125
Müslüman olmalarını ve Allah’ın azabından kendilerini kurtarmalarını söyledi. Onlar Müslümanlığı kabul etmediler ve memleketlerinden peygamberimizin çıkıp gitmesini istediler. Sadece bununla da kalmadılar; şehrin dışına çıkar çıkmaz Peygamber Efendimize çok hakaret ettiler. Memleketin en edepsiz, en ahlâksız insanlarını toplayıp sokaklarda Peygamberimizin arkasından bağırttılar. Bu ayak takımı insanlar, Peygamberimizin geçeceği yolun iki tarafına sıralanarak onu taşa tuttular. Efendimiz ayağından yaralandı. Ayakları o kadar kanadı ki, ayakkabısı ayaklarından sızan kanlarla doldu. Takati kesilerek yere oturmak istedikçe, zorla kaldırarak taşlamaya devam etmişlerdi. Nihayet Peygamber Efendimiz bir bağa iltica etmiş, bağın sahibi Utbe b. Rebîa müşrik olmasına rağmen, Peygamberimizi çok zor durumda görerek, ona kölesi ile üzüm ikram etmişti. Peygamberimiz üzüme elini uzattığı zaman, ‘Bismillah’ demişti. Bu söz, kölenin hayretini mucip olduğundan, bu kelimenin manasının ne olduğunu sordu. Peygamberimiz, Hıristiyan köleye İslamiyet’i izah etmiş, köle de o anda Müslümanlığı kabul etmişti.
Hazreti Muhammed (s.a.s.) Tâif’te çok kötü bir muamele ile karşılaşarak oradan kovulunca, biraz dinlenmek üzere iltica ettiği bu bağda, bir gölgeliğin altında ellerini kaldırarak Allah Teâlâ’ya dua etmeye başladı. Peygamberimizin Allah Teâlâ’ya duası, ümitsizlikten veya uğradığı zulümden şikâyeti ifade etmiyordu. O, geçmiş peygamberler gibi ümitsizlikten veya karşılaştığı işkence ve zulümlerden şikâyeti asla aklından geçirmezdi. O’nun kalbi, Allah’ın kendisine yardım edeceğine o kadar imanla dolu idi ki, ‘Yarabbi beni niçin terk ettin’ diye dua etmedi. Aksine dedi ki: “Yâ Rabbi! Kuvvetimin zaafından, tedbirimin noksanından, insanların nazarında hor görünüşümden ancak Sana şikâyette bulunuyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Zayıfların Rabbi Sensin, beni kime bırakıyorsun? Beni yok etmek isteyen yabancılara mı, yoksa mukadderatıma hâkim olacak düşmanlarıma mı? Senin gazabı ilâhîne uğramayayım da ne olursa olsun. Senin bahşedeceğin selâmet daha boldur. Yâ Rabbi! Senin, gökleri aydınlatacak, bütün karanlıkları yok edecek, dünya ve ahiretin salâhı kendisine bağlı olan yüzünün nuruna sığınıyorum. Senin gazabına asla uğramayayım. Senin ilâhî rızandan asla uzak olmayayım. Bütün kuvvet ve kudret ancak sendendir Yâ Rabbi”
126
Bu feci şartlar içinde, bu kadar yüce hislerle mütehassis olan bir ruhun ulviliğini takdir etmeyecek bir kimse bulunabilir mi? Bir kimse gerçekten peygamber olmasa, böyle müthiş işkencelere uğradıktan sonra, bu kadar asil hislerle dolu olabilir mi? Asla. Fakat Hazreti Muhammed (s.a.s.), tam bir sükûnetle, bir insanın tahammül edebileceği bütün zorluklara göğüs germiş; bir insanı intihara sevk edecek bütün felâketleri akıllara hayranlık verecek bir sabırla karşılamıştır. Bu ne sarsılmaz iman, Allah’ın iradesine bu ne büyük bir teslimiyettir. Bu iman ile Rabbine boyun eğmenin doğuracağı ruhani mutluluğa hayran olmamak mümkün değildir. Peygamberimiz, Allah’ın rızasına nail olduktan sonra, başına gelen bütün felâketlerin bir hiç olduğunu söylüyordu. (7) Çünkü o, muhakkak surette Allah’ın yardımına nail olacağını biliyordu ve her an bunu bekliyordu. Onun için her türlü eza ve işkenceye katlanarak her çeşit feragat ve fedakârlığı göze alıp bütün insanları ebedî kurtuluş yolu olan İslâm Dinine durmadan davet ediyor; hiçbir zaman usanmıyor, bıkmıyor ve ümitsizliğe kapılmıyordu.
(7) Peygamberimiz Aleyhi’s-Selâm, sh. 86, Ömer Rıza Tercümesi.
Birinci Akabe Biatı:
Hazreti Muhammed (s.a.s.), senelerce Mekke halkını İslâm dinine davet etmişti. Fakat müşriklerin küfür ve inadı, İslâm dinini kabul etmelerine mani oluyordu. Gerek müşriklerin bu tutumu, gerekse Tâiflilerin insanlık dışı çok feci muameleleri İslâm Peygamberi Hazreti Muhammed’i, Allah’ın emrini insanlara tebliğ vazifesinden alıkoyacak değildi. Çünkü İslâm güneşi mutlaka parlayacak, her tarafı aydınlatacaktır. Bundan dolayı Hz. Muhammed, her sene hac farizasını ifa etmek için Mekke’ye gelen kabilelerle görüşüyor; muhtelif panayırlara gidiyor ve oralarda rastladığı kişileri İslâm dinine davet ediyordu.
Peygamberliğin on birinci senesindeki hac mevsiminde Peygamberimiz birçok kabilelerle görüşmüştü. Bu arada Mekke şehri kenarında bulunan ‘Akabe’ adı verilen yerde bir kaç adama rastlayarak, onların kim olduklarını sordu. Onlar da Hazreç kabilesine mensup olduklarını söylediler.
127
Peygamberimiz onlara birkaç ayet okudu. Onlar da birbirine bakarak, “Bu adama inanmak hususunda Yahudiler bizi geçmesinler.” demiş ve içlerinden altısı orada Müslümanlığı kabul etmişlerdi. Esasen böyle bir peygamber geleceğini, daha önce Medine Yahudilerinden işitmişlerdi. Sonra bu şahıslar memleketlerine dönerek, Medine’de Müslümanlığın yayılmasına çalışmışlardır.
Ertesi yıl yani peygamberliğin on ikinci senesi hac mevsiminde Evs ve Hazreç kabilesine mensup bazı kişiler Mekke’ye geldi. Bunlardan ikisi Evs, diğerleri Hazreç kabilesinden olmak üzere on iki kişilik bir heyet ‘Akabe’ denilen yerde Peygamber Efendimizle gizli bir görüşme yaptılar ve Müslüman olarak ona biat ettiler.
Biatlarında: “Allah’a şirk koşmayacaklarına, hırsızlık yapmayacaklarına, zina etmeyeceklerine, çocukları öldürmeyeceklerine, bühtan ve iftirada bulunmayacaklarıma, doğru bir işte Peygamber’e karşı gelmeyeceklerine” dair söz verdiler. İşte bu biate, “Birinci Akabe Biatı” denir.
