Makale

İslam Tarihinde Hicret ve Alınması Gereken Dersler

İslam Tarihinde Hicret ve Alınması Gereken Dersler

Yakup İSKENDER
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

İslâm’ın Doğuşu Sırasında Araplar:

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’ in hicretinin on beşinci yüzyılını kutladığımız bu sene, İslâm tarihi üzerinden 1400 sene geçmiş oldu.

Hicretin on beşinci yüzyılını kutlarken, bu tarihî büyük olayı anmak bizleri, bu muhteşem ta­rihi meydana getiren amillere, üzerine bina kılındığı unsurlara ve başlangıcından rayına oturuncaya kadar onu etkileyen tesirlere kısa bir göz atmak için aklımızı, fikrimizi o uzak geçmi­şe çevirmeye davet ediyor. Bun­dan önce, o tarihlerde dünyanın içinde bulunduğu durumlara az da olsa değinmekte fayda mülâ­haza ediyorum.

Peygamberimizin risaletinden önceki tarihlerde Arabistan’­da manzara şöyleydi: Vahşet ye zulüm oldukça yaygın; hayır ve fazilet namına hiç bir şey yok. Herkes şer kuvvetiyle iş gö­rüyor; hak tamamıyla kuvvete mahkûm. Kalplerde şefkat ve merhametten eser yok. Ahlâk­sızlık, sefahat her tarafı kapla­mış. Hiç bir yerde huzur ve sü­kûn yok. Özellikle Arabistan oldukça geri ve çok korkunç durumdadır. Halkı birbirine bağlayacak bir bağ, kabile hukukunu temin e­decek bir kanun yok. Herkes müstakil olarak hareket etmek­te ve daima birbiriyle çarpışıp durmaktadır. Aile hayatı, tamamıyla bozulmuş. Kadın ve aile hukuku denilen şey mevcut değil. Hele kadınlar için hiç bir hâk yok. Onlara insan naza­riyle bakılmıyor. Onlar bir mal gibi alınıp satılmakta ve keyif için istenildiği gibi kullanılmakta. Bir erkek çocuk, babasının karısına, bir mal gibi vâris ol­makta; bir baba, kız evlâdını diri diri toprağa gömmekte ve bundan zerre kadar vicdanı sızlamamaktadır.

119

Yetimlerin malları verilmez, fakirlere bakılmaz ve bunlar hayvan gibi kullanılmak­tadır. Putperesttik her tarafı kapla­mış, yalnız mabetlerdeki putlar­la iktifa edilmiyor, çoklarının ev­lerinde de tapınacak putları var. Fitne ve fesat kavgaları her ta­rafı kasıp kavuruyordu.

Milâdî sene 610’da Arabistan toprakları üzerinde ilâhî bir nur doğdu ve her tarafı aydınlattı. Şirkin bataklıkları içerisinde çok korkunç durumda olan in­sanlığı putperestliğin ve küfrün karanlığından kurtarmak ve bir Allah’a imanın aydınlığına çıkarmak için Allah tarafından Hazreti Muhammed (s.a.s.) peygamber olarak gönderildi. Daha önceleri de milletinin put­lara taptığını, ahlâksızlık ve delâlet içinde yaşadıklarını gör­dükçe içi sızlayan, ruhu sıkılan Peygamberimiz; çok zor fakat zor olduğu kadar da mukaddes olan ilâhî görevine başlarken, yaptıkları işlerin çir­kin şeyler olduğunu kavminin yüzüne karşı söylüyor ve onları bunlardan vazgeçirmeye çalışı­yordu. Yüzlerce puta tapan müş­riklere, bir Allah’a ibadet etme­lerini, putları kırıp atmalarını is­tiyordu.

Hz. Muhammed (s.a.s.) adaletle emrediyordu. Oysa adalet etmek ve herkesin hakkı- nı tanımak, şimdiye kadar zulüm yapmaya alışmış, yetim ve fakirlere hayvan muamelesi yapmış olan müşriklere uygun gelmiyor­du. Onlar, yetimler ve fakirlerle birlikte yaşamayı istemiyorlardı. Bu ha­reketlerinin çirkinliğini bildiren ayetleri Peygamber Efendimiz okudukça, onlar iyice azgınlaşıyor­lardı. Artık Müslümanlara yapa­bildikleri kadar zulüm ve işken­ce ediyorlardı.

Habeşistan’a İlk Hicret:

İslamiyet’i kabul eden Müslümanlara, onları dinden çevir­mek için müşrikler yapmadık eza-cefa bırakmadılar. Hele kendisini himaye edecek kimse­si bulunmayanlara çok zülüm ve işkence ediyorlardı. Artık ya­pılan işkence ve eziyetler taham­mül edilemeyecek hadde varmış­tı. Hatta bazılarını da vicdanları sızlamadan şehit etmişlerdi. Peygamber Efendimiz, bu zulüm ve işkenceleri gördükçe içi sız­lıyor, yüreği parçalanıyordu. Fa­kat zulme uğrayan bu Müslümanları himaye edecek kuvvete sahip değildi. Onun için ken­dilerini himaye edecek kabilesi olmayanların Habeşistan’a hicret etmelerini emretti. Peygamberli­ğinin beşinci senesinde on biri erkek, dördü kadın olmak üzere on beş Müslüman Habeşistan’a hicret etti. Müşriklerin işkencelerinden kurtulmak ve dinlerini muhafaza etmek için vatanları­nı, mallarını, mülklerini ve ya­kınlarını terke mecbur olan ilk muhacirler, Mekke’den Habeşistan’a hicret eden bu fedakâr Müslümanlardır. Bunlar Habeş Hükümdarı Necaşî’nin ülkesine gittiler.

120

Müşriklerin Peygamber (s.a.s.)’ e Yaptıkları Ezalar:

Müşriklerin Peygamber E­fendimize elleri ve dilleriyle yaptıkları işkenceler, hakaret­ler tüyler ürpertecek bir dere­ceye varmıştı. Fakat o bunla­ra hiç aldırmıyordu.

Bir gün Kureyş’ in büyükle­rinden Utbe bin Rebîa, onlar namına Peygamber Efendimize şöyle bir teklifte bulundu: “Ey Abdullah’ın oğlu Muhammed! Senin böyle bir dava ile orta­ya çıkmaktaki maksadın nedir? Mekke’ye hâkim ve hepimizin başına reis olmak sevdasında mısın? Yoksa asil ve gü­zel bir kızla evlenmek veyahut zengin olmak mı istiyorsun? Şayet böyle bir şey arzu edi­yorsan, biz bunların hepsini sa­na verelim ve seni reis yapalım; yalnız bu söylediklerinden vaz­geç, bizim dinimize, putlarımıza dil uzatma…”

Bu teklife cevaben Peygamber Efendimiz: “Bana dün­yaları bağışlasanız bu yoldan dönmem. Çünkü ben kendiliğimden bir şey söylemiyorum, Al­lah’tan aldığımı söylüyorum. Ne mülk ne reislik ne de başka bir şey istiyorum. Bir elime Gü­neş’i, diğer elime de Ay’ı koy­sanız, yine de bu yoldan zerre ka­dar ayrılmam.” dedi ve ona şu mealdeki ayetleri okudu:

(Ey Muhammed onlara söy­le): “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana, ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolundu. Artık O’na yönelin, O’ndan ba­ğışlanma dileyin. Yazıklar olsun ortak koşanlara.” (1) Utbe de ne diyeceğini şaşırıp gitti. Müşrik­lerin yanına vardığında onlara: “Muhammed’in söylediği sözler şiirden daha üstün şeylerdi. Ba­na kalırsa, onu kendi hâlinde bırakınız. Muvaffak olur da bü­tün Arabistan’ı emri altına alır­sa, bu sizin için de övünülecek bir şey olur. Muvaffak olamazsa zaten Arabistan onu imha eder.” diyordu. Fakat Kureyş onun sözlerini dinlememişti. (2)

Müşrikler, artık böyle teklif­lerden bir netice alamayacaklarını anlamışlardı. Onun için her fırsatta Peygamber Efendimize ve Müslümanlara karşı daha şiddetli eza ve cefa yapmaya karar verdiler. Çünkü ne yaptılarsa olmadı, bir türlü Müslümanlığın önüne geçemediler. Müslümanlara o kadar eziyet ve işkence ettikleri halde yine de her gün Müslümanların sayısı artıyordu.

  1. Fussilet Suresi, 6.
  2. Asr-ı Saadet, 1/246, Ömer Rıza Doğrul.

121

Hele Hz. Hamza ile Hazreti Ömer’in Müslüman olu­şu, onların gözlerini büsbütün korkuttu. Bunun üzerine toplanıp aralarında şu kararı verdiler:

“Bundan sonra Müslümanlarla ve Müslümanları hi­maye edenlerle ve genel olarak Muhammed’in akrabaları olan Benî Hâşim’le hiç kimse görüşmeyecek, onlarla alışve­riş etmeyecek, kız alıp vermeye­cek, onların serbestçe çarşı pa­zarlarda gezmelerine müsaade edilmeyecek, çarşı ve pazarlar­da görülenlere her türlü eziyet vs. hakaret yapılacak, onlarla olan her türlü ilişki ve dostluk kesilecek.”

İşte müşrikler aralarında böyle bir muahede yaptılar ve bunu yazarak Kâbe’nin içine astılar. Bu karara göre hareket edeceklerine yemin ettiler.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz’ in yakınları ile Müslümanlar, Şı’bi Ebî Tâlib denilen mahallede toplandılar. Müslü­manlarla Benî Hâşim burada üç sene kadar kaldılar. Çok büyük sıkıntı çektiler. Müslümanlar Mekke’ye ancak gizlice çıka­bilirlerdi. Müşrikler onları görün­ce başlarına üşüşürler, onları döverler ve çeşitli eziyetler yaparlardı.

Müslümanların Habeşistan’a İkinci Hicretleri:

Bu üç sene içinde Müslümanlar din uğrunda her türlü zulme, işkenceye, açlığa ve su­suzluğa katlandılar. Ağaç yap­rakları yiyerek, sefalet içinde ya­şamaya mecbur oldular. Fakat İslâm’dan asla dönmediler.

