Makale

Şehir ve Mahremiyet

Şehir ve Mahremiyet

Mahmut BIYIKLI

Şüphesiz insanın inancı, bilgisi ve bakış açısı şehri şekillendirmekte, şekillendirdiği şehir geleceğe miras kalmaktadır. Mahremiyet, sadece İslam toplumuna has bir kavram değildir elbette; evrenseldir.

Yeni dünya, kurallar dünyası olduğu kadar yalnızlıklar dünyasıdır da. İnsan önce tabiattan koparıldı, modern uyku evlerinde yaşamaya mahkûm edildi. Topraktan uzaklaştığı gibi gökyüzünü de unuttu. Bu yüzden büyük nüfus çoğunluğunun yaşadığı şehirlerde insanın toprakla münasebeti de sembolik düzeyde kaldı. İnsan ve çevresi bütünlük düşüncesi ile anlam kazanır.

Mekân, insana hem sınırlar koyan hem de imkânlar tanıyan alandır. İnsanlar, kuşatan ve kuşatılan bir mekânda bir araya geldiklerinde birbirlerini belirleme durumuyla karşı karşıya kalırlar. Mekân, insana varlığını tamamlama imkânı sunar. İnsan; var olma sürecini, mekân inşa etme üzerinden gerçekleştirir. Değer dünyasını mekân üzerinden görünür hâle getirir. Bundan dolayıdır ki mekân, onu inşa eden insanın inancının, ideolojisinin; bir bütün olarak dünya görüşünün aynasıdır.
Klasik dönemlere bakıldığında bir Müslüman şehri ile farklı bir dini benimseyen insanların inşa ettiği şehir, sadece minareleri ile değil; bütün uzviyetiyle fark edilirdi. Müslümanların inşa ettiği şehirlere bakılarak bir ‘İslam medeniyeti’ tasavvuru ortaya konulabilirdi. Müslüman insan tasvirinin silikleşmesiyle birlikte İslam şehir tasavvuru da ayırıcı özelliklerini kaybetmiş oldu. Modernist bakış açılarının önce şehirleri esir aldığını söylemek lazım. Müslüman duyarlılığının şehir karşısındaki esas duruşunun bozulmasıyla Müslüman insanın mahremiyet anlayışı da zedelenmiş oluyordu.
Müslüman hayatının merkezinde dinin yer alması gibi, kadim Müslüman şehirlerinde de caminin etrafında yayılan bir mekân tutma tarzı söz konusuydu. Efendimizden (s.a.s.) itibaren Müslümanlar, şehirlerini merkeze camiyi koyarak inşa ediyorlardı. Şimdi ise camiler, konutların arasında rastgele bir mevkide aksesuar kabilinden bir yer işgal etmekte.
Mimari, Allah şuurunun binalaşmış şeklidir…
Turgut Cansever, “İslam mimarisi, İslam’da insanın Allah hakkındaki şuurunun, varlığın kutsal karakterinin çatısını oluşturur.” diyerek Müslüman’ın mekânla ilişkisi adına çok önemli bir tespit yapar. Allah hakkındaki şuurun kaybolması şehre zulmün hâkim olması demektir. Bir şehir tabiatın içinde kaybolmuyorsa orada tabiata karşı bir zulüm vardır. Bugün, şehrin içinde kaybolmaktan öte, şehirden kazınmış bir tabiatla karşı karşıyayız. Âlimler, insanın fazileti ile şehrin fazileti arasında mutlak bir bağ olduğundan bahsetmişlerdir. Bugün kutsal topraklar üzerinde bile faziletli şehre tesadüf etme imkânımız kalmamış durumdadır. Şehre yapılan zulmün görülmemesi için sitelerin duvarları gökleri delecekmişçesine uzayıp gitmektedir. Acı olan o ki Müslüman insan, hassasiyetlerini kaybederken kültürünü irfanını da zayi etmektedir.
