Makale

HASTA ADAM’IN DİRİLİŞ CEHDİ ÇANAKKALE

HASTA ADAM’IN DİRİLİŞ CEHDİ
ÇANAKKALE

Yavuz BAHADIROĞLU

Çanakkale, mahiyeti itibarıyla bir diriliş cehdi, aynı zamanda da birlik beraberlik sembolüdür. Bu itibarla Çanakkale mücadelesini kazanan ruhu keşfetmeye ve kavramaya muhtacız.

ETRAFINDA ihtilafsız ittifak edebileceğimiz ortak değerleri öne çıkarmamızı gerektiren günler yaşıyoruz…
Tarih ortak değerlerimizden biridir…
Özellikle Çanakkale Zaferi, yakın tarih içindeki yeri bakımından son derece anlamlıdır.
Anlamlıdır, çünkü “Osmanlı bitti, bir daha dirilemeyecek şekilde yere serildi” denilen bir zamanda kazanılmıştır.
Mahiyeti itibarıyla bir diriliş cehdi, aynı zamanda da birlik beraberlik sembolüdür. Bu itibarla Çanakkale mücadelesini kazanan ruhu keşfetmeye ve kavramaya muhtacız.
Hatırlayalım ki, Çanakkale Zaferi, Avrupa’nın “Hasta Adam” damgasını vurduğu bir milletin varlık mücadelesidir. Mücadele kaybedilseydi her şey biter, o moral çöküntüsü içinde İstiklal Savaşı bile verilemezdi. Ama kazanıldı. Tarihin yolu ve yönü değişti.
Bir millet ateşle imtihan olundu Çanakkale’de, tarihle hesaplaştı ve kendi varoluş tarihini yeniden yazdı.
Oysa yıllarca savaşmaktan yorgundu. İmparatorluğun geniş coğrafyası içinde on yedi yıl aralıksız savaşmış, Trablusgarp’tan Balkanlar’a kadar tüm vatan sathını kanıyla âdeta sulamış, başta insan kaynakları olmak üzere hemen hemen tüm kaynaklarını tüketmişti.
17 yıl aralıksız savaş
Yıl 1897...
Cephe Dömeke: Paçamıza salınan Yunan ordusuyla hesaplaşıyoruz...
Hemen arkasından ise Makedon-ya’da varlık mücadelesi veriyoruz… Yıl 1911…
Osmanlı mirasından Trablusgarp’ı (Libya) koparmak isteyen İtalya ile savaşıyoruz… Yıl 1912-13…
Birinci ve İkinci Balkan savaşları: Karşımızda Rusya’nın kışkırtıp desteklediği Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ: Yeni bir Haçlı Ordusu… Anadolu’nun tertemiz gençleri Balkan topraklarında kalırken, İstanbul’a ve yakın kentlere Balkanlardan müthiş bir “dindaş/soydaş” akını başlıyor…
İmparatorluğun sınırları ise Edirne’de çiziliyor...
Yıl 1914...
Bu kez cephe bütün vatan… Yine kan, barut, ateş... Ateşin ortasında yine biz...
Üstelik İmparatorluğumuzun merkezi kendi içine kapanmış, politikacılar iktidardan pay kapmaya çalışırken, Allahüekber Dağları’ndaki buz cehennemi binlerce vatan evladını yutmuştur.
On yedi yıl aralıksız savaşan bir milletin önce insan kaynakları, ardından para kaynakları, nihayet silah kaynakları tükenir: En tükenmiş anınızda ise en güçlü donanma ile son darbeyi vurmaya gelirler…
Çanakkale savaşlarının özü de özeti de budur…
Önemi ise, yokluktan varlık çıkarılabilmesi, “Çanakkale geçilmez” hükmünü dünya tarihinin alnına vurabilmesidir.
Dünyanın en yorgun milletinin, dünyanın en iyi ordularının karşısında tutunabilmesi, gerçekten de analize muhtaç bir durumdur ve geleceğimiz açısından büyük bir umuttur.