İnsanlık dışı bu zulüm ve işkenceler karşısında çök güç durumda olan Müslümanlara, Peygamber Efendimiz tekrar müsaade etti. “İsteyenler, müş­riklerin zulümlerinden kurtul­mak için Habeşistan’a gitsin­ler.” buyurdu.

Bunun üzerine 77’ si erkek, 13’ ü kadın olmak üzere toplam 90 kişi, müşriklerin eza ve cefalarından kurtulmak ve dinlerini korumak maksadıyla doğup büyüdükleri aziz vatanların­dan ayrılıp yabancı bir ülkeye gitmiş ve orada yaşamaya mec­bur kalmışlardır. (3)

Yemen tarafında bulunan Müslümanlar da Habeşistan’a giderek oradaki din kardeşleriy­le buluştular. Bu suretle Habeşistan’da Müslümanlar ço­ğalmaya başladı.

  1. Asr-ı Saadet, Ömer Rıza Tercümesi.

122

Kureyşliler, Müslümanların çoğalmasından ve dışta bir koru­yucu ve bir sığınılacak yer bul­muş olmalarından endişeye düş­tüler ve Necaşî’ye Amr b. el-Âs İle Abdullah bin Rebîa’dan mü­teşekkil bir heyet gönderdiler. Birçok kıymetli hediyelerle Necaşî’ye giden bu heyet, oraya hicret eden Müslümanların ken­dilerine teslimini rica ettiler. Heyet, Necaşî’nin huzuruna gi­rince, âdetleri üzere yerlere ka­dar eğilerek lâzım gelen tazim­leri yaptılar ve getirdikleri hedi­yeleri takdim ettiler. Necaşî de maksatlarının ne olduğunu sor­du. Bunun üzerine heyet başkanı Amr b. el-Âs: “Mekke’de Be­nî Hâşim’den bir adam çıktı. Peygamberlik davasında bulu­nuyor. İçimizden bir takım kısa görüşlü kimseler ona uydular. Onları cezalandırmaya çalıştık. Bunun üzerine bir kısmı buraya geldiler. Bizden ve atalarının di­ninden yüz çevirdiler. Sizin di­ninizi de kabul etmemişler. Onla­rın bize teslim ve iadesini rica ediyoruz.” dedi. Necaşî’nin etra­fında bulunan rahipler ve diğer adamları aldıkları hediyelerin etkisi altında kalarak Amr b. el-Âs’ın sözlerini tasdik ettiler ve “Her kabile kendi fertlerinin hâlini daha iyi bilir. Mültecileri bunlara teslim edersek, Kureyşi memnun ederiz.” dediler. Necaşî ise, “Bana iltica edenleri, düş­manlarıma teslim edemem.” di­yerek Müslümanları dinlemeyi ve peygamberlik davasında bu­lunan şahıs hakkında bilgi edin­meyi uygun buldu. Bunun üzeri­ne Müslümanları çağırttı. On­lar Necaşî’nin huzuruna girince, Kureyşliler gibi yerlere eğilmeyerek sadece selâm verdiler. Necaşî’nin adamları, hükümda­ra tazim etmelerini hatırlattı­lar. Onlar da “Biz Allah’tan başkasına secde etmeyiz.” de­diler. Necaşî, huzuruna giren Müslümanlara şöyle hitap etti: “Sizi memleketi­nizden ayıran bu dinin mahiye­ti nedir, niçin ne benim dinime ne de bu milletlerden herhangi bir kimsenin dinine girmedi­niz?” Bunun üzerine Müslümanların başkanı Cafer b. Ebu Tâlib söz alarak şöyle dedi:

“Ey Hükümdar! Biz cahiliyet âdeti üzere yaşayan bir mil­let idik. Putlara tapardık. Ölü hayvan eti yerdik. Fuhuş yapar­dık. Akrabalara küserdik. Komşuluk hakkına riayet etmezdik. Zayıf, kuvvetlinin esiri idi. Biz bu hâl üzere iken Allah Teâlâ içimizden birini peygamber gönderdi. Nesebi ve asaleti, sadakat ve emaneti, şeref ve namuskârlığı hepimizce ma­lumdur. O, bizi bir Allah’a iba­det etmeye davet ediyor. Atala­rımızın tapına geldikleri putları, ağaç ve taş parçalarını terk etmemizi söylüyor.

123

Bize doğru söylemeyi, emanete ve akrabalık bağlarına riayet etmeyi, kom­şularımızla güzel geçinmeyi, haramdan ve kan dökmekten sakınmayı bildiriyor. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara iftira etmek­ten nehyediyor. Allah Teâlâ’ya ibadet edip O’na hiç bir suretle şirk koşmamamızı emrediyor. Namaz kılmaya, sadaka verme­ye, ihsanda bulunmaya, oruç tutmaya davet ediyor. Biz de ona inandık. Getirdiği dini ka­bul ettik. Allah Teâlâ tarafından getirdiklerini tasdik et­tik. O’nun emrettiği şekilde iba­det ediyoruz. O’nun helâl de­diklerini helâl, haram dedikle­rini haram tanıdık. Bundan do­layı kavmimiz bize düşman ke­sildi. Bize her türlü eza, cefa ve zulüm yapmaya başladılar. Bi­zi, tekrar putlara tapmaya zor­ladılar. Gün geçtikçe zulüm ve işkenceleri arttı. Tahammül e­demez olduk. Bunun için onlar­dan kaçarak sizin memleketini­ze iltica ettik. Size karşı itima­dımız vardır. Sizi başkalarına tercih ettik. Sizin komşuluğunu­zu bir nimet bildik. Sizi emin bu­larak sizin yanınıza geldik. Zul­me uğramayacağımızı ve haksızlık görmeyeceğimizi umduk.”

Necaşî, Cafer b. Ebu Tâlib’ den bu sözleri dinledikten sonra, ‘Peygamber olduğunu iddia ettiğiniz adama vahyolunan ayet-i kerimelerden bir miktar oku­yunuz.’ dedi. Cafer b. Ebu Tâlib de Meryem Suresi’nin evvelin­den, şu mealdeki ayet-i kerimelere kadar okudu:

“Meryem çocuğu gösterdi: ‘Biz beşikteki çocukla nasıl ko­nuşabiliriz?’ dediler. Çocuk: ‘Ben şüphesiz Allah’ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni pey­gamber yaptı; nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Ya­şadığım müddetçe namaz kıl­mamı ve zekât vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti. Beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde, dirileceğim günde bana selâm olsun.’ dedi.” (4) Bazı ri­vayetlere göre Necaşî’ ye yanın­daki rahipler, işittikleri ayetlerden o kadar duygulandılar ki, ağladılar.

Bunun üzerine Necaşî, “Al­lah’a yemin ederim ki, işittiğim bu kelâm, İsa’nın getirdiği kelâm gibi aynı yerden nazil olmuştur. Haydi, gidin, bunları size teslim etmem; peygamberlerini tekzip eden milletin hediyeleri bana lâ­zım değildir.” diyerek hediyele­rini de reddetti. Sonra Müslümanlara dönerek, “Sizi ve ya­nından geldiğiniz Zat’ı tebrik ederim. Memleketimde huzurla oturun. Size kimse taarruz ede­mez. Allah bana bu mülkü, rüşvetsiz verdi. Ben de sizden rüş­vet istemem. Kimsenin sözünü de dinlemem.” dedi. Müslümanlara daha fazla sevgi ve saygı gösterdi. Böylece hak batıla ga­lebe çaldı. (5)

  1. Meryem Sûresi, 29-33.
  2. El-Esâle, 75-78, özel sayı.

124

Hz. Muhammed (s.a.s.) Müşriklere Meydan Okuyor:

Hazreti Muhammed (s.a.s.) müşriklerin kızmalarına, düş­manlıklarına hatta uygula- makta oldukları ablukaya rağmen, üzerine aldığı ilâhî vazifesini tebliğe devam ediyor, hiç yılmı­yor ve Allah’tan aldığı şu ayetlerle onlara meydan okuyordu:

“Kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’an’dan şüphe edi­yorsanız, siz de O’nun benzeri bir sûre meydana getirin; eğer doğru sözlü iseniz, Allah’tan başka güvendiklerinizi de yar­dıma çağırın. Yapamazsanız -yapamayacaksınız- o takdirde, inkâr edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının.” (6)

Bu ne kadar büyük bir iddia idi. Bütün dünyaya karşı böyle muazzam bir davada bulunmak, elbette bir insanın kendiliğin­den söyleyeceği bir şey değildi; elbette bunu söyleten Allah Teâlâ Hazretleridir. Bunun üzerine din düşmanları ne yapacak­larını şaşırdılar. Fakat yine de inatlarında, küfürlerinde yürü­yüp gidiyorlardı.

Müslümanlar tam üç sene muhasara altında kaldılar; aç­lık, susuzluk gibi çok sıkıntılı günler geçirdiler. Nihayet Kureyş içinde Müslümanların dûçar ol­dukları bu işkenceyi haksız gö­renler olmuş, birçoklarının mu­halefetine rağmen, bu bir kaç kişi, o muahedeyi alıp yırtmış­lar ve Müslümanları mahsur bu­lundukları yerden çıkarmışlar­dır.

Hz. Peygamber (s.a.s.)’ in Tâif Yolculuğu ve Neticesi:

Peygamberliğin onuncu yı­lında Peygamberimizin amcası Ebu Tâlib ve zevcesi Hazreti Hatice öldükten sonra müşrik­lerin eziyetleri daha da arttı. Pey­gamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), Mekkelilerin tutum ve davranışlarından usandı. Fa­kat davadan vazgeçmesi asla söz konusu olamazdı. Bu arada, Tâif halkını dine davet ve irşat etmeyi düşündü. Bu maksatla evlâtlığı Zeyd b. Hârise’yi yanı­na alıp Tâif’e gitti. Orada en asil ailelerden birine mensup olan üç kardeşle görüştü. Fa­kat bunların üçü de Peygam­berimizi sağır bir kulakla dinle­mişlerdi. Peygamberimiz orada on gün kadar kalarak birçok kişiye peygamberliğini tebliğ etti.