Bu Medineliler, kendilerine dine ait meseleleri öğretecek, Kur’an’ı belletecek bir kimse istediler. Peygamberimiz de Mus’ab b. Umeyr’i gönderdi. Hazreç kabilesi reislerinden Es’ad b. Zürâre’nin ve dini öğretmek için gönderilen Kur’an muallimi Mus’ab b. Umeyr’in himmetleriyle Medine’de İslâmiyet süratle yayıldı.
İkinci Akabe Biatı:
Peygamberliğin on üçüncü yılında Medine’deki Müslümanlardan ikisi kadın, yetmiş üçü erkek olmak üzere yetmiş beş kişi Mekke’ye geldi. Peygamber Efendimiz bunları karşıladı ve onlarla görüşüp konuştu. Müslümanların el ele verip anlaşmaları kararlaştırıldı. Akabe denen yerde toplandılar. Peygamber Efendimiz, amcası Abbas ile geldi. Abbas konuşmasında şöyle dedi:
“Ey Hazreçliler! Muhammed (s.a.s.)’ in aramızda mevkii yüksektir. Biz onu düşmanlarından koruduk. Sizinle bir anlaşma yapmak istiyor. O’na vereceğiniz sözü tutmak, ona muhalif olanlara karşı durmak hususunda gücünüz kâfi geliyorsa, buna bir diyecek yok. Fakat onu ele verecek, yanınıza geldikten sonra yalnız başına bırakacaksanız, bunu şimdiden söyleyiniz.”
Buna Medineliler şöylece cevap verdiler:
“Sözünüzü dinledik, Yâ Rasûlellah! Siz buyurun. Kendiniz namına, Allah namına istediğiniz andı alın. Biz hazırız.” Bundan sonra ant içtiler; Peygambere biat ettiler.
128
Akabinde Peygamberimiz aralarında on iki kişi temsilci seçmelerini söyledi. Onlar da Hazreçten dokuz, Evs’ den üç olmak üzere on iki kişiyi temsilci seçtiler. Hepsi de Peygamberimize şöyle söz verdiler: “Darlık ve genişlik zamanında, her halükârda itaat edeceğiz, sözün daima doğrusunu söyleyeceğiz ve Allah yolunda herhangi bir şeyden korkmayacağız.”
Bu ‘İkinci Akabe’ anlaşmasıyla Müslümanların önünde yepyeni bir ufuk açıldı. Medine İslâm’a kucak açmış oldu. Müslümanlar oraya gidip yerleşecekler, dinlerinin icabını çekinmeden yapacaklar ve İslamiyet’i yaymaya çalışacaklar. (8)
PEYGAMBERİMİZİN MEDİNE’YE HİCRETLERİ:
Peygamberimiz Hazreti Muhammed (s.a.s.), Allah Teâlâ’nın emriyle insanları İslâm dinine davet ettikçe, müşrikler âdeta çılgına dönerek bundan uzaklaşıyor ve içlerinde besledikleri kin ve düşmanlık hisleriyle ona diş biliyorlardı. İnsanlar için yegâne kurtuluş yolu olan İslâm dini uğrunda her türlü fedakârlığa katlanarak müşriklerin akla, hayale gelmeyen bin türlü İşkencelerine maruz kalan Peygamberimizin sadık arkadaşlarından bazıları evlerini, barklarını terk ederek Habeşistan’a, bazıları da Medine’ye hicret ederek, müşriklerin zülüm ve işkencelerinden kurtulup, emniyet ve huzura kavuştukları bir sırada, bizzat kendileri, bütün husumet ve düşmanlıkların, bütün işkence ve haksızlıkların yegâne hedefi olacağını yakînen bildikleri halde, sadece Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ali ile Mekke’de kalarak hicret için Allah’ın iznini beklemişlerdi.
Mekke civarında yaşayan ve İslâm dinini kabul eden nüfuzlu kâfile reisleri, Peygamber Efendimizi himayeye âmâde olduklarını söylüyorlardı. Devs kabilesinin reisi Tufeyl b. Amr’ın sağlam bir kalesi vardı. Tufeyl, Peygamberimizi müşriklerin şerrinden korunması için kalesine davet etmişse de Peygamberimiz bu daveti kabul edememişlerdi. Çünkü takdir-i ilâhî başka idi. Bu büyük şeref, müşriklerin şerrinden ve amansız işkencelerinden kurtulmak için mallarını, mülklerini, evlerini, barklarını Mekke’de bırakıp, Medine’ye hicret eden muhâcir Müslümanlara kucaklarını açarak onları bağırlarına basan ve her türlü yardımı yapan fedakâr Ensâr’a nasip olacaktı.
129
- Hazreti Peygamber’in Hayatı, sh. 40, O. Keskioğlu.
Hicretten birkaç gün önce Peygamberimize hicret edeceği yer rüyada gösterilmişti. Bu yer, ağaçlar ve bahçelerle dolu idi. Bunun üzerine Yemâme’ye gideceğini tahmin etmişti. Fakat rüyasında gördüğü yer Yesrib (Medine) idi.
Müşrikler, Birinci ve ikinci Akabe biatleri sonucu, Medinelilerin İslâm dinini kabul ettiklerini ve Mekke’de bulunan Müslümanların da fırsat buldukça birer birer Medine’ye hicret ettiklerini, günden güne orada çoğaldıklarını ve büyük bir kuvvet meydana getirdiklerini görüp anladıkları zaman, bunun doğuracağı neticelerden korkmaya ve endişe etmeye başladılar. Kureyş müşrikleri, kendileri için çok vahim telâkki ettikleri bu tehlikelere karşı bir çare bulmak amacıyla, mühim işlerini halletmek için daima toplandıkları Dâru’n-Nedve’ de toplandılar. Bu toplantıya bütün Kureyş reisleri katıldı. Bu sırada kapıda heybetli bir ihtiyarın dikilip durduğu görüldü. Ona, “Ey ihtiyar! Sen kimsin?” diye sordular. O da “Necid halkından bir ihtiyarım. Toplantı olacağını duydum. Toplantıda sizinle bulunup, konuştuklarınızı dinlemek, uygun görmediğim görüşler olursa, mütaalâmı bildirmek istiyorum.” dedi. Pekiyi gir, dediler ve o da onlarla beraber içeri girdi.
Toplantıda, İslâm dinini imha etmek için çeşitli tedbirler ileri sürüldü. Reislerden bir kısmı, Muhammed’in zincirle bağlanarak bir zindanda hapsedilmesini ve orada ölünceye kadar aç bırakılması tavsiye etti. Necidli ihtiyar, “Hayır, vallahi bu düşünceniz yerinde değildir. Andolsun ki siz, onu dediğiniz gibi hapsedecek olursanız, onu, kilitlediğiniz kapının arkasından arkadaşlarına haber ulaşır; ürerinize yürürler; onu, elinizden çekip alırlar. O’nun telkin ve propagandasıyla çoğalarak bu işte size galebe çalarlar. Onun için, bu görüşünüz yerinde değildir. Siz başka bir çare düşünün.” dedi. Kureyş reisleri, gerçekten onun taraftarları toplanıp kuvvetlenerek hemen onu kurtarırlar, diyerek bu fikirden vazgeçtiler. Bunun üzerine bazıları, Peygamber Efendimizin memleketten çıkarılmasını teklif etti. Necidli ihtiyar, “Hayır vallahi, bu düşünceniz de yerinde bir görüş değildir. O’nun sözünün güzelliğini, yumuşaklığını, tatlılığını, getirdiği şeylerle insanların kalplerine hâkim olup durduğunu görmüyor musunuz? Vallahi siz, bu dediğinizi yapacak olursanız, onun Arap kabileleri arasına girerek, sözleriyle onlara hâkim olup kendilerini peşine takmayacağından, işinizi elinizden almayacağından, size istediğini yapmayacağından emin olamazsınız. Siz onun hakkında başka bir tedbir düşünün.” dedi.