Orantısız güç
12 büyük zırhlı, 18 muhrip, 13 torpido gemisi, 7 tarama gemisi, küçük çaplı gemiler, 24 denizaltı, 42 uçak ve 500 bin asker (bu konuda muhtelif rakamlar var)…
İtilaf donanması, 506 topla günde ortalama 23 bin mermi gönderiyor mevzilerimize…
Bizim elimizde ise çoğu eski, eski olduğu için de ateş gücü son derece düşük 150 top var…
Atılabilen mermi sayısı sadece 370…
Bu açığı kapatmak için bulunabilen tek yol ise mevzilere soba boruları yerleştirilip top görüntüsü verilmesinden ibaret…
İngilizler zaferden emindir. Bu emniyet ve gurur içinde, İngiliz Donanması Kurmay Başkanı Sör Roger Keyes, 13 Kasım 1915 tarihinde hatıra defterine şu notu düşüyor:
“Bahriye Nazırımız, Churchill’in enerjik idaresi altında dev adımlarla ilerliyoruz. Çanakkale Boğazı’nı mutlaka geçeceğiz!”
İngiltere’nin müttefiki Fransızlar da aynı rüyayı görüyorlar. Fransız Savaş Filosu Komutanı Amiral Guepratte (Emile Paul Guepratte) seyir defterine şu notu düşüyor:
“Müttefik donanmasının Çanak-kale’yi geçeceğine hiç şüphem yok. Bu bir prestij meselesidir. Bütün mesele İstanbul’a ilk girme şerefinin kime ait olacağıdır: İngiltere’nin mi, Fransa’nın mı?”
Ve Churchill, donanmayı Çanak-kale’ye gönderdiği andan itibaren yaptığı bütün konuşmalarda aynı hayali seslendiriyor:
“Çanakkale mutlaka geçilmelidir, geçilecektir! Osmanlı Devleti mutlaka bertaraf edilmelidir, edilecektir!”
Bu amaçla son büyük saldırısını gerçekleştirmek için hazırlanıyor.
Aynı günlerde Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Kurmay Albay Cevat (Çobanlı) Bey, subaylarını toplamış, şöyle konuşuyor:
“Silah arkadaşlarım! Biz, düşmanın toplarına ve zırhlılarına karşı imanımızla çıkacağız. Şarapnellere ve mermilere göğsümüzü siper edeceğiz. Ve bütün dünyaya Çanakkale geçilmez sözünü bir darb-ı mesel gibi söyleteceğiz.”
Kısacası bu savaş, “Çanakkale’yi geçirtmeyeceğiz, ezanımızı susturmalarına, bayrağımızı indirmelerine izin vermeyeceğiz” diyenlerle “Çanakkale’yi mutlaka geçeceğiz” diyenlerin savaşıdır...
Birlik ve bütünlüğümüzün adresi
Aynı tarihte Avrupa bayram yeri gibidir...
Başkentler süslenmiş, tarihî kiliseler silinip süpürülerek zafer ayinine hazırlanmıştır.
Nihayet 18 Mart...
Mehmet Âkif’in, “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” dediği kuvvetler, denizden saldırıya kalkıyor. Çanakkale sırtları denizden, havadan ve karadan atılan bombalarla bir anda cehenneme dönüyor... Bu saldırılar bir kısmı çocuk yaşta, bir kısmı yedek subay on binlerce şehide mal olacaktır, ama Çanakkale geçilemeyecektir.
Saldırganların adı “düşman”dır, savunanların ise “kardeş”! Saldırgan “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” savunmacıların kimi Türk, kimi Kürt, kimi Laz, kimi Çerkes, kimi Arnavut…
Hepsi yekvücut. Zaten İngiliz gülleleri adres sormuyor…
Çanakkale sırtlarında, ezan minarelerde sönmesin, bayrak direkten inmesin, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’una düşman çizmesi değmesin kararlılığı içinde, namusunu savunur gibi vatanını savunan Mehmetçikleri hedef alıyor… Saldırganlar, savunmacıların etnik kökenine bakmadan Türk’ün, Kürt’ün, Laz’ın, Çerkes’in, Arnavut’un iman dolu göğsünü hedef alıyorlar… Öte yandan Türkle Kürt aynı değerler etrafında kenetlenip aynı amaçlar uğruna şehit oluyorlar ve koyun koyuna aynı mezarda ebediyeti yaşıyorlar. Kısacası Çanakkale Zaferi her şeyden önce birlik ve bütünlüğümüzün adresidir!