  1. Bakara Sûresi, 23-24.

125

Müslüman olmalarını ve Allah’ın azabından kendilerini kur­tarmalarını söyledi. Onlar Müslümanlığı kabul etmediler ve memleketlerinden peygamberi­mizin çıkıp gitmesini istediler. Sadece bununla da kalmadılar; şehrin dışına çıkar çıkmaz Pey­gamber Efendimize çok hakaret ettiler. Memleketin en edepsiz, en ahlâksız insanlarını toplayıp sokaklarda Peygamberimizin ar­kasından bağırttılar. Bu ayak ­takımı insanlar, Peygamberimi­zin geçeceği yolun iki tarafına sıralanarak onu taşa tuttular. Efendimiz ayağından yaralandı. Ayakları o kadar kanadı ki, ayakkabısı ayaklarından sızan kanlarla dol­du. Takati kesilerek yere otur­mak istedikçe, zorla kaldırarak taşlamaya devam etmişlerdi. Nihayet Peygamber Efendimiz bir bağa iltica etmiş, bağın sahibi Utbe b. Rebîa müşrik ol­masına rağmen, Peygamberimizi çok zor durumda görerek, ona kölesi ile üzüm ikram etmişti. Peygamberimiz üzüme elini u­zattığı zaman, ‘Bismillah’ de­mişti. Bu söz, kölenin hayretini mucip olduğundan, bu kelimenin manasının ne olduğunu sordu. Peygamberimiz, Hıristiyan köleye İslamiyet’i izah etmiş, köle de o anda Müslümanlığı kabul etmiş­ti.

Hazreti Muhammed (s.a.s.) Tâif’te çok kötü bir muamele ile karşılaşarak oradan kovulunca, biraz dinlenmek üzere iltica et­tiği bu bağda, bir gölgeliğin al­tında ellerini kaldırarak Allah Teâlâ’ya dua etmeye başladı. Peygamberimizin Allah Teâlâ’ya duası, ümitsizlikten veya uğra­dığı zulümden şikâyeti ifade et­miyordu. O, geçmiş peygam­berler gibi ümitsizlikten veya karşılaştığı işkence ve zulüm­lerden şikâyeti asla aklından geçirmezdi. O’nun kalbi, Al­lah’ın kendisine yardım edece­ğine o kadar imanla dolu idi ki, ‘Yarabbi beni niçin terk et­tin’ diye dua etmedi. Aksine de­di ki: “Yâ Rabbi! Kuvvetimin zaafından, tedbirimin noksanın­dan, insanların nazarında hor görünüşümden ancak Sana şi­kâyette bulunuyorum. Ey mer­hametlilerin en merhametlisi! Zayıfların Rabbi Sensin, beni kime bırakıyorsun? Beni yok etmek is­teyen yabancılara mı, yoksa mukadderatıma hâkim olacak düşmanlarıma mı? Senin gaza­bı ilâhîne uğramayayım da ne olursa olsun. Senin bahşedece­ğin selâmet daha boldur. Yâ Rabbi! Senin, gökleri aydınlata­cak, bütün karanlıkları yok ede­cek, dünya ve ahiretin salâhı kendisine bağlı olan yüzünün nuruna sığınıyorum. Senin ga­zabına asla uğramayayım. Se­nin ilâhî rızandan asla uzak ol­mayayım. Bütün kuvvet ve kud­ret ancak sendendir Yâ Rabbi”

126

Bu feci şartlar içinde, bu kadar yüce hislerle mütehassis olan bir ruhun ulviliğini takdir etmeyecek bir kimse bulunabilir mi? Bir kimse gerçekten pey­gamber olmasa, böyle müthiş işkencelere uğradıktan sonra, bu kadar asil hislerle dolu ola­bilir mi? Asla. Fakat Hazreti Muhammed (s.a.s.), tam bir sükûnetle, bir insanın tahammül edebileceği bütün zorluklara gö­ğüs germiş; bir insanı intihara sevk edecek bütün felâketleri akıllara hayranlık verecek bir sabırla karşılamıştır. Bu ne sar­sılmaz iman, Allah’ın iradesine bu ne büyük bir teslimiyettir. Bu iman ile Rabbine boyun eğ­menin doğuracağı ruhani mut­luluğa hayran olmamak müm­kün değildir. Peygamberimiz, Allah’ın rızasına nail olduktan sonra, başı­na gelen bütün felâketlerin bir hiç olduğunu söylüyordu. (7) Çünkü o, muhakkak surette Al­lah’ın yardımına nail olacağını biliyordu ve her an bunu bekli­yordu. Onun için her türlü eza ve işkenceye katlanarak her çeşit feragat ve fedakârlığı gö­ze alıp bütün insanları ebedî kurtuluş yolu olan İslâm Dinine durmadan davet ediyor; hiçbir zaman usanmıyor, bıkmıyor ve ümitsizliğe kapılmıyordu.

(7) Peygamberimiz Aleyhi’s-Selâm, sh. 86, Ömer Rıza Tercümesi.

Birinci Akabe Biatı:

Hazreti Muhammed (s.a.s.), senelerce Mekke halkını İslâm dinine davet etmişti. Fakat müş­riklerin küfür ve inadı, İslâm dinini kabul etmelerine mani oluyordu. Gerek müşriklerin bu tu­tumu, gerekse Tâiflilerin insan­lık dışı çok feci muameleleri İs­lâm Peygamberi Hazreti Muhammed’i, Allah’ın emrini insanlara tebliğ vazifesinden alıkoyacak değildi. Çünkü İslâm güneşi mutlaka parlayacak, her tarafı aydınlatacaktır. Bundan dolayı Hz. Muhammed, her sene hac farizasını ifa etmek için Mekke’ye gelen kabilelerle gö­rüşüyor; muhtelif panayırlara gidiyor ve oralarda rastladığı kişileri İslâm dinine davet edi­yordu.

Peygamberliğin on birinci senesindeki hac mevsiminde Peygamberimiz birçok kabile­lerle görüşmüştü. Bu arada Mekke şehri kenarında bulunan ‘Akabe’ adı verilen yerde bir kaç adama rastlayarak, onların kim olduklarını sordu. Onlar da Hazreç kabilesine mensup olduklarını söylediler.

127

Peygamberimiz onlara birkaç ayet okudu. Onlar da birbirine bakarak, “Bu adama inanmak hususunda Yahudiler bizi geçmesinler.” demiş ve içlerin­den altısı orada Müslümanlığı kabul etmişlerdi. Esasen böyle bir peygamber geleceğini, daha önce Medine Yahudilerinden işitmişlerdi. Sonra bu şahıslar memleketlerine dönerek, Medi­ne’de Müslümanlığın yayılma­sına çalışmışlardır.

Ertesi yıl yani peygamber­liğin on ikinci senesi hac mevsi­minde Evs ve Hazreç kabilesine mensup bazı kişiler Mekke’ye geldi. Bunlardan ikisi Evs, diğer­leri Hazreç kabilesinden olmak üzere on iki kişilik bir heyet ‘Akabe’ denilen yerde Peygam­ber Efendimizle gizli bir gö­rüşme yaptılar ve Müslüman olarak ona biat ettiler.

Biatlarında: “Allah’a şirk koşmayacaklarına, hırsızlık yapmayacakları­na, zina etmeyeceklerine, çocuk­ları öldürmeyeceklerine, bühtan ve iftirada bulunmayacaklarıma, doğru bir işte Peygamber’e karşı gelmeyeceklerine” dair söz verdiler. İşte bu biate, “Birinci Akabe Biatı” denir.

Bu Medineliler, kendilerine dine ait meseleleri öğretecek, Kur’an’ı belletecek bir kimse istediler. Peygamberimiz de Mus’ab b. Umeyr’i gönderdi. Hazreç kabilesi reislerinden Es’ad b. Zürâre’nin ve dini öğ­retmek için gönderilen Kur’an muallimi Mus’ab b. Umeyr’in himmetleriyle Medine’de İslâ­miyet süratle yayıldı.

İkinci Akabe Biatı:

Peygamberliğin on üçüncü yılında Medine’deki Müslümanlardan ikisi kadın, yetmiş üçü erkek olmak üzere yetmiş beş kişi Mekke’ye geldi. Peygamber Efendimiz bunları karşıladı ve onlarla görüşüp konuştu. Müs­lümanların el ele verip anlaşma­ları kararlaştırıldı. Akabe de­nen yerde toplandılar. Peygam­ber Efendimiz, amcası Abbas ile geldi. Abbas konuşmasında şöyle dedi:

“Ey Hazreçliler! Muhammed (s.a.s.)’ in aramızda mev­kii yüksektir. Biz onu düşman­larından koruduk. Sizinle bir an­laşma yapmak istiyor. O’na ve­receğiniz sözü tutmak, ona muhalif olanlara karşı durmak hususunda gücünüz kâfi geli­yorsa, buna bir diyecek yok. Fa­kat onu ele verecek, yanınıza geldikten sonra yalnız başına bırakacaksanız, bunu şimdiden söyleyiniz.”

Buna Medineliler şöylece cevap verdiler:

“Sözünüzü dinledik, Yâ Rasûlellah! Siz buyurun. Kendiniz namına, Allah namına istediğiniz andı alın. Biz hazırız.” Bundan sonra ant içtiler; Pey­gambere biat ettiler.

128

Akabinde Peygamberimiz aralarında on iki kişi temsilci seçmelerini söyledi. Onlar da Hazreçten dokuz, Evs’ den üç olmak üzere on iki kişiyi temsilci seçtiler. Hepsi de Peygamberi­mize şöyle söz verdiler: “Darlık ve genişlik zamanın­da, her halükârda itaat edeceğiz, sö­zün daima doğrusunu söyle­yeceğiz ve Allah yolunda herhangi bir şeyden korkmayacağız.”