130
Kureyş reisleri, ihtiyarın bu sözlerini de yerinde buldular ve hakikaten Muham- med’in, her nereye gönderilirse müessir telkinlerle oranın halkını kendine bende ederek kuvvet kazanıp, bir gün Kureyş’e hücum etmesi ihtimaline binâen bu fikirden de vazgeçildi. Nihayet Ebu Cehil, Kureyş kabilelerinin her birinden kuvvetli bir gencin seçilmesi ve keskin kılıçlarla teçhiz edilmelerini, bunların birlikte Muhammed’i öldürmelerini teklif etti. Bu teklifin kabul edilmesi hâlinde hiç bir kabile Muhammed’in öldürülmesinden sorumlu tutulmayacak, Abdi Menaf oğulları da Muhammed’in intikamını almayı düşünmeyerek diyet talebiyle yetinecektir. Biz de Abdi Menaf oğullarına, onun diyetini öderiz fikrini ileri sürdü. Necidli ihtiyar, “İşte isabetli görüş şu adamın söylediğidir. Bu öyle yerinde bir mütaalâdır ki, ondan daha üstün bir mütaalâ göremiyorum.” dedi. Şeytanın Ebû Cehil’e ilham ettiği bu teklif, ittifakla kabul edilmişti, insan suretine giren ve kendisini Necidli diye gösteren ihtiyarın, şeytan olduğu rivayet edilir. (9)
Kureyş müşriklerinin bu kötü fikirleri, Allah Teâlâ tarafından Peygamber Efendimize bildirildi. Bunun üzerine Peygamberimiz hemen Hz. Ali’yi çağırttı. Kureyş, Peygamberimizin azılı düşmanı olmakla beraber, onun doğruluğuna ve emanetine o derece güveniyordu ki, en kıymetli eşyalarını ona emanet bırakırlardı. O’nun için bu sırada da Peygamberimizin yanında birçok emanetler bulunuyordu.
Peygamberimiz yanına çağırdığı Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: “Ben bugün Mekke’yi terk etmek için Allah Teâlâ’dan emir aldım. Sen bu gece benim yatağımda yat, benim örtümle örtün. Sabahleyin bu emanetleri sahiplerine ver.” Hadremî tabir edilen yeşil hırkasını, Hz. Ali’nin üzerine attı. Durum çok vahimdi. Kureyş’ in bu kararını Hz. Ali de haber almıştı. Fakat hiç tereddüt etmedi, düşünmedi ve o akşam yatağa bir gül bahçesine girer gibi girdi ve huzur içinde uyudu. Peygamberimizi öldürmek üzere her kabileden seçilen kişiler, en rezil ve âdi kişilerdi. Bunlar arasında Ebu Leheb’in de bulunduğu rivayet edilir. Bu reziller, ortalık kararınca Peygamberimizin evini kuşattılar. Peygamberimiz evinden çıkınca hemen üzerine atılıp onu öldüreceklerdi. Arap âdetine göre bir adamı evinin içinde öldürmek, kahramanlığın şanına aykırı bir hareket ve korkaklık sayıldığından, katiller eve girmeyip dışarıda Peygamberimizin çıkmasını bekliyorlardı.
(9) Siret-i İbni Hişâm, 1 / 93; Hz. Muhammed (s.a.s.) ve İslâmiyet, 1 / 368, A. Köksal
131
Peygamber Efendimiz yerden bir avuç toprak aldı ve Yâsîn sûresinin ilk ayetlerini okuyarak, kendisini bekleyen müşriklerin üzerlerine saçtı. İnsanlardan kendisini koruyacağını vaat eden Rabbine güvenerek evinden çıktı ve onların arasından geçip gitti. O’nun çıkmasını bekleyen kötü niyetliler, kör gibi baktılar fakat onu çıkarken görmediler. Onlar bir ara kapının aralıklarından içeriye baktılar; yatakta birisinin yattığını görünce, avlarının ellerine düştüğünü sanarak sevinmiş ve başarı kazandıklarından emin olmuşlardı. Çünkü onlar hâlâ Peygamber Efendimizi yatağında yatıyor zannediyorlardı. Bir müddet sonra canları sıkıldı; hemen Peygamber Efendimizin evine girdiler. Yatakta Hz. Ali’yi görünce şaşırdılar ve ona, “Muhammed nerede?” diye bağırdılar. Hz. Ali, “Bilmem” deyince, bir kat daha şaşkınlığa uğradılar. Böyle göz göre göre Peygamberimizin ortadan kayboluvermesi onlara çok ağır geldi. Mekke’yi alt-üst ettilerse de bulamadılar. Canları çok sıkıldı. Muhammed’i kim bulup getirirse, yüz deve vereceklerini her tarafa ilân ettiler. Bunun üzerine, ne kadar rezil ve eli kanlı varsa, hepsi Muhammedi ele geçirmek ve yüz deveyi almak hülyasıyla Mekke’nin etrafına yayıldılar. Oraya buraya koştular fakat Allah, onu kimseye göstermedi; bir türlü bulunduğu yeri bilemediler.
Peygamber Efendimiz o gece müşriklerin arasından çıkıp gitti ve Kâbe’ye uğrayarak orada: “Ey Mekke! Bütün dünyada en çok sevdiğim yer senin yerindir. Fakat senin evlâdın beni, senin duvarların arasında huzur içinde bırakmıyorlar...” dedi.
Ertesi günü öğle vakti Hz. Ebû Bekir’in evine geldi. Birlikte Medine’ye hicret edeceklerini söyledi. Bunu işitince, Hz. Ebû Bekir sevincinden ağladı. Çünkü Peygamber (s.a.s.)’ e arkadaş olmak, en büyük şerefti. Hemen iki deve hazırladılar, bir de usta bir kılavuz temin ettiler. Develeri, tayin ettikleri gün ve saatte Sevr dağına getirmesini söylediler. Gece olunca Hz. Ebû Bekir’in evinin arka penceresinden Ebû Bekir ile (r.a.) birlikte çıkarak, Sevr dağındaki bir mağaraya gittiler ve orada gizlendiler. Mağaraya giderken Hz. Ebû Bekir, Peygamberimiz’ in kâh önüne geçerek önünden yürümekte, kâh arkasından yürümekte idi.
132
Peygamberimiz ona, “Yâ Ebû Bekir, nedir bu hâlin?” diye sordular. Hz. Ebû Bekir de “Yâ Rasûlellah! Müşrikler arkamızdan takip ederler, diye aklıma geliyor, arkada kalıyorum. Pusuya yatmış olurlar, diye aklıma geliyor, ileri geçiyorum. Yolun sağında olurlar, diye aklıma geliyor, sağa geçiyorum. Solunda olurlar, diye aklıma geliyor, sola geçiyorum.” dedi.