Şüphesiz insanın inancı, bilgisi ve bakış açısı şehri şekillendirmekte, şekillendirdiği şehir geleceğe miras kalmaktadır. Mahremiyet, sadece İslam toplumuna has bir kavram değildir elbette; evrenseldir. Ancak boyutları toplumlara ve inançlara göre değişmektedir. Bugün karşımızdaki tablo ilginçtir; İslam şehir mantığı Müslüman beldeleri terk ederken, mahremiyeti daha ziyade “özel hayat” ve “özgürlük” olarak anlayan Avrupa şehirlerinde ise mahremiyetin ve çocukların güvenliği ve rahatlığının ön plana çıktığını görmekteyiz. Son dönem yapılan şehir planları, bu iki olguyu güçlendirmekte ve getirilen kurallar ile de “suni” çıkmaz sokaklar meydana getirilmektedir. İslam şehirlerinde öngörülmüş ve yüzyıllar önce gerçekleştirilmiş evi ve ailenin mahremiyetini ön plana alan uygulamanın, Batının modern şehirlerinde artan bir şekilde talep edildiğini ve uygulandığını görüyoruz ve hayretten hayrete düşüyoruz.
Çıkmaz sokaklar mahremiyete çıkardı…
Ferdi açıdan baktığımızda mahremiyet, insanların inanç, çevre ve bilinçleri çerçevesinde değişmektedir. Şehirler büyüdükçe farklı öncelikler ortaya çıkmakta ve mahremiyet geri plana itilmektedir. İçimize dönersek mahremiyet, özellikle aile hayatımızda oldukça hassas olduğumuz bir durumdur. Evlerimizin girişi, odaların formu mahremiyetin izlerini taşımaktadır. Lakin sokaklara, caddelere ve şehre baktığımızda mahremiyetin yok olmaya yüz tuttuğunu görmekteyiz. Mahremiyet bir şehrin yapısını oluştururken İslam şehirlerinde ne ifade ediyordu, bugün ne ifade ediyor? Neden İslam şehirlerinde çıkmaz sokaklar daha fazladır; şehir planlamacılarının bu sorular üzerinde düşünmesi gerekmektedir.
Çıkmaz sokak, ana caddeler ile ev arasında yarı mahrem bir bölge oluşturmaktadır. Bu, aynı zamanda o bölge sakininin güvenli bölgesi konumundadır. Çıkmaz sokakların şehrin merkezinde değil, şehrin konut bölgelerinde tercih edilmiş olması da mahremiyet düşüncesinin haklılığını ortaya koymaktadır. Bu şekilde bir şehir yapısı kurulduğunda, ödül olarak tabiat ile barışık, insana huzur veren bir yol ağı ve şehir elde edilmiş olur. Turgut Cansever bu durumu, Osmanlı şehirlerini modern şehirler ile mukayese ederek şu şekilde ifade ediyor:
“Modern şehirde, insan hayatını sürekli birbirine benzer duvarlar arasına hapseden, dünyaya sırtını dönen, ona karşı duyarsız olan, hatta duyarsız olması da önemsiz sayılan bir insan telakkisi görüyoruz. Buna karşılık Osmanlı şehri sakin, hareketli yol şeması üzerinde, yol boyunca yeri, biçimi, şahsiyeti, değişen evlerin arasında büyük abidelerin bulunduğu yerleri, büyük abidevi ağaçların bulunduğu meydanları, alçak duvarlardan sarkan çiçekleri yahut meyve ağaçlarının sarkan dallarını görerek ve parlak, farklı renklere sahip evlerin arasından geçerek, her an yeni bir güzellikle karşılaşarak yaşayan bir insan için vücuda getirilmiş bulunuyor. Burada önemli bir mesele var; birçok insan bu muntazam olmayan yol şebekesi-ni kargaşa olarak görüyor. Oysa Osmanlı şehrinde bir taraftan sürekli değişmeyi yaşarken, bir taraftan da ‘değişme’den hiçbir rahatsızlık duymadan, onu tadı alınan bir güzellik olarak görebiliyorsunuz.” (Osmanlı Şehri, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010.)
Rezidans mabetleri…