Bu ‘İkinci Akabe’ anlaşmasıyla Müslümanların önünde yepyeni bir ufuk açıldı. Medine İslâm’a kucak açmış oldu. Müs­lümanlar oraya gidip yerleşecekler, dinlerinin icabını çekinme­den yapacaklar ve İslamiyet’i yaymaya çalışacaklar. (8)

PEYGAMBERİMİZİN MEDİNE’YE HİCRETLERİ:

Peygamberimiz Hazreti Muhammed (s.a.s.), Allah Teâlâ’nın emriyle insanları İslâm dini­ne davet ettikçe, müşrikler âde­ta çılgına dönerek bundan uzak­laşıyor ve içlerinde besledikleri kin ve düşmanlık hisleriyle ona diş biliyorlardı. İnsanlar için yegâne kurtuluş yolu olan İslâm dini uğrunda her türlü fedakâr­lığa katlanarak müşriklerin akla, hayale gelmeyen bin türlü İş­kencelerine maruz kalan Pey­gamberimizin sadık arkadaşla­rından bazıları evlerini, barkları­nı terk ederek Habeşistan’a, ba­zıları da Medine’ye hicret ede­rek, müşriklerin zülüm ve işken­celerinden kurtulup, emniyet ve huzura kavuştukları bir sırada, bizzat kendileri, bütün husumet ve düşmanlıkların, bütün işken­ce ve haksızlıkların yegâne he­defi olacağını yakînen bildikle­ri halde, sadece Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ali ile Mekke’de kalarak hicret için Allah’ın iznini beklemişlerdi.

Mekke civarında yaşayan ve İslâm dinini kabul eden nüfuzlu kâfile reisleri, Peygamber Efen­dimizi himayeye âmâde oldukla­rını söylüyorlardı. Devs kabi­lesinin reisi Tufeyl b. Amr’ın sağlam bir kalesi vardı. Tufeyl, Peygamberimizi müşriklerin şer­rinden korunması için kalesine davet etmişse de Peygamberi­miz bu daveti kabul edememiş­lerdi. Çünkü takdir-i ilâhî başka idi. Bu büyük şeref, müşriklerin şerrinden ve amansız işkencele­rinden kurtulmak için mallarını, mülklerini, evlerini, barklarını Mekke’de bırakıp, Medine’ye hicret eden muhâcir Müslümanlara kucaklarını açarak onları bağırlarına basan ve her türlü yardımı yapan fedakâr Ensâr’a nasip olacaktı.

129

  1. Hazreti Peygamber’in Hayatı, sh. 40, O. Keskioğlu.

Hicretten birkaç gün önce Peygamberimize hicret edeceği yer rüyada gösterilmişti. Bu yer, ağaçlar ve bahçelerle dolu idi. Bunun üzerine Yemâme’ye gideceğini tahmin etmişti. Fakat rüyasında gördüğü yer Yesrib (Medine) idi.

Müşrikler, Birinci ve ikinci Akabe biatleri sonucu, Medinelilerin İslâm dinini kabul ettikle­rini ve Mekke’de bulunan Müslümanların da fırsat buldukça birer birer Medine’ye hicret et­tiklerini, günden güne orada ço­ğaldıklarını ve büyük bir kuvvet meydana getirdiklerini görüp an­ladıkları zaman, bunun doğura­cağı neticelerden korkmaya ve endişe etmeye başladılar. Kureyş müşrikleri, kendileri için çok vahim telâkki ettikleri bu tehlikelere karşı bir çare bulmak amacıyla, mühim işlerini hallet­mek için daima toplandıkları Dâru’n-Nedve’ de toplandılar. Bu toplantıya bütün Kureyş reis­leri katıldı. Bu sırada kapıda hey­betli bir ihtiyarın dikilip durduğu görüldü. Ona, “Ey ihtiyar! Sen kimsin?” diye sordular. O da “Necid halkından bir ihtiyarım. Toplantı olacağını duydum. Top­lantıda sizinle bulunup, konuş­tuklarınızı dinlemek, uygun gör­mediğim görüşler olursa, mütaalâmı bildirmek istiyorum.” dedi. Pekiyi gir, dediler ve o da onlar­la beraber içeri girdi.

Toplantıda, İslâm dinini im­ha etmek için çeşitli tedbirler ileri sürüldü. Reislerden bir kıs­mı, Muhammed’in zincirle bağla­narak bir zindanda hapsedilme­sini ve orada ölünceye kadar aç bırakılması tavsiye etti. Necidli ihtiyar, “Hayır, vallahi bu düşünceniz yerinde değildir. Andolsun ki siz, onu dediğiniz gibi hapsedecek olursanız, onu, kilitlediğiniz kapının arkasından arkadaşlarına haber ulaşır; üre­rinize yürürler; onu, elinizden çekip alırlar. O’nun telkin ve propagandasıyla çoğalarak bu işte size galebe çalarlar. Onun için, bu görüşünüz yerinde de­ğildir. Siz başka bir çare dü­şünün.” dedi. Kureyş reisleri, gerçekten onun taraftarları top­lanıp kuvvetlenerek hemen onu kurtarırlar, diyerek bu fikirden vazgeçtiler. Bunun üzerine ba­zıları, Peygamber Efendimizin memleketten çı­karılmasını teklif etti. Necidli ihtiyar, “Hayır vallahi, bu dü­şünceniz de yerinde bir görüş değildir. O’nun sözünün güzel­liğini, yumuşaklığını, tatlılığını, getirdiği şeylerle insanların kalplerine hâkim olup durduğu­nu görmüyor musunuz? Vallahi siz, bu dediğinizi yapacak olur­sanız, onun Arap kabileleri ara­sına girerek, sözleriyle onlara hâkim olup kendilerini peşine takmayacağından, işinizi eliniz­den almayacağından, size iste­diğini yapmayacağından emin olamazsınız. Siz onun hakkında başka bir tedbir düşünün.” dedi.­

130

Kureyş reisleri, ih­tiyarın bu sözlerini de yerinde buldular ve hakikaten Muham- med’in, her nereye gönderilirse müessir telkinlerle oranın halkı­nı kendine bende ederek kuv­vet kazanıp, bir gün Kureyş’e hü­cum etmesi ihtimaline binâen bu fikirden de vazgeçildi. Nihayet Ebu Cehil, Kureyş kabilelerinin her birinden kuvvetli bir gencin seçilmesi ve keskin kılıçlarla teçhiz edilmelerini, bunların birlikte Muhammed’i öldürmelerini teklif etti. Bu teklifin kabul edilmesi hâlinde hiç bir kabile Muhammed’in öldürülmesinden sorumlu tutulmayacak, Abdi Menaf oğulları da Muhammed’in intikamını almayı düşünmeyerek diyet talebiyle yetinecektir. Biz de Abdi Menaf oğullarına, onun diyetini öderiz fikrini ileri sürdü. Necidli ihtiyar, “İşte isabetli görüş şu adamın söylediğidir. Bu öyle yerinde bir mütaalâdır ki, ondan daha üstün bir mütaalâ göremi­yorum.” dedi. Şeytanın Ebû Ce­hil’e ilham ettiği bu teklif, itti­fakla kabul edilmişti, insan su­retine giren ve kendisini Necidli diye gösteren ihtiyarın, şeytan olduğu rivayet edilir. (9)

Kureyş müşriklerinin bu kö­tü fikirleri, Allah Teâlâ tarafından Peygamber Efendimize bildirildi. Bunun üzerine Peygamberimiz hemen Hz. Ali’yi çağırttı. Kureyş, Peygamberimizin azılı düşmanı olmakla beraber, onun doğruluğuna ve emanetine o derece güveniyordu ki, en kıymetli eşyalarını ona emanet bırakırlardı. O’nun için bu sırada da Peygamberimizin yanında birçok emanetler bulunuyordu.

Peygamberimiz yanı­na çağırdığı Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: “Ben bu­gün Mekke’yi terk etmek için Al­lah Teâlâ’dan emir aldım. Sen bu gece benim yatağımda yat, benim örtümle örtün. Sabahle­yin bu emanetleri sahiplerine ver.” Hadremî tabir edi­len yeşil hırkasını, Hz. Ali’nin üzerine attı. Durum çok vahimdi. Kureyş’ in bu kararını Hz. Ali de haber almıştı. Fakat hiç tereddüt etmedi, düşünmedi ve o akşam yatağa bir gül bahçesine girer gibi girdi ve huzur içinde uyudu. Peygamberimizi öldür­mek üzere her kabileden seçilen kişiler, en rezil ve âdi kişilerdi. Bunlar arasında Ebu Leheb’in de bulunduğu rivayet edilir. Bu reziller, ortalık kararınca Pey­gamberimizin evini kuşattılar. Peygamberimiz evinden çıkınca hemen üzerine atılıp onu öldü­receklerdi. Arap âdetine göre bir adamı evinin içinde öldür­mek, kahramanlığın şanına aykırı bir hareket ve korkaklık sayıldığından, katiller eve girmeyip dışarıda Peygamberimizin çıkmasını bekliyorlardı.

(9) Siret-i İbni Hişâm, 1 / 93; Hz. Muhammed (s.a.s.) ve İslâmiyet, 1 / 368, A. Köksal

131

Peygamber Efendimiz yer­den bir avuç toprak aldı ve Yâsîn sûresinin ilk ayetlerini okuyarak, kendisini bekleyen müşriklerin üzerlerine saçtı. İnsanlardan kendisini ko­ruyacağını vaat eden Rabbine güvenerek evinden çıktı ve on­ların arasından geçip gitti. O’nun çıkmasını bekleyen kötü niyet­liler, kör gibi baktılar fakat onu çıkarken görmediler. Onlar bir ara kapının aralıklarından içeri­ye baktılar; yatakta birisinin yattığını görünce, avlarının elle­rine düştüğünü sanarak sevin­miş ve başarı kazandıklarından emin olmuşlardı. Çünkü onlar hâlâ Peygamber Efendimizi ya­tağında yatıyor zannediyorlardı. Bir müddet sonra canları sıkıldı; hemen Peygamber Efendimizin evine girdiler. Yatakta Hz. Ali’yi görünce şaşırdılar ve ona, “Muhammed nerede?” diye bağırdı­lar. Hz. Ali, “Bilmem” deyince, bir kat daha şaşkınlığa uğradılar. Böyle göz göre göre Peygambe­rimizin ortadan kayboluvermesi onlara çok ağır geldi. Mekke’yi alt-üst ettilerse de bulamadılar. Canları çok sıkıldı. Muhammed’i kim bulup getirirse, yüz deve vereceklerini her tarafa ilân ettiler. Bunun üzerine, ne kadar rezil ve eli kanlı varsa, hepsi Muhammedi ele geçir­mek ve yüz deveyi almak hülyasıyla Mekke’nin etrafına ya­yıldılar. Oraya buraya koştular fakat Allah, onu kimseye gös­termedi; bir türlü bulunduğu yeri bilemediler.