Mağaraya vardıklarında da önce Hz. Ebû Bekir mağaraya girerek içini temizledi, içeride bulduğu delikleri de tıkadı. Sonra Peygamberimiz mağaraya girdi. Hz. Ebû Bekir mağaranın bir tarafında bir delik daha gördü. Oradan yılan, akrep gibi bir şey çıkıp da Peygamber Efendimizi sokmasın diye, ayağını oraya koyarak oturdu. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) başını, Hz. Ebû Bekir’in bacağının üzerine koyarak uyumaya başladı.
O sırada delikten bir yılan çıkarak Hz. Ebu Bekir’in ayağını sokmuştu. Peygamber Efendimiz uyanıp rahatsız olmasın diye, Ebu Bekir (r.a.) oradan ayağını çekmedi. Fakat canı çok yandı ve gözlerinden yaş aktı. Akan gözyaşları Peygamber Efendimizin mübarek yüzüne damlayarak onu uykudan uyandırdı. Peygamberimiz, “Ne var Yâ Ebâ Bekir?” diye sordu. “Ayağımı bir şey soktu ama ehemmiyeti yok; canım, anam ve babam sana feda olsun.” dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) hemen kalktı ve yılanın soktuğu yere tükürüğünü sürdü. 0 anda Allah’ın izniyle acısı gitti ve Hz. Ebu Bekir şifa buldu.
Peygamber Efendimizi ele geçirmek için yola çıkanlar, yoldaki izleri takip ederek mağaranın ağzına kadar geldiler. Fakat mağaranın ağzına bir örümceğin ağ germiş, bir güvercinin de yumurtlamış olduğunu gördükleri için içeriye girip girmemekte tereddüt ettiler. Kimisi içeri girelim, kimisi girmeyelim dedi. Bazıları ısrar ederek, “İlle bu mağaraya girip içini arayalım.” dediler. Bazıları da “Size Allah akıl versin, şu örümceğin ağına baksanıza, bunlar Muhammed doğmadan gerilmiş ve güvercinler de yuvalarını yapmış. İçeriye insan girseydi ne bu örümceğin ağı ne de güvercinin yumurtası olurdu.” diye söylendiler. Biraz gürültü yaptıktan sonra dönüp gittiler. Hâlbuki içeride Peygamber Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir, bunların gürültüsünü işitiyorlardı. Hz. Ebû Bekir bu durumu görünce, çok merak ediyordu. O gerçekte kendisi için değil, çok sevdiği Hz. Peygamber için endişe ederek, “Yâ Rasûlellah, beni öldürseler ehemmiyeti yok, ben bir şahısım fakat -Allah etmesin- sana bir zarar verilirse bütün ümmetin helakine sebep olurlar.” dedi.
133
Bu söz üzerine Peygamberimiz, “Sen kederlenme, Allah bizimle beraberdir.” diyerek onu teselli ediyor ve yüreğine kuvvet veriyordu. Hakikaten Allah Teâlâ, müşriklerin gözlerine perde çekti. Akıllarına bir şaşkınlık geldi. Mağaranın içine girmekten vazgeçerek bırakıp Mekke’ye döndüler. Hâlbuki içlerinden biri dikkatle mağaranın ağzına baksaydı, onları görecekti. İçeriye girmeye bile lüzum yoktu.
Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdullah, gündüzleri Kureyş arasında dolaşıyor, geceleri onlara haber götürüyordu. O dönünce, Ebû Bekir’in kölesi Âmir b. Füheyre o civara koyunlarını sürüyor, hem Abdullah’ın izlerini örtüyor hem de mağaradaki misafirlere süt veriyordu. (l0)
Peygamber Efendimizle Hz. Ebû Bekir mağarada üç gün kaldılar. Sonra develer geldi, binip Medine yolunu tuttular. Fakat müşrikler derhal anlamışlar ve arkalarından Surakâ isminde meşhur bir pehlivan göndermişlerdi. Bu pehlivan Peygamberimiz Efendimizi öldürmek ve yüz deveyi almak için atına binmiş koşturuyordu. Bunu gören Hz. Ebû Bekir, “Aman Yâ Rasûlellah! Tutulduk.” diye telâşa düştü. Peygamber Efendimiz de kendisine, “Telâş etme, Allah bizimle beraberdir.” diyordu.
Surakâ bütün kuvvetiyle atını sürdü ve gelip yetişti. Fakat tam bu sırada birdenbire atının ayakları sürçmüş, kendisi de yere yuvarlanmıştı. Surakâ tekrar ilerlemeye karar verdi ve atını sürdü. Fakat bu defa atının ayakları dizlerine kadar yere batıverdi. Olduğu yerde çakılıp kaldı. Ne kadar çalışmış ise de atın ayaklarını çıkarmak ve yürütmek mümkün olamadı. Surakâ bunu görünce, yaptığı işe pişman olarak Peygamber Efendimizden aman diledi. “Yâ Muhammed! Rabbine dua et, bu felâketten kurtulayım. Eğer beni bu halden kurtarırsan, sizi takip etmekten vazgeçeceğim; hem de arkadan sizi tutmak için gelenleri geri çevireceğim.” dedi ve andiçti.
Peygamber Efendimiz dua etti. Surakâ kurtuldu ve geriye dönüp gitti. Arkadan gelen birçok müşrikleri de “Buraları ben aradım, kimse yoktur. Başka taraflara gidelim.” diyerek çevirdi. Bu suretle Peygamberimiz ve arkadaşları, müşriklerin şerrinden kurtulmuş oldular. Surakâ bir müddet sonra da Müslüman oldu.
(10) Hüseyin Heykel, Hayat-ı Muhammed (Fî menzili’l - vahyi), sh. 253.
134
Aradan zaman geçince Ebu Cehil, Surakâ’nın bu hareketini öğrendi. Ona çok kızdı ve hakkında çok kötü sözler söyledi. O da “Eğer atımın ayaklarının nasıl yere gömüldüğünü görseydin, sen de Muhammed’in Peygamberliğine iman ederdin.” diye cevap verdi.
KUBA’DA İLK MESCİDİN İNŞASI:
Peygamber Efendimiz müşriklerin şerrinden kurtulduktan sonra yoluna devam etti. Bir pazartesi günü Medine’ye bir saat arası olan Kuba köyüne vardı. Medine’de sabırsızlıkla Peygamber Efendimizi bekleyen Müslümanlar, uzaktan görüp Peygamberimizi karşıladılar. Peygamber Efendimiz o köyde bir kaç gün kalıp bir mescit yaptı. İşte İslâm cemaati için yapılan ilk mescit budur.
Peygamber Efendimiz bir kaç gün orada kaldıktan sonra cuma günü devesine binerek, yüz kadar Müslüman ile Medine’ye yöneldi. Öğle vakti Ranûnâ denilen köyde iki rekât cuma namazı kıldırıp bir hutbe okudu. Peygamber Efendimizin ilk defa kıldığı cuma namazı ve ilk hutbe budur.