Nasıl insanlardı?
Şimdi Çanakkale zaferini tarihe yazan insanın imanına, yapısına, karakterine biraz yakından bakalım... Bakalım, çünkü sorunlarımızın temelinde Çanakkale insanını, o ebedî abideyi kaybetmiş olmak yatıyor. Öncelikle belirteyim ki, o insanlar Allah’a yakın insanlardı… Cephede, bombalar altında namaz kılacak kadar yakın… Savaşırken, oruç tutacak kadar yakın… Her mermiyi besmele eşliğinde gönderecek kadar yakın.
Nusret Mayın Gemisi’nin sahile paralel olarak Karanlık Liman’a döktüğü yirmi altı yerli mayının tamamının patladığı ve düşman zırhlılarına büyük zararlar verdiği, Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Bey’e (sonra paşa oldu) bildirildiğinde gülümsemiş, “O mayınları yapan Çanakkaleli ustalar, belli ki kara baruta bir miktar da besmele katmışlar.” demişti. Anadolu insanını çok iyi tanıyordu.
“Niçin savaşıyorsun?”
Bilindiği gibi Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlarla beraberdik…
Çanakkale cephesini savunan Beşinci Ordu’nun komutanı ise Alman Mareşal Otto Liman Von Sanders’ti… Sanders, bir gün cepheyi teftişe çıkıyor. Yanında Müstahkem Mevki Komutanı Kurmay Albay Cevat Bey başta olmak üzere, Türk subaylar da vardır… Önünde sıralanan Mehmetçiklerden birine damdan düşer gibi soruyor:
“Niçin savaşıyorsun?”
Cevap, mert Anadolu delikanlısının temel amacını haykırır gibidir:
“Allah için!”
Alman Mareşal Liman Von Sanders çarpılıyor, âdeta… Bir yandan da meraklanmıştır: Acaba askerde fikir birliği var mı?
Başka birliklere geçiyor. Farklı birliklerde savaşan birkaç Mehmetçiğe daha aynı soruyu yöneltiyor:
“Niçin savaşıyorsun?”
Hayret! Cevap aynıdır:
“Allah için!”
Alman Mareşal, Türk subaylara dönüyor:
“Bravo beyler!” diyor, “yaptığı işi Allah için yapan evlatları olan bir millet mahvolmaz!”
Azimli, kararlı, mert ve fedakâr
O günlerde Çanakkale sırtlarında vatan savunması yapan insanlar kararlı, azimli, mert ve fedakâr insanlardı…
Küçük bir örnek…
Diyarbakır’ın fakir bir köyünden gelen Kürt Memo (Mehmet), temmuz sıcağında bile sırtından çıkarmadığı kırk yamalı kaputuyla savaşıyor, devletinden elbise istemeyi kendine yediremediğinden, hiç sesini çıkarmıyor… Bir gün yüzbaşısı durumu fark edip yaz geldiğini, kaputu çıkarmasını isteyince, hiç renk vermiyor:
“Böyle iyiyim kumandanım” diyor, “bu kaputun her yaması şehit kardeşlerimin elbisesinden alınmadır. Beni hem gâvurun mermisinden koruyor, hem de soğuktan…”
“Ama hava ısındı” diye üsteliyor yüzbaşı, “yaz günü de kaputla savaşılmaz ki…”
“Ziyanı yok kumandanım, siz gönlünüzü ferah tutun, ben böyle daha iyi savaşıyorum.”