Peygamber Efendimiz o ge­ce müşriklerin arasından çıkıp gitti ve Kâbe’ye uğrayarak ora­da: “Ey Mekke! Bütün dünya­da en çok sevdiğim yer senin yerindir. Fakat senin evlâdın beni, senin duvarların arasında huzur içinde bırakmıyorlar...” dedi.

Ertesi günü öğle vakti Hz. Ebû Bekir’in evine geldi. Birlik­te Medine’ye hicret edeceklerini söyledi. Bunu işitince, Hz. Ebû Bekir sevincinden ağladı. Çünkü Peygamber (s.a.s.)’ e arka­daş olmak, en büyük şerefti. He­men iki deve hazırladılar, bir de usta bir kılavuz temin ettiler. Develeri, tayin ettikleri gün ve saatte Sevr dağına getirmesi­ni söylediler. Gece olunca Hz. Ebû Bekir’in evinin arka pence­resinden Ebû Bekir ile (r.a.) bir­likte çıkarak, Sevr dağındaki bir mağaraya gittiler ve orada gizlendiler. Mağaraya giderken Hz. Ebû Bekir, Peygamberimiz’ in kâh önüne geçerek önünden yürümekte, kâh arka­sından yürümekte idi.

132

Peygam­berimiz ona, “Yâ Ebû Bekir, nedir bu hâlin?” diye sordular. Hz. Ebû Bekir de “Yâ Rasûlellah! Müşrikler arkamızdan takip ederler, diye aklıma geliyor, ar­kada kalıyorum. Pusuya yatmış olurlar, diye aklıma geliyor, ileri geçiyorum. Yolun sağında olur­lar, diye aklıma geliyor, sağa geçiyorum. Solunda olurlar, diye aklıma geliyor, sola geçiyorum.” dedi.

Mağaraya vardıklarında da önce Hz. Ebû Bekir mağaraya girerek içini temizledi, içeride bul­duğu delikleri de tıkadı. Sonra Peygamberimiz mağara­ya girdi. Hz. Ebû Bekir mağaranın bir tarafında bir delik daha gör­dü. Oradan yılan, akrep gibi bir şey çıkıp da Peygamber Efendimizi sokmasın diye, aya­ğını oraya koyarak oturdu. Pey­gamber Efendimiz (s.a.s.) başını, Hz. Ebû Bekir’in bacağının üzerine koyarak uyumaya başladı.

O sı­rada delikten bir yılan çıkarak Hz. Ebu Bekir’in ayağını sok­muştu. Peygamber Efendimiz uyanıp rahatsız olmasın diye, Ebu Bekir (r.a.) oradan ayağını çekmedi. Fakat canı çok yandı ve gözlerinden yaş aktı. Akan gözyaşları Peygamber Efendi­mizin mübarek yüzüne damlaya­rak onu uykudan uyandırdı. Peygamberimiz, “Ne var Yâ Ebâ Bekir?” diye sordu. “Ayağımı bir şey soktu ama ehemmiyeti yok; canım, anam ve babam sana feda olsun.” dedi. Peygam­ber Efendimiz (s.a.s.) hemen kalktı ve yılanın soktuğu yere tükürüğünü sürdü. 0 anda Allah’ın izniyle acısı gitti ve Hz. Ebu Bekir şifa buldu.

Peygamber Efendimizi ele geçirmek için yola çıkanlar, yol­daki izleri takip ederek mağara­nın ağzına kadar geldiler. Fakat mağaranın ağzına bir örümceğin ağ germiş, bir güvercinin de yu­murtlamış olduğunu gördükleri için içeriye girip girmemekte tereddüt ettiler. Kimisi içeri gi­relim, kimisi girmeyelim dedi. Bazıları ısrar ederek, “İlle bu mağaraya girip içini arayalım.” dediler. Bazıları da “Size Allah akıl versin, şu örümceğin ağına baksanıza, bunlar Muhammed doğmadan gerilmiş ve güvercin­ler de yuvalarını yapmış. İçeriye insan girseydi ne bu örümceğin ağı ne de güvercinin yumurtası olurdu.” diye söylendiler. Biraz gürültü yaptıktan sonra dönüp gittiler. Hâlbuki içeride Peygam­ber Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir, bunların gürültüsünü işitiyorlar­dı. Hz. Ebû Bekir bu durumu görünce, çok merak ediyordu. O gerçekte kendisi için değil, çok sevdiği Hz. Pey­gamber için endişe ederek, “Yâ Rasûlellah, beni öldürseler ehemmiyeti yok, ben bir şahı­sım fakat -Allah etmesin- sana bir zarar verilirse bütün ümmetin helakine sebep olurlar.” dedi.

133

Bu söz üzerine Peygamberimiz, “Sen kederlenme, Allah bizimle beraberdir.” diyerek onu teselli ediyor ve yüreğine kuv­vet veriyordu. Hakikaten Allah Teâlâ, müşriklerin gözlerine perde çekti. Akıllarına bir şaş­kınlık geldi. Mağaranın içine girmekten vazgeçerek bırakıp Mekke’ye döndüler. Hâlbuki iç­lerinden biri dikkatle mağaranın ağzına baksaydı, onları görecek­ti. İçeriye girmeye bile lüzum yoktu.

Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdul­lah, gündüzleri Kureyş arasında dolaşıyor, geceleri onlara ha­ber götürüyordu. O dönünce, Ebû Bekir’in kölesi Âmir b. Füheyre o civara koyunlarını sürü­yor, hem Abdullah’ın izlerini ör­tüyor hem de mağaradaki mi­safirlere süt veriyordu. (l0)

Peygamber Efendimizle Hz. Ebû Bekir mağarada üç gün kaldılar. Sonra develer geldi, binip Medine yolunu tuttular. Fakat müşrikler derhal anlamış­lar ve arkalarından Surakâ is­minde meşhur bir pehlivan göndermişlerdi. Bu pehlivan Pey­gamberimiz Efendimizi öldürmek ve yüz deveyi almak için atına binmiş koşturuyordu. Bunu gö­ren Hz. Ebû Bekir, “Aman Yâ Rasûlellah! Tutulduk.” diye telâşa düştü. Peygamber Efen­dimiz de kendisine, “Telâş etme, Allah bizim­le beraberdir.” diyordu.

Surakâ bütün kuvvetiyle atı­nı sürdü ve gelip yetişti. Fakat tam bu sırada birdenbire atının ayakları sürçmüş, kendisi de ye­re yuvarlanmıştı. Surakâ tekrar ilerlemeye karar verdi ve atını sürdü. Fakat bu defa atının ayakları dizlerine kadar yere ba­tıverdi. Olduğu yerde çakılıp kaldı. Ne kadar çalışmış ise de atın ayaklarını çıkarmak ve yü­rütmek mümkün olamadı. Surakâ bunu görünce, yaptığı işe pişman olarak Peygamber Efen­dimizden aman diledi. “Yâ Muhammed! Rabbine dua et, bu felâketten kurtulayım. Eğer beni bu halden kurtarırsan, sizi takip etmekten vazgeçeceğim; hem de arkadan sizi tutmak için ge­lenleri geri çevireceğim.” dedi ve andiçti.

Peygamber Efendimiz dua etti. Surakâ kurtuldu ve geriye dönüp gitti. Arkadan gelen birçok müşrikleri de “Buraları ben aradım, kimse yoktur. Başka ta­raflara gidelim.” diyerek çevirdi. Bu suretle Peygamberimiz ve arkadaşları, müşriklerin şerrin­den kurtulmuş oldular. Surakâ bir müddet sonra da Müslüman oldu.

(10) Hüseyin Heykel, Hayat-ı Muhammed (Fî menzili’l - vahyi), sh. 253.

134

Aradan zaman geçince Ebu Cehil, Surakâ’nın bu hareketini öğrendi. Ona çok kızdı ve hak­kında çok kötü sözler söyledi. O da “Eğer atımın ayaklarının nasıl yere gömüldüğünü görseydin, sen de Muhammed’in Pey­gamberliğine iman ederdin.” di­ye cevap verdi.

KUBA’DA İLK MESCİDİN İNŞASI:

Peygamber Efendimiz müş­riklerin şerrinden kurtulduktan sonra yoluna devam etti. Bir pazartesi günü Medine’ye bir saat arası olan Kuba köyüne vardı. Medine’de sabırsızlıkla Peygamber Efendimizi bekle­yen Müslümanlar, uzaktan gö­rüp Peygamberimizi karşıladılar. Peygamber Efendimiz o köyde bir kaç gün kalıp bir mescit yaptı. İşte İslâm cemaati için yapılan ilk mescit budur.

Peygamber Efendimiz bir kaç gün orada kaldıktan sonra cuma günü devesine binerek, yüz kadar Müslüman ile Medi­ne’ye yöneldi. Öğle vakti Ranûnâ denilen köyde iki rekât cuma namazı kıldırıp bir hutbe okudu. Peygamber Efendimizin ilk defa kıldığı cuma namazı ve ilk hutbe budur.