PEYGAMBERİMİZ (S.A.S.)’ İN İLK HUTBESİ:
Peygamberimiz ilk olarak kıldıkları bu Cuma namazında, önce Allah Teâlâ Hazretleri’ne lâyık olduğu veçhile, hamdüsena ettikten sonra birinci hutbede şunları söyledi:
“Ey İnsanlar! Sağlığınızda ahiretiniz için tedarik görüp hazırlanınız. Muhakkak biliniz ki, kıyamet gününde herkes burada yaptığından sorguya çekilecek. Cenab-ı Hak, burada iken ahireti için iyi bir hazırlık yapmamış kuluna diyecek ki: ‘Ey kulum! Sana benim peygamberim gelip de söylemedi mi? Ben sana mal verdim, sağlık verdim, sana birçok nimetler ihsan ettim. Sen kendin için ne hazırladın? İbadet yaptın mı? İyilik ettin mi?’ O kimse de sağına soluna bakacak, bir şey göremeyecek. Önüne bakacak cehennemden başka bir şey göremeyecek. Öyle ise her kim kendisini, velev ki bir yarım hurma ile olsun ateşten, cehennemden kurtarabilecek ise hemen dünyada o hayrı işlesin. Dünyada iken yapabildiği kadar hayır ve iyilik yapsın. Yarım hurma tanesi kadar bile iyilik yapacak bir şeyi yoksa herkese tatlı dilli ve güler yüzlü olsun. Zira bu suretle yaptığı bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevap ve mükâfat verilir.”
Peygamberimiz birinci hutbeyi böylece tamamladıktan sonra, tekrar ayağa kalkarak, ikinci hutbeye de şöylece devam etti:
135
“Allah’a hamdüsena olsun. Allah’a hamdeder ve O’ndan yardam isterim. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü işlerimizden Allah’a sığındık, Allah’ın hidayet ettiğini (yola soktuğunu) kimse yoldan saptıramaz. Allah’ın sapıttığını da kimse doğru yola sokamaz. Size haber veririm ki; Allah birdir, O’ndan başka tanrı yoktur. O’nun eşi ve ortağı da yoktur. Sözün en güzeli Allah kelâmıdır; Allah’ın kitabıdır. Allah’ın Kitabı, sözlerin en güzeli ve en beliğidir. Allah’ın sevdiğini seviniz, Allah’ı can ve gönülden seviniz, Allah’ın sözünden kalbinize katılık gelmesin. Zira Allah’ın sözü, her şeyin aslını ayırıp seçer. İşlerin hayırlısı ve kulların güzidesi olan peygamberleri ve kıssaların en iyisini zikreder. Helâl ve haramı beyan eyler, öyle ise yalnız Allah’a ibadet ediniz ve O’na hiç bir şeyi şerik etmeyiniz. O’nun sözlerine muhalefetten hakkıyla sakınınız. Birbirinize karşı güzel söyleyiniz ve birbirinizle sevişiniz. Muhakkak bilmelisiniz ki; Allah Teâlâ Hazretleri sözünden dönenlere gazap eder. Selâm sizin üzerinize olsun.”
MEDİNE’YE VÂSIL OLUŞ:
Peygamber Efendimiz Ranûna’da cuma namazını kıldıktan sonra yine devesine bindi ve Medine şehrine yöneldi. Kimin evine konacağını kimse bilmiyordu.
Peygamberimiz Medine’ye girince, Medineliler çok büyük şenlikler yaptılar. Bugün, Müslümanlık için çok hayırlı bir gündü. Müslümanlar için artık yeni ve muvaffakiyetli bir devre başlamış bulunuyordu. Müslümanlık her tarafa buradan yayılacaktı. Buradan yayılacak olan ilâhî nur ve kuvvetli ışık, bütün dünyayı aydınlatacaktı. Müslümanlar birbirlerini tebrik ediyordu. Çocuklar sokaklarda, “Allah’ın Elçisi, Allah’ın Peygamberi geldi.” diye sevinip çağrışıyorlar. Kadınlar damların başına çıkmış güzel şiirler söylüyorlar ve “Hoş geldiniz! Ey Allah’ın Sevgili Elçisi.” diyorlardı. Her evin önünden geçerken, “Bize buyurun, Yâ Rasûlellah!” diye davet ediyorlar ve devesinin yularını tutuyorlardı. Peygamber Efendimiz, devesinin çöktüğü yere misafir olacağından, devenin yularını tutanlara, “Dokunmayınız. O, gideceği yeri bilir. Allah tarafından memurdur. Durunuz bakalım nereye gidecek.” diyordu. Devesi gidip evvelâ boş bir arsada çöktükten sonra, tekrar kalkıp yürüyüverdi ve Hazreti Hâlid’in evinin önüne çöktü. Lâkin oradan da kalkarak tekrar önceki arsaya gitti ve orada çöktü. Peygamberimiz deveden inerek Hazreti Hâlid’in evine gitti ve “İnşallah konağımız burasıdır.” deyip buraya misafir oldu.
136
Peygamber Efendimiz Medine’ye, peygamberliğinin on üçüncü senesinde Rebîu’l- evvel ayının on ikinci günü, Haziran’ın yirmi sekizinde giriş yaptı.
Medine halkının hepsi gelip, Peygamber Efendimizi ziyaret ettiler. Efendimiz, devesinin ilk defa çöktüğü boş arsayı sahiplerinden satın aldı. Oraya kerpiçten bir mescit ve etrafına kendisi için odalar yaptırdı. Şimdi Medine’deki Mescid-i Nebî denilen ve Müslümanlar tarafından ziyaret olunan camii şerif, bu mescittir. Bu mescit yapılırken Peygamber Efendimiz bizzat bir amele gibi çalışmış ve sırtında kerpiç taşımıştır.
Bu senenin Muharrem ayı, İslâm tarihi için bir başlangıç olarak kabul edilmiştir. Hicrî tarih dediğimiz budur. O zaman Peygamber Efendimiz elli dört yaşına girmiş bulunuyordu. Miladi takvime göre bu tarih 622 yılına rastlamaktadır.
Peygamber Efendimiz, Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra, Mekke’de kalan Müslümanlar da birer birer Medine’ye geldiler. Medineliler, Mekke’den gelen kardeşlerine her hususta yardım ediyorlardı. (11)
MEDİNE - YENİ VATAN:
Evet, Hz. Muhammed (s.a.s.) bundan on dört asır önce hicret etti. Acaba nereden nereye ve niçin gitti? Doğup büyüdüğü, yemeğini yediği, suyunu içtiği, havasını teneffüs ettiği, üzerine ilk ilâhî hidâyet güneşinin doğduğu, ruhunun ilâhî vahye kavuştuğu, milletini ve bütün insanlığı hidayete, doğru yola iletmesi için Allah tarafından vahiy getiren Cebrâil (a.s.) ile buluştuğu mübarek bir beldeden ayrıldı. Tebliği ile görevli bulunduğu İslâm dinini yaymak için daha elverişli bulunan ve halkı, müşriklerin zulüm ve işkencelerinden canı yanan Müslümanları bağrına basan, İslamiyet’e gönül veren ve Rasûlüllah’a âşık olan Medine’ ye göç etti.
Yukarıda sıralanan bütün bu hususlar bir tarafa, bir insanın doğup büyüdüğü vatanından ayrılması, sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Vatan, sahibinin bir parçasıdır. İnsanın ondan ayrılması cidden çok zordur. Onun içindir ki, bir vatan uğruna ne canlar kurban oluyor. Bütün milletler, bütün ordular hep vatan için savaşırlar. Yazarlar, hatipler, şairler hep ondan bahseder, hep vatanı terennüm ederler. Kişi, anasının bir parçası olduğu gibi, vatan da sahibinin bir parçası sayılır.
