Makale

Hakkına razı olmak

Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal
Din İşleri Yüksek Kurutu Üyesi

Hakkına
razı
olmak

Hz. Hamza’nın eşi Havle binti Kays anlatıyor: (Bir gün) Allah’ın Rasulü (s.a.s.), Hamza’nın yanına girdi. Dünyadan bahsettiler. Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Dünya tatlı ve iştah açan bir yeşilliktir. Kim ondan hakkı olanı alırsa bu onun için hayırlı ve mübarektir. Allah’ın malından (nimetlerinden) ve Rasulü’nün malından (beytülmal’den) tasarrufda bulunan niceleri var ki, Allah ile mülaki olacakları günde onlar için cehennem vardır." (Ahmed b. Han- bel, 6/364)
Sevgili Peygamberimiz bu hadislerinde üzerinde yaşadığımız dünyanın ve orada sunulan nimetlerin bize yüklediği sorumluluğu hatırlatmaktadır. Dünyada yaşayan ve Allah’ın nimetinden faydalanan diğer canlılardan insanları ayıran en önemli özelliklerden birisi de bu sorumluluk bilincidir. Bu bilinç, dünya üzerindeki her tasarrufumuzda, atalarımızdan yaşanabilir hâlde tevarüs ettiğimiz yeryüzünün, kıyamete kadar sürecek insan neslinin ve diğer mahlukatın yaşama alanı olduğunu da bize hatırlatacaktır.
19. yüzyıldan itibaren başlayan sanayi devrimi ve onun körüklediği kapitalist hayat tarzı, dünyanın, hatta bütün evrenin harcanıp tüketilebilen bir meta gibi algılanmasına yol açtı. Onu en çok harcayıp tüketen en gelişmiş kabul edildi. Yeryüzünün bütün zenginliklerini hoyratça sömüren zihniyet, güçsüz insanları ve toplumla- rı sömürme hakkını da kendisinde buldu. Böylece dünya, sömüren ve sömürülen ülkeler olarak ikiye ayrıldı. Bugün, köle olarak alınıp satılan insanlar olmasa da, görünürde yüzlerce bağımsız ülke bulunsa da bu sömürü hâlâ devam etmekte, bir yanda, fazla semirdiği için nasıl zayıflayacağını düşünen, diğer yanda, bir lokma ekmek, bir yudum su bulamadığı için ölüme terk edilen insanların dramatik çelişkisi yaşanmaktadır. Kıyasıya rekabet, anlamsız bir ilerleme paranoyası ve alabildiğine kışkırtılan bir üretim ve tüketim çılgınlığı bizleri, yaşadığımız dünyayı her yönüyle çoraklaştıran ve gelecek nesiller için belki de yaşanmaz hâle getiren bir noktaya götürmektedir.
Göklerde ve yerdeki her şeyi insana musahhar kılan (boyun eğdiren) yüce Allah (Lokman, 20; Casiye, 13), onları nasıl kullanacağımızı da imtihan konusu kılmıştır. Diğer yaratıklar, hayatlarını idame ettirirken, Cenab-ı Hakk’ın çizdiği proğram dahilinde, ölçülü, dengeli, birbirini destekleyen, ihtiyacı kadar tüketen ve doğada hiçbir tahribata yol açmayan bir hareket tarzı sergilerler. Çünkü onlar yaşadıkları tabiatın bir parçasıdırlar ve bütünün diğer parçalarıyla doğal olarak uyum içindedirler. Yine o tabiatın bir parçası olan insanın da aynı uyum için- R. de olması beklenir. Akıl nimetine sahip olması onun, içinde bulunduğu tabiattan daha çok faydalanmasına yol açsa da, bunun, her şeye tahakküm ederek uyumu bozacak bir noktaya gelmemesi gerekir. Çünkü, bu nokta imtihanı kaybettiğimiz yerdir. Yukarıda anlamını verdiğimiz hadisten de anlaşılacağı üzere, bu dünyadan sadece hak ettiğimiz kadarına talip olmak, diğer insanların ve mahlukatın hakkına tecavüz etmemek imtihanın önemli bir kuralıdır. Başka bir ifadeyle Allah’ın yarattığı her şeyi onun bir emaneti olarak görmek ve bu bilinçle hareket etmek Müslümanın şiarı olmalıdır.
Hadiste "mâlu Rasulillah" olarak geçen tamlama, şarihlerce ganimet, daha geniş anlamıyla "beytülmal", yani devlet hâzinesi olarak açıklanmıştır. Daha sonra genel olarak, "devlet malı" olarak kavramlaşan ve bir ülke insanlarının çabalan, kazançları ve birikimleriyle oluştuğu için o toplumun ortak servetini ifade eden devlet hâzinesi, İslâm’ın ilk dönemlerinden beri üzerinde önemle durulan bir kurum olmuş, beytül- mal’den yapılan haksız tasarruf, bütün bir toplumun hakkına yapılan tecavüz sayılarak uhrevî cezasının cehennem olduğu belirtilmiştir. O yüzden Hz. Peygamber, henüz taksim edilmemiş bir ganimetten gizlice mal alıp saklayan kimsenin cenaze namazını kıldırmamıştır. (Ebu Davud, Cihad, 143; Nesâî, Cenâiz, 66)
O günden bugüne, işin mahiyeti itibariyle değişen bir şey yoktur. Devlet malı, o devleti yönetenlerin şahsî malı değil, toplumun ortak malıdır. Bu mala yapılan bir tecavüz, örneğin günümüzde kaçak elektrik ve su kullanımı veya muvazaalı yollarla ya da kanuna karşı hile yaparak kamu malından elde edilen haksız kazanç, j| doğrudan o toplumun hakkına yapılmış bir saldırıdır. İhlâl edilen bu hakkın adı İslâmî terminolojide kul hakkıdır ve tek tek sahipleri affetmedikçe Allah’ın affına konu olmayan ağır bir suçtur. Bu ihlâli yapanlar, faraza, kendilerine yabancı gördükleri devleti kandırdıklarını zannedip yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışabilirler. Ancak bu, kendilerini kandırmaktan öte bir sonuç vermez. Çünkü haksızlık söz konusu olunca, devletin niteliğinin bir önemi yoktur. Örneğin bir Müslüman, gayri Müslim bir devletin tebaası olarak da, hak etmediği bir şeye el uzatamaz ve başka din mensuplarının hakkına tecavüz edemez. Bu konu tamamen İslâm ahlâkıyla ilgili bir husustur ve Müslüman her zaman ve zemin de ahlâklı olmak, harama el uzatmamak, çoluğuna çocuğuna haram yedirmemekle mükelleftir. Onun için örneğin iyi bir Müslüman, ölen babasının maaşını alabilmek için kocasından mahkeme yoluyla boşanıp, sözde dinî nikâhla evliliğini sürdürdüğünü söyleyemez. Böyle yaparak belki yetkilileri atlatabilir, bu şekilde davranmak zorunda kaldığına insanları ikna edebilir, ama her şeyi görüp gözeten ve hesabını yüce mahkemede soracak olan Cenab-ı Hakkı aldatamaz.
Şurası unutulmamalıdır ki, birçok kötülük, kişinin, hakkına, yani hak ettiğine rıza göstermemesinden kaynaklanmaktadır. Hakkına razı olmayanın, Hakk’ın rızasına nail olamayacağı da aşikârdır.