PEYGAMBERİMİZ (S.A.S.)’ İN İLK HUTBESİ:

Peygamberimiz ilk olarak kıldıkları bu Cuma namazında, önce Allah Teâlâ Hazretleri’ne lâyık olduğu veçhile, hamdüsena et­tikten sonra birinci hutbede şunları söyledi:

“Ey İnsanlar! Sağlığınızda ahiretiniz için tedarik görüp ha­zırlanınız. Muhakkak biliniz ki, kıyamet gününde herkes bura­da yaptığından sorguya çekile­cek. Cenab-ı Hak, burada iken ahireti için iyi bir hazırlık yap­mamış kuluna diyecek ki: ‘Ey kulum! Sana benim peygambe­rim gelip de söylemedi mi? Ben sana mal verdim, sağlık verdim, sana birçok nimetler ihsan et­tim. Sen kendin için ne hazırla­dın? İbadet yaptın mı? İyilik ettin mi?’ O kimse de sağına so­luna bakacak, bir şey göremeyecek. Önüne bakacak cehennemden başka bir şey göremeyecek. Öyle ise her kim kendi­sini, velev ki bir yarım hurma ile olsun ateşten, cehennemden kurtarabilecek ise hemen dün­yada o hayrı işlesin. Dünyada iken yapabildiği kadar hayır ve iyilik yapsın. Yarım hurma tane­si kadar bile iyilik yapacak bir şeyi yoksa herkese tatlı dilli ve güler yüzlü olsun. Zira bu su­retle yaptığı bir hayra on mis­linden yedi yüz misline kadar sevap ve mükâfat verilir.”

Peygamberimiz birinci hut­beyi böylece tamamladıktan sonra, tekrar ayağa kalkarak, ikinci hutbeye de şöylece devam etti:

135

“Allah’a hamdüsena olsun. Allah’a hamdeder ve O’ndan yardam isterim. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü işlerimizden Allah’a sığındık, Allah’ın hidayet ettiğini (yola soktuğunu) kimse yoldan saptıramaz. Allah’ın sa­pıttığını da kimse doğru yola sokamaz. Size haber veririm ki; Allah birdir, O’ndan başka tanrı yoktur. O’nun eşi ve ortağı da yoktur. Sözün en güzeli Allah kelâmıdır; Allah’ın kitabıdır. Allah’ın Kitabı, sözlerin en güzeli ve en beliğidir. Allah’ın sevdiğini seviniz, Allah’ı can ve gönülden seviniz, Allah’ın sözünden kal­binize katılık gelmesin. Zira Al­lah’ın sözü, her şeyin aslını ayı­rıp seçer. İşlerin hayırlısı ve kulların güzidesi olan peygam­berleri ve kıssaların en iyisini zikreder. Helâl ve haramı beyan eyler, öyle ise yalnız Allah’a ibadet ediniz ve O’na hiç bir şe­yi şerik etmeyiniz. O’nun söz­lerine muhalefetten hakkıyla sakınınız. Birbirinize karşı güzel söyleyiniz ve birbirinizle sevişi­niz. Muhakkak bilmelisiniz ki; Allah Teâlâ Hazretleri sözünden dönenlere gazap eder. Selâm sizin üzerinize olsun.”

MEDİNE’YE VÂSIL OLUŞ:

Peygamber Efendimiz Ranûna’da cuma namazını kıldıktan sonra yine devesine bindi ve Medine şehrine yöneldi. Ki­min evine konacağını kimse bil­miyordu.

Peygamberimiz Me­dine’ye girince, Medineliler çok büyük şenlikler yaptılar. Bugün, Müslümanlık için çok hayırlı bir gündü. Müslümanlar için ar­tık yeni ve muvaffakiyetli bir devre başlamış bulunuyordu. Müslümanlık her tarafa buradan yayılacaktı. Buradan yayılacak olan ilâhî nur ve kuvvetli ışık, bütün dünyayı aydınlatacaktı. Müslümanlar birbirlerini tebrik ediyordu. Çocuklar sokaklarda, “Allah’ın Elçisi, Allah’ın Peygam­beri geldi.” diye sevinip çağrışı­yorlar. Kadınlar damların başı­na çıkmış güzel şiirler söylüyor­lar ve “Hoş geldiniz! Ey Allah’ın Sevgili Elçisi.” diyorlardı. Her evin önünden geçerken, “Bize buyurun, Yâ Rasûlellah!” diye davet ediyorlar ve devesinin yu­larını tutuyorlardı. Peygamber Efendimiz, devesinin çöktüğü yere misafir olacağından, deve­nin yularını tutanlara, “Dokun­mayınız. O, gideceği yeri bilir. Allah tarafından memurdur. Du­runuz bakalım nereye gidecek.” diyordu. Devesi gidip evvelâ boş bir arsada çöktükten sonra, tek­rar kalkıp yürüyüverdi ve Hazreti Hâlid’in evinin önüne çöktü. Lâkin oradan da kalkarak tek­rar önceki arsaya gitti ve orada çöktü. Peygamberimiz deveden inerek Hazreti Hâlid’in evine git­ti ve “İnşallah konağımız bu­rasıdır.” deyip buraya misafir oldu.

136

Peygamber Efendimiz Medine’ye, peygamberliğinin on üçüncü senesinde Rebîu’l- evvel ayının on ikinci günü, Haziran’ın yirmi sekizinde giriş yaptı.

Medine halkının hepsi gelip, Peygamber Efendimizi ziyaret ettiler. Efendimiz, devesinin ilk defa çöktüğü boş arsayı sahip­lerinden satın aldı. Oraya kerpiç­ten bir mescit ve etrafına ken­disi için odalar yaptırdı. Şimdi Medine’deki Mescid-i Nebî de­nilen ve Müslümanlar tarafın­dan ziyaret olunan camii şerif, bu mescittir. Bu mescit ya­pılırken Peygamber Efendimiz bizzat bir amele gibi çalışmış ve sırtında kerpiç taşımıştır.

Bu senenin Muharrem ayı, İslâm tarihi için bir başlangıç olarak kabul edilmiştir. Hicrî ta­rih dediğimiz budur. O zaman Peygamber Efendimiz elli dört yaşına girmiş bulunuyordu. Miladi takvime göre bu tarih 622 yılına rastlamaktadır.

Peygamber Efendimiz, Mek­ke’den Medine’ye hicret ettik­ten sonra, Mekke’de kalan Müslümanlar da birer birer Medine’­ye geldiler. Medineliler, Mekke’­den gelen kardeşlerine her hu­susta yardım ediyorlardı. (11)

MEDİNE - YENİ VATAN:

Evet, Hz. Muhammed (s.a.s.) bundan on dört asır önce hicret etti. Acaba nereden nereye ve niçin gitti? Doğup büyüdüğü, yemeğini yediği, su­yunu içtiği, havasını teneffüs ettiği, üzerine ilk ilâhî hidâyet güneşinin doğduğu, ruhunun ilâ­hî vahye kavuştuğu, milletini ve bütün insanlığı hidayete, doğru yola iletmesi için Allah tarafın­dan vahiy getiren Cebrâil (a.s.) ile buluştuğu müba­rek bir beldeden ayrıldı. Tebliği ile görevli bulunduğu İslâm dini­ni yaymak için daha elverişli bu­lunan ve halkı, müşriklerin zu­lüm ve işkencelerinden canı yanan Müslümanları bağrına ba­san, İslamiyet’e gönül veren ve Rasûlüllah’a âşık olan Medine’ ye göç etti.

Yukarıda sıralanan bütün bu hususlar bir tarafa, bir insa­nın doğup büyüdüğü vatanından ayrılması, sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Vatan, sahibinin bir parçasıdır. İnsanın ondan ayrılması cidden çok zordur. Onun içindir ki, bir vatan uğru­na ne canlar kurban oluyor. Bütün milletler, bütün ordular hep vatan için savaşırlar. Yazar­lar, hatipler, şairler hep ondan bahseder, hep vatanı terennüm ederler. Kişi, anasının bir par­çası olduğu gibi, vatan da sahi­binin bir parçası sayılır.

(11) Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Müslümanlık, sh. 79, A. H. Akseki.

137

Herhalde bundan dolayıdır ki, vatan, anaya benzetilerek, ‘Anavatan’ deniyor. Vatan, insan nezdinde ana kadar değerli, ana kadar sevgilidir. İşte Kur’an-ı Kerim’de bu gerçeğe işaret edilerek şöyle buyurulmaktadır:

“Musa’dan sonra İsrail oğullarının ileri gelenlerini gör­medin mi? Peygamberlerinden birine, ‘Bize bir hükümdar gön­der de Allah yolunda savaşalım.’ demişlerdi. ‘Ya savaş size farz kılındığında gitmeyecek olursa­nız?’ demişti. ‘Memleketimiz­den ve çocuklarımızdan uzaklaştırıldığımıza göre niye Allah yo­lunda savaşmayalım?’ demişler­di.” (12)

Diğer bir ayet-i kerimede:

“Şayet onlara, ‘Kendinizi öl­dürün’ yahut ‘Memleketinizden çıkın’ diye emretmemiş olsay­dık, pek azından başkaları bu­nu yapmazlardı.” (13)

İsrail oğullarının ileri gelen eşrafı; ‘memleketimizden çıkarıl­dık, çocuklarımızdan uzaklaştı­rıldık, nasıl olur da Allah yolun­da savaşmayız?’ diyerek, memle­ketten çıkarılmayı savaşa atıl­mak, bu yolda canlarını feda et­mek için en büyük gerekçe sayı­yorlardı. Çünkü savaşın, sadece Allah yolunda olması, onlar için kâfi değildi. Onları asıl savaşa iten sebep, memleketlerinden çıkarılmaları ve çocuklarından uzak kalmaları hususları idi.

İkinci ayet-i kerimede ise Allah Teâlâ, kendilerini öldür­meleri emri ile vatanlarından çıkmaları emrini eşit kılmıştır. Yani ya kendinizi öldürün ya da memleketinizden çıkın. Bun­ların ikisi de birdir. Kendilerini ördürmeleri, onlara ne derece ağır geliyorsa, memleketlerin­den çıkmaları da o derecede ağır gelmekte idi. İşte görülüyor ki, vatandan ayrılmak zannedil­diği kadar kolay bir şey değildir. Şu da muhakkak ki, herkes gibi Peygamber Efendimiz de vata­nını seviyor ve ondan ayrılmak istemiyordu. Mekke’den ayrılır­ken, Mekke’ye hitaben söylediği şu tarihî sözler, onun vatanı olan Mekke’yi ne kadar sevdiği­ni göstermeye kâfidir.