(11) Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Müslümanlık, sh. 79, A. H. Akseki.
137
Herhalde bundan dolayıdır ki, vatan, anaya benzetilerek, ‘Anavatan’ deniyor. Vatan, insan nezdinde ana kadar değerli, ana kadar sevgilidir. İşte Kur’an-ı Kerim’de bu gerçeğe işaret edilerek şöyle buyurulmaktadır:
“Musa’dan sonra İsrail oğullarının ileri gelenlerini görmedin mi? Peygamberlerinden birine, ‘Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım.’ demişlerdi. ‘Ya savaş size farz kılındığında gitmeyecek olursanız?’ demişti. ‘Memleketimizden ve çocuklarımızdan uzaklaştırıldığımıza göre niye Allah yolunda savaşmayalım?’ demişlerdi.” (12)
Diğer bir ayet-i kerimede:
“Şayet onlara, ‘Kendinizi öldürün’ yahut ‘Memleketinizden çıkın’ diye emretmemiş olsaydık, pek azından başkaları bunu yapmazlardı.” (13)
İsrail oğullarının ileri gelen eşrafı; ‘memleketimizden çıkarıldık, çocuklarımızdan uzaklaştırıldık, nasıl olur da Allah yolunda savaşmayız?’ diyerek, memleketten çıkarılmayı savaşa atılmak, bu yolda canlarını feda etmek için en büyük gerekçe sayıyorlardı. Çünkü savaşın, sadece Allah yolunda olması, onlar için kâfi değildi. Onları asıl savaşa iten sebep, memleketlerinden çıkarılmaları ve çocuklarından uzak kalmaları hususları idi.
İkinci ayet-i kerimede ise Allah Teâlâ, kendilerini öldürmeleri emri ile vatanlarından çıkmaları emrini eşit kılmıştır. Yani ya kendinizi öldürün ya da memleketinizden çıkın. Bunların ikisi de birdir. Kendilerini ördürmeleri, onlara ne derece ağır geliyorsa, memleketlerinden çıkmaları da o derecede ağır gelmekte idi. İşte görülüyor ki, vatandan ayrılmak zannedildiği kadar kolay bir şey değildir. Şu da muhakkak ki, herkes gibi Peygamber Efendimiz de vatanını seviyor ve ondan ayrılmak istemiyordu. Mekke’den ayrılırken, Mekke’ye hitaben söylediği şu tarihî sözler, onun vatanı olan Mekke’yi ne kadar sevdiğini göstermeye kâfidir.
“Ey Mekke! Bütün dünyada en çok sevdiğim yer, senin topraklarındır fakat senin evlâtların, beni senin duvarların arasında huzur içinde bırakmıyorlar...”
PEYGAMBER (S.A.S.) İN BÜYÜK AZİM VE SEBATI:
Peygamberimiz, Kureyş ‘in en ileri geleni, en temiz ruhlusu, en doğru sözlüsü, en güvenilir kişisi ve ahlâk olarak da en güzel olanı idi. O, milletini sapıklık içinde gördükçe içi sızlar, onları bu halden kurtarmak için can atardı.
(12) Bakara Sûresi, 146.
(13) Nisa Sûresi, 66
138
Onlar ise, kelebekler gibi şuursuzca, ışık diye ateşe üşüşüyor, kendilerini mahvediyorlardı. Bu şuursuz hareketlerini görmekte olan Peygamber Efendimiz, durmadan, usanmadan onları kurtarmak için elinden gelen her şeyi yapıyor, hidâyet güneşi ile aydınlanmaları için çırpınıp duruyordu. Onların Hak Din İslâmiyet’i kabul etmeleri ve bu sayede dünya ve ahiret saadetine kavuşmaları için kendini mahvedercesine uğraşıyordu. Kur’an-ı Kerim bu hususu şöyle dile getiriyor:
“Ey Muhammed! Bu söze inanmayanların ardından üzülerek neredeyse kendini mahvedeceksin.” (14)
Peygamber Efendimiz, Mekke halkını yıllarca İslâm dinine davet etti. Fakat Kureyş müşriklerinin küfür ve inadı, haset ve kıskançlıkları İslamiyet’i kabul etmelerine mani oluyordu. Onun İçin durmadan söz ve fiille Peygamber Efendimize saldırıyor, Peygamberlik davasında onu yalanlıyorlardı. Kendisini gözden düşürmek için her çareye başvurdular. Yalancıdır, dediler; sihirbazdır, dediler; delidir, dediler; kişiyle karısının, çocuklarıyla ebeveyninin; aşiretle aşiretin; kabile ile kabilenin arasını açtığını
iddia ederek, kendisine en çirkin iftiralarda ve hakaretlerde bulundular.
Akla, hayale gelmedik işkenceler yaptılar. Diğer taraftan da onu güç durumda bırakmak için kendisinden, Hazreti Musa ve Hazreti İsa’nın mucizeleri gibi mucizeler göstermesini isteyerek ona şöyle dediler:
“Bize yerden kaynaklar fışkırtmadıkça, sana inanmayacağız veya senin hurmalık ve üzüm bağın olup, aralarında ırmaklar akıtmalısın yahut da iddia ettiğin gibi, göğü tepemize parça parça düşürmeli ya da Allah’ı ve Melekleri karşımıza getirmelisin veya altından bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ama oradan okuyacağımız bir kitap indirmezsen, yine |o yükselmene inanmayacağız. De ki: Fesübhanellah, ben Peygamber olan bir insandan başka bir şey miyim?” (15)
Kureyş müşrikleri, Peygamber Efendimizi önceleri bu davadan vazgeçirmek ve putlarına dil uzatmaması için mal ve saltanat vadettiler, beşerî ihtirasları tahrik edecek her vaatte bulundular. Fakat bunların hiçbiri Peygamberimizi ilâhî davasından vazgeçirmedi. Çünkü dava, onun şahsî davası değil, ilâhî bir dava idi.
(14) Kehf Sûresi, 6.
(15) İsra Sûresi, 92 - 93.
139
O sadece Allah’ın emirlerini yerine getirmeye çalışıyordu. Peygamberimizin müşriklerle mücadelesi, hayır ile şerrin, fazilet ile rezaletin, hak ile batılın mücadelesi idi. Müşrikler, İslamiyet’i kabul etmedikçe, bu mücadele devam edecekti.