Yüzbaşı, Memo’yu henüz çözememiştir:
“Çıkar oğlum” diyor, “arkadaşların gibi sen de elbiseyle savaş.”
“Müsaadenizle yüzbaşım, kalsın.”
Yüzbaşı kızmaya başlamıştır:
“Çıkar dedim mi çıkaracaksın, ben senin kumandanınım!”
Memo, kurtuluş olmadığını görünce, kimseyle paylaşmadığı sırrını yüzbaşıya fısıldamak zorunda kalıyor:
“Emrin can baş üstüne kumandanım” diyor, “ama kaputu çıkarırsam cıbıldak kalırım; çünkü bunun içinde başka hiçbir şey yok.” Memo, “Devletimin imkânı olsaydı bana da elbise verirdi” diye düşünmüş, vermediğini devletten istemeye utanmıştır. O zamanın Anadolu delikanlısı sadece vermeyi (vatanı için malı istendiğinde malını, canı istendiğinde canını) biliyor, istemeyi, almayı bilmiyor.
Cesaretin şahikası
O insanlar aynı zamanda son derece cesur insanlardı… Yahya Çavuş, emrindeki son birkaç Mehmetçikle tam üç alay düşmana karşı bütün gün savaşıyor, son askeri şehit olmadan, savunmasına bırakılan tepeyi düşmana teslim etmiyordu. Göz kırpmadan ölümün koynuna atladılar… Sonunda hepsi şehit olup ebedîleşti. Çanakkale eski valilerinden Nail Memik Bey, bu kahramanlık karşısında ağlıyor, bir dörtlük yazıp Yahya Çavuş ve arkadaşlarının mezar taşı yapıyordu:
“Bir kahraman takım ve Yahya Çavuş’tular,
Tam üç alayla burda, gönülden vuruştular…
Düşman tümen sanırdı bu şahlanmış erleri,
Allah’ı arzu ettiler, akşama kavuştular.”
Mert ve yardımsever
O insanlar yardımsever insanlardı… İngilizler esir aldıkları yaralı asker ve subaylarımızı canlı canlı denize atarken, bizim insanlarımız yaralı düşman askerlerini sırtında taşıyor, zaten çok kıt olan yiyeceklerini onlarla paylaşıyordu. O insanlar gerektiğinde sert, ama her zaman mert insanlardı… Savaşta bile mertliklerine leke sürmez, hileye başvurmazlardı… Asla ahlak dışı usuller kullanmazlardı.
O kadar ki, İngiliz komutanlar Avustralya’dan getirdikleri meşhur Anzak askerlerine gaz maskesi dağıtmak istediklerinde, Anzak askerleri şu gerekçe ile reddetmişlerdi:
“Düşmanımız o kadar merttir ki, zehirli gaz atmaya tenezzül etmez.” Oysa aynı tarihlerde İngiltere Harbiye Nazırı Sir Vinston Churchill, Gelibolu’ya yığdığı kuvvetlerine zehirli gaz kullanma emri veriyor, gerekçesini de şu şekilde açıklıyordu: “Türkler insan sayılmazlar, fare gibi zehirlemelisiniz!” Aramızdaki “insanlık farkı” hâlâ devam ediyor.
İnayetin tecellisi
Onlar işte böyleydi: Böyle oldukları için, Allah, Âl-i İmran 123. ayetinde vadettiği yardımı gönderdi:
“Şayet sabreder, Allah’tan korkarsanız ve düşmanlarınız da hemen o anda üzerinize gelirse, Rabbiniz, işaretlenmiş beş bin melekle size yardım eder.”
Rahmet tecellisinin dört şartı var:
1. İnanmak (iman)
2. Elden geleni yapmak
3. Sabretmek
4. Hak etmek.
Onlar imkânsızlıklara sığınmadılar, şartlara teslim olmadılar, ellerinden geleni yaptıktan sonra Allah’a iltica ettiler ve imkânsızı başardılar.
Önce zaferi hak etmek lazım!
Son söz Mehmet Âkif’ten olsun:
“Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz,
“Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz…”