“Ey Mekke! Bütün dünyada en çok sevdiğim yer, senin top­raklarındır fakat senin evlâtla­rın, beni senin duvarların arasında huzur içinde bırakmıyorlar...”

PEYGAMBER (S.A.S.) İN BÜYÜK AZİM VE SEBATI:

Peygamberimiz, Kureyş ‘in en ileri geleni, en temiz ruhlusu, en doğru sözlüsü, en güvenilir kişisi ve ahlâk olarak da en güzel olanı idi. O, milletini sapıklık içinde gördükçe içi sızlar, onla­rı bu halden kurtarmak için can atardı.

(12) Bakara Sûresi, 146.

(13) Nisa Sûresi, 66

138

Onlar ise, kelebekler gibi şuursuzca, ışık diye ateşe üşüşüyor, kendilerini mahvedi­yorlardı. Bu şuursuz hareket­lerini görmekte olan Peygamber Efendimiz, durmadan, usanma­dan onları kurtarmak için elin­den gelen her şeyi yapıyor, hidâ­yet güneşi ile aydınlanmaları için çırpınıp duruyordu. Onla­rın Hak Din İslâmiyet’i ka­bul etmeleri ve bu sayede dün­ya ve ahiret saadetine kavuş­maları için kendini mahvedercesine uğraşıyordu. Kur’an-ı Ke­rim bu hususu şöyle dile geti­riyor:

“Ey Muhammed! Bu söze inanmayanların ardından üzü­lerek neredeyse kendini mahve­deceksin.” (14)

Peygamber Efendimiz, Mek­ke halkını yıllarca İslâm dinine davet etti. Fakat Kureyş müş­riklerinin küfür ve inadı, haset ve kıskançlıkları İslamiyet’i ka­bul etmelerine mani oluyordu. Onun İçin durmadan söz ve fiille Peygamber Efendimize saldırı­yor, Peygamberlik davasında onu yalanlıyorlardı. Kendisini gözden düşürmek için her çare­ye başvurdular. Yalancıdır, de­diler; sihirbazdır, dediler; deli­dir, dediler; kişiyle karısının, çocuklarıyla ebeveyninin; aşiretle aşiretin; kabile ile kabilenin arasını açtığını

iddia ede­rek, kendisine en çirkin iftiralar­da ve hakaretlerde bulundular.

Akla, hayale gelmedik işken­celer yaptılar. Diğer taraftan da onu güç durumda bırak­mak için kendisinden, Hazreti Musa ve Hazreti İsa’nın muci­zeleri gibi mucizeler gösterme­sini isteyerek ona şöyle dediler:

“Bize yerden kaynaklar fışkırtmadıkça, sana inanmayacağız veya senin hurmalık ve üzüm bağın olup, aralarında ır­maklar akıtmalısın yahut da iddia ettiğin gibi, göğü tepe­mize parça parça düşürmeli ya da Allah’ı ve Melekleri karşımı­za getirmelisin veya altından bir evin olmalı yahut göğe yük­selmelisin. Ama oradan okuya­cağımız bir kitap indirmezsen, yine |o yükselmene inanmaya­cağız. De ki: Fesübhanellah, ben Peygamber olan bir insan­dan başka bir şey miyim?” (15)

Kureyş müşrikleri, Peygamber Efendimizi önceleri bu da­vadan vazgeçirmek ve putları­na dil uzatmaması için mal ve saltanat vadettiler, beşerî ihti­rasları tahrik edecek her vaatte bulundular. Fakat bunların hiç­biri Peygamberimizi ilâhî dava­sından vazgeçirmedi. Çünkü da­va, onun şahsî davası değil, ilâhî bir dava idi.

(14) Kehf Sûresi, 6.

(15) İsra Sûresi, 92 - 93.

139

O sadece Al­lah’ın emirlerini yerine getir­meye çalışıyordu. Peygamberi­mizin müşriklerle mücadelesi, hayır ile şerrin, fazilet ile rezaletin, hak ile batılın mücadelesi idi. Müşrikler, İslamiyet’i kabul etmedikçe, bu mücadele de­vam edecekti.

Kureyş, Peygamberimizi da­vasından vazgeçirmek için baş­vurduğu bütün çareler boşa gi­dince hiç olmazsa, İslamiyet’in yayılmasını önlemek, bu dini ka­bul eden Müslümanları ondan çevirmek maksadıyla Peygam­berimize ve ona uyan Müslü- manlara ellerinden gelen her çeşit işkenceyi yaptılar. Bugün bazı devletlerin yaptığı gibi, Peygamberimize ve ona uyan Müslümanlara iktisadî ambar­go uyguladılar ve onları sene­lerce aç, susuz bıraktılar. Dövdüler, şehit ettiler ve yerlerin­den, yurtlarından ayrılmak zo­runda bıraktılar. Çünkü İslami­yet tam bir müsavat getiriyor­du. Kur’an-ı Kerim insanlara şöyle hitap ediyordu:

“Allah katında en iyiniz, en şerefliniz, en çok takva sahibi olanınızdır.” (16)

Peygamber Efendimiz de bu konuda şöyle buyurur: “İnsanlar tarak dişleri gibi müsavidirler.” (17) Diğer bir hadis-i şerifte de buyurur ki: “Arap olanın Arap olmayan üzerine hiç bir üstünlü­ğü yoktur.” (18) Müşriklerse, bu müsavattan çok korkuyorlardı. Zengin, fakir, e­fendi, köle nasıl bir olabilirdi? Bir Kureyş reisi, halktan biriyle nasıl aynı seviyede olabilirdi? Kureyş uluları bu müsavat pren­sibini bir türlü kabul edemiyor­lardı. İşte bütün bunlar, servet sahiplerinin içinde kızgınlık, öf­ke; şeref ve itibar sahiplerinde ise kin meydana getiriyordu.

HİCRET’TEN ALINACAK DERS VE İBRETLER:

Kureyş müşriklerinin, Pey­gamber Efendimize ve ona uyan Müslümanlara karşı in­sanlık dışı tutumları, Peygambe­rimizin Medine’ye hicretlerin­den sonra, İslamiyet’in yayılma­sındaki başarısında en büyük etkenlerden olmuştur. Peygamber Efendimiz ve arkadaşları, bu kadar zulüm ve tazyiklere, bu kadar eza ve işkencelere taham­mül ederek, yılmadan ve usan­madan davalarında sebat gös­terdiler. İnsanları kurtarmak ve kurtuluş yoluna getirmek için daha hızla hare­ket etmeleri, bütün bu haberle­rin etraftaki kabilelere dağılma­sına, İslâm nurunun görülmesi için gözlerin açılmasına, bâtıla saplanan en katı yüreklilerin bile dönmesine sebep olmuştur. İşte böylece Peygamberimize ve onun arkadaşlarına yönelen bütün zulüm ve işkenceler, hakka hizmet etmiş oldu. Bunlardan ders ve ibret almak gerekir.

(16) Hucurât Suresi, 13.

(17) Künûzü’l - Hakâik, 2 / 185.

(18) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, 5 / 411.

140

Esasen hicret konusunda hatiplerin hutbelerinde, vaizlerin vaazlarında, yazarların yazıların­da değinmedikleri bir mana, bir cihet kaldığını sanmıyorum. Fa­kat aynı şeyleri tekrar da olsa Peygamber Efendimizin ve onun ashabının karşılaştıkları eza ve cefaları, tahammül edile­meyecek zulüm ve işkenceleri, beşeriyeti küfrün karanlıkların­dan, şirkin bataklıklarından kur­tarmak için bütün bunlara nasıl tahammül ettiklerini, insanları kurtuluş yoluna getirmek için nasıl daha derin bir hızla hare­ket ettiklerini öğrenmek maksadıyla yeniden ele almanın ve tekrar tekrar okumanın çok fay­dalı olacağı düşünülmüştür. Böylece bilgiler tazelensin, ha­diseler hatırlansın da bunlar­dan gerekli ibret alınsın. Yoksa okunanlardan, duyulanlardan ibret alınmazsa, hicreti anmanın ne kıymeti olur? Mühim olan sadece okumak veya yazmak değil, vuku bulan bu çok hazin olaylardan gereği gibi ders ve ibret almaktır. Aksi halde bizler, aşağıda meali yazılı ayet-i kerime ile durumları tenkit edi­len zümreye dâhil olmuş oluruz:

“Göklerde ve yerde nice belgeler vardır ki, yanlarından yüzlerini çevirerek geçerler.” (19)

Bugün tüm dünya devletle­rinin çeşitli musibetlere, birçok felâketlere uğramaları, hep Kur’an-ı Kerim’den yüz çevir­meleri, yapılan uyarılara aldır­mamaları, ibret alınması gere­ken olaylardan gerekli dersi al­mamalarından ileri gelmektedir.

Zanneder misiniz ki, Nuh milleti, Âd, Semud, Lût mille­ti, günümüzdeki milletlerden daha çök günah işlemişlerdir? Daha çok nefsanî arzularını tat­mine çalışmışlardır?

Zanneder misiniz ki, bugün bu kadar pervasızca günah işleyen, zulüm yapan bu millet­leri Allah Teâlâ ihmal edecek ve cezalandırmayacaktır? Hayır, Allah mutlaka, taşkınlıkları, kü­für ve inatları, dinden yüz çevir­meleri sebebiyle geçmiş millet­leri cezalandırdığı gibi, bunların kıssalarından ibret almayan, din­den ve Kur’an’dan yüz çeviren bugünkü milletleri de mutlaka cezalandıracaktır.