Kureyş, Peygamberimizi davasından vazgeçirmek için başvurduğu bütün çareler boşa gidince hiç olmazsa, İslamiyet’in yayılmasını önlemek, bu dini kabul eden Müslümanları ondan çevirmek maksadıyla Peygamberimize ve ona uyan Müslü- manlara ellerinden gelen her çeşit işkenceyi yaptılar. Bugün bazı devletlerin yaptığı gibi, Peygamberimize ve ona uyan Müslümanlara iktisadî ambargo uyguladılar ve onları senelerce aç, susuz bıraktılar. Dövdüler, şehit ettiler ve yerlerinden, yurtlarından ayrılmak zorunda bıraktılar. Çünkü İslamiyet tam bir müsavat getiriyordu. Kur’an-ı Kerim insanlara şöyle hitap ediyordu:
“Allah katında en iyiniz, en şerefliniz, en çok takva sahibi olanınızdır.” (16)
Peygamber Efendimiz de bu konuda şöyle buyurur: “İnsanlar tarak dişleri gibi müsavidirler.” (17) Diğer bir hadis-i şerifte de buyurur ki: “Arap olanın Arap olmayan üzerine hiç bir üstünlüğü yoktur.” (18) Müşriklerse, bu müsavattan çok korkuyorlardı. Zengin, fakir, efendi, köle nasıl bir olabilirdi? Bir Kureyş reisi, halktan biriyle nasıl aynı seviyede olabilirdi? Kureyş uluları bu müsavat prensibini bir türlü kabul edemiyorlardı. İşte bütün bunlar, servet sahiplerinin içinde kızgınlık, öfke; şeref ve itibar sahiplerinde ise kin meydana getiriyordu.
HİCRET’TEN ALINACAK DERS VE İBRETLER:
Kureyş müşriklerinin, Peygamber Efendimize ve ona uyan Müslümanlara karşı insanlık dışı tutumları, Peygamberimizin Medine’ye hicretlerinden sonra, İslamiyet’in yayılmasındaki başarısında en büyük etkenlerden olmuştur. Peygamber Efendimiz ve arkadaşları, bu kadar zulüm ve tazyiklere, bu kadar eza ve işkencelere tahammül ederek, yılmadan ve usanmadan davalarında sebat gösterdiler. İnsanları kurtarmak ve kurtuluş yoluna getirmek için daha hızla hareket etmeleri, bütün bu haberlerin etraftaki kabilelere dağılmasına, İslâm nurunun görülmesi için gözlerin açılmasına, bâtıla saplanan en katı yüreklilerin bile dönmesine sebep olmuştur. İşte böylece Peygamberimize ve onun arkadaşlarına yönelen bütün zulüm ve işkenceler, hakka hizmet etmiş oldu. Bunlardan ders ve ibret almak gerekir.
(16) Hucurât Suresi, 13.
(17) Künûzü’l - Hakâik, 2 / 185.
(18) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, 5 / 411.
140
Esasen hicret konusunda hatiplerin hutbelerinde, vaizlerin vaazlarında, yazarların yazılarında değinmedikleri bir mana, bir cihet kaldığını sanmıyorum. Fakat aynı şeyleri tekrar da olsa Peygamber Efendimizin ve onun ashabının karşılaştıkları eza ve cefaları, tahammül edilemeyecek zulüm ve işkenceleri, beşeriyeti küfrün karanlıklarından, şirkin bataklıklarından kurtarmak için bütün bunlara nasıl tahammül ettiklerini, insanları kurtuluş yoluna getirmek için nasıl daha derin bir hızla hareket ettiklerini öğrenmek maksadıyla yeniden ele almanın ve tekrar tekrar okumanın çok faydalı olacağı düşünülmüştür. Böylece bilgiler tazelensin, hadiseler hatırlansın da bunlardan gerekli ibret alınsın. Yoksa okunanlardan, duyulanlardan ibret alınmazsa, hicreti anmanın ne kıymeti olur? Mühim olan sadece okumak veya yazmak değil, vuku bulan bu çok hazin olaylardan gereği gibi ders ve ibret almaktır. Aksi halde bizler, aşağıda meali yazılı ayet-i kerime ile durumları tenkit edilen zümreye dâhil olmuş oluruz:
“Göklerde ve yerde nice belgeler vardır ki, yanlarından yüzlerini çevirerek geçerler.” (19)
Bugün tüm dünya devletlerinin çeşitli musibetlere, birçok felâketlere uğramaları, hep Kur’an-ı Kerim’den yüz çevirmeleri, yapılan uyarılara aldırmamaları, ibret alınması gereken olaylardan gerekli dersi almamalarından ileri gelmektedir.
Zanneder misiniz ki, Nuh milleti, Âd, Semud, Lût milleti, günümüzdeki milletlerden daha çök günah işlemişlerdir? Daha çok nefsanî arzularını tatmine çalışmışlardır?
Zanneder misiniz ki, bugün bu kadar pervasızca günah işleyen, zulüm yapan bu milletleri Allah Teâlâ ihmal edecek ve cezalandırmayacaktır? Hayır, Allah mutlaka, taşkınlıkları, küfür ve inatları, dinden yüz çevirmeleri sebebiyle geçmiş milletleri cezalandırdığı gibi, bunların kıssalarından ibret almayan, dinden ve Kur’an’dan yüz çeviren bugünkü milletleri de mutlaka cezalandıracaktır.
Allah Teâlâ, Nuh milletini tufanla helâk etti, boğdu; Âd milletini de önünde durulmaz dondurucu bir rüzgârla yok etti ve kökünü kesmek üzere, üzerlerine o rüzgârı yedi gün sekiz gece estirdi. Lût milletinin üzerlerine taş yağdırdı ve bir rüzgâr göndererek helak etti. Semud milletini zorlu bir sarsıntı ile yok etti. Bütün bu felâketler, o milletlere aniden geldi. Onlarsa karşılaştıkları bu felâketleri beklemiyorlardı.
(19) Yûsuf Suresi, 105.
141
Bugün dünya milletlerinin başına gelen felâketler, korkular nedir? Ne kadar güçlü, ne kadar kuvvetli olursa olsun, durumundan emin olan, hiç bir korku, hiç bir endişesi bulunmayan tek bir devlet gösterilemez. Harp korkusu, açlık korkusu, anarşi korkusu, her zaman bu milletleri tehdit eden, rahat ve huzurlarını kaçıran sebeplerdendir. Eskiden olduğu gibi, bugün harpler sadece sınırlarda dehşet oluşturmuyor. Ülkenin her yerinde aynı korku hissedilmekte, kimse kendini güven altında görememektedir. Karadan, denizden, havadan atılacak bir atom bombası, bir top, bir füze; ne beşikteki yavruya ne yataktaki hastaya ne de evinde oturan yaşlı ihtiyara merhamet ediyor. Hele son zamanlarda ortaya çıkan anarşi, her zaman ve her yerde milletleri tehdit etmekte, hunharca masum insanları öldürmekte, sahibinin gözünün önünde malını, mülkünü alıp gitmekte, çoğu zaman malı için hayatını da yok etmektedir.
Hiç şüphesiz ki, bütün bunlar, insanları dünya ve ahirette huzur ve saadete kavuşturmak için Allah tarafından gönderilen İslâm dininden uzak kalmanın cezası; zayıf milletleri pençesi altına alıp ezen, onları köle gibi kullanan ve memleketlerini sömüren sömürgecilerin işledikleri cinayetlerin cezası; zalimlerin zulmünden ezilip gitmekte olan zayıfların, mazlumların yardımına koşmamak gibi görev ihmalinin cezası; dinsizliğin, alenen ve pervasızca işlenen günahların, hayâsızca işlenen, fuhşun, hak ve hukukun çiğnenmesi gibi irtikâp edilen suçların cezasıdır.