Mahallenin mahremiyetini yitirmesiyle, aileler çekirdek aileye dönüşmüş, bireyler özel alanlarına çekildikten sonra bilhassa büyük şehirlerde marazi durumlar oluşmuştur. Mesela İstanbul artık bir metropoldür ve metropolün insanları şehrin her gün daha da kalabalıklaşan kamusal alanlarından kaçmakta, kendilerine sığınaklar yaratmaktadır. Kamusal alanla özel alan arsandaki alışveriş ilişkisi bozulmuştur. Kitle insan artık şehrin gittikçe karmaşıklaşan hayatını, kendisi için kamusal kılacak şekilde bir bütün olarak idrak etmeyi başaramamaktadır. Genel olarak şehir bütünü, görülmesi zorlaşan bir ormana dönüşmüş ve birey kendi özel alanına çekilmekten başka çare bulamamıştır. Güvenlikli apartmanlar bugün kapalı sitelere, rezidanslara dönüşmüştür. Kapalı siteler aynı fikirde, aynı gelir düzeyinde, aynı beklentilere sahip insanlarla birlikte var olmayı vaat eden dikey yaşam alanlarıdır ve bu yapıların kendi içinde bile bir kamusallık oluşturması imkânsız görülmektedir.
Yeni dünya yalnızlıklar dünyası…
Yeni dünya, kurallar dünyası olduğu kadar yalnızlıklar dünyasıdır da. İnsan önce tabiattan koparıldı, modern uyku evlerinde yaşamaya mahkûm edildi. Topraktan uzaklaştığı gibi gökyüzünü de unuttu. Bu yüzden büyük nüfus çoğunluğunun yaşadığı şehirlerde insanın toprakla münasebeti de sembolik düzeyde kaldı. İnsan ve çevresi bütünlük düşüncesi ile anlam kazanır. Modern dünya insanın hayata katılımını yok etmiştir. Katılımdan soyutlanmış insanın dünyayı koruma bilinci gelişmediği gibi dünyanın kayıp giden güzelliklerinin farkına varması da mümkün olmaz.
“İstanbul’da üç kutsal mekân vardı: Cami, çarşı, ev. İnsanlar sokakta fazla dolaşmazlardı; gezmek amacıyla sokağa çıkmazlardı. Bu üç kutsal alandan birinden diğerine gidebilmek için sokaklardan geçerlerdi. Evlerin dışarıya bakan pencereleri sınırlıydı. Pencereler ‘hayat’ adı verilen kapalı iç mekânlara açılırdı. Özellikle kadınların hayatı ‘hayat’ta geçerdi. Yoğurtçu, sütçü kapıya gelirdi. Ev kutsaldı. Bu yaşam tarzı içinde, sokaklar kutsal değildi, köpeklere terk edilmişti. Köpek mekruh kabul edilir eve sokulmazdı. Ama sokakta bakılırdı. Çünkü ev kutsaldı!” (İstanbul’da Gündelik Hayat, Ekrem Işın, Yapı Kredi Yayınları.)
Şimdi bu satırlar bize bir masal mışıltısı gibi geliyor ne yazık ki… İnsan, ‘dünyayı güzelleştirmek’ vazifesini yeniden hatırlamalıdır. Gelecek nesillere devraldığımızdan daha güzel bir dünya bırakmanın mesuliyetini taşıyoruz.
Bilge şair Sezai Karakoç’un ifadesiyle,
“Cadde sokak ev bütün kent
Uygun kurulmamışsa samanyollarına
Mutluluk ne mümkün o kentin insanlarına.”
Çünkü hayat ‘ev’in içinde yaşanır ve çocuk yeryüzüne evden açılır; ev çocuğun ilk cennetidir. Cennetten kovulmuş çocukların dünyayı imar etmesini beklemek ancak kuru bir hayal olarak kalmaya mahkûmdur.
Çocuk ve toprak iki kardeş gibi birbirini tamamlar. İnsan yaratıldığı toprak parçasından uzağa fırlatılarak hayallerinden ve kutlu istikbal rüyalarından da sürgün edilmekte. İnsan toprağa küsmüş, toprak da insandan öcünü almaya yönelmiştir. İnsanın yeniden toprakla yani kendiyle barışması ve aslına dönmesi lazım.
Bugün, yüz sene önceki Alman Bauhaus tarzı her yeri şeffaf cam mülkiyet alanlarından bahsediliyor. Şehirler de insanlar gibidir; geçmişinden koparılırsa şahsiyetini kaybeder. Şahsiyetsiz şehirlerde yaşamamak için şahsiyetli fertlerin ordular hâlinde direnmesi gerekiyor.
“Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarların”
Diyen öncü ruhları daha iyi anlayabileceğimiz bir öze dönüş, bizi mahremiyetin tılsımlı hayatiyetine de yeniden kavuşturacaktır; inanıyoruz, çünkü inanmak istiyoruz!