Allah Teâlâ, Nuh milletini tufanla helâk etti, boğdu; Âd milletini de önünde durulmaz dondurucu bir rüzgârla yok etti ve kökünü kesmek üzere, üzerleri­ne o rüzgârı yedi gün sekiz ge­ce estirdi. Lût milletinin üzerle­rine taş yağdırdı ve bir rüzgâr göndererek helak etti. Semud milletini zorlu bir sarsıntı ile yok etti. Bütün bu felâketler, o milletlere aniden geldi. Onlarsa karşılaştıkları bu felâketleri bek­lemiyorlardı.

(19) Yûsuf Suresi, 105.

141

Bugün dünya milletlerinin başına gelen felâketler, korku­lar nedir? Ne kadar güçlü, ne kadar kuvvetli olursa olsun, du­rumundan emin olan, hiç bir korku, hiç bir endişesi bulun­mayan tek bir devlet gösterile­mez. Harp korkusu, açlık korku­su, anarşi korkusu, her zaman bu milletleri tehdit eden, rahat ve huzurlarını kaçıran sebepler­dendir. Eskiden olduğu gibi, bu­gün harpler sadece sınırlarda dehşet oluşturmuyor. Ülkenin her yerinde aynı korku hissedilmek­te, kimse kendini güven altında görememektedir. Karadan, de­nizden, havadan atılacak bir atom bombası, bir top, bir füze; ne beşikteki yavruya ne yatak­taki hastaya ne de evinde otu­ran yaşlı ihtiyara merhamet ediyor. Hele son zamanlarda or­taya çıkan anarşi, her zaman ve her yerde milletleri tehdit et­mekte, hunharca masum insan­ları öldürmekte, sahibinin gö­zünün önünde malını, mülkünü alıp gitmekte, çoğu zaman malı için hayatını da yok etmektedir.

Hiç şüphesiz ki, bütün bun­lar, insanları dünya ve ahirette huzur ve saadete kavuşturmak için Allah tarafından gönderilen İslâm dininden uzak kalmanın cezası; zayıf milletleri pençesi altına alıp ezen, onları köle gibi kullanan ve memleketlerini sö­müren sömürgecilerin işledikleri cinayetlerin cezası; zalimlerin zulmünden ezilip gitmekte olan zayıfların, mazlumların yardımı­na koşmamak gibi görev ihma­linin cezası; dinsizliğin, alenen ve pervasızca işlenen günahla­rın, hayâsızca işlenen, fuhşun, hak ve hukukun çiğnenmesi gibi irtikâp edilen suçların cezasıdır.

Milletler, renk farkı gözet­meden, zengin, fakir, kuvvetli, zayıf, şerefli, düşük, efendi, köle demeden, tüm insanları birbirine müsavi kabul eden; şeref ve üs­tünlüğü, Allah’tan en çok sakın­makla ölçen İslâm dinine dön­medikçe; küfür ve taşkınlıkta inat ederek, peygamberlerine inanmayan ve bu yüzden Allah’ın gazabına uğrayan geçmiş mil­letlerin kıssalarından ders ve ibret almadıkça, insanlığın, bu felâketlerden kurtulması, aradığı sükûn ve huzura kavuşması mümkün değildir. Suçlu millet­ler, mutlaka cezalarını görecek­lerdir.

142

Kur’an-i Kerim bu konuda tüm insanlığı şöyle uyarmaktadır:

“Ey Muhammed de ki: ‘Be­nim yolum budur; ben ve bana uyanlar bilerek insanları Allah’a çağırıyoruz. Allah’ı noksan sı­fatlardan tenzih ederim. Ben as­la Allah’a eş koşanlardan deği­lim.’ Senden önce kasabalar halkından şüphesiz, kendilerine vahyettiğimiz birtakım insanlar gönderdik. Yeryüzünde dolaşmı­yorlar mı ki, kendilerinden ön­cekilerin sonlarının ne olduğunu görsünler? Ahiret yurdu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır; akletmez misi­niz? Öyle ki, peygamberler ümitsizliğe düşüp, yalanlandıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir. Böylece, istediğimizi kurtarırız. Azabımız suçlu milletten geri çevrilmeyecektir.” (20)

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) ve ona uyan Müslümanlar, tam bir basiretle insanları; Allah’a ve O’nun dini olan İslamiyet’e çağırmışlardır. Bunlara gerçekten inanmak, ancak o davete icabet etmek ve onu bizzat yaşamakla mümkün­dür. Onu yaşamaksa, Allah’ın emirlerini, gereği gibi yerine ge­tirmeye çalışmak ve yasakların- dan kaçınmak; Kur’an-ı Kerim’ de bahsedilen önceki milletlerin kıssalarından ibret almak ve iş­ledikleri günahlardan ötürü, kar­şılaştıkları cezaların sonucunu iyi düşünmekle olur.

İnananlar, çok dikkat etme­li, geçmiş milletlerin yaptıklarını ve bu yüzden başlarına gelen felâketleri çok iyi düşünmeli, on­ların bu hallerinden gereği gibi ders ve ibret almalıdırlar. Ve şuna da kesin olarak inanmalıdırlar ki, Allah’ın azabı suçlu milletten geri çevrilemez. Azaptan kurtulacak olanlar ise ancak Al­lah’a karşı gelmekten sakınan­lar olacaktır. Mutlu ahiret haya­tı da onlar içindir.

Hicretin on beşinci yüzyılını kutladığımız bugünlerde Müslümanlar olarak, her zamankinden daha çok uyanık olmalıyız. Hic­retini yâd ettiğimiz Yüce Pey­gamberimizi her yönüyle ken­dimize örnek edinmeliyiz. İnsan­lığı şirkin bataklığından kurtar­mak için Peygamberimizin nasıl çalıştığını, bu uğurda kendisine yapılan zulüm ve işkencelere na­sıl tahammül ettiğini, hayatına kasteden müşriklere dahi nasıl davrandığını bir düşünelim. Ken­disine atılan taşlarla yaralanıp, kanlar içinde bulunduğu bir sı­rada dahi, ellerini açıp, “Yâ Rabbi! Gazabına uğramayayım da çektiğim mihnetlere, belâlara al­dırmam... Yâ Rabbi! Milletimi affet, bağışla, onlar bilmiyorlar.” diyerek dua edebilmek ne büyük bir âlicenaplıktır. Müşrikler, ken­disini öldürmek için karar alıp, evini kuşattıkları halde, Hz. Muhammed (s.a.s.)’ in onlara ait emanetleri sahiplerine vermesini, Hz. Ali’ye tembih etmesi ne bü­yük insanlıktır.

143

(20) Yûsuf Sûresi, 108 – 111

Nihayet o Yüce Peygamberin, Mekke’yi fet­hettikten sonra azılı düşmanlarını dahi nasıl affettiğini iyice bir düşünmeli ve bunlardan gerekli dersleri almalıyız.

Yukarıda bahsedildiği gibi, Peygamber Efendimizin, fazilet örneği olan hayatındaki yüce­liklerden ders ve ibret alınmaz­sa, o büyük hicreti her yıl an­manın ne kıymeti kalır? Pey­gamber Efendimizin karşılaş­tığı çok hazin olayları düşün­dükçe içimiz sızlıyor, gözlerimiz yaşarıyor; Ona karşı olan derin saygı ve muhabbetimiz bir kat daha artıyor. Çünkü o, tanındık­ça insanlar nazarında daha da büyümektedir. İlk Müslümanların Peygamberimize ne kadar bağlı olduklarını, onu ne kadar sevdiklerini ve hayatını kurtar­mak için canlarını nasıl feda et­tiklerini düşündükçe, onlara hay­ran olmamak mümkün değil... Keşke biz de o günlerde bulun­muş olsaydık da bu ilâhî davada, Allah’ın Rasulüne yardımcı ol­saydık, diye temenni ediyoruz. Ancak o günlere kavuşamamış isek de bu günlere erişmiş ve onun ümmeti olma bahtiyarlığı­na kavuşmuş bulunuyoruz. Bu yüce şerefe nail olduğumuz için Rabbimize şükretmeli, Rasulüllahın yolunda yürüyerek, onun yüce davası İslâm’a hizmet et­meli ve güzel ahlâkıyla ahlâkla- narak ona lâyık ümmet olmaya çalışmalıyız. İşte gerçek muhab­betin gereği budur. Şunu da kesin olarak bilmeliyiz ki, biz mukaddes dinimize yardım et­tiğimiz müddetçe, hak uğrunda Allah yolunda çalıştığımız süre­ce, Allah da bizim yardımcımız olacaktır, işte Kur’an-ı Kerim bu hususu şöyle açıklamaktadır:

“Andolsun ki, Allah’a yardım edenlere, O da yardım eder. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür. Onları biz yeryüzüne yerleştirirsek namaz kılarlar, zekât verirler, uygun olanı emre­der, fenalığı yasaklarlar. İşlerin sonucu Allah’a aittir.” (21)

“Ey inananlar! Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder; ayaklarınızı savaşta sabit kılar. İnkâr eden­lere ise yıkım ve yokluk olsun, Allah onların İşlerini boşa çıkarır.” (22)

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s), beşeriyetin aradığı sükûn ve emniyet, huzur ve saadet yollarını göstermiş, Allah’ın en mükemmel dini olan İslamiyet’i tebliğ etmiş ve bu sı­rada karşılaştığı bütün zorluk­lara katlanarak, fedakârlıkta en büyük örnek olmuştur. O, bütün ömrünü beşeriyete hizmete has­retmiş, onlara hayır ve fazilet dersleri vermiş ve onları hak ve hidayete ulaştırmıştır.

(21) Hac Sûresi, 40-41.

(22) Muhammed Sûresi, 7-8.

144

Fiille, sözle insanlara ahlâkî fazilet­leri öğretmiş, büyüklere saygı, küçüklere sevgi ve bütün mahlûkata şefkat göstermeyi telkin et­miştir. O, kimsenin kalbini kır­mamış kimseyi hakir görmemiş­tir. Herkesi, Allaha’ itaat etmeye ve beşeriyete faydalı olmaya da­vet etmiş, hiç bir surette adalet ve insaf dairesinden ayrılmamalarını bildirmiştir.

Salât ve selâm ona, âl ve ashabına ve kıyamete kadar onun yolunda gidenlere olsun.

145