Milletler, renk farkı gözetmeden, zengin, fakir, kuvvetli, zayıf, şerefli, düşük, efendi, köle demeden, tüm insanları birbirine müsavi kabul eden; şeref ve üstünlüğü, Allah’tan en çok sakınmakla ölçen İslâm dinine dönmedikçe; küfür ve taşkınlıkta inat ederek, peygamberlerine inanmayan ve bu yüzden Allah’ın gazabına uğrayan geçmiş milletlerin kıssalarından ders ve ibret almadıkça, insanlığın, bu felâketlerden kurtulması, aradığı sükûn ve huzura kavuşması mümkün değildir. Suçlu milletler, mutlaka cezalarını göreceklerdir.
142
Kur’an-i Kerim bu konuda tüm insanlığı şöyle uyarmaktadır:
“Ey Muhammed de ki: ‘Benim yolum budur; ben ve bana uyanlar bilerek insanları Allah’a çağırıyoruz. Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben asla Allah’a eş koşanlardan değilim.’ Senden önce kasabalar halkından şüphesiz, kendilerine vahyettiğimiz birtakım insanlar gönderdik. Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonlarının ne olduğunu görsünler? Ahiret yurdu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır; akletmez misiniz? Öyle ki, peygamberler ümitsizliğe düşüp, yalanlandıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir. Böylece, istediğimizi kurtarırız. Azabımız suçlu milletten geri çevrilmeyecektir.” (20)
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) ve ona uyan Müslümanlar, tam bir basiretle insanları; Allah’a ve O’nun dini olan İslamiyet’e çağırmışlardır. Bunlara gerçekten inanmak, ancak o davete icabet etmek ve onu bizzat yaşamakla mümkündür. Onu yaşamaksa, Allah’ın emirlerini, gereği gibi yerine getirmeye çalışmak ve yasakların- dan kaçınmak; Kur’an-ı Kerim’ de bahsedilen önceki milletlerin kıssalarından ibret almak ve işledikleri günahlardan ötürü, karşılaştıkları cezaların sonucunu iyi düşünmekle olur.
İnananlar, çok dikkat etmeli, geçmiş milletlerin yaptıklarını ve bu yüzden başlarına gelen felâketleri çok iyi düşünmeli, onların bu hallerinden gereği gibi ders ve ibret almalıdırlar. Ve şuna da kesin olarak inanmalıdırlar ki, Allah’ın azabı suçlu milletten geri çevrilemez. Azaptan kurtulacak olanlar ise ancak Allah’a karşı gelmekten sakınanlar olacaktır. Mutlu ahiret hayatı da onlar içindir.
Hicretin on beşinci yüzyılını kutladığımız bugünlerde Müslümanlar olarak, her zamankinden daha çok uyanık olmalıyız. Hicretini yâd ettiğimiz Yüce Peygamberimizi her yönüyle kendimize örnek edinmeliyiz. İnsanlığı şirkin bataklığından kurtarmak için Peygamberimizin nasıl çalıştığını, bu uğurda kendisine yapılan zulüm ve işkencelere nasıl tahammül ettiğini, hayatına kasteden müşriklere dahi nasıl davrandığını bir düşünelim. Kendisine atılan taşlarla yaralanıp, kanlar içinde bulunduğu bir sırada dahi, ellerini açıp, “Yâ Rabbi! Gazabına uğramayayım da çektiğim mihnetlere, belâlara aldırmam... Yâ Rabbi! Milletimi affet, bağışla, onlar bilmiyorlar.” diyerek dua edebilmek ne büyük bir âlicenaplıktır. Müşrikler, kendisini öldürmek için karar alıp, evini kuşattıkları halde, Hz. Muhammed (s.a.s.)’ in onlara ait emanetleri sahiplerine vermesini, Hz. Ali’ye tembih etmesi ne büyük insanlıktır.
143
(20) Yûsuf Sûresi, 108 – 111
Nihayet o Yüce Peygamberin, Mekke’yi fethettikten sonra azılı düşmanlarını dahi nasıl affettiğini iyice bir düşünmeli ve bunlardan gerekli dersleri almalıyız.
Yukarıda bahsedildiği gibi, Peygamber Efendimizin, fazilet örneği olan hayatındaki yüceliklerden ders ve ibret alınmazsa, o büyük hicreti her yıl anmanın ne kıymeti kalır? Peygamber Efendimizin karşılaştığı çok hazin olayları düşündükçe içimiz sızlıyor, gözlerimiz yaşarıyor; Ona karşı olan derin saygı ve muhabbetimiz bir kat daha artıyor. Çünkü o, tanındıkça insanlar nazarında daha da büyümektedir. İlk Müslümanların Peygamberimize ne kadar bağlı olduklarını, onu ne kadar sevdiklerini ve hayatını kurtarmak için canlarını nasıl feda ettiklerini düşündükçe, onlara hayran olmamak mümkün değil... Keşke biz de o günlerde bulunmuş olsaydık da bu ilâhî davada, Allah’ın Rasulüne yardımcı olsaydık, diye temenni ediyoruz. Ancak o günlere kavuşamamış isek de bu günlere erişmiş ve onun ümmeti olma bahtiyarlığına kavuşmuş bulunuyoruz. Bu yüce şerefe nail olduğumuz için Rabbimize şükretmeli, Rasulüllahın yolunda yürüyerek, onun yüce davası İslâm’a hizmet etmeli ve güzel ahlâkıyla ahlâkla- narak ona lâyık ümmet olmaya çalışmalıyız. İşte gerçek muhabbetin gereği budur. Şunu da kesin olarak bilmeliyiz ki, biz mukaddes dinimize yardım ettiğimiz müddetçe, hak uğrunda Allah yolunda çalıştığımız sürece, Allah da bizim yardımcımız olacaktır, işte Kur’an-ı Kerim bu hususu şöyle açıklamaktadır:
“Andolsun ki, Allah’a yardım edenlere, O da yardım eder. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür. Onları biz yeryüzüne yerleştirirsek namaz kılarlar, zekât verirler, uygun olanı emreder, fenalığı yasaklarlar. İşlerin sonucu Allah’a aittir.” (21)
“Ey inananlar! Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder; ayaklarınızı savaşta sabit kılar. İnkâr edenlere ise yıkım ve yokluk olsun, Allah onların İşlerini boşa çıkarır.” (22)
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s), beşeriyetin aradığı sükûn ve emniyet, huzur ve saadet yollarını göstermiş, Allah’ın en mükemmel dini olan İslamiyet’i tebliğ etmiş ve bu sırada karşılaştığı bütün zorluklara katlanarak, fedakârlıkta en büyük örnek olmuştur. O, bütün ömrünü beşeriyete hizmete hasretmiş, onlara hayır ve fazilet dersleri vermiş ve onları hak ve hidayete ulaştırmıştır.
(21) Hac Sûresi, 40-41.
(22) Muhammed Sûresi, 7-8.
144
Fiille, sözle insanlara ahlâkî faziletleri öğretmiş, büyüklere saygı, küçüklere sevgi ve bütün mahlûkata şefkat göstermeyi telkin etmiştir. O, kimsenin kalbini kırmamış kimseyi hakir görmemiştir. Herkesi, Allaha’ itaat etmeye ve beşeriyete faydalı olmaya davet etmiş, hiç bir surette adalet ve insaf dairesinden ayrılmamalarını bildirmiştir.
Salât ve selâm ona, âl ve ashabına ve kıyamete kadar onun yolunda gidenlere olsun.
145